28 Kasım 2011 Pazartesi

Gegen Die Wand: Griden Beyaza, Siyahın Bütün Tonları


Cahit   Köken: Ar. Söyleyiş: (ca:hit) Cinsiyet: Erkek
Çok çalışan, çaba gösteren kimse.

TDK sözlüğünün yardımıyla öğrendiğimiz kadarıyla Duvara Karşı, isminin anlamını unutan bir adamın hikayesi.  Hikaye, karısının ölümünün ardından umudunu ve yaşama olan ilgisini kaybeden bu fazla Alman az Türk’ün, evden kaçmaya çalışan yarı Alman yarı Türk bir kızla tanışmasıyla başlıyor. İkilinin hayatlarının kesişmesine neden olan  ise yakın zamanlardaki intihar teşebbüsleridir.

Yaşamlarına son vermek isteyen iki insanın buluşmasından sonra yaşananlara geçmeden önce, bu intihar teşebbüslerinin aralarındaki farka bakmak karakterleri tanımak açısından faydalı olacaktır. Eylemlerinin sonuçları onları aynı yere getirse de, intihar kararlarının arkasında taban tabana zıt motivasyonlar yatıyor. Sibel,  bu eyleme ailesini cezalandırmak amacıyla kalkışmıştır. Esasen yaşamak ve özgür olmak istediğini Cahit’e açıklar, zaten cezalandırma duygusunun olması dahi başlı başına yaşamak istediğinin göstergesidir. Cahit ise, aşk acısını karısının ölümüyle tattığı halde, eylemi romantizmden uzaktır. Eyleminin, yaşamın adaletsizliği veya saçmalığına dair bir mesaj verme amacı yoktur, çevresinde de cezalandırabileceği kimse yoktur. Hayata dair umutlarını kaybetmiş, bir anlamda nihilizmi benimsemiştir. Eylemi de bu nihilizm çerçevesinde bilinçsizdir, zira Camus’nün de belirttiği gibi “Yaşamın saçma olduğunu söylemek için bile, bilinç canlı kalmak zorundadır.”


İkili, Sibel’in aile baskısından kurtulmak için Cahit’e yaptığı sahte evlilik teklifiyle bir araya gelir. Cahit, önce bu teklifi reddeder; ancak Sibel’in ikinci intihar teşebüsünün ardından bir şekilde bu evliliğe ikna olur. Sibel’in bileğini sararak onun hayatını kurtarması, Cahit’in hayata karşı verdiği ilk geri dönüş sinyalidir. Ancak, yeniden var olabilmek için kat etmesi gereken çok yol vardır. Bu yol esasen bir kimlik kazanma sürecidir. Cahit’i hikayenin başında tamamiyle kimilksiz kalmış bir halde görürüz. Türkçesini çoktan çöpe atmış ve asimile olmuştur; ancak Alman kültürü ve toplumuyla da ilişkisi yoktur. Erkekliğini önemsemez, Maren’in ilk sevişme teklifini reddeder. Zamanında dinlediği albümleri vardır; ama psikolog sorduğunda bunları hatırlamaz. Tuttuğu bir futbol takımı dahi yoktur. (Halbuki kült kulüp St. Pauli'nin mahallesinde yaşar, örneğin yaşama daha bağlı olan Maren'i bir sahnede FCSP kazağıyla görürüz.) Cahit,  Almanya'da asimile olmakla birlikte, sonuçta herkes için bir “yabancı” haline gelmiştir. Evlilik öncesinde evinin duvarındaki graffitilere tezat bir şekilde damatlığıyla durup bira içtiği fotoğraf, onun bu uyumsuzluğunu çok güzel göstermektedir.  

Sibel ile tanışmasının ardından Cahit’in yeniden kimlik kazanma süreci başlar. Öncelikle erkekliğini kazanarak yeniden sevişmeye başlar. (Sibel ile değil; çünkü bu evlilik hikayeye bir çözüm veya mutlu son olarak hizmet etmez.) Sibel ile “Temple of Love” dinledikleri sahnede punk günlerini  hatırlar ve “Punk is not dead” diye bağırır. (Ölen karısı Katharina’nın fotoğraflarından onun punk yaşam tarzını benimsediğini görürüz.) Maren’in ona daha iyi sevişmeye başladığını söylediği sahnede ikili tavla oynamaktadır. Bu Cahit’in Türk kültürüyle kendi isteğiyle ilişki kurduğu ilk sahnedir. Bütün bu iyiye gidişe karşın, kimlik kazanma süreci elbette ki sorunsuz ilerlemez.

Alman ulus devletinin “benim gibi ol ya da yok ol” baskısıyla dışladığı Türklerin, kendi mikro egemenlik alanlarını kurdukları mekanlarda Cahit hep hor görülür. Sahte evlilik planlarını duyan Türk otobüs şoförü onu otobüsten kovar. Kız isteme sahnesinde ailenin sempatisini kazanamaz, abinin gözleri hep onun üzerindedir. Rakı sofrasını terk ederek güzelim biber dolmalarını çöpe attırır. Türk işi diskoda Sibel’e asılan bir adam ve onun tayfasından dayak yer. Kimlik kazanma denemesindeki başarısızlıklara karşın, Cahit’in hayata bağlanmasını sağlayan aşkının saflığı olur. Başta, karısına ihanet olacağı için karşı koymaya çalıştığı aşk ve kıskançlık, onu istemsiz de olsa cinayet işlemeye kadar vardıracaktır. Sibel’in onu bekleyeceğini söyleyerek ona verdiği umut, Cahit’in hayatına hapishane de tutunmasını sağlar. Hapishane çıkışında Cahit, kendine güvenini yeniden kazanmış bir şekilde Sibel'i aramaya koyulur.


Film boyunca, Sibel’in pişmanlıkla sonuçlanan özgür yaşam uğruna denemeleri, Cahit’in hayatının yeniden anlam kazanmasıyla paralel şekilde ilerler. Sibel’in filmde dört intihar teşebbüsü vardır ve hepsi de ayrı motivasyonlara sahiptir. Ailesini cezalandırdığı ilk denemenin kısa bir süre sonrasında Cahit’i sahte evliliğe ikna etmek için intiharı yine bir araç olarak kullanır. Üçüncü intihara kadar geçen sürede Sibel kurallarını kendi koyduğu bir evcilik oyunu oynamaya kalkışır; ama hayatta insanlarla olan her temasın karşımızdakilerde de bir iz bıraktığını acı bir biçimde fark eder. Üçüncü intihar teşebbüsü başına gelenler yüzünden kendini cezalandırma amacı taşır. Sibel’in mahvolan hayatında devam edebilmek son bir şansı da Türkiye’ye gelmektir. Onu Türkiye’de yabancılaştıran ise Alman kökeninden çok, kuzeni Selma’nın işkolikliğidir. Sibel, hayatta kafana göre yaşamanın gerçekçi bir seçenek olmadığını acı bir biçimde öğrenecektir. Sonunda, gözünü korkutan ve kaçabilmek için ailesini geride bıraktığı evlilik hayatına razı olacaktır.

Fatih Akın’ın bu filmdeki önemli başarılarından birisi de, varoluş sorgulamasını yavaş tempolu filmlerin ve pipolu adamların dünyasından çıkarıp, gerçek kaybedenlerin yaşamları üzerinden anlatabilmesidir. Hikayesine romantik bir kavuşmayla sonlandırmamayı tercih eder Fatih Akın. Bu, başından bu yana peşine düştüğü kimliğini arama hikayesinin ikinci plana düşmesini engeller. Film seyircisine siyahın bütün tonlarını gösterdikten sonra, Cahit’in kendini gerçekleştirebilmek için Hamburg’un soğuk ve gri dünyasından sıyırlıp, memleketi Mersin’in sıcak ve güneşli gökyüzünde kökenlerini aramak için yola çıkmasıyla son bulur.  

Fatih Akın, politik doğruculuk derdinde olmadan ve kitlelere ulaşmak adına otosansür uygulamadan, hikayesini bütün sertliğiyle izleyicisine taşıyor. Duvara Karşı, hemen her sahnesiyle yönetmenin hislerini yansıtan bir film. Kendi başlarına ayrıksı duran sahnelere bir bütünlük kazandıran da Fatih Akın’ın dünyası. Filmi izlerken Fatih Akın’ın, evinde onlarca boş bira kutusuyla uyanmışlığı olduğuna da,  “Yine mi Çiçek” eşliğinde rakı içmekten hoşlandığına da inanıyoruz. Hapisten çıkan Cahit’in güneş gözlüklerini taktıktan sonraki “cool” duruşuna seyirci gibi onun da hayranlık duyduğunu hissediyoruz. Ve tabii ki, “Ağla Sevdam” dinlerken bileklerini kesecek kadar kenidini kaybettiğini de.

Fatih Akın sınırlarda gezen bütün bu hislerini samimiyetle seyircisine aktardığı için, biz de hikayenin absürdlüklerini hoş görüyoruz ve Fatih Akın’ın öyküsüne çizdiği çerçeveden hoşnut kalıyoruz.  Aklımızda en çok; Selim Sesler ve ekibi ile İdil Üner eşliğinde, Türk Sanat Müziği’yle Fatih Akın’ın İstanbul’a ilan-ı aşk ettiği sahnelerin kalması, bu samimiyetin en güzel ispatı. Ben de bu samimiyeti bozmadan, “dağlar şen olsun” diyerek bu yazıyı noktalıyor ve sizi İdil Üner’in hoş sedasıyla ve İstanbul’un silüetiyle baş başa bırakıyorum.


Herkes sevdiğine böyle mi yanar
Ah ben yarsız kaldım efendim aman
Düşmanlar kör olsun
Ben perişan oldum efendim aman
Dağlar şen olsun
                                                                                                     

26 Kasım 2011 Cumartesi

The Suburbs: Modern Tahribat



Çocukluk çağının kendine has bir dokunulmazlığı vardır. Çevremizi ilk defa hafızamıza kaydetmeye başladığımız için, nesneler ve kişiler bizim için ilk hallerindedir. Onların varlıklarını doğal kabul ederken, onları sorgulamaya ancak onlarda yaşanan ilk değişiklikten sonra başlarız. Evimiz olarak kabul ettiğimiz yerde yapılan değişikliklere sanıyorum bu nedenle daha duyarlı oluyoruz. Eğer öyle olmasaydı, Montreal’li Arcade Fire grubunun binlerce kilometre uzakta, banliyöleki değişim ve bu değişimin getirdiği yabancılaşmayı anlattıkları The Suburbs bizim için bu kadar etkileyici olmazdı.

Arcade Fire, bu albümde kendi çocukluk günlerine, çocukluk arkadışlarına ve birlikte yaratııkları bağırış çağırışılara saf bir özlem duyduğunu belli ediyor. Bu çocukların dönüştüğü “modern adam”dan son derece rahatsız; çünkü aynada, çocukluk günlerinin aksine terk edilmiş bir adamın imgesi beliriyor.  Modern adam, onlarca makine ve bilgisayarın varlığına rağmen işini zamanında yapmayı başaramıyor, sevmek için geç kalıyor ve yalnızlaşıyor. Zamanı mikro ve nano saniyelerin kesiniliğinde doğru gösteren araç – gereçler, modern adam için aşkın doğru zamanını ölçemiyor.

Modern adam her ne kadar sırasını beklemeyi bilse de, istenilenleri yapsa da, hayallarine ulaşması mümkün değil. Arcade Fire grubu, vahşi kapitalist sistemin yaratmak istediği modern adamın artık yalnızca bir numaraya dönüştüğünü görüyor ve bu adama soruyor: “Peki, neden geceleri uyuyamıyorsun?” Peki modern adam hangi  numaraya mı dönüştü? Modern dünya bize o kadar çok numara yükelmiş ki, içlerinden bir tanesini seçmek zor. Vatandaşlık numarası, banka hesap numarası, IP adresi, cep telefonu numarası, Q-Matic’lerden alınan sıra numarası, PIN kodları, şifreler, vs. vs. vs.

Yalnızlık ve yabancılaşma, The Suburbs albümünün ruhuna işlemiş halde. Arcade Fire, bu albümde yabancılaşmanın arkasındaki yatan kişiliğin yitirilmesine tam gerektiği gibi dokunmayı başarmış; ancak sadece bireylerin kişiliksizleşmesi değil bu albümde anlatılan. Arcade Fire’ın esas derdi, yaşam alanlarına uygulanan tahribat sonucu ortaya çıkan kişilik yoksunu kentler. Kişinin kendisine yabancılaşmasının temelinde mekana yabancılaşmanın yattığını, “Suburban War” şarkısı şu sözlerle açıklıyor:

“This town’s so strange they built it to change
And while we sleep we know the streets get rearranged
With my old friends it was so different then
Before your war against the suburbs began”

(Bu şehir çok tuhaf, onu değişsin diye inşa etmişler
Ve biliyoruz ki biz uyurken sokaklar yeniden düzenleniyor
Eski arkadaşlarımla birlikte, o zamanlar çok daha farklıydı
Senin banliyölerle olan olan savaşın başlamadan önce)

Albümün dinlemesi en keyifli parçalarından birisi olan Sprawl II, tektipleşmeye tepki olarak alışveriş merkezlerine “ölü” sıfatını layık görüyor ve onları ardı sıra yükselen dağlara benzetiyor. Ne yazık ki içine kıstırıldığımız anlamsız değişimden kaçış bulamıyoruz. Modernizmin kaçınılmaz kuralı değişim; ancak işin içinde herhangi bir ilerleme olmayınca hem kendi anlamını yitiriyor, hem de çevresindeki değerlerin anlamını yok ediyor. Değişen zamanın yarattığı tahribatın boyutunu, ancak albümün içinde sık sık geçen savaş sözcüğü anlatabiliyor. 

Arcade Fire'a göre, anlamını yitirenlerin arasında çocukluk da yatıyor. Kendi çocuklukları ile zamane çocuklarını karşılaştıran grup, yein çocuklardan yana oldukça dertli. Onlara göre çocuklar, bu hafızası silinen kentler içinde açgözlü ve çok bilmiş olarak yetişiyorlar.Oynadığı oyunları dahi bilmeyen bu yeni çocukların hepsinin aynı renkte olduğunu söylüyor Arcade Fire ve kentin yeni halini şu şekilde tanımlıyor: "İçinde hiç çocuk olmayan bir şehir (A City With No Children In)"

City with No Children şarkısında geçen "Özel hapishanesi içinde yaşayan bir milyarderin harap olmaya bıraktığı bir bahçe (A garden left for ruin by a billionare inside of a private prison)" tanımlaması, bana Orson Welles'in ünlü Citizen Kane filmini hatırlattı. Citizen Kane ile The Suburbs albümü arasında yapılan ufak bir karşılaştırma da, bize modern tahribatın içinde değişmeden kalan iki noktayı gösteriyor. Bunlardan ilki, para kazanınca hemen kendi özel hapishanelerini inşa etmeye başlayan açgözlü milyarderler. İkincisi, ve sanıyorum hiç değişmeyecek olan nokta ise, insanların Rosebud'a duydukları özlem.

Filmler ve albümlerle ilgili düşüncelerimi aktarırken “Zeitgeist” kavramını kullanmayı sevmemin Almanya’da yaşamamla herhangi bir ilgisi yok. Esasen, içinde yaşadığımız zamanı anlamanın ve güne dair merak ettiklerini, heyacanlarını ve kaygılarını bizlere aktarmanın, sanatçıların sorumluluklarının bir parçası olduğuna inanıyorum. The Suburbs, hafıza yoksunu kentlerin, zamanın ruhuna ev sahipliği yaptığı gerçeğini çok güzel bir dille anlatmayı başarmış. Kanımca, günü yakalama konusunda, adını anmadan derin bir nefes alma ihityacı hissettiğim OK Computer’dan bu yana en başarılı albüm. 13 yıl önce yayınlanan OK Computer, 2000’lere geçişin sancılarını anlatmaktaki başarısıyla 10 yıl önceki Zeitgeist’ı bizlere bugün de hissettirmeyi başarıyor. Eğer The Suburbs de 10 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda bu özelliğini koruyabilirse, bir klasik kazanmışız demektir.

21 Kasım 2011 Pazartesi

Cannes ve Zamanın Ruhu'na Dair Notlar


“Günahıyla Sevabıyla Terrence Malick” başlıklı yazının sonunda, dini vurguları ön plana çıkan filmlerin neden gün geçtikçe sinema dünyasında daha fazla yer kapladığını sorgulamak gerektiğini yazmıştım. Bu konu üzerine bazı görüşlerimi aktarmak ve daha önemlisi de konuya dair bulduğum kaynakları bir araya toplamak amacıyla yeni bir yazı hazırlamaya karar verdim.

Öncelikle, dini vurguları ön plana çıkan filmlerin yükselişine dair örnekler verelim. 2011 Cannes Film Festivali’ne Tree of Life ve Melancholia’nın dini temaları damga vururken, bir önceki yıl Altın Palmiye’yi kazanan Weerasethakul’un Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor filmi de, doğal dinlerin ve özellike Budizm’in etkilerini içermekteydi. Din ve sinema ilişkisi elbette son iki yılda ortaya çıkmadı. Özellikle korku türünde kendine güvenli bir sığınak bulan din, ana akım sinemanın içinde de zaman zaman mesihvari hikayelerle ortaya çıkmaktaydı. Ancak, belki de ilk defa, yeni bir dil arayan sinemanın din ile olan içli dışlılığı zamanın ruhuyla uyum gösteriyor.

Zamanın ruhunu açıklamak için Jürgen Habermas’tan bir alıntı yapacağım. Doğalcılık ve Din Arasında Felsefi Denemeler adlı kitabının giriş yazısında Habermas, çağımızın entelektüel durumunu iki karşıt eğilimin nitelediğinden bahseder. Bunların birincisi doğalcı dünya görüşünün yaygınlaşması, ikincisi de dini taassupların (bağnazlıkların) siyasi etkisinin artışıdır. Burada doğalcı dünya görüşünün metafizik açıklamaları kabul etmeyen, cevapları bilimde arayan anlayış olarak okumak faydalı olacaktır. Habermas; dinsel geleneklerin, bilimsel ve teknik gelişmelerin getirdiği kültürel ve toplumsal rasyonelleşmeyle kaydedilen ilerlemelerin içinde derin hasarlara yol açtığı, toplumsal ve bireysel birlikte yaşamamızın boyutlarını unutulmaya karşı korumakta olduğunu  iddia eder.

