edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ağustos 2012 Perşembe

Tenha Olsun


- Ne düşünüyorsun?

- Sinemaya gidenlerde ortak bir duygu olduğunu düşünüyordum, dedi. Film görmeye gelenlerde elbet. Çünkü bu salon başka amaçlar için de kullanılıyor. Yağmur dininceye dek beklemeye, ısınmaya, uyumaya, yanına oturacak tanımadığı bir kadına ya da erkeğe sürtünmeye gelenler çoğu. Localar var, ucuz randevu evi odacıkları. Arka sıralarda öpüşmeye gelenler var. Salt film görmeye gelenler salon tenha olsun isterler. Yanlarındaki koltuğun sahibi olup olmadığı sorana kızarlar. Gürültü olmasın, öksüren, konuşan, gülüşen olmasın isterler. Sinemanın güzel sanatlardan biri olduğuna en büyük kanıt bence bu. Ama olmadığına da bu. Çünkü her zaman gülen, öksüren, sümküren bulunur.

- Biliyor musun, yanıma mendil almayı unutmuşum. Ya burnum akarsa?

Aylak Adam - Yusuf Atılgan

19 Eylül 2010 Pazar

Pablo Neruda - Kuruntular Kitabı


DENİZ KIZI İLE SARHOŞLARIN MASALI

Bütün herifler içerdeydi
girdiğinde o çırılçıplak
herifler içiyordu, ona tükürmeye başladılar
daha yeni çıkmıştı nehirden, bir şey anlamıyordu
yolunu yitirmiş bir deniz kızıydı
küfürler aktı parıldayan teninde
açık saçık sözler yağdılar altın memelerine
ağlamadı çünkü bilmiyordu ağlamayı
çıplaktı çünkü bilmiyordu giysileri
dağladılar gövdesini sigaralar, yanık mantarlarla
yuvarladılar meyhanede kahkahalar atarak
konuşmadı çünkü bilmiyordu konuşmayı
uzak bir aşkın rengindeydi gözleri
kolları ikiz safirlerdi
dudakları titriyordu mercan ışığında
sonunda çekip gitti kapıdan
güçbela girdiği nehirde tertemiz oldu
yağmurda beyaz bir taş gibi pırıl pırıl yine
yüzdü bakmadan arkasına
yüzdü hiçliğe, yüzdü ölümüne.

Pablo Neruda

20. yüzyılın efsane şairlerinden Pablo Neruda'nın Kuruntular Kitabı Can Yayınları tarafından piyasaya sürüldü. Bu giriş cümlesinde yıllarca sosyalizmin bayraktarlığını yapan Pablo Neruda ile piyasa kelimelerini yan yana getirmek ne kadar beni rahatsız etse de, onun şiirlerini okuma fırsatı verdiği için Can Yayınları'na teşekkür etmem gerekiyor. Neruda'nın sosyalist söylemlerinden ziyade aşk, yalnızlık, gurbet gibi temalara ağırlık verdiği kitapta onun mizah anlayışını sevenler için de bolca keyif veren malzeme mevcut.

Şiirlerin okuyucusuyla arasında kurduğu bağın romanlara, filmlere göre daha kişisel olduğuna inandığım için kitapla ilgili uzun bir yorum yazmaya gerek görmüyorum. Yukarıya taşıdığım "Deniz Kızı ile Sarhoşların Masalı" şiirini sevdiyseniz kitabın geri kalanını da okumanızı tavsiye ederim. "Uzak bir aşkın rengindeydi gözleri", böyle dizeler yoruma gerek bırakmıyor zaten. Neruda'yı sevenlere Il Postino filmini de tavsiye edip yazıyı sonlandırıyorum.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Kırmızı Pazartesi - Gabriel Garcia Marquez


"Bana bir ön yargı verin dünyayı yerinden oynatayım."

Bazı yazarların kendisini o kadar belli eden bir üslupları vardır ki, sanırsınız ki yazdıkları bütün öyküler aslında aynı mekan ve zamanda geçiyor ve bütün karakterler de birbirlerini tanıyorlar. Türk edebiyatında bana bu hissiyatı en çok yaşatan isim Yaşar Kemal'dir örneğin. Dünya edebiyatında benzer bir üsluba sahip olan isim ise şüphesiz Gabriel Garcia Marquez.

