15 Ekim 2012 Pazartesi

A Milli Takım – “Türk Milli Takımı Brezilya’ya Gidemiyor Mu?”



2010 Dünya Kupası vuvuzela ve ahtapot Paul ile olduğu kadar, 4-2-3-1 dizilişinin diğer dizilişlere olan üstünlüğü ile de hatırlanacak. Bu kupayı ilk üç sırada tamamlayan İspanya, Hollanda ve Almanya’nın, çeşitli farklılıklarla benimsediği bu diziliş, santraforların ve onların arkalarındaki üçlülerinin etkinliğinin belirleyici faktör olmasını sağlamıştı. Forvet arkalarında konumlanan bu üçlülerin ön plana çıkmalarında; hücum oyuncularının defans dörtlülerinin pozisyonlarını kaybetmeleri için maç boyunca sürdürdükleri topsuz hareketler; Xavi, Iniesta, Mesut Özil, Müller, Sneijder ve Robben gibi oyuncuların bireysel yetenekleri kadar önemli bir rol oynamıştı. Topsuz oyunun hala belirleyici olduğunu, Romanya’dan yediğimiz golde Marica’nın orta sahaya doğru yaptığı koşu ile bir kez daha gördük. Koşu sonrasında stoperin onu kovalaması defansta boşluk yaratı ve o boşluğa doğru yapılan koşu, Volkan’ın hatasıyla birleşip maçın tek golünü meydana getirdi.

4-2-3-1’in futbolda egemen hale gelmesinin arkasında basit bir matematik yatıyor. Dört bant üzerinde oynanan sistem orta saha oyuncularının hücum alanına yaklaşmasını ve santraforların alan boşaltmak için yaptıkları koşulardan 4-4-2 sisteminde olduğu gibi bir değil üç oyuncunun faydalanmasını sağlıyor. Oyunun gün geçtikçe artan hızına uyum sağlayıp hareketin edenlerin ve iki hamle sonrasını önceden hesaplayabilenlerin avantaj elde etmelerini sağlayan bu diziliş, bugün Real Madrid, Bayern Münih, Dortmund, Chelsea, Manchester United, Arsenal gibi pek çok üst düzey takımın tercihi haline geldi.

Santraforun arkasındaki üç oyuncunun da tempolu oynaması gerektiği için, dizilişteki değişim doğal olarak 10 numara olarak bilinen oyuncuların rollerinde de değişimi beraberinde getirdi. Örneğin, Real Madrid’in eski 10 numarası Zidane ile merkez kanat olarak da nitelenen yeni 10 numara Mesut Özil’in topla buluştukları bölgeler arasında yapılacak bir karşılaştırma, oyundaki değişimin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır. Milli takımda Arda’nın rolü üzerine konuşurken, bu detaya dikkat etmek gerektiği için bu değişimi ayrıca not etmek istedim.

Milli takımın sorunlarını tespit edebilmek için, 4-2-3-1 dizilişi üzerine bu uzunca girişe ihtiyaç var. Girişte paylaştığım notlar, öncelikle Abdullah Avcı’nın neden bu düzeni tercih ettiğini anlamamızı sağlayacaktır. 3-0 mağlup olarak Euro 2012’ye gitme şansımızı kaybettiğimiz Hırvatistan maçında 4-3-3 dizilişiyle sahadaydık. Hücum organizasyonlarımızı gerçekleştirmek için hücumda Arda – Burak – Hamit’in etkinliğine, orta sahada da Selçuk İnan – Emre Belözoğlu’nun yaratıcılığına güvenen düzen, oyun merkezinin rakip sahanın çok gerisinde kaldığı, hücumda çoğalamayan bir milli takım yaratmıştı. Abdullah Avcı bunu aşabilmek için Arda’nın merkez kanat rolüne soyunduğu ve üç skor katkısı verilen oyuncu tarafından desteklenen bir yapıyı tercih etti. Almanya’nın 2010 Dünya Kupası’nda kullandığı Mesut +  Podolski – Klose - Müller dörtlüsüne benzetilebilecek yeni yapı, hazırlık maçlarında Umut, Sercan ve Burak’ın birlikte oynarlarken skora katkı vermeleriyle bizleri ümitlendirdi.

Elemelerde üç maç sonunda 3 puanda kalmamız ise, yazın oluşan ümitlerimizi tükenme noktasına getirdi. İç sahada Romanya’ya kaybedilen maçı, deplasmandaki Romanya veya içerideki Hollanda maçlarında telafi edemediğimiz takdirde, üst üste üçüncü Dünya Kupası’nı kaçıracağız. Turnuvaya bir buçuk yıldan fazla bir süre varken içine düştüğümüz karamsar tablodan çıkabilmek için, öncelikle planların neden tutmadığına göz atmak gerekiyor. 4-2-3-1’i mükemmelleştirme amacındaki Nationalmannschaft’ın oyuncularının rolleri ile bizim oyuncuların rollerini karşılaştırmak, bu konuda bize faydalı veriler sunabilir. Bu karşılaştırmayı yaptığımda, stoperlerimizin hem oyunu yönlendirmede hem de rakibi karşılamada güçsüz kalmalarının, Khedira – Mehmet Topal farkının ve hücum üçlümüzün top kontrol etme, boş alan yaratma ve pas trafiğine katılmada etkisiz kalmalarının temel farkları yarattığını düşünüyorum.


Almanya’nın elindeki oyuncuların bireysel kaliteleri ile yapılacak bir kıyaslamadan ziyade, elimden geldiğince oyuncularımızın biçilen rollere uygunluğunu sorgulamak istiyorum. Bunun için de örneğin, Gökhan Gönül ile Philipp Lahm arasındaki devamlılık, oyun temposu ve skora doğrudan etki gibi unsurlarda gözlemlenebilecek kalite farkını, oyun içinde kendilerine biçilen benzer role uygunlukları nedeniyle göz ardı etmek gerekiyor. Zaten bek oyuncularımız, 4-2-3-1’de kendilerine çizilen role uygun şekilde hareket ederek bize pek problem çıkarmıyorlar. Romanya maçının ikinci dakikasında Hasan Ali’nin Sercan – Arda ve Emre üçlüsüyle birlikte geliştirdiği sol kanat akını, ortanın etkisizliğini bir kenara bırakırsak maç içindeki olumlu hareketlerimizden biriydi. Arda’nın merkez kanat rolüne uygun biçimde, özellikle sol kanadı etkili işletmesi de Hasan Ali’nin olumlu bir görüntü vermesini sağladı.

Mehmet Topal – Khedira karşılaştırmasında ise, özel bir rol üstlenen iki oyuncu arasındaki kalite farkından bahsetmeden, oyunun gidişatına olan etkilerini değerlendiremeyiz. Günümüz futbolunda kıymeti en az bilinen oyunculardan birisi olduğunu düşündüğüm Khedira, sahadaki her çime ayak basmaya gayret eden oyun yapısıyla Alman takımının makine düzeninde işlemesine en çok katkı yapan oyuncuların başında geliyor. Defansta ve hücumda gerek kanat gerekse merkezden gerçekleştirilen bütün organizasyonlarda takımının bir kişi fazla olmasını sağlayan Khedira, defanstan orta sahaya taşıdığı topları kanatta bekleyen Mesut ile buluşturunca görevini tamamladığına inanmayan, yeri geldiğinde stoperlerden biriyle eşleşip rakip defans hattını ceza sahasına iterek Schweinsteiger’e, yeri geldiğinde kanattaki oyuncu sayısını dörde çıkararak bir oyuncunun kale çizgisine inmesini sağlayan, en az dört ciğer gerektiren bir oyun tarzına sahip. Buna karşılık Mehmet Topal, toplu oyunda hiç görünmemesi, pas trafiğine katılmaması, öte yandan da hücuma çıkan beklerin kademesine geçerek defansı üçlememesi nedeniyle milli takıma katkısı oldukça sınırlı bir oyuncu görünümünde. Topal eleme maçlarında, kendisine 4-2-3-1 düzeninde verilen role hiç uygun olmadığının işaretlerini verdi. Hiddink’in Mehmet Topal’ı oynatmaması ciddi bir eleştiri konusuydu; ancak onun bu performansı Hiddink’e biraz haksızlık ettiğimizi düşünmeme yol açıyor.