Rasyonelleşme ile gelen ilelerlemenin yarattığı derin hasarlarla Habermas’ın vurgulamak istedikleri nelerdir? Bu hasarların en önde gelenlerini, sisteme olan inançsızlık ve kayıtsızlık olarak görüyorum. Modernleşme sürecindeortaya çıkan ideolojiler zaman içerisinde felaketler yaratan uygulamalarla kitleleri umutsuzluğa ittiler. Yunanistan’da yaşanan ekonomik kriz, yakın dönemde demokrasiye olan inançsızlığın önemli bir örneğini gösterdiler. Merkel ve Sarkozy, dünyaya pazarlamaya çalıştıkları demokrasiye  ne kadar inançsız olduklarını, Papandreu’nun referandum kararına verdikleri tepkiyle belli ettiler. Onlara göre demokrasi, halk karar vermediği ve şirketlerin çıkarları korunduğu sürece doğru bir sistem. Sistemi kullanarak iktidara gelenlerin dahi inanmadığı bir sistemden kitleler nasıl umutlu olsun?

İnsanoğlu ne zaman yaşamım umutsuzluğuna kendisini kaptırsa, umudun kapsının aralanması için gözlerini sanata çevirir. Modernleşmenin geldiği son noktadan bunalan kitlelerin hisleri, bu yazıya konu ettiğimiz iki filmde de görülebilir. Malick sinemasında modernizm karşıtlığı her filmde kendini gösterir; ancak en belirgin metaforlar makinelerin çıkardığı gürültülerdir. Days of Heaven’da, sanayi kentinde yükselen sesler bizi cinayet işleyecek ruh haline büründürür. The Tree of Life filminde ise uçak gürültüleri, babanın oğlunun ölüm haberini duymasını engellemektedir. Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor filminde ise, zamanında ülkesindeki komünistleri öldüren bir adamın hayatının son günlerini görürüz. Sitemin üzerine yüklediği hırs ve tutkulardan kurtulmak, dinginlik ve huzura kavuşmak için doğaya dönmek teşvik edilir. İnsanın doğayla olan bütnüleşmesinin gerekliliği, insan doğa arasında cinsel ilişki kurulması üzerinden açıklanır.

Sistemin getirdiği çıkışsızlığın yönelttiği yeni arayışlar modernizmi tahrip ederken, modernizmde oluşan gediklerin içinden dinler de giriş yaptılar. Bu girişin arkasındaki nedenlerden birisi, modernleşmenin sınır tanımaksızın ilerlemesine karşı doğanın hala denetime alınamaması ve alınacak gibi de görünmemesi. Fukuşima nükleer santralinin deprem sonrası hasar görmesi ve sonrasında Almanya’da 2022 yılına kadar bütün nükleer santrallerin kapatılmasına dair karar alınması, bir noktada doğanın mutlak hakimiyetinin kabulü anlamına geliyordu. Zaten örnek aldığımız iki film de, dini referansları kadar belirgin şekilde doğaya olumluluk atfetmektedirler.  

Toplumsal sorunların her geçen gün daha çok ilgisizlikle karşılandığı kültür ve sanat dünyasında, önümüzdeki yıllarda dini referansları bolca bulacağımız kanaatindeyim. Peki dindarların ve sekülerlerin birbirlerini dinleyecekleri bir zemin sinema tarafından yaratılabilir mi? Modern toplumlarda çoğunlukla seküler eğilimleriyle bilinen sanat dalları olası bir uzlaşmanın öncülüğünü mü yapıyor? Belki de en önemlisi, böyle bir uzlaşma zemini mümkün mü ve buna gerçekten ihiyacımız var mı? Yazının başında elimizde cevapsız bir soru varken, sorular soruları doğurdu ve cevaplar yine eksik kaldı. Yine de bu durumdan pişman değilim; bazen zihnimizi açmak için sorulara yanıtlardan daha çok ihityacımız oluyor.

Dipnot - Yazıyı din ile zamanın ruhunun bağlantısına dair sorularla bitirmişken, geçtiğimiz hafta Gündüz Vassaf’ın Radikal’de çıkan yazısındaki bazı soruları da burada paylaşmak istiyorum:

"Zengin yoksul farkı açılırken, kapitalizmin işsiz bıraktığı, sokağa mahkum ettiği, aç koyduğu, intihara sürüklediği insanların ızdırabı karşısında neden din adamları sessiz? Düzene, sermayenin vurdum duymazlığını, sermayedara bekçilik eden siyasetçiyi tasvip mi ediyorlar? Her şeyin fiyatının bilinip değerinin bilinmediği günümüzde neden din adamları suskun? Doğal afet kurbanlarına tanrıdan rahmet dileyenler, neden söz etmezler düzenin mağdurlarından? Neden görmezden gelirler, neden sahiplenmezler, adalet adına, fırsat eşitliği adına, siyasetin sermayeden arınması adına, dünyaya yayılan “%99 biziz” Occupy Wall Street hareketinden?"