Kendisi de yazarken benzer bir hisse kapılıyor olmalı ki, Kırmızı Pazartesi öyküsüne Yüzyıllık Yalnızlık'ın unutulmaz karakteri Auerilano Buendia'yı(gerçi romanda aynı isimli birden fazla karakter vardı) mağlup eden bir generalin oğlunu dahil etmiş. Zafer kazanmış generalin oğlu kasabaya farklı coğrafyadan gelen Bayardo San Roman'ın, evlenmek istediği Angela Vicario'nun bakire olmaması nedeniyle Angela'yı evine geri bırakması üzerine Vicario kardeşler namus cinayeti işlemeye karar veriyorlar. Maktul Santiago Nasar'ın Angela Vicario'yla ilişkiye girip girmediği ise kimse tarafından bilinmiyor. Düğünün yapıldığı geceden sonra sabah 5'e karşı tüm kasabanın bildiği ise o sabah cinayetin işleneceği. Buna karşın kimsen cinayeti engellemek için pek de gönüllü davranmıyor.

Marquez'in yarattığı tek mekan ve zaman hissiyatında, Güney Amerika'nın ortak konularına değinmesinin önemi büyük. Özellikle dinin insanların hayatları üzerindeki etkisi bu öyküde de belirgin şekilde hissediliyor. Bekaretin cinayet işlemeye varacak kadar önemli bir mevzu haline gelmesinde, bu coğrafyadaki Katoliklik etkisini göz ardı edemeyiz. Pek çok ailenin birbiriyle akraba olması (örneğin öyküyü birinci ağızdan anlatan karakterin hem katiller hem de maktul ile akraba olması) ve herkesin birbirini tanıdığı mekanlarda geçen hikayeler de diğer Marquez öykülerini hatırlatıyor. Kırmızı Pazartesi gibi oldukça kısa bir öyküde bu kadar çok karakterin başarılı bir şekilde öyküye katılması ise Marquez'in ustalığının bir işareti.

Kırmızı Pazartesi öyküsünde mekanın ve toplum hayatının dışında Gabriel Garcia Marquez karakteristiklerine rastlamak da pekala mümkün. Aşık olunan güzellikte ve şefkatli fahişeler, Pedro Vicario'nun işeme probleminde olduğu gibi ufak ayrıntıların detaylı bir biçimde anlatılarak hafızaya kazınması, yıllarca yazılan ve cevap alınamayan mektuplar, Marquez'e has mizah algısı (cinayeti engellemek için Vicario kardeşlerin ellerinden bıçakları alan albayın, cinayet sontasında "Hay allah! Demek başka bıçaklar almışlar" demesi gibi) Marquez'in roman üslubunu özleyenlere ilaç gibi geliyor.

Bu kadar çok ortak Marquez özelliğine karşın, öykü Marquez'in meşhur büyülü gerçekliğinden bir nebze uzak bir çizgide kalıyor. Herkesin bildiği bir cinayeti kimsenin engelleyememesi gerçekliğin dışında bir durum gibi gözükse de, Marquez'in diğer romanlarından farklı olarak doğaüstü olayların öykünün gelişiminde herhangi bir rolü yok. Öyküdeki her karakter kendince bir nedene inanarak kardeşlerin cinayeti işlemeyeceğine ikna oluyor. Gelişmelere kimsenin müdahale etmemesinde, Vicario kardeşlerin cinayet işlemeyeceğine dair inanç kadar, Nasar'ın Arap kökenli ve zengin olmasının yarattığı ırkçı bir tepki de var. Yine dinin etkisiyle yönetilen halkın namus cinayeti işlenmesini haklı bulduğu gerçeğini de atlamamak lazım. Marquez ise, Nasar'a cinayet günü giydirdiği beyaz gömlekle tarafını belli ediyor.

119 sayfalık bu kısa öykü, Yüzyıllık Yalnızlık ve Kolera Günlerinde Aşk gibi Marquez şaheserlerini okuyup tadı damağında kalan okurlar için Marquez'le bir hafta sonu daha kaçamak yapmak için ideal görünüyor. Eğer bahsettiğim romanlardan birini okumadıysanız, bu kısa öyküden önce o romanlara bakıp Gabriel Garcia Marquez'in üslubuyla tanışmanızda fayda var.