Almanya’nın zaten zirvedeki kadrosunu bir seviye daha yükselten hamle Hummels’in ilk 11’e dahil olmasıydı. Almanya böylece fizik kalitesinden ödün vermeden defans ve orta saha arasında bağlantıyı güçlendirmeyi başardı. Türkiye yıllarca stoperlerinin pas yeteneğinin sınırlı olmaları nedeniyle oyun kurmakta zorlanan bir takım oldu. Semih Kaya, bu anlamda bize nefes aldıracak bir oyun tarzına sahip. Ne var ki Semih, Hummels gibi takımın hücumcularının topsuz koşularından fayda sağlamasını sağlayacak oyun görüşüne sahip değil. Zaten pek çok ana sorunu olan takımımızda Emre’nin defans orta saha bağlantısını sağlaması nedeniyle Semih’in katkısı çok önemli görünmüyor. Buna karşılık, Semih’in stoper pozisyonu için fizik yetersizliği, rakiplerin bire bir avantaj yakalamasına neden oluyor. Romanya maçında Ömer Toprak da pek parlak bir performans gösteremedi; ancak Marica’nın özellikle Semih ile eşleştiğinde takımın ileri çıkmasını çok kolaylaştırdığına, nihayetinde skoru değiştiren hamleyi yaptığına şahit olduk.

Maçın incelemesine dönelim. Ortalardaki isabetsizlik konusunu, Romanya’nın stoperlerinin üstün performansını da takdir ederek inceleme altına almak gerekir. Sorunun oyuncuların doğru alanlarda bulunmamalarından mı, ortaların zamanlamalarının yanlış olmasından mı, yoksa topsuz koşularla rakibin dengesini bozamamaktan mı kaynaklandığını görebilmek için, kornerle sonuçlanan bir sağ kanat akınında oyuncuların rollerini inceleyelim.  6 kişinin aktif olarak katıldığı bu akının hazırlayıcısı olan Emre, ara pasını Arda’nın sola koşarak orta sahayı boşaltmasına borçluydu. Arda koşusunu ceza sahasında sağ bek ile eşleşerek tamamladı. Ortayı yapan Gökhan Gönül de, aynı Arda’nın Emre’ye yaptığı gibi, Hamit’in sağ kanattan sahanın ortasına yaptığı koşudan yararlandı. Umut’un ön direğe yaptığı koşuyla birlikte Sercan da ceza sahasına girerek ikinci stoperle eşleşti. Maçın içindeki az sayıdaki etkili hücumlarımızdan birini, hem yukarıda saydığım etkenler, hem de oyuncularımızın hiçbirinin rakiplerine bire bir üstünlük sağlayamamaları nedeniyle gole çeviremedik.

