"Bir vakit Yusuf, babasına 'Babacığım!' Dedi; 'ben rüyamda onbir yıldızla, güneşi ve kamer'i(ay) gördüm; gördüm ki onlar bana secde ediyorlar."
Yusuf Suresi - Kuran
Karanlık bir mahzen. Mahzenin kapısı aydınlık bir odaya açılıyor. Odanın içinde bir masa ve bir sandalye görmekteyiz. Sandalyede Yusuf ve babası Yakup oturmakta. Yusuf, kucağında oturduğu babasına gördüğü bir rüyayı anlatmaya koyuluyor. Babası, Yusuf'un rüyasını fısıldayarak anlatmasını istiyor ve ekliyor: "Rüyalarını kimseye anlatma". Bu sahneyi karanlık mahzenin içinden izleyen biz seyirciler, kapının sınırladığı aydınlık alanda kucaklaşan baba-oğulu gördüğümüzde, Meryem Ana'nın Hz. İsa'yı kucakladığı rönesans dönemi tablolarını anımsıyoruz ister istemez. Resimlerin yasaklandığı İslam kültüründe yaklaşık 1400 yıl aradan sonra, ışık ve gölgenin ustaca kullanıldığı bir başka sanat dalı olan sinemada Hz. Yusuf ile Hz. Yakup'un hikayesi yeniden hayat buluyor bu sahnede.
"Oku" repliğiyle (veya ayetiyle) başlayan filmin devamında Yusuf suresine yapılan bu atıfla birlikte baba-oğul arasındaki sevginin, çocuğun rüyayla gerçeğin iç içe geçtiği hayatında ne kadar değerli olduğunu görüyoruz. Soyut düşünme yeteneğini henüz kazanmamış olan Yusuf'un, Miraç kandilinde anlatılan miraç (göğe yükselme) hikayesini, ayın sudaki aksini yakalamaya çalışarak somutlaştırması da bu iç içe geçmişliğin güzel örneklerinden birini oluşturuyor. Babasının rüyasını kardeşlerine anlatmamasını tembihlemesinin ardından, rüyaları yorumlayarak geleceği görebildiğini keşfeden Hz. Yusuf'un yolundan giden küçük Yusuf da, annesinin herkesin mutlu olduğu çiçeklerle dolu rüyasını dinlerken babasının başına gelecekleri hissetmiş olacak ki, rüyanın sonunun gelmesini beklemeden evden kaçıyor.
Henüz soyut ve somut kavramları ayırt edemese de, film boyunca Yusuf'un ilk defa tecrübe ettiği ve böylece öğrendiği pek çok duygu var. Bunların içinde yönetmenin ön plana aldığı duygu, okul ile birlikte toplumsal hayata adım atan Yusuf'un çektiği yalnızlık. Öğrencilerin okumayı öğrendiklerini belgeleyen kırmızı kurdeleyi bir türlü alamayan, bu nedenle sınıf arkadaşlarının alaylarına maruz kalan Yusuf, kabuğuna çekilmeyi tercih ediyor. Evinde olduğu zaman okumakta sıkıntı çekmeyen Yusuf için bu kurdele her geçen gün üzerine binen bir yük haline geliyor. Yusuf kurdele dolu kavanoza baktıkça kekeliyor, kekeledikçe utanıyor ve sınıf arkadaşlarıyla ilişkisi kesiliyor. Film böylelikle, eğitim sistemini ödül-ceza mantığına dayandırmanın çocukların psikolojisi üzerinde bıraktığı negatif etkilere bir örnek gösteriyor.
Filmde öne çıkan bir başka konu da çocuğun kalemtraş, yüzük, oyuncak gemi gibi objelerle kurduğu ilişkiler üzerinden sahiplenmeyi, kıskançlığı ve suçluluk duygusunu öğrenmesi. Babasının tahtadan oyduğu oyuncak gemiyi bir başka çocuğa armağan ettiğini zanneden Yusuf'un, çocuğun ödevini çalarken yaşadığı kıskançlığı dışavurması; çocuğun hastalanması üzerine de, babasının yaptığı gemiyi ona kendi elleriyle armağan etmesini görürken, aslında Yusuf'un hayatında hiç unutamayacağı anlara şahitlik ediyoruz. Bu duyguların ilk yaşandığı anların belleklerden çıkmadığını hesaba katarak, pek çok izleyicinin hatrına okulda yaşadığı benzer olaylar gelmiştir diye düşünüyorum. Objelerin ön plana çıkışında, yönetmenin ekranın odağında bu sahneleri uzun süre tutmasının da önemli etkisi var.
Bir kişinin çocukluk, ergenlik ve orta yaş dönemlerini anlatan büyüme hikayesini klasik bir üslupla aynı yer ve farklı zamanlar üzerinden anlatmak yerine Semih Kaplanoğlu, ezberbozan bir anlayışla üçlemeyi aynı zaman diliminde üç ayrı mekanda geçen bir hikaye olarak kurgulamış. Gerçeklik algımızı biraz zorlayan bu yapıyı tercih ettiğine göre yönetmen, makyaj ve dekorla anlatılan bir hikayenin, eşzamanlı anlatılan bir büyüme hikayesine göre daha yapay kalacağına inanıyor. Ayrıca yönetmenin bu projeye başlarken Anadolu'nun farklı taşra bölgelerini göstermeyi amaçladığını da biliyoruz. Geniş planda Karadeniz'in doğasının büyüleyciliğini sergilediği görüntülerde de, objelere yaptığı yakın çekimlerdeki kadar usta olduğunu görünce, üç hikayede farklı mekanları göstermesinden seyirci olarak ayrıca memnun olduğumu ekleyeyim.
Üçlemenin finalini çocukluk dönemiyle yapan Bal filmi, yaşamımız boyunca kendimize sorduğumuz soruların pek çoğunun cevaplarını çocukluğumuza dönerek bulacağımız mesajıyla sonlanıyor. İkinci filmde evin yegane geçim kaynağı haline gelen Süt'ün, çocuğun annesiyle kurduğu ilişkide ne kadar belirleyici olduğunu, ilk filmde sara krizine giren Yusuf'un esasında erken yaşta yitrdiği babasını hatırladığını üçlemenin son filmde öğreniyoruz. Babasını kaybettiğini öğrendiği andan sonra ormanın karanlığında göreceği rüyalara sığınmaya çalışan çocuğun, üçleme boyunca (yani hayatı boyunca) babasının eksikliğini gideremeyeceğini, dolayısıyla o karanlıktan kurtulamayacağını bilmenin hüznü ise seyirciye bu filmden arta kalan duygu oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder