şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şiir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2011 Cuma

Anadolu - Ahmed Arif



Beşikler vermişim Nuh'a,
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?

Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher - sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah, ne sultan
Göçüp gitmişler gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?

Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlunu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı,
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun?

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile.
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim.
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?

Nuri Bilge Ceylan'ın filminden yola çıkarak Anadolu üzerine bir iki söz etme cesaretini göstermişken; blogda bana destek olması için  fazlaca anlamı az söze sığdırmasını bilen Ahmed Arif'e yer vermenin uygun olacağını düşündüm. Konuyla alakasız ama benimle alakalı olarak; daha önce de blogda belirttiğim gibi, bu şiirin son satırının Beşiktaş tribünlerinin en sevilen tezahüratına hayat verdiğini tekrar belirteyim.

2 Haziran 2011 Perşembe

Hadi Gel, Ay Karanlık


AY KARANLIK

Maviye
Maviye çalar gözlerin,
Yangın mavisine
Rüzgarda asi,
Körsem,
Senden gayrısına yoksam,
Bozuksam,
Can benim, düş benim,
Ellere nesi?
Hadi gel,
Ay karanlık...

İtten aç,
Yılandan çıplak,
Vurgun ve bela
Gelip durmuşsam kapına
Var mı ki doymazlığım?
İlle de ille
Sevmelerim,
Sevmelerim gibisi?
Oturmuş yazıcılar
Fermanım yazar
N'olur gel,
Ay karanlık...

Dört yanım puşt zulası,
Dost yüzlü,
Dost gülücüklü
Cıgaramdan yanar.
Alnım öperler,
Suskun, hayın, çıyansı.
Dört yanım puşt zulası,
Dönerim dönerim çıkmaz.
Ey leylim gecede ölesim tutmuş,
Etme gel,
Ay karanlık...

Ahmed Arif

Bugün şair Ahmed Arif'in aramızdan ayrılışının 20. yıl dönümü. "Gözlerin hani?" diye sorduğu, cıgara dumanına bulanmış dizeleriyle canımızı "garip, suskun, paramparça" kılan Anadolu şairine vefa borcumu ödemek için doğru bir gün olsa gerek.


Vefa göstermek için elini benden çabuk tutan ise "Çarşı" olmuş. Ahmed Arif'in dizelerine bolca göndermelerde bulunan bir taraftar grubuna da bu yakışırdı zaten. Elbette, onlarca değerli şair arasında, Ahmed Arif'e ayrı bir saygı durşunda bulunulmasının da bir nedeni var. Ahmed Arif'in sevda tanımlamaları, Beşiktaşlıların takımları için hissettiğine yakındır diyerek sözü bitirirsem, bir şeyler eksik kalır. Gerek tezahüratlarda, gerekse pankartlarda yer alan dizeleri ve üslubuyla Beşiktaş sevdamıza dahil olmuştur Ahmed Arif. Bu yılın meşhur tezahüratı "gücüne güç katmaya geldik", iç içe geçmişlik halinin güzel bir örneğidir; zira bu tezahüratta yer alan "bir umudum sende anlıyor musun?" dizesi Ahmed Arif'in Anadolu şiirinden alınmıştır.

Son bir not: Eğer bugün Ersan Adem Gülüm'ün transferi hakkında neler hisssettiğimizi anlamak istiyorsanız; kademe, tandem, oyun kuran stoper, pozisyon alma vs. demeden önce Ahmed Arif şiirlerine göz atın derim.


Ve son bir fotoğraf: Seyircisiz maç için hazırlanan "Yokluğun cehennemin öbür adıdır" pankartı. Ahmed Arif'in "Hasretinden prangalar eskittim" şiirinden ciğerimizi yakan bir dize, Beşiktaş'a olan aşkımızı anlatıyor. Senden gayrısına yokuz ulan!

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Kaptan #2


eflatun gözlerin olduğunu bilmiyordum

geceyarısını yaşamaktan yorgunum

ayazın avucunda unutmuştun ellerini
önünden geçtiğim halde beni tanımadın
ben değiştim biliyorum hem sakal bıraktım
şiirlerim külrengi kumrular gibi uçuyorlar
bakır çalığı göklere katiyyen tahammülüm yok
hele paris’in gökleri aklımı başımdan alıyor
bana seni senden evvelki poitiers’li kızı hatırlatıyor

ayazın avucunda unutmuştun ellerini

karanlığın arkasında kıvılcım gözlü orospular
gölgelerine yaslanmış evliya gibi bekliyorlar

ışıklar kırmızı yandığı zaman duracaksın

ben değiştim biliyorum hem sakal bıraktım
soğuk gözlerinde buğulanmıştı ölsen tanıyamazdın
hâttâ ricardo bile hani vatansız ricardo
burnumun dibinden geçti geçen gün beni tanıyamadı
oysa au vieux châtelet’de akşam sabah beraberdik
üçümüz viyana kahvesi ve sıcak rom içerdik
üstelik o krapfen severdi güzel olurmuş rivayet
neden ve nasıl sevdiğini anlayamadım gitti

yalnızlıktan da kurtulup yalnız kalmak isterim

montmartre metrosu civarında seni gözden kaybettim
o zenci yine arkanda mıydı hiç dikkat etmedim
ağzında yoksul bir ıslık ıslak bir cıgara gibi
sidney bichet’nin caz havalarını çiğneyip tüküren
o saklasın varsın seni sevdiğini biliyorum ben
yüzünün renginden geliyor bütün üzüntüsü

bir gazete aldım ama evde okuyacağım

kahvelerden birine girip bir grog ısmarlasam
seni öldürmek için çareler tasarlasam
sükût bembeyaz buz tutsa bıyıklarımda
mağrur bir totem gibi sussam konuşmasam
ve türküm kaybolsa sessizliğin hırçın türküsü
ve ben unutulsam yazdığım şiirler
senin için yazdıklarım herkes için yazdıklarım
eski padişahlar gibi unutulsa birer birer
ve ben seni unutsam hiç hatırlamasam hiç mi hiç
ihanetini hatırlamasam şehvetini hatırlamasam
ellerim oldum olasıya seni unutsalar

yarı gecenin içinden bir zenci süt beyaz bakıyor
rue lafayette’de dünden bugüne geçiyorum

eflâtun gözlerini bir grog kadehinde unuttum
(...)

Attila İlhan

Başlığa bakıp aldanmayın, bu kısım Kaptan şiirinin başlangıcı aslında. Bizim blogda ikinci kez yer aldığı için #2 oldu. Kaptan ile iligili başka bir şey yazmaya gerek de yok zaten, okuduktan sonra geceleri benim için dua etmeye devam etseniz yeter.

25 Temmuz 2010 Pazar

Kadere ve Gönlüme Dair


İşte ben hep böyle bildiğin gibi:
Kaderi öpüp başıma komuşum,
Gülüşüm, oturuşum, konuşuşum,
Belli efendim, besbelli
Yaşamaktan soğumuşum.

Yaz yağmurları misali yıllarca
Yağmış durmuşum kendi içime.
Zaten dünya öyle dünya ki kim kime
Herkes kendi derdine anca,
Herkesin yüreği lime lime...

Halbuki hayatı sevmem gerekirdi.
Acımayı, sevmeyi oldukça bilirim
Zamanla bir iş tutmayı da öğrendi ellerim,
Hem hayatıma bir de Havva kızı girdi,
Ama gel gör ki bu kaderim...

İşte ben böyle bildiğin gibi,
N'apalım bizi bir kez mimlemiş kader
Her zaman böyle, yağmur bulutundan beter.
İşte böyle hilafsız, gözümün elifi
Her zaman bir romantik portreye benzer...

Ben zaten bu dünyada tek başınayım, hey...
Bir sevdalı gönül bütün varım
Eğer o da olmasa ne yaparım,
Kimbilir hey
Ne yaparım...

Turgut Uyar

Benim için yalnızlığımı ve Büyük Saat kitabımı yanıma alıp yola çıkma vakti. 1 Ağustos'ta görüşmek üzere

23 Nisan 2010 Cuma

Kaptan


(...)
paris’in göklerinden uzanıp bir yıldız kopardım
kırmızı bir karanfilmiş gibi yıldızı saçlarına taktım
on beş dakika sonra bordeaux’ya bir tren kalkacak
garın merdivenlerinde benim için ağlayacaksın
ellerim yağmura açılmış sakallarım ıslak

ben ki cehennemde bir allah gibi yalnızım
st-vincent de paul kilisesi benim otelin arkasına düşer
saat kulesi her gece uyur uykumdan uyandırıyor
her seferinde seni tekrar bordeaux’ya yolcu ediyorum

saadetin ıstırap çekmek olduğunu ben keşfettim
çarmıhta bir isa gibi ben ıstırap çektim
bir sulfat acılığı sinerse parmaklarına şiirlerimden
gözyaşları sinerse eğer küstahça kafiyeli
anla ki ölümle hayat arasında zaman gibi mesudum
kendimi öldürecek haldeyim seni öldürecek saadetimden
donna-maria! bir kahvede isyan halinde bulduğum
çekik gözleriyle ermenice küfürler yazıp çizen çocuk
sen! bordeaux’ya yorgun bir flamingo gibi yolladığım
geceleri benim için dua etmelisiniz

renault’daki grevciler toptan sokağa atıldılar
paris’in duvarlarını boydan boya afişler kapladı

seni hatırladıkça bir kadeh armagnac içerim
armagnac demek yirmi beş damla gözyaşı demekmiş
demek her akşam yirmi beş damla gözyaşı içerim
senin dağlardan ve sarhoşlardan korktuğunu bilirim
ben sarhoş olduğum zaman korkmuyorsun hiç korkmuyorsun
gözlüklerim kırılmasın diye sakladığını bilirim

kalbim bakır bir mangır gibi boynuma asılmış
ondan kurtulmak için sürgünlere gitmeye razıyım
nehir gemilerinde muçoluk etmeye ölmeye
seni terk etmeye razıyım parasız pulsuz çekip gitmeye
kur’andaki bütün belalara tevrattaki bütün belalara
ibranice öğrenmeye razıyım hapis yatmaya
kalbim yüzünden madem ki ellerimi parçaladım
kalemimi kırdım hayatımı çiğnedim ağladım
madem ki en büyük düşmanım kalbim benim kendimim
onu inkar ediyorum kalbimi inkar ediyorum
geceleri benim için dua etmelisiniz

(...)

Attila İlhan

Mısralarının sesini en çok sevdiğim şiirdir Kaptan. Eğer üniversite boyunca sakallarımı kesmediysem; biraz tembellik, çokca da bu şiir yüzündendir. Kaç kez sözlerimin arasında bu şiire atıfta bulunduğumu da bilenler bilir. Özellikle yabancı bir ülkede tek başınıza kaldığınız ve "yalnızlığın size dokunduğu" anlar olduysa, "Kaptan" gözünüzde daha da fazla anlam kazanacaktır. Küstah bir duble birayla karşılıklı oturup ağlamak için de birebirdir. Sadece okumakla kalmayınız, mümkünse zihninizden çıkmayacak şekilde kayda alınız derim.

15 Mart 2010 Pazartesi

Arhaveli İsmail'in Hikayesi


(...)
Arhaveli İsmail
kendi kendine sordu:
«emanetimizle varabilecek miyiz? »
kendine cevap verdi:
«varmamış olmaz.»

gece, Tophane rıhtımında
kamacı ustası Bekir Usta ona:
«evlâdım İsmail, » dedi,
«hiç kimseye değil, » dedi,
«bu, sana emanettir.»

ve Kerempe Fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
İsmail, reisinden izin isteyip,
«Şaban Reis, » deyip,
«emaneti yerine götürmeliyiz, » deyip
atladı takanın patalyasına,
açıldı.

«Allah büyük
ama kayık küçük» demiş yahudi.
İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,
bir sağnak daha,
peşinden üç-kardeşler.
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
alabora olacaktı.

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor:
Sıvastopol'a giden bir geminin
sancak feneri.

Elleri kanayarak
çekiyor İsmail kürekleri.
İsmail rahattır.
Kavgadan
ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
İsmail unsurunun içinde.
Emanet:
bir ağır makinalı tüfektir.
Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini
ta Ankara'ya kadar gidip
onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocalıyor.
Belki karayel gösterecek.
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
Fakat ismail
ellerine güvenir.
O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini
aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi.
Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
düştü.

İsmail beklemiyordu bunu.
Dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
ve simsiyah
durdu.
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
Bir ürperme geldi ismail'in içine.
Ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
Ve durgun
ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
ve birdenbire
öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
yıldı elleri,
yüklendi küreklere,
kırıldı kürekler.

Sular tekneyi açığa sürüklüyor.
Artık hiçbir şey mümkün değil.
Kaldı ölü bir denizin ortasında
kanayan elleri ve emanetiyle ismail.
İlkönce küfretti.
Sonra, «elham» okumak geldi içinden.
Sonra, güldü,
eğilip okşadı mübarek emaneti.
Sonra...
Sonra, malûm olmadı insanlara
Arhaveli İsmail'in âkıbeti..."

Nazım Hikmet'in Kuvay-i Milliye destanının ikinci bap'ında anlatılan Arhaveli İsmail'in hikayesinin benim için yeri ayrıdır. Bu nedenle, hazır bloga Nazım Hikmet ile ilgili bir yazı girilmişken, bu şiiri bilen bilmeyen tüm arkadaşlarımla yeniden paylaşmak istedim. Hikayenin muazzamlığı bir kenara, benim için bu hikayeyi ayrı kılan "Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine" dizesidir. İnandığı uğurda kavga verdiği sürece hayatımızı anlamlı kılacağımızı anlatan ve akıllara kazınan bir dize.

Hayata tutsak olmaz Arhaveli İsmail, bu yüzden mekanın kısıtlayıcılığını önemsemez, o bu dünyaya dalgalarla savaşmaya gelmiştir ve bilir ki emeğinin karşılığını düşmanın yurttan atıldığı gün görecektir. Hayatlarını bir amaç uğruna geçirenlerin; zamanı, mesafeleri ve zorlukları nasıl aşabileceğini gösterir bize Nazım Hikmet bu dizelerde. Ancak, ne zaman dalgalar durulur, İsmail'in kavgası da son bulur. Artık, mekanın sınırlayıcılığı ve yalnızlığı düpedüz önüne serilmiştir ve İsmail, kendi kavgasını veremediği bir hayata yabancı olduğu için yoluna devam edemeyecektir.

