14 Ocak 2012 Cumartesi

2010 Yılının İzlemeye Değer Beş Yerli Filmi


Belirli bir yıla dair listeler yayınlamanın en faydalı yanı hafızayı canlı tutması. Bir taraftan beğendiğiniz işleri takdir etmek için size bir fırsat sunuyor, öte yandan yakın dönemde tartışılan ortak temaları bulmak ve yeni sorular sormak için size bir imkan açıyor. Bütün bu nedenlerden dolayı, 2010'un yerli filmlerine geri dönmek keyifli olacak; ama başlamadan önce bir itirafta bulunmam gerekiyor. Bu yıl Almanya'da geçirdiğim için, Türkiye'de yeteri kadar film izleme şansına sahip olamadım. Örneğin, bu listeyi oluştururken Gölgeler ve Suretler, Press, Saç ve Atlıkarınca gibi olumlu yorumlarla karşılanan filmleri izleme şansı bulamadım. Geri kalan filmler içinden benim seçtiğim beşli şu şekilde oluştu:

- Av Mevsimi
- Bal
- Çoğunluk
- Gişe Memuru

Yukarıda belirttiğim gibi, Hamburg'da geçirdiğim yıl benim Türk filmleriyle aramda bir engel oluşturduğu için 2010 yılındaki yerli filmlere dair izlenimlerimi de bu beş film üzerinden aktaracağım. Neyse ki filmler bizlere bolca malzeme sunacak cinsten.


5 filmden ortak bir tema çıkaracaksak bu ne yazık ki karamsarlık olacaktır, ki bu durum ülke gerçeğiyle de örtüşüyor. Tutuklamalar, Kürt sorunu, insan hakları ihlalleri ve genç insanların ölümlerinin kanıksanması, güvensizlik, zengin-fakir adaletsizliğinin utanç verici cinayetlere varan sonuçları, bırakın toplumsal sorunları çözmeyi, üzerine düşünmeye değer tek bir söz etmekten aciz politikacılar ve muktedirler, düşünmeyi angarya gören gençler, düşünmekten aciz tüketim toplumunun çirkin yüzünü simgeleyen AVM'lerin (ki bu kadar çok sinema salonuyla bu kadar az film göstermeyi başaran AVM'ler ayrı bir inceleme konusu olmayı hak ediyor) önlenemez yayılışı ve bu AVM'lere hapsolmuş insanlara baktığımızda, umudun kırıntısını bile bulmak zorlaşıyor. Böyle bir kırıntı varsa dahi, gün içinde 10 kez sarsıcı bir haberle değişen ülke gündemiyle hafızasız hale gelen toplum tarafından unutuluyor.

Bu kötümser örneklere daha onlarcasını ekleyebilirsiniz. Bütün bunlara karşın, sinemanın umuda hala açık bir kapı bırakması gerektiğine inanıyorum. Hafızasız topluma hafıza kazandırmak sanatın başlıca işlevlerinden birisi, bu nedenle de bütün olumsuzluklara karşın halının altına süpürülen o kırıntıları bulmak gibi zorlu bir görevi var.


Bu yazıda karamsarlıktan çıkmanın ve Türkiye'de sinemanın geleceğine dair umut veren gelişmelere bakmanın  zamanıdır. Beni umutlandıran üç nokta, aslında seçtiğim beş filmde kendisini gösteren üç yönetmen kuşağı. Saygıda kusur etmemek adına Yavuz Turgul'un temsil ettiği alimler kuşağıyla başlayalım.  Gece Gündüz programına konuk olduğunda "Önce Tarkovski izleyip sonra ülke sinemasına dönen ve ülke sinemasını önceden edindiği bakış açısıyla yargılayanlar"ın varlığından bahsetmişti Yavuz Turgul. Türkiye'nin köklü bir sinema birikimi olduğunun canlı kanıtı Yavuz Turgul, filmlerinde kendini tekrarlıyor gibi görünse dahi, tekrar eden duygu ve düşüncelerini, sözlerini kulağımıza küpe etmek gerekiyor.

Bu ülke sineması üzerine yerelden yola çıkan bir bakış açısı geliştirmek için geçmiş sinema birikimimizin biz izleyicilere aktarılması da büyük önem taşıyor. Ömer Lütfü Akad'ın Anadolu Üçlemesi'nin DVD'lerine, anca yönetmenin vefatından sonra ulaşabildik. Yavuz Turgul'un filmleri bir arada ne zaman göreceğiz merak ediyorum. Ömer Kavur, Erden Kıral gibi ustaların filmlerini yıllardır aramama rağmen ulaşamıyorum. Sinemanın toplumun hafızası olma sorumluluğunu üstlenmek için önce kendi hafızasına sahip çıkması gerekmiyor mu? DVD'ler olmasa bile, bu filmleri gösterebilmek için koca İstanbul'da bir adet Sinematek açılamaz mı?