Almanya’nın benzer bir aksiyonu golle sonuçlandıracağını söylemek gerçekçi olur. Bunu söylerken, Alman oyuncuların rakiplerine kaşı bire bir üstünlüklerinden ziyade oyun temposunu öncelikli görüyorum. Maalesef oyun ve pas tempomuzun yerlerde sürünmesi, doğru hamlelerin hücumda beklenen sonuçları vermesinin önüne geçiyor. Kanat akınlarında kale çizgisi hizasına bir türlü gelemememizin ve ceza sahası dışından şut imkanları yaratmakta çok yetersiz kalmamızın ardında da bu yavaşlık yatıyor.  Pozisyon kıtlığı yaşamamızda ise bu hantallık kadar; Sercan, Umut ve Mehmet Topal’ın pas trafiğine hemen hemen hiç katılmamalarının da payı var. Abdullah Avcı 3 hücumcu tercih ettiği sistemdeki sorunu görerek yeni bir pas seçeneği yaratmak için Hamit’i ilk 11’e yerleştirmişti; ancak bu da çözüm getirmedi. Ayrıca, Hamit ile Umut’un kanat akınlarında stoperleri paylaşamamaları, dörtlü defansı bozamamaları hücum etkinliğimizi iyice kısıtladı.


Biz hücumda bu kadar etkisizken, Romanya oyunun merkezindeki stoperleri ve orta saha oyuncularının oluşturdukları hatlar orta alanı kontrol altına almayı başardı. Maçın kilit oyuncusu ise yukarıda belirttiğim gibi Marica’ydı. Stoper ikilisini bütün maç boyunca meşgul eden Marica, kontrol ettiği toplarla takım arkadaşlarının defans arkası koşular yapmasını sağladı. Romanya’yı hiçbir alanda rakipten fazla oyuncuyla karşılayamayan ve pas kanallarını kapatamayan Türkiye, savunmada rakibine göre pozisyon alıp onların hamlelerini bekledi.

Macaristan maçı öncesinde, zaten az sayıda alternatifimizin olduğu kadroda iyice daralma yaşadık. Arda’nın merkez kanat rolünün alternatifi olacak bir oyuncunun olmaması maç öncesi en ciddi sıkıntımız. Boş alan yaratmaya dayalı 4-2-3-1 düzenine tempomuz yetmediği için zaten ayak uyduramamışken, işleyen az sayıdaki parçalardan birisinin de dışarıda kalması umutları iyice azaltıyor. Yine de, bu maçtan çıkacak bir galibiyetin bir anda tabloyu değiştirme ihtimalinin olduğunu aklımızda tutmamız gerekiyor. Bu eksiklikler belki, alanı genişleten kanat oyuncularına dönmemizi ve Hamit-Emre- Nuri gibi pas alışkanlığı olan bir üçlü ile 4-2-3-1 ile 4-3-3 kırması bir düzende daha fazla şans yaratabiliriz.

Son paragrafta başlığı neden tırnak işareti içine aldığımı açıklamak isterim. Bu yazının başlığını 1949 yılında basılmış Türkspor dergisinden aldım. O dönem Suriye’yi 7-0 yenerek 1950 Dünya Kupası’na katılma hakkı elde eden takımımızın, Türkiye Futbol Federasyonu Brezilya’ya seyahatin getirdiği maddi külfeti taşıyamayacağı için turnuvaya katılamayacağı konuşuluyordu. Türkspor dergisindeki yazı, bu sorunun çözüleceğine dair iyi niyetini belirterek sonlanıyor. Geçmiş katılımlarımıza bakanlar, bu iyi niyetin karşılıksız kaldığını bilecektir. 63 yıl sonra bugün, Türkiye’nin en büyük ‘sektör’lerdinden biri haline gelen futbolun federasyonunu bir para babası yönetiyor ve Suriye ile bir futbol maçı yapma ihtimalimiz Kaf Dağı’nın ardında. Soru ise her nasılsa aynı kalmış. Ben de o gün yazılan yazının iyi niyetine sadık kalarak “Hayır, gidiyor” demek istiyorum. Umarım milli takımımız da böyle düşünüyordur.

Not: Fotoğraflar ntvspor.net internet adresinden alınmıştır. 4-2-3-1 ve futbol hakkındaki pek çok bilgi için zonalmarking.net adresi referans olarak kullanılmış ve kullanılacaktır.

