30 Ekim 2011 Pazar

Occupy


Türkiye'nin son günlerdeki yoğun ve üzücü gündeminde ne kadar yer buldu bilemiyorum; ancak dünyada son dönemin en ses getiren olaylarından birisi, ABD'de "Occupy Wall St." (Wall Street'i işgal et) sloganıyla başlayan ve yavaş yavaş tüm dünyaya yayılan "Occupy" hareketiydi. Bu kapitalizm karşıtı hareketi inceleyen güzel bir yazı geçtiğimiz hafta Guardian Weekly gazetesinde yayınlandı. Esther Addley imzasıyla yayınlanan yazının Türkçe çevirisini aşağıda bulabilirsiniz.

Küresel Mesajı Olan Yerel Hareket

Madrid'de onbinler "Eller yukarı! Bu bir soygun!" diye bağırarak Puerta del Sol meydanına akın etti. Santiago'da, 25000 Şilili, şehir boyunca yürürken, ülkenin milyarder başkanına hakaretler yağdırmak için başkanlık sarayının önünde mola verdiler. Frankfurt'ta, 5000'den fazla insan Avrupa Merkez Bankası'nın önünde toplandı ve bu sahneye Berlin'den Stuttgart'a, Almanya'nın 50 kadar şehir ve kasabasındaki gösteriler eklendi. Barcelona'da altmış bin, Manila'da 100, Auckland'de 3000, Kuala Lumpur'da 200, Tel-Aviv'de 1000, Londra'da ise 4000 insan toplandı.

Wall St.'de 1000 kadar kişinin, şirketlerin açgözlülüğüne ve sosyal eşitsizliğe olan tepkilerini duyurmak için toplanmasından bir ay sonra, kampanyayı düzenleyenler New York'ta bir hafta sonu gerçekleştirilen mütevazı yürüyüş üzerine yeniden düşünüyorlar.

Occupy kampanyası başka yerlerde benzer tepkileri harekete geçirmeyi umabilirdi; ancak çok azı, dört hafta içinde bütün dünyada 900'den fazla şehirde koordine edilen, Occupy hareketiyle bağlantılı gösteriler düzenleneceğini öngörebilirdi.

Prostecuların nefretinin hedefi, şehirden şehre ve ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor; ancak pek çok yerde sayıları az olsa da, aktivistler, geçtiğimiz cumartesi (15 Ekim) günü düzenlenen ve bir kısmı hala devam etmekte olan gösterilerin sosyal ve ekonomik adaletsizliğe karşı gittikçe büyüyen nefreti açığa çıkardığını iddia ediyorlar.

Ülkesindeki protestolarda kilit figürlerden birisi haline gelen ve bu hafta Avrupa'daki protesto hareketleriyle ittifak kurmak için Avrupa'ya seyahat eden Şilili öğrenci lideri Camila Vallejo, "Bu gençliğin veya Şili toplumunun savaşı değil." diyor ve ekliyor: "Bu bütün sınırları aşan bir dünya savaşı. "

BM genel sekreteri Ban Ki-moon, hareketi tetikleyen unsurun küresel mali kriz olduğunu belirterek şunları söyledi: "Wall Street'te başlayan ve bütün dünyada görülen protestolarda, insanlar hayal kırıklıklarını gösteriyorlar."

Bir ay boyunca hareketin Anti-Wall Street hissine ilgisizce empatisini sunan açıklamalardan sonra, Barack Obama'nın sözcüsü protestocuların terimini benimseyerek kendilerine "yüzde 99" yakıştırmasını yaptı. Beyaz Saray sözcüsü Josh Earnest: "Başkan, ekonomik iyileşmemizi desteklemek için Washington'da daha fazlasının yapılması gerektiğine dair ihtiyaçla ilgili olan kendisinin de paylaştığı hayal kırıklığını tanımaya ve Amerikalıların %99'unun çıkarlarının iyi temsil edildiğini garanti etmeye devam edecek." açıklamasını yaptı.

Protestolar, Occupy hareketinin önerdiği gibi 15 Ocak tarihinde ortaklaşa düzenlenmiş olabilir; ancak halkların öfkesini yansıtan dalga, tabii ki, New York'da başlamadı. Occupy Wall Street, Arap Baharı'na olan borcunu dile getirdi. Kanada temelli Adbusters kampanya grubu da harekete ilham kaynağı oldu ve ilk aşamalarda hareketin bir bölümü bu grup tarafından organize edildi. Şili ve İsrail'deki protestolar da ABD'dekilerden önce başlamıştı.