Kaynakça:


Jürgen Habermas - Doğalcılık ve Din Arasında, YKY Yayınları
Gündüz Vassaf - Dinlerde Ahlak Sorunu, radikal.com.tr
Bernd Ulrich, Wir haben die Wahl, Die Zeit - 10.11.2011

16 Kasım 2011 Çarşamba

Bir Derdim Var Bin Dermana Değişmem Asla Serisi



Şike iddiaları gündeme geldiğinden beri Beşiktaş hakkında bir tane dahi yazı yazmadım. Gerek Demirören'in gün be gün kulübü kimiliğinden uzaklaştırması, gerek izlediğimiz maçların ne kadar adil olduğuna dair bir fikrimin olmaması beni yazmaktan soğutan esas sebeplerdi. Bu süre zarfında ne Simao'ya havaalanında siyah-beyaz bilekliklerimi vermemden, ne Egemen'in aradığımız mücadeleci ruhu bize bir nebze de olsa geri kazandırmasından, ne de Euro 2000 elemelerinden bu yana Ukrayna milli takımının kalesini koruyan Shovkovskiy'nin 90+3'te kalemizde gol aradığı pozisyondan bahsettim. Ancak, Gençlerbirliği maçında Egemen'in kendi kalesine attığı gol, öyle hatıraları beraberinde getirdi ki, onları yazmadan rahat edemeyeceğimi fark ettim.

Beşiktaş tribünlerinin bu sezon söylemeye başladığı, benim de Antalya maçında kapalı alt tribünde eşlik etme mutluluğuna eriştiğim güzel bir tezahürat var. "Bir derdim var, bin dermana değişmem asla" dizesiyle biten tezahürat, Beşiktaşlıların takımlarına dair hislerini gayet güzel açıklıyor. Sadece bu yıl, 3-0'ın rövanşında kahır çektiğimiz Alania maçı, 90+'da yenilen golle (ki buna şaşıran Beşiktaşlı olduğunu hiç sanmıyorum)kaybedilen Kiev deplasmanı, Ersan'ın ve bir maç bile göremediğimiz Bebe'nin 6 aylık sakatlıkları, Beşiktaş'ın dertlerinin bitmeyeceğini bize yeniden hatırlattı. Hoş, Beşiktaş'ın bu ara menajerlerin ve basiretsiz yöneticilerin elinde oyuncak olması hepsinden çok acı veriyor; ama yine de saha içinde kalmaya gayret ederek son 10 yılın içimize dert olan 10 maçına bakmak istedim. Maçların içinde içimizi burkan saha dışı hikayeler de varlıklarını bir şekilde hissettireceklerdir nasıl olsa.

Serinin açılış yazısını ise bu listede yer almayan bir maça ayırdım. Listeye girmemesi üzerimizde bıraktığı etkinin azlığından değil, maçın on yıldan fazla bir zaman önce oynanmış olmasından kaynaklanıyor. Yoksa, listede zirveyi zorlaması fazlasıyla muhtemeldi bu maçın. On yıl sınırını da, aklımın ermediği Valerenga, Steagul Roşu vs. maçlarını dışarıda bırakmak için özellikle seçtim; ama Egemen'in geri pasıyla aklıma gelen maça bir kıyısından değinmem gerekiyordu. Teleon'dan yayınlandığı için izleyemediğim bu maçın sonucunu öğrendiğim andan özetleri görene kadar Sead Halilagiç'e kızmakla meşguldüm. Özetlerde ise Türk futbol tarihinin en büyük kişisel travmasına tanıklık etmşitim.

Gollerini yukarıda görebileceğiniz maçın içinde anlatılacak o kadar çok hikaye var ki aslında. "Kaptan" Şifo Mehmet'in Beşiktaş ile özdeşleşen hırsı (Beşiktaş - Antalya maçları başlamadan Şifo'yu tribünlere çağırdığımız anlarda hep bu gol gözümün önüne gelir), önümüzdeki yıllarda Galatasaray - Beşiktaş maçlarının en çok yuhalanan ismi olan Ayhan Akman'ın Beşiktaş formasıyla Şifo'ya yaptığı güzel asist ve şampiyonluğu Galatasaray'a getiren Sead Halilagiç(k.k.) golü. Fevzi'nin başını ellerinin arasına almasıyla karısının gözyaşlarının art arda verildiği sahne Beşiktaşlılar için dayanılacak gibi değil. Liste dışı saydığım bu maçla hem bir derdim var serisinin açılışını yapalım, hem de hafta sonu oynanacak olan derbi maçına blogu hazırlamış olalım. Haklısın Güntekin, çok ters bir hareket.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Arcade Fire - Ready to Start




All the kids have always known 
That the emperor wears no clothes 
But they bow to down to him anyway 
It's better than being alone 

Kanadalı Arcade Fire grubunun 2010 yılında çıkardığı "The Suburbs" albümü üzerine yazılacak çok şey var ve benim de niyetim onları en kısa sürede buraya yazmak. Açılışı, albümün ikinci parçası olan Ready to Start'ın güzel klibiyle yapalım, zira 2010'un en iyi albümünü incelemeye artık hazırım.

