basketbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
basketbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2012 Cumartesi

Bunlar Adam Olmaz #2


Olimpiyat oyunlarının en unutulmaz anları, açılış seremonisinde ülke bayrağının taşındığı ve bayrağın arkasında yürüyen sporcuların stadyumu selamladığı ilk günde yaşanır. Ülkelerin spordaki görece büyüklüklerinin kabaca anlaşıldığı bu anlarda, bazı ülkelere gıpta ile bakar, bazılarının da haritadaki yerlerini tahmin etmeye çalışırız. Takım sporlarında başarılı olan ülkeler, bu gövde gösterisinde kuşkusuz bir adım öne geçerler. Tek başına ülkenin bayrağını taşıyanların ise omuzlarındaki yükü hissetmeye çalışır, içten içe onların bir madalya kazanmalarını isteriz.

Tüm ülkeler için bir gurur anı olan olimpiyat oyunlarının açılış seremonisinde, an itibariyle 46 erkek ve 59 kadın sporcu bayrağımızın arkasında yürüyecekler. Voleybol kadın takımımızın ardından basketbol kadın takımımızın da olimpiyatlara katılım hakkı elde etmesiyle, sporcu kadınlarımız erkeklerin sayısını hayli aştı. Kadın sporcuların bu açılışta göğsümüzü kabartacak olması bana ve Türkiye'deki spor dünyasını az çok bilen herkese ayrı bir gurur yaşatıyor. "Adam olmaya", normalleşmeye, düzene isyan ederek, "kadının yeri..." diye başlayan saçma cümlelere aldırmayarak, "kadın" demeye utanıp "bayan" diye kıvıran kravatlı dangalakların arkasında dişlerini sıkarak, tüm ömrünü kadınların bedenlerini tahakküm altına almaya adamış kudretli şahsiyetlerin gölgelerinden kaçarak, boğazına kadar pisliğe batmış futbol düzeninin üstünde puro tüttüren para babalarının her gün boy boy fotoğraflarının yer aldığı, "spor demeye bin şahit" sayfalarında kendilerine yer ayırmayanlara inat, zirveye çıktılar. Sporun, verilen emeklerin karşılığının alındığı adaletli oyunlar olduğu gerçeğini bizlere yeniden hatırlattılar. Sağ olsunlar, var olsunlar, mümkünse adamlara hiç bakmayıp, kendi yollarında devam etsinler.


Son bir rica: Eğer toplumun başlarına açtığı bunca zorluğa karşın, Türkiyeyi temsil eden kadın sayısı erkek sayısından fazlaysa, açılış seremonisinde bayrağımızı taşıma onuru da kanımca bir kadına verilmelidir. Umarım bayrak taşıyanı seçecek olan kişiler bu gerçeği dikkate alırlar.

Not: Fotoğraflar ntvspor.net adresinden alınmıştır

3 Mayıs 2012 Perşembe

Eurochallenge Kupası Ne Anlama Geliyor?


Beşiktaş’ın tarihindeki ilk Avrupa Kupası olan Eurochallenge kupasını kazanmanın keyfini yaşarken, bir yandan da başarısının boyutunu kavramaya çalışıyor. Kazanılan başarıların kendi geçmişine değil de rakip takımlara (hatta sadece üç büyüklerin durumuna) bağlı olarak değerlendirildiği ‘bir acayip’ ortamda, başarıya anlam yüklemek daha da zorlaşıyor. Aşağıda sıraladığım bazı soruları irdeleyerek, Beşiktaş’ın başarısının daha iyi tanımlanabileceğine inanıyorum. Böylelikle Eurochallenge başarısının “büyüklüğü” krizi de bir nebze olsun aşılabilir.

Basketbolda bir Avrupa Kupası kazanmak ne anlama geliyor?