Her hareketin kendi yerel tadı vardı. İsrailliler barınacak yer, pahalı yaşam koşulları ve "sosyal adalet" konularından şikayetçiydiler. Şili'de eğitim sorunu katalizördü. Yunanistan'da, tasarruf önlemlerine karşı tepkiler görüldü. Filipinler'de ise ABD emperyalizmi açıkça hedef alındı. Ama hareketleri birleştiren unsurlar da vardı: Çadırlar, sosyal medya ve "insan mikrofon" - topluluğun konuşmacı tarafından söylenen sözleri yüksek sesle tekrarladıkları ve anlaşma için ellerini havaya kaldırıp parmaklarını oynattıkları bir düzen. Kapitalist düzen ve şirketlerin açgözlülüğüne duyulan öfke açıkça ortaya kondu.

İtalyan medyası, geçen hafta Roma'daki protestoları düzenleyenlerin pek çoğunun daha önce İtalya'nın kuzeybatısındaki Val di Susa bölgesinde eğitim aldıklarını iddia etti. Bu bölgede protestocular yeni bir yüksek  hızlı tren hattının inşasını engellemeye çalışmışlardı.

İtalyan La Repubblica gazetesi pazartesi günü, kendisinin de dahil olduğu bir grubun Yunanistan'a giderek oradaki protestoculardan öneriler aldıklarını söyleyen bir isyancıdan alıntı yaptı.

Tehlikeli ekonomik durumu dikkate alındığında, en iyi odaklanmış toplumsal öfkenin görüldüğü Yunanistan'da, geçen cumartesi bir araya gelen yüz kişilik topluluk oldukça ufak kaldı. Bu hafta, grevler, iş durdurmalar ve oturma eylemleri iki günlük genel iş bırakma ile tavan yapacak.

Berlin'de polis, tarihi Reichstag parlamentosunun önünde kurulan çadırları söktü ve uyku tulumlarına el koydu; çünkü Reichstag etrafındaki bölgedeki protestoya kapalı alanda yapılan bütün gösteriler kanun dışı kabul ediliyor. Pazartesi günü bir protestocu, Berlin'deki Occupy hareketinin henüz gelişme aşamasında olduğunu ve en iyi nasıl ilerlenileceğine dair bir konsensüs aradıklarını belirtti. Protestocu, Reichstag'ın geniş girişinin üstünde asılı duran ve Rsichstag'ı "Dem Deutschen Volke"ye, yani Alman halkına adayan meşhur yazıtı işaret ederek "bu sembolik açıdan önemli" dedi ve ekledi: "Bizim de demokraside bir rol oynamamız gerekiyor."

Kaynak: "Local Action with Global Message", Eshter Addley, Guardian Weekly, 21-27 Ekim sayısı


Occupy Wall Street hareketi hakkında bilgi edinmek için: 
http://occupywallst.org/
http://wearethe99percent.tumblr.com/

Nuri Bilge Ceylan - Kurgu Günlüğü



1 Ocak 2010, Cuma

Bugün yeni yıla girdik. Bugün öğleden sonra pek yapmadığım şekilde, adeta yılların yorgunluğuyla, yatağa uzandım. Öylece elbiselerimle birkaç saat uyuyakalmışım. Gözlerimi açtığımda çok tuhaf hissettim. Deyim yerindeyse, yeni bir algılama biçimine uyanmışım gibi geldi. Öyle güzeldi ki. Sessizliğin içinde gözümün önünde flu bir şekilde hareketsiz duran odamın nesneleri beni sonsuz bir şefkatle kuşatıyor gibiydi. Beynimde farklı bir algılama düzeyinin kapıları aralanmış gibiydi. Bir saat kadar orada öylece gözlerim açık olarak yattım. Gözlerim flu kitapların üzerinde dolanırken kitaplardan biri usul usul netleşti.Ne zaman aldığımı ya da oraya nasıl geldiğini bile hatırlamadığım bir kitap adeta bir vahiy gibi varlığını bana gösterdi. Yalçın Koç'un yazmış olduğu "Anadolu Mayası". Yalçın Koç yanlış hatırlamıyorsam Boğaziçi Üniversitesi'nde okurken kendisinden bir iki ders almış olduğum biri. Kitabı öylesine okumaya başladım. 20 sayfa su gibi okudum. Algılarım o kadar açıktı ki. Bu açıklık hayattan öyle derin bir haz almamı sağlıyordu ki. Yaşadığımız hayat ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, onu algıladığımız oranda onu yaşadığımız gerçeğini yeniden duyumsadım. Hayat, kendi irademiz dışında bile değişecek olsa algılama şeklimizin de ona bir şekilde ayak uyduracağını kabul etmek lazım. Hayatın bir şekilde yavaşlaması algılama gücümüzü nasıl da arttırıyor. Çok hızlı yaşadığımız için yaşadığımız hiçbir şeyin duygusunu gerçekten algılayamadığımı duyumsadım. Sadece haz duyulması gereken bir şeyin hazzının layıkıyla duyumsanması değil, aynı zamanda acı vermesi gereken bir durumun da daha doğru dürüst varlığını hissettirmeden başka bir olay tarafından unutturulması söz konusu oluyor. Algılarımızın keskinliğini artırmamız için hayatımızın temposunu düşürmemiz gerektiği aşikar. Neden yavaş tempolu filmleri sevdiğim ve böyle filmler yapmak istediğimin nedenleri de burada yatıyor zaten. Bugün uyandığımda varlığını hissettiren ruh hali, ancak nazlı bir yavaşlık temposunda ortaya çıkabilir çünkü.

