30 Nisan 2010 Cuma

Dünya Kupası Finalistleri #14 - Sırbistan


Dünya Kupası finalistleri serimize sürpriz bir şekilde gruplarını lider şekilde bitiren Avrupa takımları ile devam ediyoruz. Sırada eski Yugoslav takımlarının varisi ve Karadağ'ın da ayrılmasının ardından nihai ismini alan Sırbistan var. Pek çok spor dalında görüldüğü üzere futbolda da hızlı bir şekilde yeni bir jenerasyon çıkaran Sırplar, alternatifli kadrolarıyla turnuvanın büyük sürprizlerine imza atabilecek potansiyelde bir ekip. Şimdi bu ekibin analizine geçelim.

Beklentiler:

Sırbistan-Karadağ olarak katıldıkları 2006 Dünya Şampiyonası'nı 0 puanla grup sonuncusu olarak tamamlayan ekipten bir kaç ismin dışında yepyeni bir kadroyla karşımıza çıkacak Sırbistan. Eleme grubunda güçlü rakibi Fransa'nın önünde lider olarak ciddi bir başarıya ulaşan Sırplar, 20 yıllık parçalanma sürecinin ardından milliyetçilik duyguluarının iyice yoğunlaştığı bir dönemde Dünya Kupası'na katılacaklar. Oyuncuların üzerindeki beklenti de haliyle epeyce yüksek olacak. Kariyerinde Real Madrid ve Barcelona'yı çalıştırmış bir hoca olan Radomir Antic'in bu kaosa meyyal dönemde takımı toplaması ve hücuma ağırlık veren oyun anlayışı, Sırplar'ın Dünya Kupası'na katılmasındaki temel etkenler olarak görülmeli. Defans hattında Premier League'in şampiyonluk adaylarının formasını giyen oyuncuları (Vidic, Ivanovic) barındıran Sırbistan'a, oyuncuların bu tecrübesi çok fayda sağlayabilir. Bütün bu koşullar göz önüne alındığında Almanya, Gana ve Avustralya'nın bulunduğu grupta ikincilik için en büyük favori konumundalar. Yine de zorlu bir gruba düştüklerini ve turnuvada tecrübe eksikliğinden kaynaklanan sıkıntılar yaşamaları durumunda erken veda olabileceğini göz önünde bulundurmak gerekir.

İyimser Senaryo:

Grupta ikinciliğin en güçlü adayı olmaları, beklentileri karşılamaları durumunda onları ikinci turda İngiltere'nin rakibi yapacaktır. Krasic ve Jovanovic'in etkili olduğu bir günde Sırbistan turnuvanın büyük sürprizlerinden birine imza atıp çeyrek final görebilir.

Kötümser Senaryo:

Sırp (ve eski Yugoslav) takımları, futbol turnuvalarında beklentilerin altında kalmalarıyla meşhurdurlar. Bu turnuvada da ilk turdan şok bir şekilde evlerine dönmeleri olasılık dahilinde.

Muhtemel Kadro:

Diziliş: 4-4-2

Kaleci: Stojkovic

Defans: Kolarov-Vidic-Subotic-Ivanovic

Orta Saha: Jovanovic-Stankovic-Milijas-Krasic

Forvet: Zigic-Pantelic

Oldukça ofansif oyunculardan kurulu Sırbistan milli takımı, yedek oyuncu alternatiflerinin çokluğu ve maç içinde birden fazla pozisyonda oynama becerisine sahip oyuncularıyla turnuvanın zengin kadrolarından birine sahip. Özellikle Krasic-Jovanovic ikilisinin kanatlardaki etkinliği Sırbistan'ı beklentilerin ötesine taşıyabiilir. Kadronun en büyük sıkıntısı ise Stojkovic ve Zigic gibi isimlerin kulüplerinde düzenli futbol oynama şansı bulamaması.

Yıldız Oyuncu: Nemenja Vidic (Manchester United)

Kızılyıldız'da oynayarak kendini göstermeyi başaran Nemenja Vidic'in bir sonraki durağı Moskova'ydı. Spartak Moskova ve Sırbistan-Karadağ milli takımında gösterdiği performans ise onu kulüp düzeyinin zirvelerinden biri olan Manchester United'a taşıdı. United'ın son üç sezonda üç lig şampiyonluğu ve bir Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu kazanan takımının kilit isimlerinden biri oldu ve bugün de dünyanın en iyi stoperlerinden biri olarak gösteriliyor. Sıfıra yakın hata yapmasıyla bir defanstan beklenenleri fazlasıyla karşılamayı biliyor. Elemeler boyunca yalnızca sekiz gol yiyen Sırp takımı da bu performansı ile ona çok şey borçlu. Son aylarda İngiliz tabloid basınına, karısının Manchester'dan hoşlanmaması ve Ferguson'la arasındaki problemler dolayısıyla sıkça malzeme veriyor. Eğer bu baskıdan sıkılırsa, Dünya Kupası sonrasında onu Real Madrid formasıyla görebiliriz.

Patlama Yapması Muhtemel İsim: Milos Krasic (CSKA Moskova)


Bu kış onu İnönü'de seyreden Beşiktaşlıların, özel bir oyuncuyla karşılaştıklarını anlamaları için onun attığı kontra-atak golünü beklemelerine gerek kalmamıştı. Sağ kanattaki etkili dribblingleri ve İbrahim Üzülmez'le girdiği transfer diyaloğu(!) onu bir süre Türkiye'nin gündeminde tuttu. Bugünlerde bizim gündemimizden düşse de, dünyanın pek çok ünlü kulübü bu sağ açığın peşinde. Hem 4-3-3 hem de 4-4-2 sisteminde oldukça etkili ve topu önüne aldığı zaman durdurulması neredeyse imkansız. Sırbistan'ın istikrarlı bir performans göstermesi halinde turnuvanın yıldızlarından birisi olacaktır.

Bir Portre: Dejan Stankovic (Internazionale FC)


98'den bu yana Lazio ve Inter formalarını giydiği İtalya'da 5 kez lig şampiyonluğu yaşamış özel oyunculardan birisi. Onun da Vidic gibi Kızılyıldız formasıyla parladığını belirtelim. Dünya Kupası'nda daha önce 98'de Yugoslavya, 2006'da da Sırbistan-Karadağ adına forma giymişti, 2010'da üçüncü kez geldiği Dünya Kupası'nda üçüncü bir ülke ismi altında oynayacak ve bu kez takımının kaptanlığını üstlenecek. Orta sahada zekası ve uzaktan attığı şutlarla ön plana çıkan bir isim Stankoviç. Tabii 12 yıldır İtalya'da en üst düzeyde top oynadığına göre Stankovic'in fizik gücü de en üst düzeyde. Daha önceki turnuvalarda iz bırakmayı başaramayan Stankovic için bu turnuva milli takımlar düzeyinde kendini ispat edebileceği son şans olabilir.

29 Nisan 2010 Perşembe

Dünya Kupası Finalistleri #13 - Danimarka


Dünya Kupası inclemelerinde Afrika'nın kızgın kumlarından Kuzey Denizi'nin buz gibi sularına uzanıyoruz; çünkü sırada Danimarka var. Euro 2004 sonrasında 2 büyük turnuvayı kaçıran Danimarka, 6 yıl sonra yenilenen kadrosuyla yeniden bir hedef turnuvada yer alacak. Kendilerini Kırmızı Dinamitler olarak adlandıran taraftarlarının desteğiyle bu turnuvada ne yapabileceklerini değerlendirmeye başlayalım.

Beklentiler:

Uzun bir aranın ardından yeniden bir turnuvaya katılım hakkı kazanmaları, üzerlerindeki beklentinin de aşağıda olacağını gösteriyor. Portekiz ve İsveç'in yer aldığı eleme grubunda çok kimsenin şans tanımadığı Danimarkalılar; Rommedahl, Sorensen, Gronkjaer gibi tecrübeli isimlerin yanına eklenen Bendtner, Agger gibi genç yıldızlarla bu zorlu grubu lider bitirmeyi başardılar. 10 yıldır takımın başında yer alan eski efsane defans oyuncusu Morten Olsen'in takımda oluşturduğu dayanışma ruhu, bu turnuvaya gelmelerini sağlayan temel unsurdu. Turnuvada ne yapacakları ise tam bir muamma; zira Danimarkalıların üzerinde baskı olmaması takımı hem olumlu hem de olumsuz yönde etkileyebilir. Her ne kadar gruptaki esas rakipleri Kamerun ve Japonya olsa da, Hollanda ile yapacakları açılış maçı, 92 Avrupa Şampiyonu'nun turnuvadaki kaderi açısından belirleyici olabilir. Yine kaderlerini belirleyecek bir diğer unsur da, Arsenal taraftarına saç baş yolduran Bendtner'in turnuva sırasındaki form durumu olacaktır.

İyimser Senaryo:

Tarihte plajdan gelip Avrupa Şampiyonu olmayı başaran tek takıma sahip olan Danimarkalılar, her turnuva öncesi benzer bir başarı elde edebileceklerine dair gizli bir inanç taşıyorlar; ancak yakalayabilecekleri maksimum başarı grupları geçtikten sonra İtalya'yı eleyip elde edecekleri bir çeyrek final olabilir.

