27 Şubat 2010 Cumartesi

Kayserispor 1-2 Beşiktaş: Geçmiş Olsun Şili, Aramıza Hoşgeldin Şilili


Maçın başlangıcına yetiştiğimde spiker Tello'nun kolundaki siyah bandın nedenini açıklamaktaydı. Tüm Şili'nin başı sağolsun, dünyanın tesellisi ise son aylarda Haiti'de gördüğümüz kadar trajik bir durumun ortada olmaması. Bu bantla Şili'de yaşanan 8.8'lik deprem Türkiye'de daha fazla yankı bulmuş oldu, tabii ben takımın da Tello'nun acısını paylaşmak adına maça siyah bantla çıkmasını tercih ederdim.

Tello, kendi adına buruk bir sevinç yaşadığı bu gecede bizleri yarışa yeniden dahil eden isim oldu. Henüz ikinci dakikada ceza sahasında buluştuğu topa, adeta kadere isyan edercesine sert vurup topu ağlara gönderdiğinde de sevinmek yerine ruhları göğe yükselen vatandaşlarını göstermeyi tercih etti. 30. dakikada yaptığı pres üzerine kaptığı top ve verdiği harika topuk pası da ikinci golü getirdi. Tello bu maçta Beşiktaş taraftarına Denizli'nin neden ondan vazgeçmediğini, bana da neden geçen yılın şampiyonluk formasına ismini yazdırdığımı bir kere daha hatırlattı. Forvet hattını oluşturan üç isim Tello, Bobo ve Ekrem'in goldeki işbirliği de yine geçen sezonun esintilerini taşımaktaydı.


Madalyonun öbür yüzüne baktığımızda ise Kayseri defansının Ali Turan, Eren ve Toledo'yu kaybettikten sonra önemli oranda zayıfladığını gördük. Üstüne bir de orta sahada Saidou'nun yokluğu eklenince Kayseri arkada oldukça açık alanlar bıraktı, Bobo'nun bu boşluklara sızıp bulduğu pozisyonları değerlendirememesi ise maçın 81. dakikada gelen Kayseri golünün ardından heyecanın artmasını sağladı. Bütün maç boyu tek pozisyon veren Beşiktaş defansı ise son dakikalarda da konsantrasyonunu kaybetmeyerek Beşiktaş'a çok kritik bir üç puanı kazandırdı. Zaten sağlam olan defansın önüne İbrahim Toraman'ın çekilmesi ve onun önünde de Ernst-Fink ikilisinin bulunması orta sahayı Kayseri orta sahası için nefes alınamaz hale getirmişti. Henüz 20. dakikada Troisi'yi oyuna alarak oyunu kanatlara taşımak isteyen Tolunay Kafkas'ın bu hamlesi de oyunu değiştirmeye pek yardımcı olmadı.


Mustafa Denizli hastalığının ardından son on haftaya girilirken geçen yıla benzer bir performansla iyi çalışıp rakipleri çözdüğünü görüyoruz. Rakibe göre oluşturduğu farklı dizilişlerde joker olarak kullandığı iki isim ise Ekrem ile İbrahim Toraman. Geçen hafta Ekrem'in öne alınması Galatasaray'a önde pres uygulamasını ve topun Beşiktaş'ta kalmasını sağlamıştı. Bu hafta da İbrahim Toraman'ın ön libero oynatılması, ya ortadan dikine ya da uzun toplarla çıkmaya çalışan Kayseri'yi kilitleyen hamle oldu. Benim gibi romantik Beşiktaşlılar ise hafta arasında milli takıma çağırılan Necip'i sahada görmek istiyorlardı, 70'li dakikalarda bu dileğimiz de gerçekleşti.

Milli Takım denilince anılması gereken diğer isim de İbrahim Toraman tabii ki. Oğuz Çetin ustası Fatih Terim'in izinden giderek Toraman'ı kadroya almadı, açıkçası neden böyle bir seçim yaptıklarını merak ediyorum. Art niyet aramıyorum, bir Beşiktaşlı olarak gerçekten merak ediyorum, ikisi milli takımın en zayıf bölgeleri olan toplam üç pozisyonda oynayabilen, hem hamleli hem de hava toplarında etkili bir oyuncunun milli takıma girmesini engelleyen nedir? Disiplin problemi mi, pozisyonlara göre yeterince bilgili olmaması mı yoksa başka bir neden mi var? Hiddink gelene kadar bizlere açıklarlarsa sevinirim. Bu maçlık bu kadar, Beşiktaşlılar artık yarın ve hükmen üç puanın alınacağı gelecek hafta rakiplerin puan beklemeye başladı. Haydi Geçirzinho, artık kendini göstermenin vakti geldi.

Galatasaray 1-2 Atletico Madrid: Pathetico Orta Saha


Moist'un yazmadığı ilk Galatasaray yazısını yazmak bana düştü, hem de blogda 2 adet daha Galatasaraylı varken; ama bu yazı için iyi bir mazeretim var. İyi bir maç olacağına ve de sürekli ertelediğimiz İstanbul gezimizi gerçekleştirmemiz için güzel bir fırsat doğduğuna inandığım için, 5 gün önce İnönü'nün Yeni Açık trübnünündeyken karşıma aldığım Galatasaray taraftarının arasına gitmeyi kabul ettim. Aslında 4 kişilik bir gezi olarak planlamıştık; ancak fazla bilet bulunamaması üzerine iki Galatasaraylıdan birine hak geçmemesi için moist'un yanında Eski Açık'ta ben bulundum. Altı saatlik otobüs yolculuğunun yorgunluğunu, Ortaköy'de içilen biraların ardından attık ve maç heyecanını yaşamaya başladık.


Öncelikle dışarıdan bir gözlemci olarak Galatasaray taraftarı ile ilgili gözlemlerimi aktarayım. Pankart ve maç öncesi şovlarına gayet iyi hazırlanmışlardı, bir örneğini de yukarıdaki fotoğrafta görüyorsunuz. Fotoğrafta moist ile ben de Aslan'ın midesine denk düşen noktada bulunuyoruz. Yine bir güzel not da kapalıda açılan "pathetico de madrid" pankartıydı, belli ki İspanyollarla temasa geçilip rakiplerin A.Madrid'e taktığı lakap öğrenilmiş. Biraz da negatif yönleri yazayım. Bu maça özgü mü oldu bilemem ama tribünleri organize eden taraftarın eski açığa hapsolması biraz organizasyon problemi yaratmış, karşı trübünü tezahürata çağırmak epey zaman alıyor. Bir de Franco'nun takımını destekleyen "Real Madrid" tezahüratı yakışmadı, bu taraftar Roma ile eşleşse Lazio bayrağı da açar diye düşünmeden edemedim.

Ayrı bir paragraf açmak istediğim için bu gözlemlerde son sıraya koymam gereken taraftarın Metin Oktay sevgisi oldu. İlk olarak kendisinin büyük boy posterini (siyah-beyaz poşet veren) GS store'da gördükten sonra takım ısınmaya çıkmadan önce ilk yapılan tezahüratın da onunla ilgili olduğunu gördüm. Bir klüp için taraftarın kendini özdeşleştirecek bir futbolcu bulmasının (ki buna dünya futbol lügatında bandiera denir) kupalardan daha önemli olduğunu gösteren önemli bir örnek. Taraftar geçen yıl yaptığı hatayı anlayıp, bu yıl genç bandiera Arda'yı ilk sırada trübünlere çağırırken, Metin Oktay tezahüratının anlamını daha iyi kavramış göründü gözüme. Maç öncesinden son bir not: Tribünlere çağrıldığında yumruk şov yapmayıp seyirciyi alkışlayan Mehmet Topal, Arda'dan sonraki dönemin kaptanlığına oynuyor.


Maç başladığında Galatasaray'ın, Beşiktaş maçındaki dizilişle 1-1'in avantajını kullanmak istediğini gördük. Kendi alanında beklerken, blok halinde savunmayı başarılı şekilde gerçekleştiren Galatasaray, bu alan savunmasında top kapmak için pres yapmayı düşünmeyince topun hakimiyetini A.Madrid'e bıraktı. Keita'nın etkinliği ile hücumda bir iki ani atak şansı da yakaladı; ancak genel olarak orta sahanın oyuna hiç dahil olmaması takımın fazla şans yakalamasını önledi. Devre arasında 4-3-3 taktiğini daha ofansif olarak kullanmayı seçen Sanchez Flores, bütün oyuncuların dahil olduğu pas sistemiyle Galatasaray'ı bunalttı. Pazar akşamı İnönü'de 30-45. dk. arasında Beşiktaş'ın baskısıyla gördüğüm tablonun benzeri 45-60. dk. arasında yaşandı, aradaki fark Beşiktaş'ın bulamadığı golü A.Madrid'in bulması oldu. Hatayı yapan Leo Franco'ydu; ama o topu taca atarken sahadaki Galatasarylılar top bana gelmesin diye dua ediyordu adeta, böyle olunca da golün gelmesi kaçınılmazdı.