Kaynak: Bir Zamanlar Anadolu'da Kurgu Günlüğü, Nuri Bilge Ceylan, Altyazı dergisi Ekim 2011 sayısı eki

26 Ekim 2011 Çarşamba

Days of Heaven


"Günahıyla sevabıyla Terrence Malick" başlıklı yazıda, Malick sinemasıyla ilgili genel bir inceleme yapmıştım.Bu yazıdan hareketle Malick'in, insanların kovulduğu cennete yeryüzünde ulaşmak için günahlardan geçen bir yolu seçen iki aşığın başına gelenleri anlatan, 1978 tarihli Days of Heaven filmine dair notlarımı paylaşmak istiyorum.

Terrence Malick'in yönettiği ilk film olan Badlands(1973), görüntülerinin etkileyiciliği ve öykü anlatıcısının varlığıyla Malick üslubunun habercisiydi. Nedensiz işlenen cinayetler ve medyanın katilleri popülerleştirme hevesiyle Bonnie and Clyde'ı (1967) hatırlatan film, Amerikan proleteryasının varoluşunun git gide anlamsızlaşmasına yaptığı vurguyla Yeni Hollywood'un kilometre taşlarından biri olmuştu.Yine de, Badlands'deki 70'ler havasının Malick'in üslubunu biraz gölgelediği söylenebilir. Badlands'den 5 yıl sonra gösterime giren Days of Heaven ise, Malick'in uğraştığı sorunları daha iyi anlamamızı sağlıyor. 

Malick'in şiir-filmlerinden birisi olan Days of Heaven'ın açılışında seyirci, Jonh Williams'ın düşlere daldıran etkileyici müziği ve eski fotoğraflar eşliğinde geçmişe, 20. yüzyılın başına bir yolculuk yapmayı kabul eder. İlk durak, bir endüstri kenti haline gelen Chicago'dur. Endüstrileşmenin beraberinde getirdiği şehir gürültüsü, işçilerin kömür attıkları kızgın ocağın görüntüleriyle birleşerek seyircileri rahatsız eder. Bu rahatsızlık sayesinde, az sonra cinayet işleyecek olan ağır sanayi işçisi Bill'in ruh halini anlar hale geliriz.


İşlenen cinayetin mecburi hale getirdiği yolculuk sonrasında, öykünün esas mekanı olan buğday tarlalarına gelinir. Buğday tarlalarına vuran güneş ışığı, Malick'in sadık hizmetkarı olarak filmi sarı-sıcak renklere büründürür. Filme hakim olan sarı - turuncu tonları adeta paletinden seçmiştir Malick. Bu tonların altında gördüğümüz kurbağa, eşek, çekirge, horoz, at, tavşan ve hindinin hikayeye; hikayenin çiftlikte geçtiğini anlamamızdan öte bir katkısı yoktur belki; ancak doğanın da seyirciler gibi hikayeyi bir yandan gözlediğini bize hissettirirler. Hepsi de, kurgu masasında geçen iki yılın ardından filme dahil olmayı başarmışlardır.

Işığın yüzünü esirgemediği bu topraklardan, pek çok dinin kendisine dair bir referans olarak gördüğü tanrı yüzünü esirgemektedir. En azından, Bill'in küçük kardeşi olan öykü anlatıcımız Linda böyle düşünmektedir. Buğday tarlalarından bahsederken seyirciye şöyle seslenir: "Oradaysanız tanrı sizi duyamaz. Siz kendi sesinizi dahi duyamazsınız." Her ne kadar günlük çalışmanın sonu papazın İncil okumasıyla da gelse, çalışanlar Tanrı'nın cennetinden hayli uzaktadırlar. Malick, tarım işçilerinin hayatını gösterirken, bizi vicdani bir sorgulamaya iter, zira sömürü düzeni bu çalışanları basit; ama kapitalist sistemde değiştirilmesi mümkün görünmeyen bir gerçekle avucunda tutmaktadır. Öykü anlatıcısı filmin içinde bu gerçeği bizimle paylaşır: "Onların size ihtiyacı yoktur, her zaman (sizin yerinize) bir başkasını bulabilirler."


Bill ise artık ihtiyaç duyulan bir insan olmak, yani var olmak istemektedir. Ne var ki hayat ona, var olmak için günah işlemekten başka bir seçenek sunmamaktadır. Zaten cennetin kapıları ona, Chicago'da işlediği cinayet nedeniyle kapanmıştır. Onun mutluluk için kalan tek çaresi, cenneti yeryüzüne indirmekten geçer. Aradığı fırsatı ona, doktorun arabasından ilaç çalarken tanık olduğu konuşmalar verecektir. Çiftlik sahibinin bir yıl içinde öleceğini duyan ve çiftlik sahibinin sevgilisine olan ilgisini bilen Bill, bir plan hazırlar. Sevgilisini çiftlik sahibiyle evlendirecek ve onun ölümünün ardından mirasa el koyacaktır. Evli olmayan aşıklar, laf çıkmasın diye kendilerini kardeş olarak tanıtmaya alıştıkları için, planı yürütmek kolaylaşır. Ancak, Adem'in yasak elmayı yemesiyle cennetten kovulan insanoğlu için cennete geri dönmek sanılandan zordur.

Days of Heaven, Yeni Hollywood'un, sistemin her geçen gün özgürlük ve mutlu gelecek hayallerinden kopardığı alt tabaka insanına geçmişten bir bakış atarak, Amerikan topraklarında bir sürekliliği bize yansıtıyor. Film, doğanın gücünün (ki aşkı da bu doğal gücün içine katmak gerek) mutlaklığını vurgularken, izleyicisinde varoluşun kötücül olduğuna dair bir izlenim yaratıyor. Zengin - fakir arasındaki ayrım ve fakirlerin mağduriyeti vurgulanıyor; ama film zenginin de fakirin de çile çekmekten kurtulamadığı fikrini aktarıyor. Nihai eşitliği ise ölüm sağlıyor. Yaşanan bütün trajedinin sonunda, öykü anlatıcımız kendi yolunda gitmeye devam ediyor, etmek zorunda. Tıpkı binlerce yıldır bizi umursamadan izleyen doğa gibi.

Nat King Cole - A Blossom Fell - Badlands




A blossom fell from off a tree
It settled softly on the lips you turned to me
The gypsies say and I know why
A falling blossom only touches lips that lie

A blossom fell and very soon
I saw you kissing someone new beneath the moon
I thought you loved me, you said you loved me
We planned together, to dream forever
The dream has ended, for true love died
The night a blossom fell and touched two lips that lied

A blossom fell and very soon
I saw you kissing someone new beneath the moon
I thought you loved me, you said you loved me
We planned together, to dream forever
The dream has ended, for true love died
The night a blossom fell and touched two lips that lied

Blogda Terrence Malick ile olan yolculuğumuza devam ediyoruz. Sırada, Badlands´in aşıkları Red ve Kit´in kaçış yolculukları sırasında radyoda dinledikleri Nat King Cole şarkısı "A Blossom Fell" var. Sözlerin, filmin sonuna dair ipucu barındırdığını da eklemek gerekiyor.

20 Ekim 2011 Perşembe

Euroleague'yi İzlemek İçin 5 Sebep



1. Galatasaray



Eleme turlarında Rytas'ı Litvanya'da mağlup edip tarihinde ilk defa Euroleague katılmaya hak kazanan Galatasaray, kuşkusuz Türkiye'deki Euroleague reytinglerini arttırıcaktır. Özellikle ülkemizde herhangi bir branşın, 3 büyükler tarafından sürüklendiğinde izleyici kitlesini arttıtrdığı ortada (Geçen seneki GS-FB bay ve bayan basketbol final serileri gibi). Zaten o yüzden hala Efes'in neden Beşiktaşla birleşmediğini anlayamıyorum. GS'ye geri dönersek, dün Prokom karşısında rakibini 18 sayıdan oyuna ortak etmesine rağmen deplasmanda kazanmasını bildi. Açıkçası Top 16'e bu sene 3 takımımızında kalıcağını düşünüyorum ki bu nerden baksa 8 iç saha maçı demek. Final Four'unda İstanbul'da olduğu düşünülürse, bu sene çok daha fazla türk seyircisinin Euroleague'ye ilgi göstereceğini düşünüyorum.

2. CSKA Moskova ve Mini-Dream Team'i



AK-47 'in 10 yıllık memleket hasretinin son bulmasıyla şu anda tartışmasız Avrupa'nın en iyi kadrosuna sahip olan CSKA, ilk hafta Zalgiris maçında bir parça da olsa potansiyelini gösterdi. Avrupa'nın en yetenekli guard kombosu (Teodosiç ve Shved), Siskauskas, Lavrinovic, Khryapa, Krstic ve şu an Avrupa'nın en iyi oyuncusu AK-47 (ilk maçta 17 sayı 15 reb 5 as 4 blk) ile şu anda Barcelona ve Panathinaikos gibi takımların 1-2 adım önünde CSKA.