Kötümser Senaryo:

Hollanda ile oynayacakları açılış maçında alacakları kötü bir sonuç, pek alternatifi olmayan bu kadroyu psikolojik sıkıntıya sokarsa, üç maçın ardından 1992 takımının bıraktığı plajlara erken dönüş yapabilirler.

Muhtemel Kadro:

Diziliş: 4-4-2

Kaleci: Sorensen

Defans: Kroldrup-Kjaer-Agger- M. Jacobsen

Orta Saha: Rommedahl-Poulsen-D.Jensen-Jorgensen

Forvet: Bendtner-S.Larsen

Euro 2004'te kenidlerinden çok şey beklenen Rommedahl, Jorgensen, Poulsen gibi isimler 6 yılın ardından hala takımın belkemiğini oluşturmaktalar; ancak takımın en güçlü mevkii top yapabilen Kjaer-Agger stoper ikilisini barındıran defans hattı. Takımın en büyük sıkıntısı ise alternatifsizlik. Cezalar veya ufak çaplı sakatlıklar dahi takımın başını ağrıtabilir.

Yıldız Oyuncu: Daniel Agger (Liverpool FC)


Futbol tarihine adını 2007 yılında Stamford Bridge'de Liverpool formasıyla attığı golle yazdıran Daniel Agger, milli takımlar düzeyindeki ilk büyük turnuvasına bu yaz Güney Afrika'da çıkacak. Scout'ların dikkatini çekmesi ise 2005 yılında oynanan Danimarka-İngiltere maçında gerçekleşti. Danimarka'nın 4-1 kazandığı maçta Rooney'i etkisizleştirmesi üzerine Agger hakkında, 2005 Ekim ayı World Soccer dergisinde "Yeni Morten Olsen mi?" başlığıyla bir yazı yayınlanmış. Yeni Morten Olsen'in bulunmasına en çok sevinen isimlerden biri de Danimarka'nın teknik direktörü Morten Olsen'in ta kendisi olsa gerek. Topla oynamadaki becerisi ve bir defans için paha biçilemez değerdeki fiziğiyle son yıllarda en üst düzeyde futbol oynayabileceğini ispat eden Agger'in yeni hedefi milli takımlar düzeyinde hatırı sayılır bir balşarı elde etmek.

Patlama Yapması Muhtemel İsim: Simon Kjaer (Palermo)


Topla oynayabilme becerisine sahip bir diğer defans oyuncusu da Simon Kjaer. Danimarka milli takımıyla elemelerde gösterdiği performans ve Palermo'da geçirdiği iki başarılı yıl onu şimdiden büyük kulüplerin transfer listelerine taşıdı. 21 yaşındaki 1.90'lık İskandinav oyuncu, fiziksel kuvvetini oyun zekasıyla birleştirebilen ender yeteneklerden birisi. Dünya Kupası sonrasında Manchester veya Torino yeni adresi olabilir.

Bir Portre: Nicklas Bendtner (Arsenal)


Arsenal'de henüz Wenger'in beklentilerini tam anlamıyla karşılayamasa da, milli takıma girdiğinden bu yana takımın gol sorununa çare olmayı başardı. Henüz 22 yaşında Arsenal formasıyla 80 lig maçına çıkmayı başaran forvet oyuncusunun turnuvadaki formu Danimarka için çok önemli, özellikle de alternatifi Jon-Dahl Tomasson'un Şubat 2008'den bu yana milli takım formasıyla gol atamadığını hesaba katarsak. Zaten Danimarka'nın kırmızı formasını giydiğinde, kendine güveni Arsenal'deki haline kıyasla fazlasıyla yükseliyor. Eğer bu turnuvada Danimarka dikkat çeken bir hikayeye imza atacaksa, Bendtner de gol krallığı yarışında üst sıralarda yer alıp turnuvanın unutulmaz isimleri arasına girecektir.

25 Nisan 2010 Pazar

Beşiktaş 2-2 Sivasspor: İşte Biz Kötü Günde Hep Omuz Omuzayız


Bu fotoğraf bir şampiyonluk kutlaması değil. Dün akşam oynanan Beşiktaş Sivasspor maçı öncesi Beşiktaşlıların takıma duydukları karşılıksız sevgiyi gösteren bir kare. Aynı zamanda Beşiktaşlıların övünmek için ne kadar haklı olduklarını gösteren bir fotoğraf. Takımının formasını giyenlerin, formalarının hakkını verdikleri sürece sonuçtan bağımsız olarak destekleneceklerini dün bir kez daha gösteren semt sakini taraftarımıza teşekkürler. Bobo'ya yapılan tezahüratlar ve sevgi gösterileri de, yine Beşiktaş taraftarına yakışan bir hareketti. Tavrını ortaya koyan taraftar, takımdan ve Mustafa Denizli'den memnun olduğunu herkese iletti.

Dün akşam oynanan maça dair yazılacak pek fazla bir şey yoktu zaten, taraftar geçen hafta oynanan Fenerbahçe maçındaki haksızlıklardan dolayı içinde biriktirdiği kinini dün gece kustu, maçla da hemen hiç ilgilenmedi. Açıkçası taraftardan daha hatırlanacak bir tepki bekliyordum, sadece küfür ederek durumu geçiştirdiler, belli ki onlar da sahada oynayan takım gibi motivasyonlarını kaybetmişler.


İstatistiklere geçecek olan notlara baktığımızda Bobo'nun ligde en fazla gol attığı sezona imza attığını görüyoruz. Henüz ligde 15 golü göremedi Bobo. Attığı gollerde santrafor özelliklerinin pek çoğuna sahip olduğunu bizlere sergilese de, 15 gol gibi golcüler için sıradan bir baraja ulaşamaması, hakkında hala soru işaretleri üretilmesine sebep oluyor. En azından bu sezon 15'i yakalayamamasının sorumlusu kendisi değil. Takımın yakaladığı az sayıda pozisyonda etkinliğini gösterdi. Formunu devam ettirir ve gelecek sezon da bizimle devam ederse, daha ofansif oynamasını beklediğimiz Beşiktaş'ta en iyi sezonunu geçirebilir.

Bu maç için bu kadar yazı bile uzun kaçtı işin açıkçası, yine de balşaldığımız gibi bitirirken de Gündoğdu marşıyla ilgili bir not ekleyelim. "İşte biz kötü günde hep omuz omuzayız" derken tabelada üstün olmak mizansene yakışmayacağı için olsa gerek, tribünler bu marşı söylemeye başladığı sırada Kamanan'ın golü geldi. Geçen yılki Sivas maçında, "Kartal gol,gol,gol" tezahüratı sırasında Delgado'nun bulduğu golle beraberliği yakalayan takım, o golle şampiyonluğa yürümüştü. Dün akşam ise Kamanan'ın golü, zaten herkesin bildiğini kesinleştirdi ve Beşiktaş matematiksel olarak şampiyonluk şansını kaybetti.

23 Nisan 2010 Cuma

Kaptan


(...)
paris’in göklerinden uzanıp bir yıldız kopardım
kırmızı bir karanfilmiş gibi yıldızı saçlarına taktım
on beş dakika sonra bordeaux’ya bir tren kalkacak
garın merdivenlerinde benim için ağlayacaksın
ellerim yağmura açılmış sakallarım ıslak

ben ki cehennemde bir allah gibi yalnızım
st-vincent de paul kilisesi benim otelin arkasına düşer
saat kulesi her gece uyur uykumdan uyandırıyor
her seferinde seni tekrar bordeaux’ya yolcu ediyorum

saadetin ıstırap çekmek olduğunu ben keşfettim
çarmıhta bir isa gibi ben ıstırap çektim
bir sulfat acılığı sinerse parmaklarına şiirlerimden
gözyaşları sinerse eğer küstahça kafiyeli
anla ki ölümle hayat arasında zaman gibi mesudum
kendimi öldürecek haldeyim seni öldürecek saadetimden
donna-maria! bir kahvede isyan halinde bulduğum
çekik gözleriyle ermenice küfürler yazıp çizen çocuk
sen! bordeaux’ya yorgun bir flamingo gibi yolladığım
geceleri benim için dua etmelisiniz

renault’daki grevciler toptan sokağa atıldılar
paris’in duvarlarını boydan boya afişler kapladı

seni hatırladıkça bir kadeh armagnac içerim
armagnac demek yirmi beş damla gözyaşı demekmiş
demek her akşam yirmi beş damla gözyaşı içerim
senin dağlardan ve sarhoşlardan korktuğunu bilirim
ben sarhoş olduğum zaman korkmuyorsun hiç korkmuyorsun
gözlüklerim kırılmasın diye sakladığını bilirim

kalbim bakır bir mangır gibi boynuma asılmış
ondan kurtulmak için sürgünlere gitmeye razıyım
nehir gemilerinde muçoluk etmeye ölmeye
seni terk etmeye razıyım parasız pulsuz çekip gitmeye
kur’andaki bütün belalara tevrattaki bütün belalara
ibranice öğrenmeye razıyım hapis yatmaya
kalbim yüzünden madem ki ellerimi parçaladım
kalemimi kırdım hayatımı çiğnedim ağladım
madem ki en büyük düşmanım kalbim benim kendimim
onu inkar ediyorum kalbimi inkar ediyorum
geceleri benim için dua etmelisiniz

(...)