7 Ekim 2012 Pazar

Doğu - Kardeş Türküler



Doğu tabiri Türkiye'de, Ankara sınırına teğet çizilen dikey bir çizginin sağında kalan Türkiye topraklarını belirtir. Yüzyıllardan beri dini, mezhepsel, özellikle son yüzyıl içinde de ulusal, etnik ve sınıfsal iktidar ihtirasları nedeniyle bölgede yaşanan faciaların toprak altına gömülmeye çalışılması, bahsettiğim görünmez sınıra, ülkenin tarihi ve politik gerilimlerini yüklenmiş bir fay hattı niteliği kazandırmıştır. François Georgeon, milliyetçiliğin harita üzerinde kabaca sınırlar çizmeden önce,  bireyler arasında görünmez ve acı verici sınırlar çizdiğini belirtir. Doğu tabiri, Türkiye’de bu görünmez sınırın varlığını açık eder. Bu sahte sınırı ortadan kaldırabilmenin umudunu ve inancını taşıyan Kardeş Türküler grubunun bugüne kadar albümlerine verdikleri tek lokal ismin “Doğu” olması, haliyle bu albümü mevcut arka planı da göz önünde bulundurarak değerlendirmeyi gerekli kılar.

Kardeş Türküler’in albümünün adı üzerine düşünürken; Doğunun Türkiye tarihinde, Cumhuriyetten çok önce ortaya çıkan bir başka büyük kırılmanın adı olduğunu unutmamak gerekir. Edward Said Doğu’yu, ötekini tespit edebilmek için ‘Batı’nın ürettiği, manipülasyona açık bir kavram olarak görür. Oryantalizmin genellemeler, klişeler ve ötekileştirmeler üzerinden kurduğu Doğulu kimliği, sayılamayacak kadar çok sayıda birey için kolektif bir kimlik oluşturmanın ne kadar sorunlu olduğunu gözler önüne serer. İslam hukuku, Çin diyalektleri ve Hindu dinleri gibi birbirinden bağımsız konuları aynı kefeye koymanın anlamsızlığını bir kenara koyarsak, sorunun özünde kendini Batılı gören toplumların, Doğu üzerinde kurdukları hegemonyayı meşrulaştırma amaçlarının yattığını görürüz.

İki sıradan coğrafi terim arasında onulmaz bir ikilemin varlığı, ülkemiz düşünürleri arasında da sıkça dile getirilmiştir. Bu iki ayrı dünya arasında gidip gelme durumunun yarattığı tekinsizlik, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Şark’ı “hem şifasız hastalığımız hem de tükenmez kudretimiz” olarak tanımlamasına yol açmıştır. Öte yandan Nazım Hikmet, Şark imgesi altında yatan emperyalist niyetleri ön plana çıkarmayı tercih ederek, oryantalistlerin kültürel tahakkümüne başkaldırır. “Bin bir yaşında bir şah, gümüş tepsilerde raks eden sultan ve burunları kınalı kadınların ayaklarıyla gergef dokudukları Şark” imgesi yaratarak hayal satma peşindekileri, Piyer Loti’nin şahsında eleştirdikten sonra, kendi gördüğü gerçekleri şu dizeleriyle duyurmaya başlar:

“Şark
üstünde çıplak
esirlerin
aç geberdiği toprak!
Şarklıdan başka herkesin
orta malı olan memleket!
Açlığın kıtlıktan olduğu diyar!”

Doğu albümü, sadece ismiyle Türkiye tarihinin iki büyük kırılmasına değinmekle kalmaz. Albümdeki türküleri bir araya getirdiğimizde, grubun esas amacının bu ana kırılmaların dallanıp budaklanarak, bir noktadan sonra da iç içe geçerek toplum içinde yarattığı tahribata dikkat çekmek olduğu anlaşılır. Albümün tanıtım yazısında, müzikal tahribata yol açan tehlikenin; Anadolu, Mezopotamya ve komşu bölgelerin müziklerinin homojenleştirilmesi olduğu iddia edilir. Homojenleştirme işleminin ‘soft’ format ve kibar bir Türkçe ile yürütüldüğüne değinilen yazıda, etnik ve bölgesel-kültürel farklılıkların şablon düzlem içinde eritilmesinin hedeflendiği vurgulanır. Yazının içerdiği bu tespitler, Doğu isminin çağrıştırdığı iki kırılmanın ayrı ayrı yarattıkları tahribatların nasıl aynı kökenden geldiğini de gözler önüne sermektedir. 