Kameranın önünde umut aramaya devam edelim. Türkiye'nin sağlam sinema birikiminin üzerine 90'lı yıllar ve 2000'lerin başında ortaya çıkan bir yönetmenler kuşağı kaliteli işlere imza atmaya son sürat devam ediyorlar. 2010 listemde yer alan Semih Kaplanoğlu'nun Bal ve Reha Erdem'in Kosmos filmleri bu kuşağın kayda değer işlerinden ikisiydi. Bal filmi, Berlin'de Altın Ayı ödülünü kazanarak bizleri gururlandırmayı da başardı. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu her yıl çıtayı biraz daha yükseğe taşıyor, sinema ile duygu ve düşünce dünyamızı zenginleştiriyorlar.

2009'da olduğu gibi, 2010 listesinde de iki adet ilk film bileklerinin haklarıyla listeye girdiler. Seren Yüce'nin Çoğunluk ve Tolga Karaçelik'in Gişe Memuru filmleri, kanımca listedeki ustalarıyla yarışabilecek düzeydeydiler. Türkiye'de sinemanın geleceğine dair en büyük umudu da bu filmler yarattılar. Son yıllarda Türk Sineması'nda bir ilk filmler furyası o kadar dikkat çekiciydi ki, arada kaybolmamaları için filmleri ve yönetmenleri bir arada saymakta fayda var. Eğer bu isimler ikinci, üçüncü, dördüncü seferde de nitelikli işler ortaya koymaya devam ederlerse, 2010'lu yıllar Türk sinemasının en verimli kuşaklarından birisini doğurabilir. Bu da benim geleceğe dair umudum.


Son yılların dikkat çeken ilk filmleri:

Çoğunluk (Seren Yüce), Gişe Memuru (Tolga Karaçelik), Kara Köpekler Havlarken (Mehmet Bahadır Er), Köprüdekiler (Aslı Özge), 11' 10 Kala (Pelin Esmer), İki Dil Bir Bavul (Özgür Doğan - Orhan Eskiköy), Mommo (Atalay Taşdiken), Uzak İhtimal (Mehmet Fazıl Çoşkun), Sonbahar (Özcan Alper)

13 Ocak 2012 Cuma

2010 Yılının İzlemeye Değer Beş Yabancı Filmi


Yazıya başlamadan önce başlıktaki 2010'u açıklayalım. Festival ve ödül takvimleri ve bunlara göre planlanan gösterimler, farklı ülkelerde filmlerin gösterim tarihlerinin farklı olması gibi sebeplerden ötürü, 5 film listesini geride bıraktığımız yıl olan 2011 yerine 2010 için hazırladım. Listenin alfabetik olduğunu ve üzerine tıklayarak filmlerin bu blogda yer alan incelemelerine ulaşabileceğinizi hatırlatırım.

- Aurora
- Black Swan
- Exit Through the Gift Shop
- Kak ya provyol etim letom (How I ended this summer)
- The Social Network

2010'un 5 filmlik listesinin, bir önceki yılın filmleri kadar iyi olmadığını düşünüyorum. Uzun yıllar unutulmayacak başyapıtlara pek de rastlamadığımız bir yıl oldu 2010. Bu yıldan aklımda kalan sevindirici bir nokta ise, başyapıt sayılmasalar dahi, pek çok değişik ülkeden oldukça kaliteli filmler görmek oldu. 5 filmlik listenin 3'ünün İngilizce çekilmiş filmler olması sizi yanıltmasın. 2010'dan aklımda kalan diğer filmler olan Biutiful (Innaritu - Meksika), Tuesday After Christmas (Radu Muntean - Romanya), Bibliotheque Pascal (Szabolcs Hajdu - Macaristan), Uncle Boonme (Weerasethakul - Tayland), bu yılın çok kültürlü tartışmalara elverişli bir hasadı olduğunu gösteriyor.

Can sıkıcı bulduğum durum ise, 2010 yılının filmlerinin bireye fazlaca odaklanmış olmasıydı. Toplumu anlamaya çalışan, adaletsizliğe karşı isyan eden, hak ve özgürlüklerin evrenselliğini vurgulayan hikayeler görememek; sinemanın geleceği üzerine endişeleniyorum. Kitlelere ulaşma gücü diğer sanat dallarını fersah fersah aşan sinema, biz farkında olmadan, insanların toplumsal sorunları dile geitrebilecekleri bir alan olmaktan çıkıyor. Auteur sineması, gitgide bireyselleşen hikayeleriyle sömürü sisteminin rahatlıkla içinde eritebileceği bir konuma geldi. Emperyalist düzenin devamında önemli rol oynayan batı yakası sinemasında ise, auteur'lerin dikkate değer filmelerinin (listedeki Aronofsky ve Fincher'ın isimlerini anmak gerek) dışında kayda değer bir gelişme hatırlamıyorum. McSinema'nın, güzel kız soslu, bol yağlı çizgi roman hikayeleri dışında menüsüne yeni bir şey kattığını hiç bir zaman göremeyecekmişiz gibi geliyor.