Attila İlhan

Mısralarının sesini en çok sevdiğim şiirdir Kaptan. Eğer üniversite boyunca sakallarımı kesmediysem; biraz tembellik, çokca da bu şiir yüzündendir. Kaç kez sözlerimin arasında bu şiire atıfta bulunduğumu da bilenler bilir. Özellikle yabancı bir ülkede tek başınıza kaldığınız ve "yalnızlığın size dokunduğu" anlar olduysa, "Kaptan" gözünüzde daha da fazla anlam kazanacaktır. Küstah bir duble birayla karşılıklı oturup ağlamak için de birebirdir. Sadece okumakla kalmayınız, mümkünse zihninizden çıkmayacak şekilde kayda alınız derim.

Ve Reha Erdem Kosmos’u Yarattı…



Bir gaz ve toz bulutundan. Ve ben gördüğüm ilk seferde ona aşık oldum.

İşte ben tam da bunun için film izliyorum sanırım, o izlediğim şeyin yaratıcısının gözlerinin içine bakabildiğimi, filmle konuşabildiğimi (gülüşmeler), onu anladığımı, ve dahi onun da beni anladığını, ve böyle naif, romantik, komik şeyleri hissetmek için.

Bu topraklarda böyle bir filmin çekilmesi, diye başlamak istemiyorum cümleye; ama bu kadar güzel bir şeyin bu kadar yakınımda yaratılmış olması, elden ne gelir, beni inanılmaz mutlu ediyor.

Yazımın geri kalanında, doğrudan Kosmos’la konuşacağım, çünkü insanın aşık olduğu bir şey hakkında konuşması çok zorken, o şeyin kendisiyle konuşması çok güzel.

Seni sevdiğimi ilk, Kosmos (baş kahraman olan Kosmos’dan bahsediyorum burada, filmin kendisinden değil) kahvede konuştuğunda anladım. Konuşmanın orta yerinde, ses hiçbir şey olmamış gibi devam ederken konuşan ağzın yorulup durması, ama bizim duymamız için ağzın konuşmasına gerek olmaması anında, o acayip ses ve görüntü uyuşmazlığı sırasında ‘Seviyorum!’ dedim.

Sonra koşuşan kazların, kesilen öküzlerin ‘Hiçbir farkımız yok aslında!’ demek için araya girişinde, dalaşan köpeklerin görüntüleri, marş eden orduların ayak seslerine karışır, tuhaf elektrikli çınlamalarla görüntü bulanır, şehrin ışıkları neonlar gibi birbirine geçerken, dünyayı bu kadar birbirine katabilmene hayran kaldım.



Saat bazen tekleyip, bazen yürüdüğünde, kocaman bir beyazlığın ortasında bir adam çığlıklarla, ağlayarak koştururken bütün bunların zamanın ötesinde, mekanın dışında olduğunu fark ettim. Yine de Kars’ta olmayı, sırf senin doğduğun yeri görmek için bile olsa çok istedim.

(Bir şeyler daha diyeceğim ama spoiler olacak ona göre.)

Gökyüzünden ateşler içinde düşen işarete heyecanla bakmaya gitti Kosmos; ama onun Tanrı olmadığını gördü, öyleyse kendisi de onun peygamberi değildi; o, insan olmasına rağmen, insan olduğu için böyleydi ve tam da bu sebeple olağanüstüydü. Ama peygamberlere acıkan insanların Kosmos’u çiğneyip tükürmelerini seyrettim; insan tadı aldılar ve hoşlarına gitmedi bu.

Ve ‘Tanrı’nın yere düşmesinden sonra herkesin, Kosmos’un kendinin dahi Kosmos’a inancı kayboldu; oysa yerdekiler aynı insanlardı ve gök aynı göktü. Bir film olarak sen, alışmış seyircinin kafasında bu anda parçalarına ayrılmaya başladın. Ve bu andan sonra Kosmos’un büyüsü bozuldu ve şifalı eliyle dokunduğunu sandığımız insanlar öldüler; ama insanlar ölür zaten.



İnsanın, insan yaratığının farkını ve muhteşemliğini, bir yandan diğer tüm yaratıklarla aynı ve bir oluşunu, sıradanlığını, geçiciliğini, uçuculuğunu gördüm sende. ‘Çay değil, aşk istiyorum’ diyen küçük bir çocuğu, bir hırsızı, bir dervişi aynı bedende gösterdin, ben gerçekte farklı bedende gördüklerimin de aynı büyük bedende bir olduklarını hatırladım.

Sinema perdesinde, belki de hiç kuramayacağım kendi rüyamı izlemiş gibiyim. Reha Erdem’e diyecek olsam derdim ki, amiyane tabirle, seninle aynı havayı solumak bile güzel.

İşte benim Kosmos’um böyleydi.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Dünya Kupası Finalistleri #12 - Kamerun


Dünya Kupası'nın ev sahibi kıtasının Afrika olduğunu sık sık tekrarlıyoruz. Bu ev sahipliğini ciddi avantaja dönüştürebilecek ülkelerden birisi ise Kamerun. Apartheid'ın kaldırılmasının ardından Güney Afrika ile ilk milli maçı yapan takım olan Kamerun'un arkasında yalnızca Kamerunlular değil, ev sahibi Güney Afrikalılar da olacak. Peki bu ciddi desteğe karşın Kamerun'un turnuvadaki şansı nedir, birlikte görelim.

Beklentiler:

Ev sahibi kıtanın en önemli futbol geleneklerinden birine sahip olan Kamerun'un, bu turnuvaya gelirken düşüş sürecinde olduğunu görüyoruz. 2008'de oynadıkları Afrika Kupası finalinin ardından kayda değer bir başarı elde edemeyen Aslanlar'ın en büyük kozu ise yine Samuel Eto'o olacak. Elemelerde ve 2010 Dünya Kupası elemelerinde gösterdikleri istikrarsız performans sonrası bir Afrika geleneği olarak teknik direktör değişikliğine giden Kamerun'un Dünya Kupası'nda başında Paul Le Guen olacak. Paul Le Guen'in geldikten sonraki ilk icraatı kaptanlığa Samuel Eto'o'yu getirmek oldu ve yüksek egolu bir oyuncunun takıma kaptanlık etmesinin negatif etkilerini turnuvada görebilirler. Defans organizasyonunda ve hücuma çıkarken yşadıkları sıkıntılar, 2010 Afrika Kupası'na Mısır karşısında sessiz sedasız veda etmelerine neden olmuştu. Danimarka, Hollanda ve Japonya'nın bulunduğu grupta ne yapacakları ise tam bir soru işareti.

İyimser Senaryo:

Herkesin herkesten puan alabileceği bu karışık grupta ilk maçta Afrika havasında sudan çıkmış balığa dönecek olan Japonlar karşısında alacakları galibiyet sayesinde gruptan çıkabilirler. İkinci turda İtalya'yı elemeleri halinde ise 1990 Dünya Kupası'nda yakaladıkları çeyrek final başarısını tekrarlayabilirler.

Kötümser Senaryo:

Takımın Afrika Kupası'ndaki görüntüsü, organize olmuş Avrupa takımları karşısında zorlanabilecekleri izlenimini oluşturdu ki bu da Hollanda ve Danimarka'nın ardında kalıp turnuvaya ilk turdan veda edecekleri anlamına gelir.

Muhtemel Kadro:

Diziliş: 4-3-3

Kaleci: Kameni

Defans: Geremi-Nkoulou-Chedjou(R.Song)-Bedimo

Orta Saha: Makoun-Alex Song-Mbia

Forvet: Emana-Eto'o-Idrissou(Webo)

Kadrosunu tahmin etmenin zor olduğu bir takımlardan Kamerun, son Afrika Kupası'nda yalnızca her maça farklı 11'lerle çıkmakla kalmadı; defans, orta saha ve forvetteki oyuncuların dizilişleri de her maçta değişti. Dünya yıldızlarıyla orta yapmayı bilmeyen bek oyuncularının bir arada olduğu bu takımda bir arada hareket edecek bir kadronun nasıl oluşturulacağı merak konusu.

Yıldız Oyuncu: Samuel Eto'o (Internazionale FC)

Pek çoklarına göre futbolda Afrika'dan çıkan ilk süperyıldız olan Eto'o, bu turnuvada ismini Kamerun ve Afrika'nın Dünya Kupası efsanesi Roger Milla'nın yanına yazdırmak istiyor. Müthiş hızı ve etkili şutlarıyla öldürücü bir forvet olan Samuel Eto'o, iki kez Forlan'a takılıp altın ayakkabı alamasa da gol atma yeteneği herkesin gözü önünde. Bu turnuvaya takım kaptanı olarak gelecek olan Eto'o'nun artık üstünde daha fazla baskı var. Yalnızca futboluyla değil, Zaragoza maçında ırkçı tezahüratlara karşı aldığı tavırla da bir efsane haline geldi. Afrika futbolunda yarattığı devrim o kadar etkili oldu ki, 2010 aday posterlerinden birindeki yüz silüeti Eto'o'ya aitti.