27 Ağustos 2010 Cuma

Bereketli Topraklar Üzerinde - Orhan Kemal


"Kul acımaz bunlara, Allah acımaz. Allah'ın un unuttuğu insanlardır bunlar! Peygamberler kitaplar dolusu sabır, tevekkül, kanaat getirmişlerdir bunlara. Hiç bir işe yaramayan, hiç bir işe yaramayacak olan sabır, tevekkül, kanaat"

Yaşar Kemal ve Kemal Tahir ile birlikte edebiyatımızın üç Kemal'inden birisi olan Orhan Kemal'in, toplumcu roman geleneğimizin en güzel örneklerinden birini oluşturan Bereketli Topraklar Üzerinde romanını okuma fırsatı buldum. Erden Kıral'ın da sinemaya aktararak ölümsüzleştirdiği bu roman, Yaşar Kemal'den dinlemeye aşina olduğumuz Çukurova topraklarının bereketini artırmak için emek verip karşılığında hiç bir şey alamayan ırgatların hazin öyküsünü anlatıyor. İzninizle burada roman hakkında bir kaç kelam etmek niyetindeyim.

Bir Orta Anadolu köyünden çıkarak Çukurova'ya iş aramaya gelen 3 arkadaşın, şehrin dinamikleri içinde var olma savaşı verdikleri Bereketli Topraklar Üzerinde romanı, köyden çıkan arkadaşların benimsedikleri değerlerin şehirde nasıl tepetaklak olduğunu gözler önüne seriyor. Bir hemşehrilerinin fabrika sahibi olduğunu öğrenen arkadaşlar üç beş lira fazla daha kazanabilmek adına Çukurova'nın yolunu tutuyorlar; ancak geldiklerinde anlıyorlar ki, şehirde hemşehrilik bir değer ifade etmiyor. En sonunda arkadaşların ikisi, berbat çalışma koşullarından dolayı hasta olan arkadaşları Hasan'ı arkalarında bırakarak köyde önem verdikleri değerleri kendilerinin de arkalarında bıraktıklarını gösteriyorlar. Sonrasında sömürünün her çeşidine şahit olacakları bir Çukurova serüveni başlıyor ikili için. Oyunu kurallarına göre oynamasını bilen Yusuf ayakta kalırken, nefsine hakim olamayan Pehlivan Ali cehaletinin bedelini canıyla ödüyor.

Orhan Kemal gerçekçi ve toplumcu roman anlayışını benimsediği için, romanda kelime oyunları veya sembollere yer vermeden doğrudan halkın derdini anlatmaya koyuluyor. Romanda gördüğümüz hiç bir karakter olduklarının ötesinde anlamlar içermiyor. Ezenler ve ezilenler arasındaki ayırım net bir biçimde yapılmış durumda ve karakterler hep bu sömürü düzenindeki sınıfsal rollerine uygun şekilde hareket ediyorlar. Kızına, aldığı toka ve tarağı veremeden vefat eden Hasan'ın dramatik hikayesinin dışında, karakterler iyi ve kötü olarak ayrılırken belirgin bir ahlakçı tutumda hissediliyor. Mal sahibi olmamasına karşın ırgatların sömürüsüne ön ayak olan ırgat başı, kızlarının fahişelik yapmasına aldırmayacak kadar gurursuz bir karakter. Yine işçilerden ailesine sadık olanı hayatta kalmayı başarırken, cinsel dürtülerinin peşinden koşan Pehlivan Ali hayatını kaybediyor.


Hikayeyi bir kenara bırakıp, Orhan Kemal'in tartışmaya açmayı hedeflediği sömürü düzeni üzerinde duralım. Romandaki üç beş kuruş kazanmanın derdindeki garibanların gerçekçi hali, ideolojik kalıpların ötesine geçemeyen solcuların gerektiğinde barikatlardan fırlayıp emeği için savaşan güçlü proleter imajının yanında çok daha etkileyici duruyor. Türkiye'de işçilerin sınıf bilinci kazanması için ne kadar çok yol katedilmesi gerektiğinin canlı bir örneği Bereketli Topraklar Üzerinde. Bunu bir kenara koyarsak, bu romanda esas olarak işçilerin haklarını savunamadıkları zaman nasıl sefalete sürüklendiklerinin hikayesi var. Sigortanın önemini, sendika kurmanın faydalarını, insanların temel eğitim ve sağlık haklarından faydalanmalarının gerekliliğini romandaki somut örnekler üzerinden anlatmak oldukça kolaylaşıyor.