3. Barcelona'nın Tarihin En İyi Kadrolarından Birini Kurma İhtimali



Bildiniz gibi NBA'de lokavt sürmekte ve sezonun iptal olucağı iyiden iyiye dillendirilmekte. Şu an ilk 2 hafta maçları iptal oldu ve sezonun iptal edilmesi gerçekleşirse daha birçok Avrupalı yıldızın gelmesi gündemde. Ki bunların başında Gasol kardeşler geliyor. Şu anda zaten Barcelona ile antremanlara katılan iki yıldız oyuncu, takıma katılmak için NBA'den haber bekliyor. Bunlara bir de Rubio 'da eklenebilir. Bu durumda Lorbek, Pau, Marc, N'Dong, Vasquez ve Perovic gibi match edilemeyecek bir uzun rotasyonun yanında Navarro, Eidson, Rubio ve Huertas gibi bir guard rotasyonu oluşursa, Barcelona'nın yenilgisiz bir şekilde şampiyon olucağını düşünmek hiç de uzak bir ihtimal değil.

4. NBA'den Gelen Oyuncularla Kadro Kalitelerinin İnanılmaz Yükselişi



Sadece süperstarlar değil, rol oyuncularında Avrupa'ya gelmesiyle özellike atletizm yönünden inanılmaz bir seviye artışı söz konusu. Batum,Gallinari, Fernandez, Sefolosha, Reggie Williams, Alonso McGee, Ersan İlyasova tarzı oyuncular sayesinde, her maçta artık NBA'de gördüğümüz kalitede highlightlar görebilme şansına sahibiz.

5. NBA'de Lokavtın İptal Olma Durumu



Eğer bu gerçekleşirse, Nowitzki, Ginobili, Scola, Splitter, Ibaka, Enes, Ömer Aşık, Pekovic, Dragic tarzı Avrupa'da sükse büyük sükse yapıp öyle NBA'e giden oyuncuların Avrupa'ya dönmesiyle (hatta belki daha fazla NBA yıldızlarının da) Avrupa tarihinin en çekişmeli Euroleague sezonunu izleyebiliriz. Ah bi de Parker Asveli seçmeseydi:D

17 Ekim 2011 Pazartesi

Günahıyla Sevabıyla Terrence Malick


Cannes Film Festivali’nde gösterilen The Tree of Life filmiyle Altın Palmiye’yi kucaklayan Terrence Malick üzerine bir yazı yazma fikri, kısa aralıklarla The Tree of Life ve Days of Heaven’ı gördüğümden beri kafamdaydı. Amerikan sinemasının, kanımca tarihinin en verimli dönemini geçirdiği 70’lerin üslubunu oluşturmasına önemli katkıları olan, felsefe mezunu bu yönetmenin filmlerinin üzerine eğildiği konuları içeren bir yazı yazmaya karar verdim. Malick’in anlatımdaki tercihleri, kendine mesele ettiği konular ve içinde yetiştiği sinema dönemine olan etkilerinin yer aldığı yazı bir eleştiri niteliği taşımıyor, daha ziyade yönetmenin bize aktarmaya çalıştıklarına değiniyor.

Terrence Malick’in filmleri pek çok kaynakta şiir-film olarak görülüyor. Şiir ile filmler arasında bir ilişki, filmlerin senaryo aşamasındaki yazım süreci üzerinden kurulabilir; ancak Malick’in filmlerini bir yazın türüyle ilişkilendirmeyi denediğimde, aklıma ilk olarak, dış anlatıcının varlığı nedeniyle roman geliyor. Şiir- film tanımının ardında yatanın ise anlam yaratma sürecinde aranması gerekiyor. Zira bir şairin günlük yaşamda gerekenden az sayıda kelime ile hissiyatını aktarması gibi, Malick de az sayıda diyalog ile anlam yaratmayı tercih ediyor. Hem görüntülerde, hem de diyaloglarda sürekliliğin olmaması da bir rüyanın içinde olduğumuz izlenimini uyandırıyor. Bu şiir filmlerde Malick’in, ışığı mürekkep niyetine kullandığı hissine kapılıyorsunuz.

Malick’in hikâyesini diyalog yerine görüntüyle anlatma tercihine oldukça basit bir örnek verelim. Days of Heaven filminde işçiler çalışmak için buğday tarlalarına geldiklerinde, onlara çiftçinin evinin yakınından bile geçmemeleri buyurulur. İşte o zaman Bill’in (Richard Gere) eve attığı bakışlar, Malick’in anlatacağı hikâyenin bir özeti gibidir. Bu ve bunun gibi pek çok örnekte, anlam yaratmada görüntü kurgusu kadar ses kurgusunun da önemli bir yeri var. Mailck diyalogları minimize etse de, müzik ve dış seslerin etkili kullanımıyla hikâyesinde bütünlük oluşturmayı başarıyor.