Bu dünyaya neden geldiğimizi veya kendi seçimimizle bu dünyaya gelmemizin bir haksızlık olup olmadığını bilmiyorum; ama inandığım bir şey varsa, o da bu dünyada aklımızı kullanacak ve kendi kavgamızı verecek cesarete sahip olduğumuz sürece özgür kalacağımızdır. Biz aklımızı kendimiz kullanma cesaretini göstermediğimiz sürece, bizim emeğimizi sömürmek için bize özgürlük verdiğini iddia eden ve dünyamızı zindana çeviren Naziler her zaman başımıza dikileceklerdir. 12 yıl mahpusta kalan Nazım'ı özgür kılan, bu dünyada kendi kavgasını vermiş olmanın vicdanında yarattığı rahatlıktır. Yazdığı ölümsüz eserlerle, kodesinin sınırlarını ve 62 yıllık hayatını fersah fersah aşmıştır Nazım, yüreğini göğüs kafesinden çıkarıp içine attığı ateş de hala parıldamaktadır.

Dünya mahpusluğundan kurtulmak için, emeğimizi daha hakça bir düzenin var olmasına adamak hiç de fena bir çözüm gibi durmuyor. Belki de toplumu, bizi sınırlayan bir yalnızlık üreteci olarak görmemizin önüne geçecek olan da budur; paylaşmak. En azından paylşamaya çabalamak, emek vermek, mutluluğunuzu farklı sınıflardan, farklı halklardan insanların gözünde de aynı anda görebilmek. Kendi yüreğimizin kabuğunda yaşamak yerine, üreterek - yaratarak yeni ufuklar çizmek. Hayat denen bilinmezde boşluğa düşmek her an olasıdır; ancak ben boşluğa düştüğüm vakit, Arhaveli İsmail'in hikayesini okuyarak çıkış yolunu bulurum. Sizlere de şiddetle tavsiye ederim.

13 Mart 2010 Cumartesi

Ben içeri düştüğümden beri

Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.

Ona sorarsanız: ''Lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman.''

Bana sorarsanız: ''On senesi ömrümün.''

Bir kurşun kalemim vardı ben içeri düştüğüm sene.
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi.

Ona sorarsanız: ''Bütün bir hayat.''

Bana sorarsanız: ''Adam sen de, bir iki hafta.''

(...)

Şimdi on yaşına bastı,

Ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar.

Ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları,

Rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.


Fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur.

(...)


Nazım Hikmet Ran


Umuyorum ki hayatım boyunca kodese girmeyeceğim. Fakat Nazım Hikmet'in her kelimesinde, kendi ömrüyle zeytin fidanlarınınkini naifçe karşılaştırmasında parmaklıkların çevrelediğinden daha öte bir mahpusluk duygusu var.

Hapsolmanın çeşitleri var tabii. İnsan belki en çok medeni bir varlık olmaya çalışırken hayvanlığını unuttuğu için acı çeker, ki toplum denilen şeyin hapsidir bu (yeterince direnen, hapisten ve toplumdan aynı anda çıkar); ve birçok insan da kavanoz balıkları gibi kendi kafasının içi kadar bir alanda yaşar ve tükenir. Ama bunlar, ne olursa olsun, benim gözümde bir yere kadar hayata dahil olabilmiş mahkumlardır.

Ben en çok dünyaya hapsolmuş insanı düşünüyorum. Bir şekilde var olan her vücut, intihar etme cesaretini kendinde bulmadığı takdirde bir insan ömrü süresince dünya denilen yerde vakit öldürmeye mahkum. Diyorum ya, burada ya vakit öldüreceksin, ya kendini.

Her zamanki önerim geçerli: İnsanlığın toplu bir ölüm orucuna girmesinden mantıklı ne olabilir? Yetkili merciden herhangi bir açıklama yapılıncaya dek izne çıkmamız gerekirken çocuklar doğuyor hala. Sonra hep birlikte çalışıyoruz; ömrümüz bitene kadar ve belki onu bitirmek arzusuyla. Özgür olmayışımızı düşünmemek, hatta toptan düşünmemek için, bilinçli ya da bilinçsiz ama bunun için çalışıyoruz. Görüyor musunuz, 'Arbeit Macht Frei' yazıyor giriş kapısında.

Dünya, bazen gözlerimi yaşartacak kadar güzel bir hapishane; ama ne olursa olsun. Doğmak da, ölmek de bu kadar kolay olmamalı.