İşçi sınıfının örgütlü olmamasının yol açtığı sorunlara kitaptan bir örnek verelim. Kurtlu ekmeklerle, içinde taşlar gezen pilavlar yemeye mahkum bırakılan işçilerden sesini yükselten bir iki kişi, arkalarında örgütlü bir destek bulamadıkları için işlerinden atılıyorlar. Bu arada yapılan haksızlıklar arttıkça öfkeden gözü dönen bu iki işçi de çareyi hasadı yakmakta buluyorlar. Örgütsüz bu isyan yüzünden hem işçilerin insanlıkla bağdaşmayan sömürüsü devam ediyor, hem de emeğin sonunda üretim gerçekleşmediği için bey - ağa da istediğini alamamış oluyor.

Sömürünün gerek kol gücüyle olsun gerek cinsel yolla olsun her türlüsüne maruz kalan bu garibanların, Allah'ın verdiğiyle yetinmeyi şiar edinmiş feodal zihniyetten gelmiş olmaları da sorunu çözümsüz hale getiren başlıca sebeplerden birisi. İktidar olarak muhtardan başkasını tanımamış olan köylüler, şehirde kendilerine egemen olan iktidar odaklarının altında ezilmelerine tek çözüm olarak bu iktidar odaklarıyla işbirliği yapmayı bulabiliyorlar. Özellikle bu iktidara sahip olanların çaresiz kadınları nasıl kullandıklarına şahit oluyoruz.

Bereketli Topraklar Üzerinde romanını okudukça, ülkemizin son yıllarda içine düştüğü kısır siyasi atmosferden neden kurtulamadığımızı bir kez daha anlamış oldum. Kültür yaşantımızda varlığını her geçen gün kaybeden toplumcu söylem; siyasi alanlarda da kendine yer bulamadıkça, insanların emeğinin onuruyla yaşama hakkını gözetmek yerine kendi iktidar koltuklarını korumak adına kimlik sorunlarının ardına sığınan siyasetçiler gündem belirledikçe, memleketin çatışmanın ve kutuplaşmanın eşiğinde yaşaması da kaçınılmazdır. Bu gündemi değiştirecek yeni Orhan Kemallere şiddetle ihtiyacımız var.

23 Nisan 2010 Cuma

Kaptan


(...)
paris’in göklerinden uzanıp bir yıldız kopardım
kırmızı bir karanfilmiş gibi yıldızı saçlarına taktım
on beş dakika sonra bordeaux’ya bir tren kalkacak
garın merdivenlerinde benim için ağlayacaksın
ellerim yağmura açılmış sakallarım ıslak

ben ki cehennemde bir allah gibi yalnızım
st-vincent de paul kilisesi benim otelin arkasına düşer
saat kulesi her gece uyur uykumdan uyandırıyor
her seferinde seni tekrar bordeaux’ya yolcu ediyorum

saadetin ıstırap çekmek olduğunu ben keşfettim
çarmıhta bir isa gibi ben ıstırap çektim
bir sulfat acılığı sinerse parmaklarına şiirlerimden
gözyaşları sinerse eğer küstahça kafiyeli
anla ki ölümle hayat arasında zaman gibi mesudum
kendimi öldürecek haldeyim seni öldürecek saadetimden
donna-maria! bir kahvede isyan halinde bulduğum
çekik gözleriyle ermenice küfürler yazıp çizen çocuk
sen! bordeaux’ya yorgun bir flamingo gibi yolladığım
geceleri benim için dua etmelisiniz

renault’daki grevciler toptan sokağa atıldılar
paris’in duvarlarını boydan boya afişler kapladı

seni hatırladıkça bir kadeh armagnac içerim
armagnac demek yirmi beş damla gözyaşı demekmiş
demek her akşam yirmi beş damla gözyaşı içerim
senin dağlardan ve sarhoşlardan korktuğunu bilirim
ben sarhoş olduğum zaman korkmuyorsun hiç korkmuyorsun
gözlüklerim kırılmasın diye sakladığını bilirim

kalbim bakır bir mangır gibi boynuma asılmış
ondan kurtulmak için sürgünlere gitmeye razıyım
nehir gemilerinde muçoluk etmeye ölmeye
seni terk etmeye razıyım parasız pulsuz çekip gitmeye
kur’andaki bütün belalara tevrattaki bütün belalara
ibranice öğrenmeye razıyım hapis yatmaya
kalbim yüzünden madem ki ellerimi parçaladım
kalemimi kırdım hayatımı çiğnedim ağladım
madem ki en büyük düşmanım kalbim benim kendimim
onu inkar ediyorum kalbimi inkar ediyorum
geceleri benim için dua etmelisiniz

(...)