Terrence Malick’in üslubunun bir parçası haline gelen, yukarıdaki paragraflardan birinde değindiğimiz öykü anlatıcısının üzerinde biraz daha duralım. Anlatıcının bu şekilde kullanımı Malick filmlerine mitsel bir hava katıyor, onları bizim yaşantımızdan uzak, dokunulmaz bir noktaya koyuyor. Özellikle ana karakteri gözlemleme imkânı bulan ikinci karakterin anlatıcı görevini üstlenmesi, bizi başkalarının hayatlarını dinlediğimize ikna ediyor ve ana karaktere ağızdan ağıza yayılan bir mit havası katılmış oluyor. Konuşanların genellikle bir trajediden (veya dini tabirle günahtan) etkilenen masum kişiler olmaları da bu masalsılığı destekliyor.

Terrence Malick’in filmlerinde günah işleyenleri bulmak da, öykü anlatıcısı bulmak kadar kolay. Malick adeta her filminde günahların peşinde koşuyor. Ne var ki, 70’lerde çektiği filmlerde hikâyenin merkezinde günah işleyenler doğrudan yer alırken, yeni dönem Malick filmlerinde, insan aklıyla kurulmuş daha büyük bir varlığın (doğrudan vurgu yapılmasa da, bu varlık savaşları yöneten devlet olabilir) işlemeyi tercih ettiği günahlardan etkilenen mağdurlar var. Daha geniş bir açıdan baktığımızda ise, Malick’in “Yeni Hollywood”un bir parçası sayılan 70’lerdeki filmlerin ana karakterlerinin de, esasında insan eliyle oluşturulmuş bir eşitsizliğin (zenginlik -fakirlik) mağdurları oldukları görülebilir.


Bu noktada Yeni Hollywood için de bir parantez açalım. Yeni Hollywood’u, biraz eksik de olsa, sinemanın stüdyodan ve tiyatro estetiğinden kopuşu ve Fransız Yeni Dalgası’nın getirdiği auteur’lük kavramının Amerikan sinemasına bir daha çıkmayacak şeklide girişi olarak tanımlayabiliriz. Genellikle, Amerika’nın 2. Dünya Savaşı sonrası eriştiği görkeminden sıyrılıp, soğuk savaş ve Vietnam ile birlikte bunalıma sürüklendiği bir dönemde, ABD’nin kurucu felsefesinin temelini oluşturan özgürlük vaadinin bir yanılsama olduğunu gören kuşağın yaptığı filmleri içermektedir. Yeni Hollywood’u, Amerikan Sineması’nın Amerika üzerinde en çok durduğu dönem olarak da görebiliriz. Bu Amerikanlık hali, Malick filmlerinin olmazsa olmazlarındandır.

Yeni Hollywood döneminin alamet-i farikalarından birisi de anlatım odaklı olmayan filmlerdir. Hikâyenin giriş-gelişme-sonuç şablonuyla sunulması yerine, filmin içine serpiştirilmişçesine konulan görüntüler Malick’in filmlerinde, bütünü temsil eden bir varlığın altında sürdürülen yaşamlar olduğu hissiyatını uyandırmaktadır. Malick belki de, bu bütünü temsil eden varlığı (yani Tanrıyı) seyircinin belleğine kazımak için filmlerinde buğday başaklarına, hayvanlara, yani doğaya; ana karakterlere olduğu kadar yer vermektedir. İnsanın dışında da bir yaşam devam etmektedir ve insanın yaratmadığı diğer canlılar her an etrafımızdadırlar.

İnsanın yaratmadığı doğanın bir yaratıcısı olması gerektiği fikri, dinlerin bir yaratıcının varlığı için sunduğu temel savlarından biridir ve bu sav Malick filmlerinde pek çok kez kendini göstermektedir. Doğayı Tanrı’nın nimeti olarak gören bu anlayış, kusursuzluğu doğada ararken, modern dünya ve uygarlık, bizi vaat edilen cennetten uzaklaştıran etkenler olarak görülmektedir. Mailck’in film okuluna gitmeden önce felsefe bölümünden mezun olduğunu ve bir Heidegger kitabını İngilizceye çevirdiğini hesaba katarak, bu doğa-insan çatışmasının arkasında, varoluşa dair soruların yer aldığını da ekleyelim. The Tree of Life filminin Sight and Sound dergisinde yer alan analizinde Nick James, Malick’in, bir ebeveynin çocuğunu kaybetmesi üzerinden hem varoluş bilmecesinin hem de yaratıcıya olan inancın test edildiğini yazmış. Aslında hem yaratıcıyı hem de varoluşu sorgulayan bu ikili anlatım tarzı, Malick’in diğer filmlerine de egemen olan doğa insan mücadelesinin temelinde yatar.