Bundan sonra takımın toparlanışı ve 1-1'i bulması oldukça hızlı gerçekleşti, topla bu kadar kolay pozisyona girebilen bir takımın orta sahası neden golü yiyene kadar topu almamakta ısrar etti, anlamak zor. Bu golden sonra maç "atan alır" havasına girdi, Galatasaraylıların penaltı pozisyonunu gerçekten kırılma noktası olabilir, ayrıca sahaya 15 hakem de konulsa hakemlerin konuşulmasının engellenemeyeceğini gördük. Penaltı pozisyonunu hakem gibi biz de göremedik gerçi; ama 5 dakikada Caner'in iki sarı kart görmesiyle maçın A.Madrid'e döndüğünü görmek için gözlüğüme bile ihtiyaç duymadım. Umutların 30 dakika daha uzamasını engelleyen Forlan, yakaladığı tek pozisyonda Galatasaray'da neyin eksik olduğunu gösterircesine harika iki santrafor hareketiyle topu ağlara gönderdi ve Galatasaray'ı da annemizin şefkatli kucağına benzeyen ligimize emanet etti. Bize de geceyi Nevizade'de Yeni Rakı'nın şefkatli kollarında sonlandırmak düştü.

İstanbul'da Midye Şoku


25 Şubat Perşembe günü İstanbul'daki midye tüketiminin tuhaf bir biçimde, büyük bir artış gösterdiği tespit edilmiş. Esnaf özellikle midye tava satışındaki inanılmaz artıştan sonra midye dolmayı menülerinden kaldırmayı düşünüyormuş. Artışın ardındaki sebep ise hala belirlenebilmiş değil. Sosyologlar satışlardaki patlamaya aylardır İstanbul görmemiş bir memur şehri kaçkınının sebep olabileceği yönünde emin konuşurken, esnaf "Bunu yapan insan olamaz!" şeklinde çığlıklar atıp sağa sola koşuşturuyormuş. Yetkililer ise midye tüketiminin bu hızda devam etmesi halinde önümüzdeki günlerde midye fiyatlarında büyük bir artışın yaşanabileceğini söylemiş. Ben dedim dimi dönmeden biraz daha yiyelim diye?

24 Şubat 2010 Çarşamba

Il Portiere di Notte - Ava Giden Avlanır


Faşist bir devlet deneyiminden geçmiş bir İtalyan olan Liliana Cavani'nin, faşizmin insanın benliğinden doğan bir sorun olduğuna dair inancını yansıttığı Gece Bekçisi (il portiere di notte) filmi, kimlikle ilgili önyargılarımızı sarsarak bu inancını seyircisine aktarıyor. 1957 yılında Viyana'da geçen bu filmde Cavani, kimliğimizi oluşturan etmenleri ve genel kabullerimizi sarsarak, bazı noktalarda seyirciyi açıkça provoke ederek, insanın iktidar denilen kavramın neden eylemlerimizin merkezinde yer aldığını açıklamaya çalışıyor. Cavani, bu iktidar hırsının toplumsal örneğini Nazi yapılanması üzerinden, bireysel örneğini ise Nazi subayı avcı ile esir kampına gönderilen Yahudi kurbanın ilişkisi üzerinden anlatmayı seçiyor.

Öncelikle hikayenin toplumsal boyutuna, yani Nazilerin varoluşunu sağlayan etmenlere göz atalım. Nazilerin sınıfsal yapısına baktığımızda, Cavani'nin pek çok noktada Nazizm'in aslında bir küçük burjuva düşü olduğunu vurguladığını görüyoruz. Nazilerin yeni yuvası olan otelde görülen Yunan heykelleri ve oteldeki volksoper (halkın operası) ilanı, Avrupa'nın kendi kimliğini tanımlamak için kullandığı tarihi ve kültürel unsurları vurgulamak için kullanılmış. Ayrıca, Nazilerin insanların özgürlüklerini ellerinden aldıkları ve her türlü şiddet yönetemini uyguladıkları esir kamplarına geri dönüşlerin yapıldığı sahneler ile bir opera gösterisinin içi içe geçmiş şekilde gösterilmesi de yine Nazilerin bu sınıfsal kimliğine yapılan bir gönderme. Filmin izleyici kitlesinin kentli orta sınıf ve burjuva kesiminden insanlar olduğunu düşündüğümüzde, bu sahnelerin seyirciyi provoke etmek için kullanıldığını da düşünebiliriz.


Nazilerin taşıdıkları kimlikten rahatsız olmadıklarını ve rejimin yıkılmasının ardından da aynı tavrı benimsediklerini ise, yaptıklarını itiraf etmelerinin karşılığında aleyhlerindeki delillerin yok edildiği davalarda görüyoruz. Bir günah çıkarma seansına dönüştürdükleri bu toplantıların ardındaki esas nedenin pişmanlıktan ziyade eski rütbelerine ve saygınlıklarına kavuşmak için duydukları özlem olduğunu rahatlıkla görüyoruz. Bu Nazi grubu, aralarında pişmanlık duyan tek isim olan ve suçluluk duygusunu da, ışığın verdiği uyanç duygusundan dolayı karanlıkta çalışmak zorunda olduğunu söyleyerek bizlere aktaran gece bekçisi Max'i ise yeni ritüellerinin dışına çıktığı için yok etmek isterler. Aynı büyük ölçekteki Avrupa topraklarında yaptıkları gibi, küçük ölçekteki yeni gruplarında da farklı davrananların tehdit olduğunu ve yok edilmeleri gerektiğini düşünmektedirler.


Hikayenin bireysel iktidar üzerine odaklanan kısımını açıklamak için önce Max karakterini tanımamız gerekiyor. Bu eski Nazi subayının esir kamplarındaki iktidarı sonlansa da, erkekliğinin yarattığı cinsel çekim sayesinde yaşadığı çevrede halen iktidarı temsil etmektedir. Burada Cavani'nin otele yerleştirdiği eşcinsel Nazi subayı (başlı başına toplumun Nazilik ile erkekliği bir arada gören önyargılarını zorlamak adına konulmuş bir karakter) ve oldukça yaşlı bir kadın, bu cinsel çekimi izleyicinin normal olarak kabul edemeyeceği noktalara sürüklemektedir. Ancak, genel olarak kimlik ve iktidar kavramlarını sorgulamamızı sağlayan ilişki, hikayenin temelindeki Max-Lucia ilişkisidir. Lucia, Max'in esir kampında cinsel işkenceler uyguladığı kızdır ve Nazilerin oteline eşiyle birlikte gelmiştir. İkilinin birbirlerini gördükten sonra yaşadıkları ise, bizlerin akıl almaz bir ilişkiyi keşfetmemizi sağlar. İlişkinin akıl almazlığı, Cavani'nin avcı ve kurban arasında yaşanan bir "aşk ilişkisini" anlatmasından kaynaklanmaktadır.

Bu ilişkiyi anlayabilmemiz için kilit olan sahne ise Lucia'nın Max'e esir kampında dans ettiği ve buna karşılık Max'in Lucia'ya, ona işkence eden bir Yahudi'nin başını hediye ettiği sahnedir. Hikayenin esinlenildiği İncil'deki versiyonunda, Salome'nin üvey babası olan kral, Salome'nin önünde yaptığı erotik danstan üvey babanın çok etkilenmesinin ardından, ona herhangi bir dileğini yerine getireceğini vaad eder. Salome de bu dansa karşılık vaftizci Yahya'nın başını ister. Bu hikayeyi esir kampında gerçekleştirirken Max'in aldığı haz, onun kimlik olarak kendini en üst noktada görmesinden kaynaklanır. Aynı sahnede hem İncil'deki bir sahneyi gerçekleştirerek kendisine tanrısal bir rol biçmiş olur, hem de Lucia'nın, hem üvey kızı hem de toplumun kabullerinin dışındaki sevgilisi olduğunu gösterir. Bundan sonra Max Lucia'ya "my little girl" olarak hitap edecektir. Lucia da kendisine kurban olarak biçilen bu rolün içinde, kendi cinsel çekiminden doğan gizli bir iktidara sahip olduğunu hissedecek ve bundan haz duyacaktır.

Filmin iddiası, aşkın da aslında kadın-erkek arasında doğan bir iktidar çekişmesi olduğu yönündedir. Kurban ile avcı arasında da uçlarda da olsa bir iktidar ilişkisi yaşanmıştır ve bunun da aşkı doğurması filmin iddiasına göre gayet mümkündür. Max ve Lucia'nın otelde yeniden buluşmalarının ardından aralarında bu çekimin, yani aşkın yeniden oluştuğunu görmemiz zor olmaz. Max, davasını önlemek adına öldürmesi gereken Lucia'yı kaybetmek istemez; çünkü Lucia onun, Nazilerin dahi vaad ettiğinin ötesinde bir güce sahip olmasını sağlayan varlıktır.