Bir kupa kazanmanın en önemli getirilerinden birisi, takımın artık “kazanan” kimliğine sahip olmasıdır. Majör turnuvalar, yani basketbol özelinde Euroleague ve Ulusal Lig kulübün büyüklüğünü kavramak adına bakılan ilk istatistiklerdir. Ulusal Kupa, Süper Kupa (Cumhurbaşkanlığı), Eurocup ve Eurochallenge gibi minör turnuvalar ise, kulüplerin şeref tablolarını zenginleştirir ve kazanan kimliğinin vurgusunu güçlendirirler. Turnuva başında koyduğunuz hedefe, hiçbir yoruma yer bırakmayacak şekilde ulaştığınız anlamına gelir. Yerel turnuvalarda çok da parlak bir geçmişi olmamasına karşın, medya ve taraftar ilgisi nedeniyle tanınma konusunda sıkıntı çekmeyen Beşiktaş’ın, yurtdışında tanınırlık açısından elde ettiği ilk somut başarı Eurochallenge kupası oldu.

Kupayı daha önce kazanan takımlara baktığımız vakit; Virtus Bologna, Joventut Badalona ve UNICS Kazan gibi basketbolda saygın bir ismi olan takımları görmek mümkün. Ancak, Almanya’da gerçekten bir köy takımı olduğunu iddia edebileceğimiz Göttingen BC’nin de, bu yıl Beşiktaş’ın karşısına bir Eurochallenge şampiyonu olarak çıktığını hatırlatalım. O maçta Deron Williams’dan 50 sayı yemeleri dünya gündeminde, muhtemelen şampiyonluklarından daha çok yer kaplamıştır. Buradan, yerel ligin gücünün bazı Avrupa kupalarından daha önemli olabileceği sonucu çıkıyor.

Eurochallenge futboldaki Intertoto kupasının karşılığı mıdır?

Intertoto kupası, futbolsuz geçen yaz dönemini doldurmak için icat edilen, sonrasında da UEFA’nın yaklaşık 15 yıllık bir dönem boyunca UEFA kupasına katılım sağlamak için, yine yaz döneminde oynanan bir kupaydı. Avrupa Ligi’ne geçişin ardından UEFA’ya katılan takım sayısı artırıldı ve bu uygulama son buldu. Hem bir sezon turnuvası olmayan, hem de sonunda tek bir kazananın olmadığı bu kupa (2008’de kupayı kazanan takım sayısı 10’dur), kupa sayılarının yer aldığı şeref listelerine dahil edilmez ve Kupa 3 olarak görülmez. UEFA kupası, Kupa Galipleri Kupası’nın oynandığı yıllarda Kupa 3 olarak görülüyordu; ancak hem katılımcıların liglerdeki dereceleri, hem de bütün ülkelerin katılımcı göndermeleri nedeniyle Eurochallenge’dan daha değerli bir konuma sahipti.

Çeşitli spor dallarındaki başarıları birbirleriyle karşılaştırmak oldukça zor; ama bir benzetme yapmak illa ki gerekliyse, bu başarıyı erkeklerde Arkasspor’un 2008-09 sezonunda, kadınlarda da Vakıfbank Güneş Sigorta’nın 2007-08 sezonunda kazandıkları Challenge Kupası (ki isim de aynı) ile karşılaştırmak daha doğru olur.


“Eurochallenge Koraç Kupası’nın muadili midir?” yahut “Beşiktaş Türkiye’nin Avrupa’da kazandığı en büyük kupa başarısına ortak mı oldu?”

Bu soruya tam bir yanıt vermekte, hem yaşım hem de kupaların niteliğinin değişmesi nedeniyle zorlanıyorum. Kağıt üstünde iki kupa da Avrupa basketbolunun Kupa 3’ü olarak görünse de, katılımcı profilinin yıllar içinde değişiklik göstermesi durumu bulanıklaştırıyor. Koraç Kupası denince akıllara gelen Efes Pilsen – Olimpia Milano finalinde, rakibin Bodiroga ve Fucka gibi büyük efsaneleri de barındıran Euroleague kadrosu ile kıyaslama yapmak Koraç Kupası’nı değerinin biraz üstünde görmemize neden olabilir. Örneğin, 2000’lerin başında Kombassan Konya’nın katıldığı sezonlardaki Koraç Kupası, Eurochallenge seviyesini andıran cinsten.