Attila İlhan

Mısralarının sesini en çok sevdiğim şiirdir Kaptan. Eğer üniversite boyunca sakallarımı kesmediysem; biraz tembellik, çokca da bu şiir yüzündendir. Kaç kez sözlerimin arasında bu şiire atıfta bulunduğumu da bilenler bilir. Özellikle yabancı bir ülkede tek başınıza kaldığınız ve "yalnızlığın size dokunduğu" anlar olduysa, "Kaptan" gözünüzde daha da fazla anlam kazanacaktır. Küstah bir duble birayla karşılıklı oturup ağlamak için de birebirdir. Sadece okumakla kalmayınız, mümkünse zihninizden çıkmayacak şekilde kayda alınız derim.

15 Mart 2010 Pazartesi

Arhaveli İsmail'in Hikayesi


(...)
Arhaveli İsmail
kendi kendine sordu:
«emanetimizle varabilecek miyiz? »
kendine cevap verdi:
«varmamış olmaz.»

gece, Tophane rıhtımında
kamacı ustası Bekir Usta ona:
«evlâdım İsmail, » dedi,
«hiç kimseye değil, » dedi,
«bu, sana emanettir.»

ve Kerempe Fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
İsmail, reisinden izin isteyip,
«Şaban Reis, » deyip,
«emaneti yerine götürmeliyiz, » deyip
atladı takanın patalyasına,
açıldı.

«Allah büyük
ama kayık küçük» demiş yahudi.
İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,
bir sağnak daha,
peşinden üç-kardeşler.
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
alabora olacaktı.

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor:
Sıvastopol'a giden bir geminin
sancak feneri.

Elleri kanayarak
çekiyor İsmail kürekleri.
İsmail rahattır.
Kavgadan
ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
İsmail unsurunun içinde.
Emanet:
bir ağır makinalı tüfektir.
Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini
ta Ankara'ya kadar gidip
onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocalıyor.
Belki karayel gösterecek.
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
Fakat ismail
ellerine güvenir.
O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini
aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi.
Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
düştü.

İsmail beklemiyordu bunu.
Dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
ve simsiyah
durdu.
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
Bir ürperme geldi ismail'in içine.
Ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
Ve durgun
ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
ve birdenbire
öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
yıldı elleri,
yüklendi küreklere,
kırıldı kürekler.

Sular tekneyi açığa sürüklüyor.
Artık hiçbir şey mümkün değil.
Kaldı ölü bir denizin ortasında
kanayan elleri ve emanetiyle ismail.
İlkönce küfretti.
Sonra, «elham» okumak geldi içinden.
Sonra, güldü,
eğilip okşadı mübarek emaneti.
Sonra...
Sonra, malûm olmadı insanlara
Arhaveli İsmail'in âkıbeti..."

Nazım Hikmet'in Kuvay-i Milliye destanının ikinci bap'ında anlatılan Arhaveli İsmail'in hikayesinin benim için yeri ayrıdır. Bu nedenle, hazır bloga Nazım Hikmet ile ilgili bir yazı girilmişken, bu şiiri bilen bilmeyen tüm arkadaşlarımla yeniden paylaşmak istedim. Hikayenin muazzamlığı bir kenara, benim için bu hikayeyi ayrı kılan "Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine" dizesidir. İnandığı uğurda kavga verdiği sürece hayatımızı anlamlı kılacağımızı anlatan ve akıllara kazınan bir dize.

Hayata tutsak olmaz Arhaveli İsmail, bu yüzden mekanın kısıtlayıcılığını önemsemez, o bu dünyaya dalgalarla savaşmaya gelmiştir ve bilir ki emeğinin karşılığını düşmanın yurttan atıldığı gün görecektir. Hayatlarını bir amaç uğruna geçirenlerin; zamanı, mesafeleri ve zorlukları nasıl aşabileceğini gösterir bize Nazım Hikmet bu dizelerde. Ancak, ne zaman dalgalar durulur, İsmail'in kavgası da son bulur. Artık, mekanın sınırlayıcılığı ve yalnızlığı düpedüz önüne serilmiştir ve İsmail, kendi kavgasını veremediği bir hayata yabancı olduğu için yoluna devam edemeyecektir.