Patlama Yapması Muhtemel İsim: Nicolas Nkoulou (AS Monaco)



Fransızların yeni Marcel Desailly yakıştırması yaptığı Nkoulou, gerektiğinde ön libero da oynayabilen bir stoper. Sakin oyun yapısı ve bir defans için üst düzey sayılabilecek tekniği onun büyük kulüplere gidebilecek önemli bir yetenek olduğunu gösteriyor, zaten Arsenal ve Sevilla şimdiden peşinde. Henüz 19 yaşında ilk Dünya Kupası tecrübesinde büyük bir sorumluluğu olacak ve bunu taşıyıp taşıyamayacağının cevabı Kamerun için belirleyici olacaktır. Desailly yakıştırmalarına karşın Nkoulou'nun idolü ise 98 Dünya Kupası'nda Desailly ile tandemde oynayan Laurent Blanc.

Bir Portre: Rigobert Song (Trabzonspor)




Turkcell Süper Lig'den Dünya Kupası'na katılacak az sayıdaki isimden biri olan Rigobert Song, Kamerun futbolunun en tanıdık simalarından birisi. 100'den fazla milli olan ve Afrika Kupası tarihinin en fazla forma giyen oyuncusu olan Song, bu Dünya Kupası'nda forma giydiği takdirde 4. defa bir Dünya Kupası'nda boy gösterecek. Katıldığı ilk Dünya Kupası'nın 1994 Amerika olduğunu hatırlatalım. Ülkemizde Galatasaray ve Trabzonspor formalarını giyen Song, iki kulüpte de kaptanlık yapan ilk oyuncu oldu. Sempatik kişiliği ve rastalı saçlarıyla Türkiye'deki pek çok futbolseverin sevgisini kazanan Song, son imajıyla (bkz. üstteki fotoğraf) Dünya Kupası'nda da manşetlerde yer alacak gibi görünüyor.

19 Nisan 2010 Pazartesi

şampiyonluk yolunda her yol mübah MIDIR ???


















Dün akşam Saraçoğlu'nda yaşananları tüm Türkiye gördü. Turkcell Süperlig'in 129.650.000€'luk Galatasaray'dan sonra en pahalı takımı olan 112.650.000€'luk Fenerbahçe dün akşam şampiyonluk için yapılabilecek bütün illegal işleri yaparak kendisinin yaklaşık 4'te 1'i eden 34.800.000€'luk Bursaspor'un şampiyonluğundan nasıl korktuğunu ve çekindiğini göstermiş oldu. Fenerbehçe kulübünün adına ve tarihine yakışmayan futbolcularla, bu kadar alenen satın alınan hakemlerle kazanacağı şampiyonluklara ihtiyacı varsa çok yazık. Dün akşam normal şartlarda bir maç oynansaydı ve en önemlisi biraz yürekli bir hakem yönetseydi maçı Fenerbahçe belki de maçı tamamlayamazdı görmesi gereken kırmızı kartlardan dolayı. En azından futbolcu kılığında olan ama futbol oynamakla yakından uzaktan ilgisi olmayan rakibi sürekli tahrik etmekle uğraşan Emre, Bilica, Mehmet Topuz üçlüsü kesin olarak oyun dışında kalmalıydı. Emre futbolu bırakıp sinema sektörüne yönelse kesinlikle daha başarılı olacaktır ki kendisi bunu dün akşam İbrahim Kaş ile girdiği pozisyon ve Ernst'in atılması sırasında çok açık bir şekilde gösterdi bizlere.




Bilica'nın penaltı atılmadan önce yaptıklarına hiçkimse bir anlam veremedi, büyük ihtimal o penaltıyı Volkan çıartamasaydı Bilica toptan önce koşup kale direklerinin yerlerini de değiştirirdi gol olmasın diye ama Volkan yetişti de Bilica'yı kurtardı. Guiza Toraman'ı tekme tokat çekerken sessiz kalan hakem bir pozisyon sonra İsmail rakibine dokunduğu anda hiç düşünmeden çıkarabildi sarı kartını. İsmail'in kartı doğruydu ama Guiza'ya nasıl çıkmadı o kart gerçekten çok ilginç. Topuz Bobo'nun ayağını kıracakken göremeyen, Bilica Toraman'ın saçlarını çekerken yine göremeyen, Lugano topu ceza alanı içinde eline alıp dışına kadar sürüklerken yine göremeyen, Emre'nin Toraman'ın dizine attığı açık tekmeyi ve daha nicelerini hiçbirini göremeyen hakem, Ernst'in eli Emre'nin yanağını sıyırdığında hiç tereddüt etmeden Emre sanki kafasına odunla vurulmuş gibi rol yaparken Ernst'i atmaktan hiç çekinmedi.







Maalesef bazılarının sahada emeğiyle mücadele edip bir mucize yaratma peşinde olduğu, bazılarının ise hakem odası basıp hakem alıp kupa kazanma çabası içinde olduğu bir lig seyrediyoruz. Umuyorum ki böyle şampiyonluları kendine yakıştıranlar, sezon sonunda kendi maliyetlerinin 4'te 1'i olan bir Anadolu kulübünün şampiyonluğunu alkışlamak zorunda kalacaklar...

18 Nisan 2010 Pazar

Fenerbahçe 1-0 Beşiktaş: Yolun Sonu


Üç haftadır golsüzlük nedeniyle geliyorum diyen son nokta bu hafta kondu ve Beşiktaş bu sezonun zirve yarışından koptu. Bobo'nun, Bilica tarafından eşelenen penaltı noktasından ağlara gönderemediği top, sezon başından beri çözemediğimiz gol ve pozisyon üretememe sorununu manidarca sembolize ederek hafızalarda kalacak. Hücum oyuncularının düşük performansı nedeniyle bütün sezon boyunca ayağına baktığımız Bobo'nun penaltı noktasındaki zorunlu yalnızlığı bütün maç boyu devam etmeseydi, ikinci yarıda orta saha üstünlüğünü ele geçiren Beşiktaş maçı kaçan penaltıya karşın kazanabilirdi.


Hakeme ve Fenerbahçeli futbolcuların(hepsini itham altında bırakmayalım, kastettiğim isimler Emre, Bilica, Lugano ve bu maç özelinde Mehmet Topuz) ahlak sınırlarının dışında gezinen tavırlarına karşın öncelikle iğneyi kendimize batırmak gerekiyor. Maça başlayan 11'e baktığımızda, Mustafa Denizli'nin bizim nasıl pozisyon üreteceğimizi düşünmekten ziyade rakibi nasıl durduracağını düşündüğünü gördük. Sol açıkta İsmail Köybaşı, Gökhan Gönül'ün çıkışlarında geri gelmekle, İbrahim Toraman da orta sahada Alex'i durdurmakla görevliydi; ancak Alex'in henüz kaleyi gördüğü ilk fırsatta topu ağlarla buluşturması hesapları boşa çıkardı. Bu özel görevler ve Tello'nun formsuzluğu yüzünden sınırlı oyun kurma kapasitesi iyice düşen Beşiktaş, ikinci yarı başlayana kadar geçen sürede oyun anlayışını değiştirmeyerek ilk yarıyı heba etti.


İkinci yarıda yapılan Uğur İnceman - İbrahim Kaş değişikliği ile Beşiktaş orta sahayı güçlendirdi ve zaten oynamaya pek de niyeti olmayan Fenerbahçe orta sahasına üstünlüğünü kabul ettirdi. Kalan dakikalar Fenerbahçe yarı sahasında geçti; ancak pozisyon fakiri Beşiktaş duran toplar dışında herhangi bir üretkenlikte bulunamadı. Beşiktaşlıların paslaşarak kendi sahasından hızla çıkıp Uğur İnceman'ı topla buluşturduğu, Bilica'nın kalçasının da Uğur İnceman'la buluştuğu penaltı pozisyonu maçın kırılma anını oluşturdu. Bu pozisyonda yaptığı hareket nedeniyle sarı kart gören Bilica, bir anda penaltı noktasını eşelemeye başladı. Herkesin gözü önünde bu hareketi yapan Bilica'ya ikinci sarı kartı göstermeye hakemin yüreği yetmedi. Hakem penaltıyı görür görmez bu ayrı bir konu, burada Lugano'nun elle oynadığı pozisyonu Bilica'nın kartıyla birleştirip, o öyle bu böyle olacaktı maçı da Beşiktaş 5-1 kazanırdı gibi mantık dışı yorumlarla kendimi tatmin edecek değilim. Açıkçası böyle pozisyonları, futbolu televizyon sporu haline getirmeye çalışanların gereksiz yere büyüttüğüne inanıyorum; ama Bilica'nın yaptığı bu hareket hakem kararlarından ziyade sporcu ahlakının, hem de bizzat Fenerbahçeliler tarafından tartışılmasını gerektiren bir pozisyon.


Burada maçın kahramanı Alex'e ayrı bir paragraf açalım. Fenerbahçe'nin son yıllarda derbilerde kurduğu ciddi üstünlüğün arkasında şüphesiz Alex'in imzası var. Tansiyonu yüksek maçlarda sorumluluk almaktan çekinmeyen yapısıyla sembol oyuncu sıfatını sonuna kadar hak ediyor. Maçın bütün tartışmalarının ardından kayıtlara geçecek olan da Alex'in golüyle Fenerbahçe'nin maçı 1-0 kazandığıdır. 5 yıl önce Beşiktaş'ın Fenerbahçe'ye ciddi üstünlük kurduğu dönemde biz Sergen'e, Tümer'e nasıl güveniyorsak, bugün Fenerbahçeliler'de Alex'e aynı şekilde güveniyorlar. Bobo bugün baskıyı kaldırmayarak penaltıyı kaçırdı, topun başına geçen isim Alex, Sergen, Tümer vb. olsaydı skor tabelası değişirdi. Maçın futbola dair olan hikayesi budur. Derbilerde üsütnlük kurmak için baskıyı kaldırabilen, hatta özelikle bu maçları bekleyen sembol oyunculara ihtiyacınız vardır, bugün sahada bu tanıma uyan tek bir oyuncu vardı ve maçın kaderini belirledi.

Maçı kazanan Fenerbahçe'ydi; ancak kazanan Fenerbahçeliler miydi o konuda pek emin değilim. Burada kasttetiğim Fenerbahçeliler, skorseverlerden ziyade takımının bir kimlik sahibi olmasını bekleyen gerçek taraftarlar. Açıkçası ben bir futbolsever ve de Beşiktaşlı olarak, bir derbi maçını 1-0 kaybetmeyi, Emre ve Bilica gibi futbola, rakibe ve kendine de saygı duymayan emek hırsızlarının takımımın formasını taşımasına tercih ederim. Rakibe ve oyuna saygı duyan, formasını terinin son damlasına kadar ıslatan Beşiktaşlı oyuncuların hepsine teşekkür ediyorum.


Özellikle de İbrahim Toraman'a. Maç içinde Emre'nin tekme attığı, Bilica'nın saçını çektiği, Güiza'nın formasına yapışıp tekme salladığı (ve ne hikmetse hakem bu hareketlerin hiç birini görmedi!)İbrahim Toraman, kolunda kaptanlık bandıyla kırmızı kart görerek oyundan çıkarken benim ve de pek çok Beşiktaşlının gözünde Carragher, Puyol gibi bir bandieraya dönüştü. Fenerbahçeliler de, takımlarının formasını ıslatan bazı ahlaksız adamların arasında bu delikanlıyı gördükçe hasetlerinden çatlayıp çareyi Toraman'ın annesine sövmekte buldular. Bir takımı büyük kılan, kazandığı kupalardan ziyade bünyesinde barındırdığı efsaneleridir. Bugün bir kupa kazanma şansını kaybettik belki; ama kendine yapılan haksızlıklara karşı sahada dimdik duran 20 numaralı yeni bir sembol kazandık. Fenerbahçe kulübünü yönetenler, bu gerçeği görmezden gelip, kazanmak için her yolu mübah gören bu anlayışı devam ettirir ve bu oyunculara prim tanırlarsa, kazanacakları kupalara karşın küçülmekten kurtulamazlar.

Hep Oyunlar, Senaryolar, Sustuysak Bir Yere Kadar...


Bu kadar düştünüz di mi?

17 Nisan 2010 Cumartesi

Manisaspor 1 - 2 Galatasaray: Luc...



Mehmet Topal'ın şık kafa vuruşuna kadar işler yolunda gitti. Uzun zamandır bu kadar rahat pas yapan, pres yapan, top kapan bir takım olmamıştık. Kasımpaşa maçındakine benzer, tatmin edici ve umut verici bir oyun oynandı sahada. Bundaki en büyük etkenlerden biri Valencia dedikodularıyla iyice gaza gelmiş bir Mehmet Topal'dı. Caner de sol bekteki en iyi performanslarından birini gösterdi defansif anlamda.

Maçın adamı derseniz, şüphesiz Luc derim. Sen nerelerdeymişsin Neill? Benim aklım nerelerdeymiş senin transferine burun kıvırırken? Adamı izlemek kadar büyük bir keyif yok. Yere düşüyor, saniyenin onda biri sürede tekrar ayağa kalkıp depar atıyor. Karşısındaki adamı terse yatırıp çalımlıyor. Her şeyi yapıyor aslan parçası. Hakan Balta da iki haftadır yanına çok yakıştı kendisinin. Neill'ın istikrarından şüphe etmiyorum, keşke Hakan da bu seviyede devam etse.

Neeskens kenarda Sabri'ye köpürürken ne kadar haklı olduğunu da gördük. İkinci yarıda Momha'nın oyuna girişi, Sabri'yi durmadan darmadağın edişi, Sabri'nin geri "dönmeyişleri" Topal'ın kafa golünden sonra kabus dakikalarına geri dönmemize sebep oldu. Ama çok anormal karşılamıyorum da bunu, çünkü takım her şeyiyle bir karmaşa içerisinde, böyle bir panik çok beklenmedik olmazdı sanırım kötü bir deplasman serisi içerisindeyken.

Açıkçası Trabzon maçında da olduğu gibi biraz şans yoksunu olduğumuza da inanıyorum. Öyle goller kaçırdık ki, "Ulan biraz şans be!" diye bağırmaktan alamıyorum kendimi. Hakikaten, biraz da bizim balımız tutsa ne olur sanki?


Keita için tek bir şey söyleyeyim; büyücü falan bu adam. Attığı golden yaptığı hareketlere kadar yine mest etti.

Takım hakkında geçen hafta çok geniş bir yazı yazmak gerekirdi, vakit bulamadık. Kısaca özetleyeyim, vakit bulduğumda iyi bir yazı gelecek.

Öncelikle Kewell'ın gideceği artık kesin gibi. Deplasmanlara bile tam kadro giden takımda Kewell İstanbul'da kalıyor. Arda'nın derbi haftasından beri iyice yoğunlaşan bir Liverpool dedikodusu var ki geçen haftadan sonra Arda da durmaz diye düşünüyorum. Bu durumda Gio'nun alınması çok iyi olur gibi görünüyor. Tottenham bırakırsa (ki bence bırakılacak oyuncu değil) kesin alınmalı. Acayip keyif alıyorum Gio'yu izlemekten. Sağdan içeri dönüp solla şut çeksin diye hop oturup hop kalkıyorum :)

Jô'nun gideceği artık kesin gibi. Buradan geçen haftaki protestolara kısaca değinecek olursak; Jô'ya yapılan protestonun bu derece sert oluşunun tek sebebi Jô'nun gelecek sene takımda kalmayacağının hemen hemen kesin bir şekilde bilinmesi. Ha yok, böyle bir adamın takımda geleceğinin olduğunu düşüne düşüne bu derece incitici bir protesto yapıyorsanız, ben bunu çok anlamsız buluyorum. Biraz dozu kaçtı bana kalırsa.

Arda için küçük bir kesmin yaptığı protestolara gelelim... Arda'yı en ateşli eleştirenlerden biriyim ben de kendimce. Hal ve tavırları, arkadaşları, açıklamaları, özel hayatıyla nasıl gündeme geldiği hep rahatsız etmiştir beni. Ama gelin görün ki Arda'ya kalkıp da "sinema kapattın ulan" diye bağıranların aklına şaşıyorum.

'Gençtir, yapacak tabii ki' dersiniz, 'Gereksiz şov yapıyor, çıksın top oynasın' dersiniz, ne derseniz deyin; ama siz Arda'nın yüzüne bunu çarparsanız bu 'delikanlı' arkadaşımız "Aaa pardon, ben iyi oynayayım o zaman" demez. Bugünkü gibi afra tafra yapar, kriz yaratır. Kriz bu takımın ihtiyacı olan son şey şu anda.

Takımın genel değerlendirmesiyle bitirelim. Bu takım için 2.lik mucize olur görüşündeydim geçen hafta. Zira oynanan oyun 4 gole rağmen çok keyifli değildi. O 4 gol, devşirme bir stopere ve sakat bir kaleciye atıldı, unutmamak lazım. Ama bu hafta iyi bir oyun oynadık, takımda bir kenetlenme göze çarpıyor. Kalan haftalarda -Bursa maçını almamız halinde- puan kaybı yaşanmayacağını düşünüyorum. Böyle bir durumda 2.lik mucize olmaktan çıkar "belki" olur. Şampiyonluk zaten Sivas'ta kaldı. Tabii yarınki derbi bir hafta ilerisini görmeyi bile çok zor hale getiriyor, orası da ayrı konu.


Yazıyı da kral Milan'a selam çakıp, Frank - Johan ikilisinin ellerinden öperek bitiriyorum her zamanki gibi :)

Dünya Kupası Finalistleri #11 - Nijerya


Dünya Kupası finalistlerinin değerlendirmelerinde ev sahibi kıta olan Afrika'nın temsilcilerine öncelik verdik. Şimdi sırada kıtanın geleneksel süper güçlerinden Nijerya var. Yıldızlarla dolu eski kadrolarına nazaran daha mütevazı bir kadroyla 2010'a geliyor Nijerya; ancak genç yıldızlarının bireysel performanslarını merak edenler için ilgi çekici bir takım olabilirler.