Aristo, ortak iyiyi beslemek niyetiyle insanların düşünce karakterini şekillendirmenin ve onları daha iyi insanlar haline getirmenin gerekli olduğunu savunur. Bu düşünce hem tek tanrılı dinlerin, hem de modernleşmenin merkeze alındığı ulus-devletlerin ideolojilerini belirleyici rol oynamıştır. Bu ideolojilerin, mutlak iktidar hedefiyle hemen her alanda kendi doğrularını yerleştirmek için başlattığı hareketler, ister istemez toplum içinde iktidarı tehdit eden ötekileri de yaratır. Kardeş Türküler’in şikâyet ettiği ‘soft’ format ve kibar Türkçe, ‘kulak tırmalayan, şiveli sesler çıkaran’ ötekini dışlayan kültürel hegemonya hareketini örnekler. Dışlamanın amacı ise, ortak iyiye götüren şablonlar içinde ötekini eritmek, ona egemen olmak ve nihayetinde tehdidi ortadan kaldırmaktır.

Tarihin tebeşir izlerini silerek yeniden yazmaya başlayabileceğimiz bir karatahta olmadığını belirten Edward Said, çeşitli insanlar, diller, tecrübeler ve kültürler barındıran coğrafyayı yarı-mitik hikâyelerle tektipleştiren Oryantalist anlayışa karşı çıkar. Ne var ki, toplumları hafızasız bırakmak, egemenlerin tahakküm kurmanın aracı olarak sıkça başvurdukları bir yöntemdir. Hafızasız bırakmanın etnik, dini ve sınıfsal farklılıkları yok edeceği sanrısı, Türkiye’de Oryantalist söylemleri kendi Doğu’su için kullanan bir hâkim söylem oluşturmuştur. Kardeş Türkülerin albüm yazısında eleştirdikleri, türkülere turist zihniyetiyle ve arkeolojik bir hevesle yaklaşmanın özünde yatan bu hafızasız bırakma politikasıdır. Hafızasız bırakma kültürel dışlamanın, kültürel dışlama da toplum dışı bırakmanın içselleştirilmesini sağlamaktadır.[1]

Kardeş Türküler grubu Doğu albümüyle kurulmak istenen kültürel hegemonyanın karşısında durmaktadır. Grup, kolektif bir kimlik yaratmak amacıyla türküleri bir kalıba sokmak yerine, çeşitli insanlar, diller, tecrübeler ve kültürler barındıran bu coğrafyanın hazinelerini birlikte yaşamı ön plana çıkararak bir araya getirmeyi tercih etmiştir. Karacaoğlan'ın, Aşık Mahzuni Şerif’in eserlerine yer verilmesi, Yaşar Kemal’in “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” eserinden bir bölümün Yezidileri tanıtmak için kullanılması, kültürel mirasa sahip çıkmanın bir ayağını oluşturur.  Kürtçe, Arapça, Ermenice, Süryanice, Türkçe eserlerin bir arada okunması ve Alevilerin, Yezidilerin bu kompozisyona dâhil edilmeleri, ortak mirasımızın çok kültürlü yapısını gözler önüne serer.    