Son olarak, filmlerle ilgili yazdığım yazılardan kısa bölümler eşliğinde seçtiğim filmlere göz atalım. Yazıların tümüne, daha önce de yazdığım gibi verdiğim linklerden ulaşabilirsiniz. Black Swan'ın eleştirisi blogda yer almıyor.

Aurora


"Aurora, Puiu'nun film sonrasındaki Q&A'inde verdiği örneği tekrarlarsak 'bozulan saati çekiçle tamir etmeye çalışan bir adam'. Filmin esas karakteri Viorel, boşanmasından sorumlu tuttuğu kişileri yok ederek eski hayatına dönebileceğini umuyor. Biz de 3 saatlik bu uzun hikayede Viorel'in filmin sonunda polislere verdiği yazılı ifadenin görüntülü halini izliyoruz. Katil kavramını, toplumdan soyutlanan bir suçlu olarak görmektense herkesin içinde bulunan dürtüleri harekete geçirmiş bir insan olarak gören Puiu, bu izlenimi daha da belirgin hale getirmek için başrolü kendisinin oynamasına karar vermiş. Başrolü kendisinin oynamasındaki bir başka motivasyonu da düzen bozucu olarak sanatçılarla suçlular arasında ortak bir yön bulması."


Black Swan


Natalie Portman'ın performansıyla ölümsüzleşen Black Swan filmi, Aronofsky'nin akılda kalıcı filmler çekme konusunda ne kadar yetkin olduğunun bir diğer ispatı. Aronofsky'nin, The Wrestler 'dan sonra yine mesleğini bedeniyle icra eden ve seyirci önüne çıkan bir karaktere odaklandığı filminde, anne, eski başrol oyuncusu, siyah kuğusu ve cinselliği arasında sıkışıp kalan Nina'nın mükemmellik baskısı altında geçirdiği dönüşüm, 2010'un üzerine konuşulmaya değer hikayelerinden birisiydi.


Exit Through the Gift Shop


"Filmin Berlinale'deki tanıtım yazısından alıntılarsak, Banksy bu filmi "benim hakkımda film yapmaya çalışan bir adam hakkında bir film" olarak özetliyor. Thierry Guetta, nam-ı diğer Mr. Brainwash'ın bir sokak sanatçısına dönüşme serüvenini anlatan filmde, bazen amaçsızlığın da hayatta kendini ifade edebilecek bir noktaya varmak için önemli bir araç olarak kullanılabileceğini görüyoruz. Mr. Brainwash'ın oluşum sürecinin ardında, Thierry Guetta'nın hayatının hemen her anını filme alma saplantısı yatıyor. Bu saplantısı nedeniyle doldurduğu onca kaset sayesinde seyirciler olarak, Thierry'nin kuzeni 'space invader' ile başlayarak önemli işlere imza atan pek çok sokak sanatçısını tanıma fırsatı buluyoruz."


How I Ended This Summer (Kak ya provol etim latom)


"Kuzey Buz Denizi yakınında geçen bu filmde, iki adam arasındaki ilişkileri incelemek için doğa ideal konumda; çünkü bu ilişkinin arasına girebilecek başka hiçbir şey yok. Bu nedenle şehirde bin bir türlü mazeret ile geçiştirilebilecek olan bir yalan, kutuplarda bir krize yol açıyor. Karakterlerin yaşantıları çetin doğa şartlarına göre şekilleniyor ve hikaye ilerledikçe doğa iktidar sınırlarını çizen bir oyun alanı haline geliyor. Pavel'in bilgisayar oyunlarından aşina olduğu şartlara pek benzemediğini de eklemek gerekiyor. "


The Social Network


"Facebook'un sahibi'nin gerçek arkadaşı yok. Sanıyorum bu ironik cümleyle Fincher'ın anlatmak istediği pek çok şey var. Gerçek hayatta insanlarla iletişim kurmakta zorlanan Mark Zuckerberg'in sanal ortamın en popüler sosyal paylaşım sitesini kurmasının tesadüfi olmadığının altı çiziliyor. Gerçeklik üzerinden kendi yeteneğini ispatlayamayan Zuckerberg, sanal alem yardımıyla dünyanın en zenginleri listesine girmeyi başarıyor; çünkü kapitalist düzende aynı onun gibi milyonlarca kişinin hayatın gerçeklerinden kaçmaya (bazen internet, bazen seks ve partiler yoluyla) ihtiyacı var."