Beklentiler:

Kıtanın Kamerun ile birlikte en köklü futbol geleneklerinden birine sahip olan Nijerya'nın taraftarlarının Afrika'da düzenlenen ilk Dünya Kupası'nda takımlarından beklentileri yüksek. Kağıt üstünde pek çok yetenekli isme sahip bir takım gibi görünüyorlar; ancak özellikle orta sahada oyunu yönlendirecek bir oyuncunun bulunmaması hücumda üretken olmalarını engelliyor. Afrika Uluslar Kupası'nda bu takımı izleyip, sahada sanki ilk kez birlikte oynuyormuşçasına takım oyununda sıkıntı yaşayan Nijerya'yı görenler hayal kırıklığına uğramışlardır. Sahada yaşanan sorunların sorumlusu olarak gösterilen teknik direktör Shaibu Amodu'ya kapıyı gösteren Nijerya federasyonu, Dünya Kupası için Lars Lagerbäck ile anlaştı. Lagerbäck'in bu kısa sürede takıma ne kadar şey katabileceği de merak konusu. Nijeryalıların umutlu olmalarının yegane sebebi ise düştükleri kolay grup. Arjantin'i bir kenara koyduğumuzda, Nijeryalıların gruptan çıkmak için kadro kaliteleri kendilerinden daha yüksek olmayan Güney Kore ve Yunanistan'ı saf dışı bırakması gerekecek. Yine de sahada gösterdikleri disiplinsiz futbol anlayışı devam ederse, ortak noktaları disiplin olan bu iki takımı devre dışı bırakmaları da mümkün olmaz.

İyimser Senaryo:

Forvetlerinden birinin (Yakubu, Martins, Obasi, Obinna, Odemwingie) istisnai bir performans göstererek golleri sıralaması halinde G.Kore ve Yunanistan'ı geride bırakıp gruptan çıkmayı başarabilirler.

Kötümser Senaryo:

Sahada üretkenlikten uzak futbolun devam etmesi halinde bu nispeten kolay grubun dibine demir atmaları da yüksek bir ihtimal.

Muhtemel Kadro:

Diziliş: 4-3-3

Kaleci: Enyeama

Defans: Odiah-Shittu-Yobo-Echiejile(Taiwo)

Orta Saha: Yussuf-Mikel-Etuhu

Forvet:Obasi-Yakubu(Martins)-Odemwingie

Yakın dönemde oynanan Afrika Kupası'nda izlememize karşın Nijerya'nın ilk 11'ini tahmin etmek neredeyse imkansız. Hem Lagerbäck'in göreve yeni gelmesi, hem de Nijerya kadrosunun birbirine yakın düzeyde pek çok oyuncu barındırması bilinmezliği artırıyor. Yukarıda yazılan isimlerin yanında Apam, Martins, Obinna gibi tanınan isimler de forma şansı bekleyecek.

Yıldız Oyuncu: John Obi Mikel (Chelsea)


2005 yılında düzenlenen 2005 20 yaş altı Dünya Kupası'nda Messi'nin ardından en iyi ikinci oyuncu seçilen John Obi Mikel'in Norveç kulübü Lyn'den Chelsea'ye transferi, Man. United ve Chelsea arasında Mehmet Topuz transferi benzeri bir kriz yaratmıştı. Chelsea'ye gelmeden önce ofansif yetenekleri ile dikkat çeken Mikel, Chelsea'nin disiplinli sistemi içinde bir görev oyuncusuna dönüştü. Orta sahada yaratıcılık sıkıntısı çeken Nijerya'nın ona ofansif olarak daha fazla ihtiyacı var; ancak şu ana kadar milli takımda beklentileri karşılayabilmiş değil. Londra'daki takımdaşı Essien'in aksine, milli takımda yeterince istekli gözükmediği için de eleştirilerin hedefi olmuş durumda. Bu turnuvada göstereceği iyi bir performans ile bütün bu eleştirilerin üstesinden gelebilir.

Patlama Yapması Muhtemel Oyuncu: Elderson Echiejile(Rennes)


Echiejile de pek çok Nijeryalı oyuncu gibi 20 yaş altı turnuvasında parlayan isimlerden; ancak o finale kalan 2005 jenerasyonun değil, 2007 yılında çeyrek final oynayan ekibin bir üyesi. Fransız yetenek avcıları da pek çok Afrikalı gibi Echiejile'yi de Ligue 1'a getirdiler. Rennes'de forma giymeye başlamak için bir yıl beklemesi gerekti; ancak 2008 yılında sol bekine geçtiği Rennes'de kısa sürede değişilmez oyunculardan biri haline geldi. Milli takmda sol bek oynamak için Taye Taiwo ile çekişen Echiejile, Amodu döneminde formayı Taiwo'nun elinden kapmıştı. Dünya Kupası'nda da formunu sürdürürse, 22 yaşındaki oyuncu bir anda fiyatını katlayacaktır.

Bir Portre: Chinedu Obasi (Hoffenheim)


2005 gençler turnuvasında Mikel'in ardından en iyi üçüncü oyuncu seçilen Obasi'nin profesyonel kariyeri de Mikel ile aynı klüpte, Lyn'de başladı. Sonrasında Hoffenheim'a geçen Obasi'nin Afrika Uluslar Kupası'nda gösterdiği performans, Nijeryalılara umut veren ender sayıdaki olaylardan birisiydi. Henüz 23 yaşında olan 1.88'lik forvet, gücü ve sert şutlarıyla tanınıyor. Driblingleriyle de defansı yıpratmayı başaran bu oyuncu, özellikle 4-3-3 sisteminin ideal hücumcu kanat oyuncularından birisi olabilir. Eğer Nijerya iyi bir turnuva geçirirse, Obasi'nin turnuvanın en çok dikkat çeken isimlerinden biri olacağını düşünüyorum.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Bal - Yusuf Hayatı Öğrenirken




"Bir vakit Yusuf, babasına 'Babacığım!' Dedi; 'ben rüyamda onbir yıldızla, güneşi ve kamer'i(ay) gördüm; gördüm ki onlar bana secde ediyorlar."


Yusuf Suresi - Kuran





Karanlık bir mahzen. Mahzenin kapısı aydınlık bir odaya açılıyor. Odanın içinde bir masa ve bir sandalye görmekteyiz. Sandalyede Yusuf ve babası Yakup oturmakta. Yusuf, kucağında oturduğu babasına gördüğü bir rüyayı anlatmaya koyuluyor. Babası, Yusuf'un rüyasını fısıldayarak anlatmasını istiyor ve ekliyor: "Rüyalarını kimseye anlatma". Bu sahneyi karanlık mahzenin içinden izleyen biz seyirciler, kapının sınırladığı aydınlık alanda kucaklaşan baba-oğulu gördüğümüzde, Meryem Ana'nın Hz. İsa'yı kucakladığı rönesans dönemi tablolarını anımsıyoruz ister istemez. Resimlerin yasaklandığı İslam kültüründe yaklaşık 1400 yıl aradan sonra, ışık ve gölgenin ustaca kullanıldığı bir başka sanat dalı olan sinemada Hz. Yusuf ile Hz. Yakup'un hikayesi yeniden hayat buluyor bu sahnede.


"Oku" repliğiyle (veya ayetiyle) başlayan filmin devamında Yusuf suresine yapılan bu atıfla birlikte baba-oğul arasındaki sevginin, çocuğun rüyayla gerçeğin iç içe geçtiği hayatında ne kadar değerli olduğunu görüyoruz. Soyut düşünme yeteneğini henüz kazanmamış olan Yusuf'un, Miraç kandilinde anlatılan miraç (göğe yükselme) hikayesini, ayın sudaki aksini yakalamaya çalışarak somutlaştırması da bu iç içe geçmişliğin güzel örneklerinden birini oluşturuyor. Babasının rüyasını kardeşlerine anlatmamasını tembihlemesinin ardından, rüyaları yorumlayarak geleceği görebildiğini keşfeden Hz. Yusuf'un yolundan giden küçük Yusuf da, annesinin herkesin mutlu olduğu çiçeklerle dolu rüyasını dinlerken babasının başına gelecekleri hissetmiş olacak ki, rüyanın sonunun gelmesini beklemeden evden kaçıyor.


Henüz soyut ve somut kavramları ayırt edemese de, film boyunca Yusuf'un ilk defa tecrübe ettiği ve böylece öğrendiği pek çok duygu var. Bunların içinde yönetmenin ön plana aldığı duygu, okul ile birlikte toplumsal hayata adım atan Yusuf'un çektiği yalnızlık. Öğrencilerin okumayı öğrendiklerini belgeleyen kırmızı kurdeleyi bir türlü alamayan, bu nedenle sınıf arkadaşlarının alaylarına maruz kalan Yusuf, kabuğuna çekilmeyi tercih ediyor. Evinde olduğu zaman okumakta sıkıntı çekmeyen Yusuf için bu kurdele her geçen gün üzerine binen bir yük haline geliyor. Yusuf kurdele dolu kavanoza baktıkça kekeliyor, kekeledikçe utanıyor ve sınıf arkadaşlarıyla ilişkisi kesiliyor. Film böylelikle, eğitim sistemini ödül-ceza mantığına dayandırmanın çocukların psikolojisi üzerinde bıraktığı negatif etkilere bir örnek gösteriyor.