Sonuç olarak Nazizmin ve durmak bilmez iktidar hırsımızın kökenlerini incelemek adına önemli bir film olan Gece Bekçisi'nin samimiyetini de sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Faşist bir yönetimin iktidara gelmesiyle insanların nihayetinde insanlıktan çıkması bu filmde suçlayıcı bir şekilde mi yoksa çekici bir şekilde mi aktarıyor, bu konuda kesin bir yargıya varmak zor. Ne olursa olsun Gece Bekçisi, aşkı ve Nazileri Hollywood filmlerinin yarattığı dar pencereden görmek isteyen insanların o pencerelere 180 derece karşıdan bakmaları için önemli bir fırsat sunuyor.

İlahi Karşı Taraf...


Gün geçmiyor ki karşıdan yüz güldüren bir haber gelmesin. zaytung.com'u geçtiler vallahi. Dün akşamki Bursa maçına Güiza'nın göz yaşları damgasını vurdu. Fenerliler yedikleri naneyi anlamış olacaklar ki, özür dilemenin bir yolunu aramışlar. Buldukları çözüm sorryguiza.com! Adamın boğazındaki düğüm kadar olamamışsınız hakikaten :)


Buradaki "sorrydaum" konsepti de işi başka bir noktaya taşımış. Beni etkileyen kısmı ise Daum için gelen şarkı.

23 Şubat 2010 Salı

Emma Hewitt


Avrupa'da gece kuşlarının yakından tanıdığı bir isim Emma Hewitt. 2009 vokalli ve düşük BPM'li parçaların yılı oldu onlar için. Bu parçalardan en çok öne çıkanı da "Waiting". Bu "unplugged" versiyonuna ise ilk kez rastladım.

Eski Açık Bir Başkadır...


Sene 2002. Mart ayı yaklaşıyor, Özhan Canaydın adaylığını açıklıyor. En büyük vaadi ise Fatih Terim.

Çocuk aklımızla inandırmışız kendimizi, takım oynamıyor diye. Elde Horvath, Bülent Akın, Faruk Atalay, Victoria var, Lucescu ne yapsın! Yatıp kalkıp dua etmemiz gerekiyormuş meğer. Ama biz Fatih Terim geliyor diye aldık gazı bir kere.

Sezonun ilk yarısındaki 5-0'lık Bursa yenilgisi, ikinci yarıda Roma'da yediğimiz dayak, Güntekin Onay'ın "Galatasaraylı futbolcular Roma Olimpiyat Stadı'nda polis dövüyor" sözleri, Jardel'in gidişiyle takıma kamyonla gelen, nerden geldiği, neden geldiği, ne işe yaradığı, daha sonra nereye gittiği belli olmayan bir yığın yabancı...

Ama o sezondan bize kalan, hiç unutmayacağımız şey, aldığımız üçüncü yıldızdı. Yanılmıyorsam Yozgat maçıydı sezonun son maçı. 5-0 bitmişti. Niculescu, Arif ve Perez atmıştı golleri.

Başımıza gelecekleri bir sene önceden sezmiş gibi, tüm Fatih Terim heyecanına ve şampiyonluk coşkusuna karşın, Eski Açık'ta bir burukluk vardı Lucescu önünü ilikleyip bize doğru yürürken. "I Love You Luce" diye başladık bağırmaya üçüncü yıldızın kıvılcımları üzerimize saçılırken. "Köpekler istedi diye atlar ölmez" sözüyle bize öğretmeye başlayan, ayrılışıyla da -acı da olsa- dersler çıkardığımız, Türkiye'nin son zamanlarda gördüğü en beyefendi adama, Anakin'i "öldüren" Darth Vader misali, Adanalı Fatih'i yokeden Sinyor Terim için veda ediyorduk.

2002 Mayıs'ından sonra da Eski Açık'la aramıza bir dönem Olimpiyat Stadı, zaman zaman da Biletix gişesindeki ızbandut karaborsacılar girdi. Olimpiyat Stadı'ndan abimle aldığımız kombine herhalde yediğimiz en büyük kazıktır. Sonraki şampiyonlukları, önemli maçları da hep Yeni Açık'tan takip ettim Mabet'e döndükten sonra.

Perşembe günü 8 sene sonra geri dönüyoruz Eski Açık, şükür kavuşturana!

22 Şubat 2010 Pazartesi

Ankaragücü ve yeni transferleri...





Bu yazıyı ara transfer döneminin sonunda yazacaktım ama biraz bekleyip yenilerin performanslarını da görmek istedim ve yazımız bugüne kaldı. Öncelikle ara transferde bir anadolu kulübünün transfere 19milyon €uro harcamasının artık büyük takımlar ile aradaki uçurumun yavaş yavaş kalkmaya başladığının büyük bir göstergesi olduğunu görmekteyiz. Bu paraların da pek de sokağa atılır gibi boşa harcandığını söyleyemeyeceğim çünkü gelenler gerçekten kaliteli oyuncular. Fransa milli takımı ve PSG'yi bir dönem domine etmiş olan Fransız futbolunun önemli ismi Jerome Rothen, 4 büyük kulübümüzün de bir dönem transfer etmek için büyük çaba sarfettiği Rosenborg'un "10 numara"sı Marek Sapara, Çek milli takımının stoperi Jan Rajnoch, Fenerbahçe'nin UEFA'da ki rakibi Lille'in ilk 11 forveti Robert Vittek, Gençlerbirliğinden Real Madrid gibi dünyanın en büyük kulübüne oradan da bir başka dünya devi Chelsea'ya geçen Geremi Njitap ve tabiki taraftarın çok büyük umut bağladığı Darius Vassell gibi Avrupa'nın önde gelen en azından kendi liglerinde isim yapmış oyuncularını Ankara'ya getirebilmek gerçekten ülkemiz için büyük bir adım.

Ziraat Türkiye Kupasındaki Galatasaray maçını da sayarsak son 6 maçında 6 beraberlik aldı Ankaragücü ve yeni transferleriyle maç kazanamasa da aynı zamanda kaybetmedi de ve ilk 4maçı golsüz eşitlikle bitmiş olsa da özellikle son iki maçında hücum hattındaki gelişme ilerisi için umut verici olmaya başladı. Takımın başına da Euro 2000'de Fransa milli takımına Avrupa'nın en büyüğü sıfatını aldırmış bir taknik adam olan Roger Lemerre'i yanına da Fenerbahçe'ye yıllarını vermiş olan Ümit Özat'ı getirerek Ankaragücü ismini Avrupa'ya sahadaki başarı ile olamasa da transferdeki başarısıyla duyurdu.


Ankaragücü için bu sezon artık önümüzdeki sezonun hazırlığına dönüştü. Kulüp 100. yılını biraz geçikmeli olarak 2010-2011 sezonunda kutlamaya başlayacak. Eğer Lemerre takımına istediklerini bu sezon iyi öğretmeyi başarabilirse Ankaragücü önümüzdeki yıl, Bursaspor ve Kayserispor'un bu yıl yaktığında daha çok can yakarak Başkent'in gururu olacak gibi görünüyor. Aşağıdaki resime daha da kaliteli isimler ekleyebilmek ve böyle büyük oyuncuları Türkiye'de bütün anadolu kulüplerimizde görebilmek dileği ile hepsine başarılar...


Beşiktaş 1-1 Galatasaray: İpler elden kaçtı


Beşiktaş açısından sezonun en belirleyici maçlarından biri oynanacaktı dün akşam İnönü'de. Bu sezon kendi evinde oynanacak son derbide yeni lider Galatasaray'ı ağırlayacak olan Beşiktaş, yukarılara tırmanmak için sahadaydı. Kafalardaki soru ise, Beşiktaş'ın, Mustafa Denizli'nin hafta içi takıma biçtiği "tayin edicilik" rolünü nasıl oynayacağıydı? Bu sorunun cevabını almak için en güzel adres de İnönü stadı olacağı için, çarşamba günü yeni açık biletimi alıp, cumartesi akşamı Fatih Ekspresi'ne binerek yola koyuldum.

Perşembe günü Galatasaray'ın A.Madrid ile oynaması ve maçın erken bir haftaya denk gelmiş olması nedeniyle derbi için yeterli konsantrasyon sağlanamamıştı. Trene benimle birlikte Ankara'dan binen siyah beyazlıları gördükten ve Haydarpaşa'da deniz kokusunu içime çektikten sonra bu sorunu kendi adıma halletmiş oldum.Vakit geçirmek için gittiğim İstiklal Caddesi'nde, blogda sık sık kaynak gösterdiğim Champions dergisinin son sayısını aldım ve içinde İnönü Stadyumu ve Beşiktaş ile ilgili bir sayfalık haberi görünce heyecanım daha da arttı. 132 desibellik ses rekorumuz bu ayki Champions sayısıyla resmi kayıtlara geçmiş oldu, hem de bu ses seviyesinin 90 metre uzağınızda bir Boeing 747 havalanırken duyacağınız ses seviyesine denk geldiğini öğrenmiş oldum. If İstanbul film festivalinde gösterilen bir filme girip ara verdiğim derbi heyecanına yeniden kavuşmak için de saat 4 sularında Beşiktaş Çarşısı'nın yolunu tuttum.