10 Kasım 2011 Perşembe

A Milli Takım: 11. Adam Kim Olacak


2010 Dünya Kupası'na katılamadıktan sonra yeni hedefimiz Euro 2012 elemelerini geçmekti. Teknik direktör Guus Hiddink ile çıktığımız bu yolculukta zor zahmet de olsa play-off'lara kalmayı başardık. Şimdi sırada, kurada bize çıkmasıyla birlikte bir önceki Avrupa Şampiyonası'nı bizlere yeniden hatırlatan Hırvatistan var. 11 ve 15 Kasım tarihlerini, Semih'in mucizevi golüyle penaltılara taşıdığımız çeyrek final mücadelesinin yanına yeni unutulmaz zaferler eklemek için beklemeye başladık. Maç öncesi değerlendirmeler yaparken bu çağrışımı silmek mümkün olmadığı için de, hem yazıyı o maçtan yola çıkarak kurguladım, hem de o maçın fotoğraflarını kullandım.

Aşağıdaki fotoğrafta milli takımımızın Euro 2008'de Hırvatistan ile oynanan maça çıkan ilk on birimizin fotoğrafını görüyorsunuz. Play-off maçları için açıklanan kadroda o maçın ilk on birinden 5 isim bugünkü kadroda yer almıyorlar. Gökhan Zan'ın sakatlığı nedeniyle kadroya alınmazken, Tuncay o günlerdeki performansından oldukça uzak olduğu; Nihat, Rüştü ve Emre Aşık da futbolu veya milli takımı bıraktıkları için kadroda yer almıyorlar. Ayrıca yedekten gelen 3 isim Uğur Boral, Gökdeniz ve Semih (ki sırf şu sus işareti için kadroya alınabilirdi) de kadroda yer almıyor. Toplamda, Euro 2008'e giden 23 kişilik kadromuzdan yalnızca 10 kişi dün açıklanan aday kadroda yer alıyor. Genel olarak bakıldığında en ciddi kaybın hücum bölgesinde yaşandığı söylenebilir.


2008 kadrosuyla yaptığımız bu karşılaştırma, milli takımımızda büyük bir yenilenmenin yaşandığı izlenimini veriyor. Hiddink'in, özellikle Almanya ve Azerbaycan maçlarında alınan mağlubiyetlerin ardından bir yenilenme hamlesi yaptığını gördük. Euro 2008 kadrosunun üzerine iki ana eklemenin yapıldığı bu yenilenme operasyonunu blogda da takip etmeye çalıştım. İki ana parçanın biri olan Almanya kökenli gurbetçi oyuncuların henüz ilk 11'e dahil olamadıklarını görüyoruz. İleriye dönük olarak, bekler haricinde sağlam bir omurga vaat eden Serdar Kesimal, Ömer Toprak, Mehmet Ekici, Gökhan Töre, Cenk Tosun ve Madridista Nuri Şahin, Hırvatistan maçlarında temel görevleri üstlenen isimler olmayacaklar.

Yenilenme hareketinin ikinci parçasını oluşturan Trabzonspor 2010-11 yılı kadrosunun yerli oyuncuları ise, gurbetçilerin aksine play-off turunda kilit roller üstlenecekler. 8 yıl önce Konfederasyon Kupası'na götürdüğü yeni jenerasyonu, Letonya maçlarında kullanmadığı ve turu geçemediği için görevine son verilen Şenol Güneş'in milli takım seviyesine getirdiği Egemen, Selçuk İnan ve Burak Yılmaz, Euro 2008 kadrosunu çekirdeğine eklenerek Hırvatistan karşısındaki takımımızı oluşturacaklar. (Yine eski bir milli takım teknik direktörü olan Ersun Yanal'ın da Burak Yılmaz haricinde bu isimleri Trabzon'da topladığını ve bu süreci başlattığını hatırlatalım.)


Hiddink döneminde yaşanan değişim hareketini inceledik. Şimdi Hırvatistan maçlarında sahaya sürülmesi muhtemel kadro üzerine kafa yoralım. Hırvatistan maçlarında sahaya çıkacak on ismin, sakatlıklar veya sürpriz taktik değişiklikler olmadığı takdirde, tahmin edilebilir olduğuna inanıyorum. Yukarıdaki resimde gördüğünüz tahmini on birimdeki kaleci ve defans dörtlüsünün değişmesi zor görünüyor. Orta sahada Emre, hücumda da Burak ve Arda'nın pozisyonları değişmeyecektir. Hamit sağ kanatta olduğu takdirde Selçuk inan da ilk 11 başlayacaktır. Sahadaki 11. kişinin kim olacağı ise, bize Hiddink'in kafasındakiler hakkında ipucu verecek. Aşağıda, 11. isim kim olabilir ve bu tercihin maça tesiri nasıl olur sorularına değineceğim.