Charles Taylor, bünyesinde bir kültürün üstünlüğüne dair hiyerarşik anlayışı barındırdığı için hoşgörünün yerine saygının konulması gerektiğini ifade eder. Kardeş Türküler farklı etnik kültürlere ait türküleri bir araya getirerek ortak bir söylem oluşturmuş, bu sayede “sen git bir köşede türkülerini söyle; ama benim egemenlik alanıma müdahil olma” anlamına gelen hoşgörü söyleminin bir kenara bırakıldığını, karşılıklı saygı ve tanınmanın öncelikli olduğunu göstermiştir. Albüm bir bütün halinde, mevcut gerilimleri aşmak için inkârın terk edilmesinin ve hakikatlere dayalı bir yüzleşmenin önemini duyurmaktadır.

Bu noktada, yalnızca farklı kültürleri temsil eden türküleri bir araya getiren; ama bir araya gelen türkülerin bütünlükten uzak şekilde daldan dala atladığı yanılgısına düşmemeli. Tarihsel gerilim noktalarının üzerinde dolaşan albümün, taşıdığı sorumluluğunun hakkını fazlasıyla verdiğini gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.

Albümün açılış parçası olan Dargın Mahkum, umudun ve kederin iç içe oluşturdukları duygusal gerilimin üzerine inşa edilmiştir. Aşık Mahzuni Şerif’in eserinin ardında yatan gerilimi açığa çıkarmanın Kardeş Türkülerin bilinçli bir tercihi olduğu, albüm yazısında da ifade edilmiştir. Nevruz Türküsü’nün coşkunluğu da, aşkın ve yitirme korkusunun geriliminden kaynaklanır. De Bila Beto’nun “ıssızlığın içinde bir gülüm, kaldım kışın ortasında” sözleri, coğrafyanın kaybolan oğullarına yakılan bir ağıttır. Dersim Alevilerinin Dile Mi Sevda türküsü de ortak bir temayı içerir, evlat acısını anlatan babanın imdadına ise Hızır yetişir. Ermeni türküsü Bingöl’ün “Ben göçmenim, bu yerlerin yabancısıyım” sözleri, yüzyıla yaklaşan bir sürede coğrafyada acıların hala bitmediğini bize hatırlatır. Kerwane’nin hareketli ritmleri, atıl Doğu imgesini yalanlamakla kalmaz, Yezidiler üzerinden bölgenin bitmek bilmeyen göç hikâyeleriyle bizi gerçeklerle yüzleşmeye çağırır. Böylelikle, yaşanan acıların bir arada olmanın önünde engel olmadığı; ama karatahtada geçmişin tebeşir izlerini silerek barışa kavuşmanın imkânsız olduğu anlaşılır.

Özetle Doğu albümü, ortaklaşa biriktirilen kültürel mirası sahiplenmesiyle geçmişe; bir arada olmanın, çoksesliliğin imkânını bize tekrar hatırlattığı için geleceğe referans olmayı başarır. Kardeş Türküler; etnik, dini ve sınıfsal dışlamaların karşısında yer alarak sadece bir ekonomik üretim ve paylaşım sistemi önermeyen, aynı zamanda inanç, felsefe, kültür, moral-ahlak ve idealler üzerinden şekillenen sol söylemin barış dilini oluşturacağını bizlere gösteriyor. Doğu albümünün ruhuna inanmak, adaletsizliğe karşı son kalemizin hümanizma olduğunu hatırlayarak yeni söylemler geliştirmemizi sağlayacaktır.

Kaynakça

François Georgeon - Osmanlı-Türk Modernleşmesi
Kardeş Türküler - Doğu Albümü Tanıtım Yazısı
Edward Said - Orientalism
Ahmet Hamdi Tanpınar - Huzur
Nazım Hikmet - Piyer Loti
Charles Taylor - Çokkültürcülük: Tanınma Politikası


[1] Türkye’de devlet hegemonyası kendine İslami tonda yeni bir dil yaratırken, homojenleştirme tutkusundan vazgeçilmediğine, Alevi-Bektaşi kimliğinin temsilcilerinden Neşet Ertaş’ın cenaze töreninde üzüntüyle şahit olduk. Bunu da bir dipnot olarak düşmek gerekir.