Kazan çevresinde boş bira şişelerinin çokluğu tribünün bugünkü performansının çok iyi olmayacağını göstermekteydi, zaten taraftar da sezonun en ağır yenilgisi olan seçim yenilgisini de henüz atlamamıştı. Nitekim Dolmabahçe yürüyüşünü tamamlayıp stadyumdaki yerimizi aldığımızda Galatasaraylı taraftarlar da seçim yenligisini hatırlatarak "Yeter Yıldırım Demirören" diye bağırmaya başladılar, ben de dahil olmak üzere az bir kısım Yeni Açık taraftarı da kendilerine eşlik etti. Daha sonra kapalı herkesi susturup kontrolü eline aldı, Selena'dan 92-93 sezonuna, bolca küfürlü bir maç önü yaşandı. Yine de kapalının Alen ve diğer tribün liderlerinin yokluğunda eski formundan hayli uzakta olduğunu gördük. Maç başında yapılan bayrak şovu ise günün en güzel tribün hareketiydi.



Başlama düdüğü veç ekilen üçlünün ardından gözlerimizi sahaya çevirdik. Galatasaray, forvet yokluğunda 4-3-3'ü kendi alanında kurarak defansif bir yapı sergilemekte, Arda ile Keita'ya defanstan açılan çapraz toplarla kontra ataklar veya 4-5 kişilik geçiş (transition) oyunları oynamayı amaçlamaktaydı. Buna karşılık Beşiktaş da Ernst'in ağırlığını koyduğu orta sahada topu tutup kademeli olarak hücuma geçmeyi denemekteydi. Sağ kanatta Holosko içeri kaçıp, Toraman da hücuma destek vermeyince Beşiktaş ataklarını yalnızca soldan gerçekleştirebildi. İlk yarının son 15 dakikasında bu kanadı oldukça etkili kullanıp bir derbi için yeterli sayıda pozisyon da üretti; ancak golü bulamayınca devre 0-0'lık eşitlikle sonuçlandı.


Bu arada Holosko'nun pozisyonu Galatasaray taraftarı önünde gerçekleştiği için bir şey göremedik. Kapalı'dan görenler "Pozisyon goldü, allah belanı versin" diye açıklamalı bir tezahüratta bulundular, ama tezahürat normalde "pozisyon penaltı, allah belanı versin" diye söylendiği için ne olduğunu anlamayan yeni açık tribünü olarak pozisyon penaltı diye bağırmaya başladık. Hayır, pozisyonda da penaltı olacak hiç bir müdahale yok, bizimki boş kafa vuruyor, kaleci de kurtarıyor; ama tribün psikolojisini anlatmak adına güzel bir örnek olduğu için aktarayım dedim.


İkinci yarıda Galatasaray akıllı hamleler yaparak önce oyunu dengeledi, sonra da skor avantajını eline geçirdi. Bu hamlelerin ilki defansı öne çıkarmak oldu, bu sayede ileride topu tutamayan forvetlere sahip olan Beşiktaş geri çekilmek zorunda kaldı, ayrıca orta sahada da yeterli alan kalmadığı için top şişirmeler başladı. Bu noktada Galatasaray, ikinci akıllı hamlesini Jo'yu oyuna sokarak gerçekleştirdi. Galatasaray, böylece bir santrafora kavuştu ve hücumda kendisine alan açmayı başardı, bu alanları da Arda ve Elano ile etkili kullanmaya başladı. Sonucunda 68. dakikada Arda'nın attığı gol geldi, bütün bu organizasyonun yanında bireyselliğin futbolda ne kadar önemli olduğunu gösteren bir goldü. Sivok'un bireysel hatasının yanına Arda'nın takipçiliği ve şık vuruşu eklenince skor tabelası değişti.


Bu dakikadan sonra Beşiktaşlıların maçla ilgili umutları iyice azaldı ve tribün hakimiyeti Galatasaraylılara geçti. Nihat'ın sürüklediği cılız ataklar ve Yusuf'un korner direği civarına hapsettiği toplar tehlike yaratmaktan oldukça uzaktı, Beşiktaş'ın duran top dışında gol bulma imkanı yok gibi görünüyordu ki... Sivok'la gol geldi. Galatasaraylıların biribirine girip uzaklaştıramadıkları top Sivok'un önünde kaldı ve onun yaptığı yavaş vuruş çizgideki iki Galatasaraylının arasından tıngır mıngır yuvarlanıp ağlarla buluştu. Taraftar da golle birlikte yeniden ateşlendi ve kalan dakikalarda golün gelmesi için var gücüyle bağırdı; ama Beşiktaş ciddi bir pozisyon bulamadı ve maç 1-1'lik eşitlikle sonuçlandı. Eğer Arda'nın sakatlığı olmasaydı ve Nonda gibi top tutan bir forvet sahada olsaydı Galatasaray ikinci gole kavuşarak maçı bitirebilirdi belki; ama sonuçta galip gelemeseler de istedikleri bir skorla İnönü'den ayrılmayı bildiler. Beşiktaş'ın ligin geri kalanında uzaktan şampiyonluk takibi mi, yoksa UEFA'ya kalmak için hesaplar mı yapacağını bu hafta oynanacak Kayseri maçının sonucu gösterecek.

Sonuç olarak dün gece Beşiktaş'ın ligin tayin ediciliği rolünde başarılı olamayıp ipleri elinden kaçırdığını gördük. Yarışın dışına doğru itiliyor olmanın hüznüyle ve aralıksız tartışmalarla Beşiktaş'a dönülürken, Dolmabahçe yolu maça gittiğimiz zamana göre daha uzunmuş gibi geldi. Kazan'da içilen biralarda da aradığımız teselliyi bulamadık ve eksik kalan tezahüratların ardından Barbaros Bulvarı'ndan taksiye atlayıp Ankara'ya dönüş için Taksim'in yolunu tuttum.

20 Şubat 2010 Cumartesi

Dünya Kupası Finalistleri #3 - İspanya


Dünya kupası incelemelerimizde sırada turnuvanın en büyük favorisi İspanya var. Son Avrupa Şampiyonu olarak Afrika'ya giden kadroda dünyanın en iyi futbolcularından bir kaçı bulunuyor. Kupaya uzanmalarının önündeki en büyük engel ise ülkenin dünya kupalarındaki makus talihi olacak. İşte İspanya'nın şu anki görünümü:

Beklentiler:

Dünyadaki futbolseverlerin büyük çoğunluğu İspanya'yı turnuvanın favorisi olarak görüyor ve bunun da pek çok haklı sebebi var. Öncelikle İspanya, kendi mevkilerinin en iyi oyuncularının toplandığı bir takım görünümünde ve Brezilya da dahil olmak üzere bu kaliteye sahip başka bir kadro yok. Euro 2008 sonrasında Aragones'in yerine geçen Del Bosque makine düzeniyle işleyen sistemi değiştirmeye gerek duymadı ve İspanyollar bizim de olduğumuz eleme grubundan rahatça çıkarak finallere yükseldi. Gruplarında iki eski sömürgeleri Honduras ve Şili ile karşılacaklar ve bu da takımların artı bir motivasyona sahip olacakları anlamına geliyor. Yine de İspanya için fikstürün esas zorluğu grup maçlarının ardından başlayacak. 2008'de şampiyonluk kazanarak ülkenin yıllar süren turnuva bahtsızlığını kıran bu altın jenerasyon, İspanya'ya ilk Dünya Kupası şampiyonluğunu getirmek için sahada olacak. Akıllarda soru işareti bırakan ise takımın Konfederasyon Kupası'nda, Iniesta'nın yokluğunda ABD gibi ortalama bir takıma 2-0 yenilerek elenmesiydi.

İyimser Senaryo:

Topa sahip olup, çok pas yaparak rakipleri bunaltan İspanya'nın ilk Dünya Kupası şampiyonluğu için doğru yer Afrika, doğru zaman 2010 gibi görünüyor.

Kötümser Senaryo:

Brezilya'nın kendi grubunda ikinci sıraya düşmesi ve İspanya'yı ikinci turda turnuvanın dışına itmesi İspanyolların başlarına gelmesinden korktukları senaryo. 2006'da da gruptan çok iyi bir şekilde çıkıp ikinci turda Zidane ve ekibine bu senaryodaki gibi teslim olmaları ve tarihlerinde yarı finali dahi görememiş olmaları İspanya'nın dezavantajları.

Muhtemel Kadro:

Diziliş: 4-1-3-2

Kaleci: Casillas

Defans: Ramos - Puyol - Pique - Arbeloa

Orta Saha:Iniesta -Busquets - Xavi - Silva

Forvet: Torres-Villa

Dünyanın en iyi kalecisi, defansı, orta sahası ve forveti bu takımda dersek abartmış olmayız. Hepsi bir araya gelince de dünyanın en iyi takımı meydana geliyor. 2008'in muhteşem kadrosuna yeni nesil libero Pique'yi ekleyerek daha da iyi pas yapan bir takım haline geldiler. Oyunun dengede olduğu maçlarda, bir forveti çıkarıp Xabi Alonso'yu orta sahaya ekledikleri bir diğer sistemleri de mevcut. Herhalde turnuvaya giderken kaderlerini en çok değiştirecek olan ise Torres'in sağlık durumu. Eğer turnuvaya kadar hazır hale gelmez ise İspanya iyi pas yapan; ancak sonuca gidemeyen bir takım olarak kalabilir.

Yıldız Oyuncu: Xavi (FC Barcelona)


Barcelona'nın orta saha organizatörlüğünü Josep Guardiola'nın elinden alan ve 11 yıldır başarıyla görevini sürdüren Xavi, Rıdvan Dilmen'in anlata anlata bitiremediği üzere top rakipteyken pres yapıp, topu kazandığında ileriye dönük olarak oynayabilen modern orta sahanın tanımını yaptıran isim. Şu an Barcelona'da orta saha partnerliğini yapan Iniesta'dan ayrı düşünülemese de Xavi, Iniesta'nın yokluğundaki 2006 Barcelona'sında da orta sahada işleri çekip çeviren isim olarak öne çıkmaktaydı. Artık kariyerindeki en önemli hedef, tek eksiği olan Dünya Kupası şampiyonluğunu 2010'da kazanmak.

Patlama Yapması Muhtemel İsim: Juan Mata (Valencia)


Juan Mata da kariyerindeki ilk çıkışı U-19 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda yapanlardan. Sol açıktan yaptığı inanılmaz hızlı çıkışları ve top tekniği ile ön plana çıkan Mata'nın kariyeri Real Madrid'den Valencia'ya geçişiyle hız kazandı. Geçtiğimiz sezonu 13 golle tamamlayan Mata, kanatta oynayan bir oyuncu için golcü bir isim. Eğer Valencia'daki takım arkadaşı David Silva'dan formayı kapabilirse, profesyonel kariyerine başlangıç yaptığı Real Madrid'in başkanı Florentino Perez'in çek defterinin bir yaprağı da Valencia kulübüne gidecektir.

Bir Portre: Andres Iniesta (Barcelona)


Xavi'yi yazmışken elmanın diğer yarısı Iniesta'yı es geçmek olmazdı. Xavi gibi Barcelona altyapısından yetişen Iniesta'nın ilk dünya şampiyonluğu 15 yaş altı kulüpler turnuvasında gerçekleşti. 1999 yılında düzenlenen bu turnuvada şampiyonluk kupasını kendisine veren Guardiola, A takıma geri döndüğünde Xavi'ye "Sen beni takımdan çıkaracaksın; ama o (Iniesta) ikimizi birden dışarı atacak" diyecekti. 2005 yılında takım arkadaşı Ronaldinho da onun hakkında "kısa sürede İspanya'nın en iyisi olacak, göreceksiniz" açıklamasında bulunmuştu. Yine de Iniesta'nın süper yıldızlığa erişmesi Guardiola'nın Barça'nın başına geçmesiyle gerçekleşti. Geçtiğimiz sezon gösterdiği harika performans ile takımı 6 kupaya taşıyan en önemli isimlerden birisi oldu. Mütevazi tavrıyla İspanya'da anti-galactico olarak anılan Iniesta'nın heyecan verici oyunu İspanya'yı izlemek için bizlere çok iyi bir neden sunuyor.

19 Şubat 2010 Cuma

Dünya Kupası Finalistleri #2 - Fransa


Dünya kupası finalistlerini incelemeye, el yardımıyla atılan bir golle turnuvaya gelen ve pek çok tarafsız futbolseverin sempatisini yitiren Fransa ile devam ediyoruz. 1998'de Zidane önderliğinde tek şampiyonluğunu elde eden Fransa'nın bu turnuvada neler yapabileceği üzerine biraz kafa yoralım.

Beklentiler:

Zidane'ın Materazzi'ye kafa atarak yaptığı vedanın ardından Fransa'nın toparlanamadığını görüyoruz. Euro 2008'den gruptan çıkamayarak sessiz sedasız ayrılan Fransa, elemelerde de berbat bir performans gösterdi ve play-off maçında İrlanda'yı haksız bir şekilde geçerek finale gelebildiler. Domenech de oynattığı sıkıcı futbol ve başarısız sonuçlar nedeniyle eleştirilerin odağı haline gelmiş durumda. Ev sahibi G.Afrika'nın grubundaki tek Avrupa takımı olan Fransa'nın, ne yapacağı belli olmayan Meksika ve Uruguay'ı da hesaba kattığımızda zorlu bir gruba düştüğünü söyleyebiliriz. İrlandalıların beddualarını da hesaba katarak metafizik unsurların Fransa'nın karşısında olacağını ekleyelim, ki burca göre takım yapan Domenech'in bu konudan hayli rahatsız olacağını düşünüyorum. Gourcuff, Benzema ve Lloris gibi genç yetenekler ve Ribery gibi bir önderi olduğu düşünüldüğünde Fransa'nın hedef turnuva olarak 2010'dan ziyade 2012 ve 2014'ü seçeceğini öngörebiliriz.

İyimser Senaryo:

Grubu lider olarak tamamlayan Fransa, çeyrek finalde İngiltere'yi bir klasik olarak penaltılarla eleyip yarı final görebilir. Fransa gibi takımların her zaman şampiyonluk ihtimali vardır; ama bana kalırsa yarı final Fransa için daha gerçekçi bir iyimser senaryo.

Kötümser Senaryo:

Grupta Meksika veya Uruguay'ın üstün bir performans göstermesi sonucu ikinciliğe düşen Fransa, ikinci turda Arjantin'e elenip Afrika'ya veda eder.

Muhtemel Kadro:

Diziliş: 4-4-2

Kaleci: Lloris

Defans:Sagna-Squillaci-Gallas-Evra

Orta Saha:Ribery-Alou Diarra-Lass Diarra-Malouda

Forvet:Anelka-Henry

2006'nın finalist kadrosunun Zidane, Thuram, Sagnol, Makalele, Barthez, Vieira gibi belkemiği isimlerinin pek çoğu takımdan ayrıldı ve yeni bir yapılanmaya gidildi. Orta saha yükünü iki Diarra taşırken defansta Gallas'a Squillaci eşlik edecek. Domenech 2006 dizilişine benzer bir dizilişi kullanıp Zidane'nın yerinde Gourcuff'ü oynatabilir.

Yıldız Oyuncu: Thierry Henry(FC Barcelona)

2000'lere hızı, isabetli şutları ve akıllı oyunuyla 2000'lere damga vuran isimlerden birisi Thierry Henry. Bugünlerde Arsenal'in efsanevi 2004-2005 takımındaki form düzeyinden oldukça uzakta olsa da, iş büyük turnuvalara geldiğinde oyuna ağırlığını koyacağından şüphem yok. İrlanda maçında eliyle topu düzeltmesi, kendisine duyulan sempatinin önemli ölçüde azalmasına sebep oldu; ancak bu turnuvada 2006'da Zidane'ın yaptığı gibi bir hikaye yazabilirse unutulmazlar listesinde daha da üst sıralara tırmanabilir. Tabii Henry Zidane'ın rolüne soyunursa, 2006'da Henry'nin oynadığı role kim soyunacak, merak konusu.

Patlama Yapması Muhtemel İsim: Yoann Gourcuff (Bordeaux)


2005 yılında U-19 Avrupa Şampiyonası'nı kazanan Fransa takımının kaptanlığını yapan Gourcuff, bu turnuvadaki performansıyla büyük takımların dikkatini çekti ve Milan'a transfer oldu. Oyun kurucu rolü ve uzun boyu nedeniyle hakkında "yeni Zidane" yakıştırmaları yapıldı; ancak Milan'da, aynı pozisyonda oyanayan Kaka'nın da varlığı nedeniyle forma şansı bulamadı ve baskıyı kaldıramayarak Fransa'ya Bordeaux formasıyla geri döndü. 2008-2009 sezonu ise onun kariyerinde bir dönüm noktasıydı. Fransa'da Lyon'un 7 yıllık şampiyonluk serisine son veren Bordeaux'da yıldızlaşarak sezonun en değerli oyuncusu seçildi ve milli takıma yükseldi. bu turnuvada şans bulması halinde iyi bir performans göstererek yazın transfer rekorunu kıran isim olabilir, benden söylemesi.

Bir Portre: Franck Ribery (FC Bayern München)


Galatasaray'da geçirdiği yarım sezon sayesinde bizim de yakından tanıma fırsatı bulduğumuz Ribery'nin Champions dergisine verdiği röportajdan bir kaç satırbaşı aktararak yazımızı sonlandıralım:


  • Zidane karşılaştırmaları hakkında: "Zidane Zidane'dır. Onun gibi olamazsınız."

  • İşçilik yaptığı günler hakkında: "O günleri asla unutmuyorum ve bu tecrübe bugün geldiğim noktanın önemini kavramamı sağlıyor."

  • Yara izleri hakkında: "O yara izlerini mümkün olsa dahi sildirmem. Bu izler benim gücümü ve arzumu simgeliyor."

  • Müslüman olması hakkında: "Büyüdüğüm yerde pek çok Müslüman bulunması ve karımın da Müslüman olması seçimimi kolaylaştırdı. İnancım bana güç veriyor."

Atlético Madrid 1 - 1 Galatasaray: İş Mabet'e kaldı.


Sezon başından beri ilk defa oyunu bu kadar geride kabul ettiğimiz bir maç gördük. Agüero'yu zorla da olsa, yer yer Servet, yer yer Neill bazen de Franco ile durdurmayı başardık. Geride bu kadar kalabalık olmamız Atlético'nun Barcelona maçındaki kadar etkili olmasını engelledi. Forlán'ın gününde olmayışı da yediğimiz tek golü Reyes'in duran topuyla sınırladı.

Maçtan sonra en çok gündeme gelen şeylerden biri Caner hadisesi. Çıkmasını onaylayan var onaylamayan var. Bu işin iki boyutu var aslında. Caner'in yaptığı hatalar ve Caner'in yerine giren Gio'nun ne yaptığı.

FM oynayanların başına da gelmiştir. Bir gol yersiniz, aşağıda oyuncunuzun yaptığı hatadan bahsedilir, oyuncunuzun ratingi 4.5'a düşer. Maç önemlidir, sinirlenirsiniz ve dakikaya bakmadan oyuncuyu çıkarırsınız. Değişikliği biraz buna benzetiyorum. Çünkü yaptığı faulden ziyade, faulden önceki top kaybını hangi mantıkla açıklayabiliriz bilemiyorum. Olacak iş değildi. Caner belki bir gol daha yedirirdi. Belki de atardı, böyle şeylerde kesin bir vargıya varmak çok boş bir iş oluyor. Ayrıca illa ki Rijkaard'ı değerlendireceksek bu değişiklik üzerinden, Gio'nun yine etkisiz olmasına rağmen gol yedirmemesi Caner'e oranla bir avantaj bana göre. O yüzden Rijkaard'ın yanlış bir hamle yaptığını düşünmüyorum.


Keita ilk yarıda ümitlerimizi iyice azalttı tutukluğuyla. Dakikalar geçtikçe kendine gelmeye başladı. Hakan Balta, Elano'dan sık sık gördüğümüz gibi, harika bir uzun topla Keita'yı gördü. Umarım hem Hakan'ın hem de Keita'nın sezonun geri kalanında kendine gelmesini sağlayan gol olur bu.

Franco'ya sezon başından beri giydiriyoruz. Ben de söylemişimdir göndersinler, Nonda kalsın diye. Dün yine kendisine gelen geri paslarda saçma sapan işlere meyletti. Taça yolladığı toplar, topa vururken kayıp düşmeler... Yüreğimiz ağzımızda izliyoruz. Franco'ya en sık yapılan eleştiri ise Taffarel gibi "maç kurtarmayışı". Neymiş efendim, Tafo Henry'nin kafa vuruşunu mucizevi şekilde kurtarmış, kupa öyle gelmiş. Ulan o Taffarel! Bu Franco! Saçma sapan işler yapmasın, yenilmeyecek golü yemesin yeter. Dün akşam maçı kurtarmasa da, yenilmeyecek golleri yemedi Franco. Fena değildi. Reyes'in frikiğinde biraz önde gibiydi sadece, orada bir hatası var bence. Simão'nun direkten dönen topunda da pozisyon alışı biraz sakattı sanki. Ama iyiydi iyi. :)


Gelelim son iki maçın ODUN'una! Ulan sen belamısın? Sigara üstüne sigara yaktırıyorsun adama. Rakibin arkasına geçip saklanmak ne demek? Saklanacak adam olmayınca sağını solunu işaret edip top istememek ne demek? Kendine güvenemiyorsan geç otur 2-3 hafta dinlen ulan! Ceza sahası dışında hamal, ceza sahası içinde manav gibisin! Hamal ve manavları tenzih ederim.

O top havada kalmayacak yere inecek, ne diye zıplayıp kafanı topa çarptırmaya çalışırsın? Bak çarptırma diyorum, kaleye bakıp kafayla "kalenin şurasına vurayım", falan da demiyor adam!

Burada bırakayım hadi. Az hayrını görmedik Sarp'ın. İyi Galatasaraylıdır hem de... Ama alışkın değil bu kadar maç oynamaya. Biraz dinlense, kendine gelse fena olmaz gibi geliyor.

Özet olarak bu maç orta saha sıkıntısının tekrar, yine, yeniden bize kendisini gösterdiği bir maç oldu. Quique'nin dediği gibi şanslar 50-50. Bu işin İstanbul ayağı da çok zorlu olacak.

Elano, Frank ve Johan için de artık bir şey söylemiyorum. Aslan parçaları sizi. Aşmışsınız artık bazı şeyleri, ben ne diyeyim size? Elano gibi bir adam daha olsa şu takımda, birazcık daha geride oynayanından, her şey çözülecek zaten.


Rijkaard'ın takımın sakatlık krizinin yanı sıra, Caner'in oyundan çıkarken tepki göstermesi gibi Lincolnvari krizleri de iyi yönettiğini düşünüyorum. Ayrıca sakatlanmayan bir oyuncuyu daha 35. dk'da direk çıkararak sık görmediğimiz "şok"ları takıma da iyi uyguladığını gösterdi gerektiğinde. Dün akşam çok etkili bir "şok" etkisi göremedik, orası ayrı. Ama tuttuğu günler de olacak.

Ayrıca kendisinin saçları da Barcelona günlerine dönüş sinyali vermiş, yüzü bir rahatlamış, gençleşmiş. Antalya yaramış kendisine. Yarasın aslan parçasına! Arkandayız sonuna kadar. Başımızdan eksik olmayasın :)

Neeskens abim! Sen ne mübarek bir insanmışsın ki bu Neill'ı aldırmışsın! Neill için söylediklerimin yarısını geri aldım. Diğer yarısını ileride göreceğiz. Ama Kayseri maçından başlayarak harika bir performansı var. Aman nazar değmesin.

Şimdi takımı çok zor bir hafta bekliyor. İki maçtan da zaferle çıkmak imkansız olmasa da, çok uç bir beklenti olur bence. Takımın Baros gibi büyük bir eksiği, Mustafa Sarp gibi daha büyük bir gediği var. Olası başarısızlıkların takımı karıştırmamasını umuyorum, ama kimlerin kimi karıştıracağını da şimdiden biliyoruz. Rijkaard kovalasın sizi.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Sezonun En Güzel Maçı...

Sezonun en güzel maçı oynandı Cuma akşamı Bursa Atatürk Stadında. Pozisyonlar, goller, güzel futbol, iananılmaz bir mücadele ve en önemlisi de iki takımın da inançlı oyunu. Sonuçta ortaya belki de yıllardır bir sezonda iki ya da üçü geçmeyecek bir mücadeleye sahne olan maçlardan birine tanık olduk.







İlk yarı mücadele ile başladı ve hem hücumu hem de savunmayı iyi yapan iki ekip ilk yarıda gol bulamadılar. İki kaleci Onur ve Ivankov devleştiler kalelerinde. 2.yarı daha da hızlı başladı. Bursaspor Trabzon kalesini abluka altına almıştı ki 66. dakikada Ozan İpek'in harika ortasını Bursaspor'un 1,69'luk hızlı Arjantin'lisi Pablo Batalla çok iyi takip ederek çok güzel bir kafa vuruşuyla golü buldu ve takımını 1-0 öne geçirdi.






Bu dakikaya kadar dünyaları kaçıran Leo Iglesias bu dakikadan sonra da kaçırmaya devam etti ve yorulan Bursaspor önünde Trabzonspor daha etkili olmaya başladı. Ve Ertuğrul Sağlam da bizim gibi Iglesias'a daha fazla dayanamadı ve 3 tane yerinde değişiklik yaparak ayağında top tutabilen Veli, Krita ve Ivan Ergic'i oyuna sürdü.