1) Selçuk Şahin: Hiddink, bir play-off karşılaşması önemindeki Belçika deplasmanında Selçuk'u kullandığı için ilk sıraya onu yazdım. Modriç, Rakitiç ve Mandzukiç gibi isimlerin etkinliklerini kısmak için defansın önünde geniş alanlar bırakmamak ve duran toplarda defanssa yardımcı olmak (belki bir duran topta üstünlük sayısını kaydetmek) adına Selçuk Şahin kullanılabilir. Ancak, Belçika maçının sonlarında top hakimiyetini rakibe bırakmayı kabul eden bir milli takım vardı, bu maçta ise gol yememek kadar gol bulmanın da önemli olduğunu unutmamak gerekiyor.


2) Sabri Sarıoğlu: İlk 11'de Sabri'yi iki şekilde kullanmak mümkün. Sabri ilk olarak, alıştığı bir mevkide, yani Gökhan Gönül'ün önünde sağ kanat olarak maça başlayabilir. Hırvatistan'ın esas sol beki Striniç ve sol stoper Lovren'in sakat oldukları da hesaba katıldığında, bu ikilinin dinamizmi bize aradığımız üstünlüğü getirebileceğini görüyoruz. Sabri'nin bize katacağı bir diğer artı da ön alan presi olacaktır. Hiddink, ikinci bir opsiyon olarak Sabri'yi orta sahada kullanabilir; ancak bu tercih defans ile orta saha arasında Hırvatların iyi kullanacağı geniş bir alan yaratacağı için risk taşıyor.

3) Kazım Kazım: Sabri maddesinde orta sahanın sıkıntılı olduğundan bahsettik. Eğer savunmadan hücuma uzun toplarla çıkma düşüncemiz varsa, Kazım rakibin sıkıntısından yararlanmamızı sağlayacak isim olacaktır. Bu seçenek, eğer Kazım (örneğin Dirk Kuyt gibi) ikinci forvet rolünü üstlenseydi çok daha faydalı olabilirdi; ancak Kazım'ın çizgi oyununu tercih eden yapısı bize ciddi bir avantaj getirmeyebilir.

4) Mehmet Topal: Bire bir mücadelelerde rakibi bozarak topu kazanma konusunda Selçuk Şahin'den daha iyi bir alternatif olan Mehmet Topal; duran toplar ve rakibin şişirdiği uzun topları karşılama konularında mevkidaşının gerisinde kalıyor. Topu oyuna sokma konusunda her iki ismin de zaman zaman sıkıntı yaşadıklarını ekleyelim. Euro 2008'deki Hırvatistan maçına ilk 11'de çıkan Mehmet Topal, forma giydiği takdirde defans önünde alan daraltma görevini üstelenecek. Ne var ki, Hiddink bundan önceki karşılaşmalarda Selçuk Şahin ve hatta Aurelio'yu Mehmet Topal'ın yerine tercih ettiği için ben de ona son sırada yer verdim.


Son olarak cuma günü oynanacak maç üzerine kısa bir değerlendirme yapalım. 2010 Dünya Kupası'nda yer almayan Hırvatistan'ı Euro 2012 elemelerinde de izleme şansı bulamadığım için, yalnızca Hırvat oyuncular hakkındaki genel bilgilerim üzerinden yorum yaptığımı eklemeliyim. Milli takımımızın mevcut sorunlarına yukarıdaki başlıklarda değindim; ancak bir kez daha yazmakta sakınca yok. Milli takımımızın çeşitli sorunları içinde en çok can sıkanlar, rakibin etkili alanlarda top kullanmasını engelleme ve skoru değiştirecek isimlerin azlığı olacaktır. Arda bu seviyede kendini ispatlamış tek gole dönük oyuncumuz olarak görünüyor, Burak'ın ise mutlaka bu maçların baskısından etkilenmeden Trabzonspor'daki performanısını görstermesi gerekiyor. Selçuk - Emre - Hamit - Arda dörtlüsünün, gerektiğinde ceza sahasını kalabalıklaştırmak da dahil olmak üzere, Hırvatistan'ın Rakitiç - Modriç - Srna - Mandzukiç dörtlüsünden beklediklerini gerçekleştirmeleri halinde durumu dengeleme ihtimalimiz var. Sol bek ve sol stoperlerinin sakatlığı bize sağ kanatta yararlanabileceğimiz bir alan yaratabilir. Duran topların maçların sonucuna etki etmesi de ihitmal dahilinde.

12. adam görevindeki İstanbul seyircisinin de maça etki edecek kadar aktif olmalarını bekliyorum. Unutmayalım ki omurgası Euro 2008'de görev alan bu Hırvatistan'ı yenebileceğimizi daha önce gösterdik. Cuma günü de, her şeyden önce o maçta olduğu gibi son ana kadar inancımızı korumak Euro 2012 biletini bize getirecektir.