Malick’in filmlerinde yer alan doğa – insan mücadelesi, yağmur ormanlarını ve doğal hayat süren yerlilerin topraklarını fethederken doğa şartları ile mücadele eden “uygar” sömürgecilerin tek taraflı mücadelelerinden farklıdır. Malick filmlerinde doğa alt edilmesi gereken bir rakipten ziyade, cennetten kovulan insanın kötülük içinde debelenmesini dışarıdan (veya yukarıdan)seyreden bir gözlemci konumundadır. Bu doğa-insan çatışmasının bir örneği, The Tree of Life filmindeki ebeveynlerin arasındaki çatışmada görülebilir. Dinozorlardan beri doğada var olan şefkati evlatlarına sunan anne, insan doğasındaki kötülükleri yansıtan babanın çatışması, kişinin çocukluktan ergenliğe geçiş dönemine dair hatıralarında en önemli yeri tutmaktadır.

Yazıyı bitirmeden önce, daha iyi bir Malick analizi yapabilmek için Martin Heidegger ve Hristiyan kültürü üzerine araştırma yapmanın faydalı olacağına inandığımı eklemeliyim. Terrence Malick’in bugün yeniden gündeme gelmesinin ardında konuşulması gereken şeylerden biri de, dini vurguları bu kadar ön plana çıkan filmlerin neden gün geçtikçe sinema dünyasında daha fazla yer kapladığıdır. Bunu, kapitalizmden bunalan kitlelerin arayışının doğal bir parçası mı, yoksa egemen güçlerin adaletsizliğin devamını sağlamak adına din kartını yüzyıllardır olduğu gibi bir kez daha sahneye sürmesi olarak mı değerlendirmek gerektiğini okuyucunun takdirine bırakıyorum.

Kaynaklar: 

Sight and Sound dergisi Temmuz 2011 sayısı

Days of Heaven: On Earth as It Is in Heaven, Adrian Martin – criterion.com

15 Ekim 2011 Cumartesi

TBL’yi İzlemek için 5 Neden


Bugün Erdemir - Efes maçıyla başlayan yeni sezon basketbol heyecanını yaşamak için 5 neden sıraladım, umarım sezon boyunca bu nedenlerin yanına yenileri eklenir ve basketbol keyfimiz katlanır.

1. Milli Takımın Yeni Jenerasyonu


2011’de kötü bir Avrupa Şampiyonası tecrübesi yaşayan 12 Dev Adam’da, 2012 Olimpiyat vizesi de alınamadığı için yeni bir jenerasyon devreye girecek gibi görünüyor. 2011-12 TBL sezonu, özellikle uzun oyuncular açısından oldukça bereketli görünen yeni jenerasyondaki isimlerin gelişimlerini takip etme şansını bizlere verecek. Doğuş Balbay (Efes), Furkan Aldemir(Galatasaray), İzzet Türkyılmaz(Banvit), Birkan Batuk(Karşıyaka) ve hatta Erbil Eroğlu’nun(Fenerbahçe Ülker) parkeye adım attıkları andan itibaren başka bir gözle izlemek gerekiyor. NBA’deki lokavtın da yardımıyla, şimdiden milli takımın ana parçaları olan Ersan İlyasova(Efes), Semih Erden(BJK) ve Fenerbahçe Ülker kadrosundaki Emir Preldziç ve Oğuz Savaş’ın hala gelişime açık olduklarını da not düşelim. Uzunlardaki bolluğu iyi değerlendirebilmek için iyi bir oyun kurucunun gerekliliğini göz önüne alarak, Banvit’te ipleri eline alan Barış Ermiş ve sakatlıktan dönüşünün iyi olmasını umduğumuz Engin Atsür’ü de listeye ekleyelim.