Bu dakikadan sonra çok fazla kapanıp tamamen kendi yarı sahasına çekilen Bursaspor kalesine Umut Bulut ve yeni transferi Burak Yılmaz ile yüklenmeye başladı Trabzonspor. Ama Dimitar Ivankov devleşti kalesinde ve 4 tane net gol pozisyonunu harika bir şekilde kurtardı. 89. dakikada Ivankov yine çok iyi bir top çıkardı ama dönen topta "eski" bir Bursaspor'lu olan Egemen çok güzel bir kafa pası ile Umut'u gördü ve Umut zor pozisyonda golünü attı eşitliği getirdi maça.



Ama maçın hakkıydı beraberlik bu güzel oyun bu güzel mücadelede kim kaybetse yazık olacaktı. Umuyorum ki bundan sonra da bütün takımlarımız aynı istek ve mücadeleyi gösterir ve ligimize heyecan getirirler. Her maç aynı mücadeleye sahne olabilirse gerçekten kaliteli bir lig olma yönünde büyük bir adım atmış oluruz. Son olarak Ertuğrul Sağlam'a ve Anadolu kulüplerimize küçük bir not ekleyerek bitiriyorum yazımı: Bir gol atıp üstüne yatmaktan lütfen vazgeçelim artık. Bu ligde her takım birbirini yenebilecek güçte ve çok fazla örnek yaşadık bu sezon buna benzer. Eğer inanıp çabalarsanız yenilmeyecek takım yok bu ligde...

16 Şubat 2010 Salı

Otomatik Portakal - Anthony Burgess

Stanley Kubrick'in sinema perdesine taşıyarak ölümsüzleştirdiği Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) kitabı, 20. yüzyılın klasik eserlerinden birisi. Geceleri çetelerin hüküm sürdüğü sokaklar ve güvenliğin kalmadığı kentteki çetelerden birine üye olan Alex'in sancılı büyüme sürecinin anlatıldığı kitap, şiddetin doğallığı ve bunun devlet otoritesiyle bastırılmasının muhtemel sonuçları üzerinde duruyor.

Alex, ergenlik çağındaki her genç gibi kendini toplumda kabul ettirmek istemektedir. Bu varoluşunu ispatlamak için ise şiddeti kendine yöntem olarak seçmiştir. Geceleri yaşlı insanları pataklamak, dükkanları soymak ve hanelere girip kadınlara tecavüz etmek Alex'in ve çetesinin gündelik uğraşları arasındadır. Farklılaşmak adına kendine özgü argo bir dil geliştiren ve arkadaşlarıyla bu dili kullanan Alex, çetede liderlik arayışına girince grup üyeleri tarafından dışlanır. Liderliğini ispatlamak için tedbiri elden bırakması da tutuklanmasına sebep olur.

Alex, devlet tarafından ehlileştirildikten ve şiddet uygulama refleksini yitirdikten sonra toplumun içine yeniden salındığında ise, varoluşunu ispatlayabildiği yegane insanların geçmişte şiddet uyguladığı insanlar olduğunun farkına varır. Ailesi onun varlığına katlanamadığı için, Alex'in yerine başka birini evlerine almış, adeta 30'lu yaşlarındaki bu adamı evlat edinmişlerdir. Politikacılar ise, onu kendi kişiliğinden bağımsız olarak bir politika malzemesi olarak görmektedirler, onun yok olmasının yaratacağı sansasyonel etkiyi, var olmasına tercih etmektedirler.

Anthony Burgess'in, Alex'in yaşadıkları üzerinden tartışmaya açtığı kavramların ilki, sistemin tek tipleştirdiği ve doğal reflekslerini yok ettiği insanlardır. Burgess, kitabın başlığına Otomatik Portakal başlığını koymasının nedenini şöyle açıklıyor: "...ona (insana) mekanik bir varlığa göre kanunlar ve kurallar dayatma girişimine karşı kalemden kılıcımı kaldırıyorum." Burgess kitabında, makinleşen insanlardan oluşan bir toplumun bireylerinin, özgür iradeyle hareket etmelerinin imkansızlığına değiniyor. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da totaliter sistemlere ilerleniyor. Bu ilerleyişte kaçınılmaz bir çatışma söz konusu: Hukukun soyutluğu şiddeti artıran bir unsur olarak ortaya çıkarken, artan şiddet toplumsal mutabakatın oluşmasını önlüyor ve soyut hukuka daha geniş alanlar açıyor. Sorunun kaynağında ise ahlaki değerlerin unutulması yatıyor; çünkü bu boşluğu doldurmak adına devletin hukuki (Alex'in tutuklanması) ve gayrı hukuki uygulamaları (Alex'in polislerce dövülmesi) devreye giriyor.

Tartışmamız gereken diğer bir sorun da şiddetin yok edilmesinin ne kadar gerekli olduğu. Şiddetin içgüdülerimizle olan ayrılamaz ilişkisi göz önüne alındığında, şiddetin devlet tarafından yok edilmesi durumunda, doğal hazlarını kaybetmesi söz konusu olacaktır. Ayrıca insanın müzikten edebiyata, sanatsal yaratım sürecinin de sekteye uğrayacağını öngörmek gerekiyor. Alex'in tedavi sırasında izlediği filmleri televizyon başında her gün izleyen bizler, ister istemez bir çaresizlik hissine kapılmaktayız. Düzenin değişmezliğine olan inancın yaratım sürecine vurduğu sektenin sonuçlarını çevremizde şimdiden görüyoruz; ancak elimizden Alex'in sorduğu gibi "Ee, ne olacak şimdi?" diye sormaktan başka bir şey de gelmiyor.

İnsan hakları, özgürlük ve demokrasinin yılmaz savunucusu olduğunu iddia ettiği halde, dünyanın liderliğini ele geçirmek adına atom bombası kullanarak, yani ahlak dışı bir yöntemle egemen haline gelen ABD'nin siyasal uygulamalarını gördüğümüzde, şiddetin dünya üzerinde güç elde etmenin bir numaralı yöntemi olarak baki kaldığını görüyoruz. Sürekli gelişmeyi kendine hedef seçen insanoğlu, şiddetin azaldığı bir dünyada yaşamayı düşünürken, atom bombasını icat etmekten, Nazileri iktidara getirmekten de geri kalmıyor. Bu ilerleme sürecinde insanoğlu, yok etme ve saldırganlık iç güdüsünü ehlileştirebilir mi? Sanıyorum bunun gerçekleşmesi için, çevrenin baskısıyla oluşan toplumsal ahlakın yerine, bireylerin kendi seçimleriyle oluşturdukları bireysel ahlakın geçmesine ihtiyaç var.

Kaynak:
Otomatik Portakal - Anthony Burgess, İş Bankası Yayınları
Şiddet- Cogito Dergisi Sayı 6-7, Yapı Kredi Yayınları

15 Şubat 2010 Pazartesi

Haftanın Notları #8


Sevgililer Günü'nde saç sakal birbirine karışmış şekilde bilgisayarda FM oynayıp, televizyonda bir futbol maçından diğerine zaplayarak vakit öldürüyorsanız, sizin sorununuz:

a) Biranızın eksik olmasıdır. Zahmet edip buzdolabına kadar giderseniz tek eksiğinizi de giderip daha keyifli dakikalar geçirebilirsiniz. Bir de çerez falan varsa tadından yenmez; ama şimdi kalkıp mutfağa gitmek de zor iş tabii.

b) Jefferson Airplane dinlememenizdir. Eğer dinleseydiniz şu sözleri duyup bir şeyleri değiştirmeye çalışabilirdiniz:

don't you want somebody to love?
don't you need somebody to love?
wouldn't you love somebody to love?
you better find somebody to love . . . love!

Amerika'nın en prestijli film ödülleri olan Akademi Ödülleri'nin bu yılki adayları açıklandı. En iyi film için bu yıl geçtiğimiz yılların aksine on aday var; ancak esas favoriler en iyi yönetmen dalında da adaylık alan filmler olacaktır. Bu beş filmi değerlendirdiğimizde, genellikle Amerika'nın güncel sorunlarına değinen filmler olduklarını görmekteyiz. Irak Savaşı'nı üstü açık (The Hurt Locker) ve üstü kapalı (Avatar) anlatımlarla anlatan iki filmin yanında ekonomik krizin etkilerini gösteren Up in the Air ve Harlem'de ikinci çocuğuna hamile kalan bir genç kızın hikayesini anlatan Precious, Oscar için yarışan iddialı filmler. Bunların yanında QT'nin son alamet-i farikası Inglourious Basterds da dış kulvardan atakta bulunarak Oscar'ı kapmaya çalışacak. Akademi'nin tercihlerini, güncel sorunlardan veya yetenekli yönetmenlerden yana mı kullanacağını, yoksa kendisine para kazandıracak yapımlara mı yöneleceğini göreceğiz. Benim kendilerinden tek ricam ise, yönetmenlik yeteneğinin oldukça sınırlı olduğuna inandığım James Cameron'a, Tarantino veya Reitman gibi yetenekli isimlerin önünde ikinci en iyi yönetmen Oscar'ını vermemeleri.