Bu dünyaya neden geldiğimizi veya kendi seçimimizle bu dünyaya gelmemizin bir haksızlık olup olmadığını bilmiyorum; ama inandığım bir şey varsa, o da bu dünyada aklımızı kullanacak ve kendi kavgamızı verecek cesarete sahip olduğumuz sürece özgür kalacağımızdır. Biz aklımızı kendimiz kullanma cesaretini göstermediğimiz sürece, bizim emeğimizi sömürmek için bize özgürlük verdiğini iddia eden ve dünyamızı zindana çeviren Naziler her zaman başımıza dikileceklerdir. 12 yıl mahpusta kalan Nazım'ı özgür kılan, bu dünyada kendi kavgasını vermiş olmanın vicdanında yarattığı rahatlıktır. Yazdığı ölümsüz eserlerle, kodesinin sınırlarını ve 62 yıllık hayatını fersah fersah aşmıştır Nazım, yüreğini göğüs kafesinden çıkarıp içine attığı ateş de hala parıldamaktadır.

Dünya mahpusluğundan kurtulmak için, emeğimizi daha hakça bir düzenin var olmasına adamak hiç de fena bir çözüm gibi durmuyor. Belki de toplumu, bizi sınırlayan bir yalnızlık üreteci olarak görmemizin önüne geçecek olan da budur; paylaşmak. En azından paylşamaya çabalamak, emek vermek, mutluluğunuzu farklı sınıflardan, farklı halklardan insanların gözünde de aynı anda görebilmek. Kendi yüreğimizin kabuğunda yaşamak yerine, üreterek - yaratarak yeni ufuklar çizmek. Hayat denen bilinmezde boşluğa düşmek her an olasıdır; ancak ben boşluğa düştüğüm vakit, Arhaveli İsmail'in hikayesini okuyarak çıkış yolunu bulurum. Sizlere de şiddetle tavsiye ederim.

13 Mart 2010 Cumartesi

Ben içeri düştüğümden beri

Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.

Ona sorarsanız: ''Lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman.''

Bana sorarsanız: ''On senesi ömrümün.''

Bir kurşun kalemim vardı ben içeri düştüğüm sene.
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi.

Ona sorarsanız: ''Bütün bir hayat.''

Bana sorarsanız: ''Adam sen de, bir iki hafta.''

(...)

Şimdi on yaşına bastı,

Ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar.

Ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları,

Rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.


Fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur.

(...)


Nazım Hikmet Ran


Umuyorum ki hayatım boyunca kodese girmeyeceğim. Fakat Nazım Hikmet'in her kelimesinde, kendi ömrüyle zeytin fidanlarınınkini naifçe karşılaştırmasında parmaklıkların çevrelediğinden daha öte bir mahpusluk duygusu var.

Hapsolmanın çeşitleri var tabii. İnsan belki en çok medeni bir varlık olmaya çalışırken hayvanlığını unuttuğu için acı çeker, ki toplum denilen şeyin hapsidir bu (yeterince direnen, hapisten ve toplumdan aynı anda çıkar); ve birçok insan da kavanoz balıkları gibi kendi kafasının içi kadar bir alanda yaşar ve tükenir. Ama bunlar, ne olursa olsun, benim gözümde bir yere kadar hayata dahil olabilmiş mahkumlardır.

Ben en çok dünyaya hapsolmuş insanı düşünüyorum. Bir şekilde var olan her vücut, intihar etme cesaretini kendinde bulmadığı takdirde bir insan ömrü süresince dünya denilen yerde vakit öldürmeye mahkum. Diyorum ya, burada ya vakit öldüreceksin, ya kendini.

Her zamanki önerim geçerli: İnsanlığın toplu bir ölüm orucuna girmesinden mantıklı ne olabilir? Yetkili merciden herhangi bir açıklama yapılıncaya dek izne çıkmamız gerekirken çocuklar doğuyor hala. Sonra hep birlikte çalışıyoruz; ömrümüz bitene kadar ve belki onu bitirmek arzusuyla. Özgür olmayışımızı düşünmemek, hatta toptan düşünmemek için, bilinçli ya da bilinçsiz ama bunun için çalışıyoruz. Görüyor musunuz, 'Arbeit Macht Frei' yazıyor giriş kapısında.

Dünya, bazen gözlerimi yaşartacak kadar güzel bir hapishane; ama ne olursa olsun. Doğmak da, ölmek de bu kadar kolay olmamalı.