2. Takımların Dengeli Dağılımı



Bir ligi izlenir kılan önemli unsurlardan birisi de takımların güç dengesinin nasıl oluştuğudur. Tek takımın domine ettiği bir ligin izlenirliği haliyle daha düşük olacaktır. Aynı şekilde zirvedekilerle orta sıra takımları arasında ciddi güç farkının olması da normal sezon maçlarının izlenmesini gereksiz kılar. 5-6 şampiyonluk adayı bulmanın da pek gerçekçi olmadığını hesaba kattığımız vakit, güç dengeleri açısından TBL’nin izlemeye değer bir lig olduğunu söyleyebiliriz. İstanbul’da oynanacak final-four’un iki adayı Efes, Fenerbahçe ve Euroleague katılımcısı sıfatını kazanan Galatasaray ile birlikte üç şampiyonluk adayı içeren ligde, Beşiktaş da Deron Williams’ın tek kişilik gösterisi ve Ergin Ataman’ın maç içi müdahaleleriyle Türk işi, sistemsiz bir başarı hikayesi yazmaya çalışacak. Kurumsal bakış açısı ve hedefleriyle Beşiktaş’ın anti-tezi gibi görünen Banvit, özellikle iç sahayı rakiplerine dar etmesiyle meşhur gelenek takımı Karşıyaka, arkasında ciddi bir kurumsal destek bulunan Mehmet Okur’lu Türk Telekom da zirveyi zorlamak için sırada bekliyorlar. Geçen yılın tatlı sürprizi Olin Edirne ile birlikte, Trabzonspor, Antalya Bşb., Mersin Bşb., TOFAŞ, Aliağa ve Erdemir de il ve ilçelerine play-off heycanı yaşatmak için mücadele verecekler. İkinci ligden yeni gelen Hacettepe ve Bandırma Kırmızı da lige tutunma mücadeleleriyle lige renk katacaklar.

3. Efes Pilsen Geleneği


Benim jenerasyonum da dahil olmak üzere birkaç jenerasyona basketbolu sevdiren, Türkiye basketbolunu dünyada tanınır hale getiren ve önemli başarıların temel taşı olan Efes Pilsen, 2011-12 sezonundan itibaren Anadolu Efes ismiyle mücadele verecek. Fenerbahçe ‘nin Ülker ile birleşmesi ve taraftar desteğini arkasına almasının ardından Türk basketbolunun zirvesindeki yeri sarsılan Efes, bu yıl daha da büyük bir bütçeyle İstanbul’daki final-four’a katılmayı hedefliyor. Türkiye’de ise, Efes Pilsen’i bir basketbol markası haline getiren Aydın Örs, Fenerbahçe’nin başarısı için çalışırken, onun Efes’teki talebeleri olan Oktay Mahmuti ve Ergin Ataman’da Galatasaray ve Beşiktaş’ın başında Efes’i zorlayacak isimler olarak ön plana çıkıyorlar. Görünen o ki, yeni kurulan Anadolu Efes’in TBL’deki en büyük rakibi Efes Pilsen geleneği olacak.

 4. D – Will


Bir NBA All-Star oyuncusunu parkelerde canlı olarak ilk kez görme şansına 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası’nın finalinde eriştim ve özellikle Kevin Durant’in yaptıklarını görünce büyülendim. Beşiktaş ve basketbol deyince akla son dönemde akla gelenler, sezon başında 3 Türk oyuncusunu göndermek için noter eşliğinde zorla antrenmanlar yaptırılması, parasını alamayan basketbolcular varken Allen Iverson’a saçılan paralar ve bir önceki sezon bu sorunları dile getiren basketbol efsanesi Haluk Yıldırım’ın kulüple ilişiğinin kesilmesinden ibaret. Bu gibi olaylar, benim Beşiktaş yönetiminden bir kez daha tiksinmeme ve basketbol takımından soğumama yol açsa da, taraftarlık duyguları ağır bastığı zaman bir oyun kurucunun bir takımı ne kadar yukarılara taşıyabileceğini düşünmeden edemiyorum. Şimdilik söylenebilecek tek şey DeronWilliams hamlesinin bu sezonun en heyecan verici deneyi olduğu. Bu deneyin nasıl sonuçlanacağını ise hep birlikte göreceğiz.

5. NBA Lokavtı


Oyun hızı, takitksel anlayış ve oyuncuları ön plana çıkarma bakımından TBL ve Avrupa basketbolunu, NBA’in alternatifi olarak göstermek güç olsa da, NBA’in yokluğunda basketbolu özleyenlerin TBL’ye eskisinden daha fazla ilgi gösterecekleri de bir gerçek. Bu madde ilk bakışta, NBA oynanırken de Avrupa basketbolunu izlemeyi tercih eden benim gibi çılgınları kapsamıyor gibi görünebilir; ama NBA yıldızlarının Avrupa tarzı basketbola nasıl uyum sağlayacakları da heyecan verici bir soru olarak duruyor. Lokavtın uzaması durumunda işleri kötü giden pek çok takımın NBA oyuncularıyla anlaşma ihtimali işleri içinden çıkılmaz hale getirebilecek olsa da, NBA lokavtının lige ayrı bir renk kattığı kesin.

2 Ekim 2011 Pazar

Bir İsyan Bayrağı Gibi Güzel


Nazım başlıktaki betimlemeyi Piraye için yapmış ama bence Camila Vallejo'ya da pek bir yakışıyor. Camila kimdir diyenleri Guardian'da çıkan şu habere alalım.