Şampiyonlar Ligi heyecanı da bu hafta ile birlikte yeniden başlıyor. Avrupa'nın ve hatta Dünya'nın en prestijli kulüpler arası turnuvasında bu sezon eşleşmelerin 4'ünü bu hafta, diğer 4'ünü ise önümüzdeki hafta izleme şansı bulacağız. Bu hafta izleyeceğimiz eşleşmeler şöyle:

Salı

Lyon - Real Madrid

Milan- Manchester United

Çarşamba

Porto - Arsenal

Bayern München - Fiorentina

Eşleşmeler içinde en ilginç hikayelerden biri Lyon- Real Madrid maçına ait; zira 2005-06 yılında Lyon'un sahasında oynanan son maçı Lyon 3-0 gibi net bir skorla kazanmıştı. Maçın gollerini atan Carew,Juninho ve Wiltord yarın sahada olmayacaklar; ancak sezon başı yüklüce bir transfer ücreti karşılığında Real Madrid'e geçen Karim Benzema'nın eski takımına karşı nasıl bir performans göstereceği merak konusu.

12 Şubat 2010 Cuma

Up in the Air - Sıkışan Hollywood'da Yeni Bir Soluk

Yeni hikayeler üretmekte sıkıntıya düşen ve bu nedenle dünyanın sinema merkezi olma özelliğini son yıllarda kaybeden Hollywood dünyası, Jason Reitman'ın kendine has üslubu sayesinde biraz soluklanmış gibi görünüyor. Dünyada ilerleme kaydedilemeyeceğine dair post-modern inancı koruyan Reitman, Billy Wilder'ı (ve zaman zaman Coen'leri) andıran mizah anlayışı ve Howard Hawks tarzı akıcı üslubu ile yeni Hollywood'un kapılarını, eski yönetmenlerin temellerini attıkları yoldan ilerleyerek açıyor.

Yönetmen, henüz üçüncü filmi olan Up in the Air (Aklı Havada) filminde de, çıkış gerçekleştirdiği Juno filmiyle ortak ögeler taşıyan bir filme imza atmış. Hayatın gerçeklerinden kaçan, adeta yaşarken dahi bu hayatın dışında kalabilen bir ana karakterin yönlendirdiği filmde, güncel sorunlara bolca mizah sosu eklenerek değiniliyor. Başlangıçta seyircide hayranlık uyandıran bir karakterin hayatında derinlere inildikçe, karakterin sorunlarının açığa çıktığını görmekteyiz. Juno'nun aşık olduğu Rock müzik seven adama benzer şekilde, bu filmde de sorumluluk almaktan korkan Ryan Bingham'ın (George Clooney) yaşadıklarını gözlemliyoruz. Ayrıca, film müzikleri yine samimi bir hava yaratan country tarzı şarkılardan seçilmiş. Bütün bu benzerliklerin, filmografisine bir iki film daha ekledikten sonra Jason Reitman filmlerinin karakteristik özellikleri olarak anılacağını düşünüyorum.

Tamamı Minnesota'da geçen Juno filminin aksine, Reitman bu sefer geniş Amerika'nın pek çok kentini mekan olarak kullanıyor. Bu durum, arka planda anlatmayı seçtiği ekonomik krizin beyaz yakalı işçiler üzerindeki etkilerini yansıtmak adına doğru bir seçim. Bush döneminin ardından Obama ile yeni bir imaj çizmeyi hedefleyen ABD'nin ekonomik krizin ardından yeniden bunalıma girdiğini, Up in the Air filminde de görmekteyiz. Bir yandan patavatsızca işçilerini kovan Amerika'nın "Glokal" şirketlerinin ürkütücü tavrını gözlemlerken, Ryan Bingham karakterini takip ederek, havayolu şirketlerinin ve otellerin yarattığı sanal dünyayın içine düşüyoruz. Filmde işinden kovulan karakterlerin, kriz yüzünden gerçekten işini kaybeden insanlar tarafından canlandırılması da, Reitman'ın soruna gerçekçi bir yaklaşımla eğildiğinin bir göstergesi.


Filmin lokomotifinde ise kuşkusuz George Clooney oturmakta. Takım elbiselerle havalimanlarında ve otellerde boy gösteren, hayatı hafife alan karizmatik adam rolü için Clooney'den daha doğru bir tercih olabileceğine inanmıyorum. Clooney bu filmde, "biz köpekbalığıyız" diyerek sonlandırıdığı konferanslarından, yalnızlığının bütün çıplaklığıyla yüzüne çarpılmasının ardından vazgeçen Ryan Bingham'ın yaşadığı duygu değişimini seyirciye başarıyla aktarıyor. Yine de bu karakterin, örneğin Manolya filminde Tom Cruise'un canalndırıdığı karakter kadar keskin duygu değişimleri yaşamadığını da belirtelim.

Up in the Air filmi, taşıdığı sorumluluklardan kurtulmak adına fezaya yükslen adamın ayaklarının yere basması gerektiğini, didaktik olmaktan epeyce uzak, keyifli bir anlatımla seyircisine taşıyor. Çok iddialı bir yapım olarak görünmese de, 32 yaşındaki genç yönetmenin vaad ettiklerini görmek adına güzel bir fırsat olmuş. Umarım Akademi, son yıllarda Amerikan sinemasını ayakta tutan Fincher, Nolan, P.T. Anderson ve Tarantino gibi isimlere yaptığı gibi Reitman'ı da görmezden gelmez ve bu başarılı yönetmene hak ettiği değeri vermek için uzun süre beklemez.

BURSASPOR - Fenerbahçe...










Dün akşam Bursaspor tarihinin belki de en dramatik maçını oynadı. İlk maçta aldığı 3-0'lık galibiyetle turu garanti gören Fenerbahçe dün ecel terleri döktü Bursaspor karşısında. İnanılmaz bir performans sergiledi Ertuğrul Sağlam'ın öğrencileri. Öyle inanmışlar ki maça inanılmaz bir azim ve istekle mücadele ettiler, her topa ayak soktular pozisyon vermediler Fenerbahçe'ye. Iglesias ve Ivankov ilk yarım saatte 2-0 yaptılar skoru 65'te Turgay maçı en azından uzatmaya götürecek golü attı Bursaspor için.








Büyük Bursaspor taraftarına değinmeden geçemeyeceğim. Onlar da en az takım kadar inanmıştı dünkü maça. İlk dakikadan itibaren susmadılar. Sonlara doğru onlar da takım gibi biraz yoruldular .






Bütün maç harika oynadı İbrahim Öztürk, her topa canla başla müdahale etti bütün takım gibi. Ivankov penaltı atarken bile o tek başına bekledi kendi yarı sahasında. Tam anlamıyla çok çalıştı dün akşam. Fenerbahçenin bütün pozisyonlarını uzaklaştıran tehlikeleri önleyen isimdi ta ki 90+2. dakikaya kadar. Gol pozisyonunda da ilk müdahaleyi yaptı uzaklaştırdı topu ama dönen topta, bütün maç oynadığı harika oyunu bir anda yok etti yaptığı hatayla.




Ve Daniel Guiza... Bütün maç yoktu sahada ama 90+2. dakikada İbrahim Öztürk'ün hatasını affetmedi ve Fenerbahçe'nin yıllardır yaşadığı kupa özlemini gidermeye bir adım daha yaklaştırdı. Eğer Guiza o golü atamasaydı herhalde artık bu sefer gönderirlerdi ülkesine ama Guiza golünü attı ve ilk maçta ne kadar iyi oynadıysa bu maçta da bir o kadar kötü oynayan Fenerbahçe'ye turu getirdi.



Son olarak bir pozisyona değinmeden geçemeyeceğim. Hakem Cüneyt Çakır hakkında Ertuğrul Sağlam'ın bütün söylediklerine katılmamak elde değil. Bütün maç vasatı aşamadı ama Deniz Barış'ın çok net ve açık bir şekilde ceza sahası içinde voleybol oynadığı pozisyonda net penaltıyı çalamadı ve belki de Bursaspor'un tarih yazmasını tek başına engelledi. Ertuğrul'un da dediği gibi içi rahat mı? Bırakalım bu sorunun cevabını da kendi kendine Cüneyt Çakır versin. Ben dünkü azmi ve en önemlisi inancından dolayı Bursaspor'u tebrik ediyorum, umarım her maçta aynı inançla oynarlar. Eğer bu inanç ve mücadeleyi sezona yansıtırlarsa Avrupa hayali çok uzak değil...