Filmde öne çıkan bir başka konu da çocuğun kalemtraş, yüzük, oyuncak gemi gibi objelerle kurduğu ilişkiler üzerinden sahiplenmeyi, kıskançlığı ve suçluluk duygusunu öğrenmesi. Babasının tahtadan oyduğu oyuncak gemiyi bir başka çocuğa armağan ettiğini zanneden Yusuf'un, çocuğun ödevini çalarken yaşadığı kıskançlığı dışavurması; çocuğun hastalanması üzerine de, babasının yaptığı gemiyi ona kendi elleriyle armağan etmesini görürken, aslında Yusuf'un hayatında hiç unutamayacağı anlara şahitlik ediyoruz. Bu duyguların ilk yaşandığı anların belleklerden çıkmadığını hesaba katarak, pek çok izleyicinin hatrına okulda yaşadığı benzer olaylar gelmiştir diye düşünüyorum. Objelerin ön plana çıkışında, yönetmenin ekranın odağında bu sahneleri uzun süre tutmasının da önemli etkisi var.


Bir kişinin çocukluk, ergenlik ve orta yaş dönemlerini anlatan büyüme hikayesini klasik bir üslupla aynı yer ve farklı zamanlar üzerinden anlatmak yerine Semih Kaplanoğlu, ezberbozan bir anlayışla üçlemeyi aynı zaman diliminde üç ayrı mekanda geçen bir hikaye olarak kurgulamış. Gerçeklik algımızı biraz zorlayan bu yapıyı tercih ettiğine göre yönetmen, makyaj ve dekorla anlatılan bir hikayenin, eşzamanlı anlatılan bir büyüme hikayesine göre daha yapay kalacağına inanıyor. Ayrıca yönetmenin bu projeye başlarken Anadolu'nun farklı taşra bölgelerini göstermeyi amaçladığını da biliyoruz. Geniş planda Karadeniz'in doğasının büyüleyciliğini sergilediği görüntülerde de, objelere yaptığı yakın çekimlerdeki kadar usta olduğunu görünce, üç hikayede farklı mekanları göstermesinden seyirci olarak ayrıca memnun olduğumu ekleyeyim.

Üçlemenin finalini çocukluk dönemiyle yapan Bal filmi, yaşamımız boyunca kendimize sorduğumuz soruların pek çoğunun cevaplarını çocukluğumuza dönerek bulacağımız mesajıyla sonlanıyor. İkinci filmde evin yegane geçim kaynağı haline gelen Süt'ün, çocuğun annesiyle kurduğu ilişkide ne kadar belirleyici olduğunu, ilk filmde sara krizine giren Yusuf'un esasında erken yaşta yitrdiği babasını hatırladığını üçlemenin son filmde öğreniyoruz. Babasını kaybettiğini öğrendiği andan sonra ormanın karanlığında göreceği rüyalara sığınmaya çalışan çocuğun, üçleme boyunca (yani hayatı boyunca) babasının eksikliğini gideremeyeceğini, dolayısıyla o karanlıktan kurtulamayacağını bilmenin hüznü ise seyirciye bu filmden arta kalan duygu oluyor.

13 Nisan 2010 Salı

Dünya Kupası Finalistleri #10 - Portekiz


Dünya Kupası değerlendirmelerimizde sırayı İber yarımadasından Atlas Okyanusu'na açılan kaşiflerin ülkesi Portekiz var. Figo'lu, Rui Costa'lı, Vitor Baia'lı altın jenerasyonun kupasız veda etmesinin ardından C.Ronaldo önderliğindeki yeni jenerasyonla beklentileri biraz düşürmüş durumda. Şimdi Portekiz'in Dünya Kupası'ndaki şansını değerlendirelim.

Beklentiler:

Scolari döneminde hedef turnuva olan Euro 2004'ün finalde kaybedilmesi bütün ülkeyi yasa boğmuştu, zaten pek çok futbolsever bu turnuvayı Eusebio'nun kupayı Yunanistan'a verdikten sonra döktüğü gözyaşlarıyla hatırlar. 90'ların genç turnuvalarında fırtına gibi esen altın jenerasyona C.Ronaldo, Deco gibi takviyelerin de yapılmasına karşın alınamayan bu kupanın ardından iki turnuva daha geçti ve bu turnuvlarda da başarılı başlangıçların sonrasında Fransa ve Almanya gibi güçlü takımlara karşı elendiler. Bütün bu turnuvalarda Portekiz'in temel sorunu takımı taşıyacak bir seviyede bir santraforun bulunamayışıydı. 2010 Dünya Kupası'na gidilirken ise Portekiz'de ciddi bir kadro değişimi gözlemekteyiz. Takımın ilk 11'indeki 8 isim dört yıl öncesinin kadrosunda bulunmuyordu. Bunca değişikliğe rağmen takımın hala üst seviye bir santrafor bulamadığını görüyoruz. Bütün bu değişiklikler, Deco ve Quaresma gibi yıldızların formsuzluğu, Ronaldo'nun değişik pozisyonlarda oynadığı için istenen verimi vermemesi gibi sorunlar Portekiz'in kupaya ancak play-off'lara kalarak gelebilmesine neden oldu. Alex Ferguson'un müthiş yardımcısı Querioz'un teknik direktörlük kariyerinin beklendiği gibi olmaması ve bulundukları zorlu grup da beklentilerin düşmesinin bir başka nedeni.

İyimser Senaryo:

Portekiz turnuvadaki kilit maçı Brezilya karşılaşması olacak. Bu maçı kazanmayı başarabilirlerse önleri yarı finalde İngiltere'nin karşısına çıkana kadar açık olacaktır. Bu yola girdikleri takdirde sürekli penaltılarla eledikleri İngiltere ile yeniden karşılaşmaları ve klasikleşen Hollanda maçlarına bir yenisini daha eklemeleri oldukça heyecanlı olacaktır.

Kötümser Senaryo:

Brezilya ve Filidşi Sahilleri gibi iki güçlü takımın olduğu bu grupta sorunlu görüntünün devam etmesi ilk gruptan elenmeye sebebiyet verebilir.

Muhtemel Kadro:

Diziliş 4-2-3-1

Kaleci: Eduardo

Defans: Bosingwa-Alves-Carvalho-Duda

Orta Saha: Pepe-Meireles

Hücum Arkası: C.Ronaldo-Deco-Simao

Forvet: Hugo Almeida (Liedson)

Forvet sorununa çözüm getirebilmek adına Liedson'u portekiz vatandaşlığına geçiren Portekiz'de Quaresma'nın kadroya çağırılıp çağırılmayacağı merak konusu. Takımın 11'deki önemli sorunlarından biri de kaptanlık sorunu olacak. Takımın doğal lideri Ronaldo'nun yüksek egosyu nedeniyle kaptanlık için gereken vasıflardan uzak olması, kaptanlık için en uygun isim olan Porto'nun kaptanı Bruno Alves'in kaptanlık yapacak kadar milli takıma seçilmemiş olması turnuva öncesi kriz yaratabilir.

Yıldız Oyuncu: Cristiano Ronaldo (Real Madrid)


Son günlerde Messi'nin inanılmaz formu nedeniyle hasetinden çatlayan bir isim varsa o da Cristiano Ronaldo'dur. Çok değil, geçtiğimiz sezonun Şampiyonlar Ligi Finali'ne kadar dünyanın en iyi futbolcusu ünvanını taşıyan Ronaldo için bu sezon Barcelona nedeniyle bir kabusa dönüştü; ancak işleri tersine çevirmek için Dünya Kupası'ndan daha iyi bir platform bulamazdı. Hem fiziksel hem de mental güce sahip olan Ronaldo'nun müthiş tekniği ve karar verme becerisi onu rakiplerin korkulu rüyası haline getirdi. Portekiz'de onun adına, futbol topuyla doğaüstü yaratıkları yok ettiği bir futbol oyunu geliştirildi. Sahada yaptıklarını görünce, insana pek de hayal gibi görünmüyor.

Patlama Yapması Muhtemel İsim: Bruno Alves (Porto)


Kaybetmeyi sevmeyen yapısı, motivasyonu ve dizginlenemez hırsıyla Bruno Alves'i Portekiz'in Puyol'u olarak görenler çoğunlukta. Hava hakimiyeti ve tek hamlede geçilmesi zor bir oyuncu olması onu aranan bir defans oyuncusu haline getirdi. Bütün bu özelliklerinin yanında, özellikle duran toplarda etkili bir gol silahı olması onu daha da değerli kılıyor. 2010 Dünya Kupası'nda göstereceği iyi peformans onun Real Madrid'e, Madrid'in Vidic'i alabilmesi halinde Manchester United'a, veya Mourinho'nun seneye başında olacağı takıma transferini mümkün kılar.

Bir Portre: Simao Sabrosa (Atletico Madrid)


Müthiş top süren ve topa çok hakim bir oyuncu olan Simao'da bir kanatta arayacağınız bütün özellikler mevcut. Frikik ve penaltı uzmanı olması da bir diğer artısı. 19 yaşında geldiği Barcelona'da iki yıl boyunca kupa kazanamadı; ama Barça'lılar onu, Figo'nun Real Madrid formasıyla Nou Camp'a çıktığı ilk maçta Barça'nın galibiyet golünü atan adam olarak hatırlıyor. İyi geçmeyen bu iki yılın ardından Benfica'da yeniden doğan Simao, Atletico Madrid'de kariyerini sürdürüyor. Şubat sonunda Galatasaray maçı için ülkemize gelen Simao'nun ısınma sırasında yeteneklerinin bir kısmını sergilemek adına, De Gea kaledeyken 90'a taktığı şut da hala aklımdan çıkmadı.

11 Nisan 2010 Pazar

Beşiktaş 0-0 Trabzonspor: Tek Eksiğimiz Gol


Başlığa bakıp da Beşiktaş'ın oyununu öveceğimi düşünenler varsa yanılıyorlar; çünkü bu başlığı atmamın esas nedeni cümlenin mantığını eleştirmek. Gol atarak kazanılan bir oyunda, oyunun hedefine(ing. goal= hedef) ulaşacak organizasyona sahip değilseniz, temel bir yanlışlık içindesiniz demektir. Beşiktaş'ın bu sezon ligde 8. defa gol atamadan tamamladığı bir maç izledik. 9 maçı da yalnızca bir gol atarak tamamladığını hesaba katarsak, takımın gol atamama sorununun bütün sezona yayıldığını görürüz. Orta Saha oyuncularının hücuma hemen hiç katkı vermediği, gerçek bir sağ bek ve sağ kanat oyuncusu olmadığı için sağ kanadın felç olduğu bu takımın hemen hemen bütün atakları 36'lık İbrahim Üzülmez tarafından gerçekleştiriliyorsa, şampiyonluk yarışında geride kalmaktan daha doğal bir şey olamaz. İsimini anmışken kaptanın hakkını da verelim, takımın kalan isimleri bu maçı onun kadar isteseydi Beşiktaş dün akşam üç puanı alan taraf olurdu.


Organizasyonsuzluğun hüküm sürdüğü bir takımda Tello'nun yokluğu, Ernst'in sakatlıktan yeni çıkması gibi faktörler takımın 8 günde 4 puanı bırakmasına neden oldu. Yetenek seviyesi oldukça düşük olan bu takımda, bir hücum gerçekleştirmek için topu soldan sağa çeviren; ama bir türlü kanatlarda sıfıra inemeyen Beşiktaş'ı izlemek taraftarları da oldukça yoruyor. Dün akşam Trabzoun'un defansif orta saha kullanmayıp defans hattını ileriye çekmeyi tercih eden taktik dizilişi sayesinde orta sahaya 55. dakikaya kadar hakim olduk; ancak Teofilo - Ceyhun değişikliğinin ardından, Umut'un santrafora geçmesi ve Trabzon'un sağlam bir 4-3-3 dizilişine dönmesi sayesinde orta sahada alan bulamadık, böylelikle oyunu Trabzon'a teslim ettik. Bunda Ernst'in tam hazır olmamasının da önemli bir rol oynadığını söylemeliyiz. Tarafsız izleyenlere karşılıklı pozisyonlarla keyif veren bir maç izletti iki takım; ama sezonun 29. haftasında bir Beşiktaş taraftarı olarak bunu övecek durumda değilim. Açıkçası berbat bir oyunla 1-0 kazanmayı tercih ederdim. Taraftarın genel psikolojisi de benimle benzer olduğu için, iki gün sonrasında 90 dakikanın unutulacağından ve son dakikadaki penaltı pozisyonunun gündemde kalacağından da eminim.


Mustafa Denizli'nin bu pozuna bakarak onun da gelecek haftalar için endişe duyduğunu kestirmek zor değil. Ankaragücü maçı sonrası umutları 32. haftaya kadar erteleyen hoca için artık hesapları erteleyecek hafta da kalmadı maalesef. Sezon başı takımı kurarken, yaratcı bir orta saha bulamamanın yarattığı sıkıntıyı, bütün sezn boyunca çözemedi Beşiktaş. Bu durumda pozisyon üretmesi için ayağına bakılan pek çok isim ise, sezonu ya sakatlıklarla boğuşarak ya da istikrarsız bir form grafiğiyle geçirdi. Önümüzdeki sezon bu sıkıntıları aşmak adına nasıl çözümler üreteceğini ise, sezonun geri kalanından daha fazla merak etmeye başaldık. Yine de sezon bitmeden umut bitmez, Fenerbahçe derbisi bu açıdan hala büyük önem taşıyor.

9 Nisan 2010 Cuma

İki Dil Bir Bavul - Anlamıyorsunuz, değil mi?


Şanlıurfa'da Demirciler İlköğretim Okulu'na atanan Emre Öğretmen'in, yanında getirebildiklerinin hepsinin içinde olduğu bavulunu odağına yerleştiren bir çekimle başlıyor İki Dil Bir Bavul. Uzun bir yolun sonunda ulaştığı köyde yaşayacağı şok sırasında tutunabileceği her şey o bavulun içinde; ancak yeni atandığı köyde yaşayacağı yabancılığı nesnelerin unutturması mümkün gözükmüyor. Okul açılmadan önce, şaşkın gözlerle tanımaya çalıştığı mekanda, uçsuz bucaksız bir alanda okulundan ve taştan başka bir şey göremiyor Emre Öğretmen, ümitsizlikle telefonuna sarılıp annesine dert yanıyor: "Bu kadar kötü bir yer hayal etmemiştim, hiç bir şey yok. Su bile yok."

Köydekilerin devletle olan ilişkileri, okula öğrenci olmakla, insanların devlet algısı da okulda geçirdikleri kimi için beş yıl, pamuk tarlasında çalışmak veya kardeşine bakmak zorunda olanlar içinse iki yıl olan süreyle sınırlı kalıyor. Çocukların okulda gördükleri ise, onlara anladıkları dilde konuşmayı yasaklayan, kimi günlerde bilmedikleri şarkılar söyleten, özünde iyi niyetli; ama yapabileceklerin sınırlılığı karşısında çaresiz kalan Emre öğretmen.


Film, öğretmen ile çocukların iletişimsizliğini vurgulamayı amaç edinmiş ve bunu yaparken oldukça sade bir dil kullanmış. İletişimsizliğin, veya karşılıklı niyetle değil zorunlulukla kurulan iletişimin yanlışlığı, öğretmenle Zilkif arasında geçen şu diyalogda açıkça görülebiliyor:

-Senin ailen var mı?
-Hayır.
-Nasıl hayır len.

Filmde ailesini gördüğümüz Zilkif'in bildiği tek Türkçe kelime "Hayır" olduğu için, sağlıklı iletişim kurmak da imkansızlaşıyor. Yönetmenin film sonrasında verdiği röportajda, bir yıl sonrasında Zilkif'in okuldan alınıp pamuk tarlasına çalışmaya gönderildiğini öğreniyoruz. Hayatı boyunca pamuk tarlasında çalışmaya mahkum olan Zilkif'in, "hayır"dan başka öğrenmesi gereken bir kelime olmadığını da anlıyoruz böylece; zira bu düzen içinde iletişim kurmaya çalışacağı insanlardan, hayatı boyunca "hayır"dan başka bir kelime duymayacak.


Farklı dilleri konuşan insanların arasında doğan iletişimsizliğin doğal bir getirisi de ilişki kuramamak. Geçen bir yıl boyunca, Emre Öğretmen'in köyle kurduğu ilişkinin ne kadar sınırlı kaldığını ve kaçınılmaz şekilde içinde yaşadığı topluma yabancılaştığını görüyoruz. Öğretmenin, "Çocuklarınızla Türkçe konuşun" diye öğüt verdiği veli toplantısında, bazı velilerin anlaması için Kürtçe çeviri yapılması zorunlu olunca, çözüm üretmek yerine sorunu ötelemenin pratikte nasıl sonuçlar verdiğini görüyoruz. Toplumun her bireyini kazanmayı kendine öncelik edinen politikalara duydğumuz ihtiyaç da ortaya çıkıyor.

Kürt sorununu, büyük adamların miting meydanlarında sarf ettiği iddialı sözlerden çıkarıp, küçüklerin yalın gerçekliğine indirgeyen bu filmin yönetmenleri, belli ki sinemanın toplumda pek çok şeyi değiştirebileceğine inanan insanlar. Nihayetinde ortada bir taraf olmadığını göstermek için, yakın çekimlere çok fazla yer vermeyen, üst ses kullanmayan ve müzikle seyircinin duygularını manipüle etmeyen bir filme imza atmışlar. Kapı arkalarından yaptıkları çekimlerle, seyircinin olayları belirli bir mesafeden gözlemlemesini tercih etmişler. Taraf tuttukları tek sahne ise, öğretmenin gidişinin ardından kameranın çocuklarla kaldığı sahne. Basit bir şekilde bize çocukların hala orada kaldıklarını hatırlatıyor.


Demirciler İlköğretim Okulu, devletin köye götürdüğü yegane hizmet olarak yapayalnız duruyor. Köydeki vatandaşların, devleti somutlaştırabildikleri yegane yapı. Evlere su bağlamayı kendine öncelikli görev edinmek yerine, sınıfa Atatürk Köşesi açıp dertleri görmezden gelen bir devlet var orada, uzaktaki köyde. Öyle bir devlet ki, öğretmenini çaresizliğe, çocuğunu pamuk tarlasına, köyünü susuzluğa, kendini de okuluna hapsetmiş. Hal böyle olunca taştan yapılarla kurulamayan iletişimi kurmak, yani soyut devletin yapamayacağını yapmak görevi biz vatandaşlara düşüyor. Birbirimizi anlamak ve gerçek anlamda bir toplum olmak için de, dilden bile önce empatiyle işe başlamamız gerekmiyor mu? Empatiyi sağlamak için atılacak ilk adımlardan biri de bence bu filmi izlemek olmalı.