Bu kupanın Beşiktaş açısından değeri nedir?

Eurochallenge kupası, tekerlekli sandalye basketbol takımımızın kazandığı 2 Avrupa Kupası’nı bir kenara bırakırsak (ki o bıraktığımız kenarın Beşiktaş müzesinin en nadide köşelerinden birisi olduğunu umuyorum), Beşiktaş’ın tarihinde kazandığı ilk Avrupa Kupası. Bu kupanın, kulübün sportif imajını güçlendirmek adına önemli başarı olduğu ve Beşiktaş’ın çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde kazanıldığı da kesin. İşe basketbol cephesinden baktığımızda ise, Deron Williams’ı getirerek gündem yaratan takımın, sezon sonunda başarıyı yakalamasının Katar kulübü imajını kırmak adına faydalı olduğunu söylemek gerekiyor. Evet, belki Deron Williams yalnızca ilk grup maçlarında forma giydi; ancak isminin yarattığı medya ilgisi Beşiktaş’ın kupa boyunca favori gösterilmesinde önemli bir rol oynadı.


Eurochallenge kazanmanın geleceğe dair katkısı nedir? 

Eski Eurochallenge şampiyonlarından Joventut Badalona ve UNICS Kazan’ın, ilerleyen yıllarda bu seviyedeki başarılarının üstüne koyarak Eurocup’ı kazandıklarını hatırlatmak gerekir. UNICS Kazan yıllara yayılan bu mücadelesinin sonunda, kendisini bir Euroleague takımı olarak da ispatlamayı başardı. Yani bu kupa, doğru çizilmiş bir gelecek planıyla Avrupa bazında büyümenin önünü açabilir.

20 Ekim 2011 Perşembe

Euroleague'yi İzlemek İçin 5 Sebep



1. Galatasaray



Eleme turlarında Rytas'ı Litvanya'da mağlup edip tarihinde ilk defa Euroleague katılmaya hak kazanan Galatasaray, kuşkusuz Türkiye'deki Euroleague reytinglerini arttırıcaktır. Özellikle ülkemizde herhangi bir branşın, 3 büyükler tarafından sürüklendiğinde izleyici kitlesini arttıtrdığı ortada (Geçen seneki GS-FB bay ve bayan basketbol final serileri gibi). Zaten o yüzden hala Efes'in neden Beşiktaşla birleşmediğini anlayamıyorum. GS'ye geri dönersek, dün Prokom karşısında rakibini 18 sayıdan oyuna ortak etmesine rağmen deplasmanda kazanmasını bildi. Açıkçası Top 16'e bu sene 3 takımımızında kalıcağını düşünüyorum ki bu nerden baksa 8 iç saha maçı demek. Final Four'unda İstanbul'da olduğu düşünülürse, bu sene çok daha fazla türk seyircisinin Euroleague'ye ilgi göstereceğini düşünüyorum.

2. CSKA Moskova ve Mini-Dream Team'i



AK-47 'in 10 yıllık memleket hasretinin son bulmasıyla şu anda tartışmasız Avrupa'nın en iyi kadrosuna sahip olan CSKA, ilk hafta Zalgiris maçında bir parça da olsa potansiyelini gösterdi. Avrupa'nın en yetenekli guard kombosu (Teodosiç ve Shved), Siskauskas, Lavrinovic, Khryapa, Krstic ve şu an Avrupa'nın en iyi oyuncusu AK-47 (ilk maçta 17 sayı 15 reb 5 as 4 blk) ile şu anda Barcelona ve Panathinaikos gibi takımların 1-2 adım önünde CSKA.

3. Barcelona'nın Tarihin En İyi Kadrolarından Birini Kurma İhtimali



Bildiniz gibi NBA'de lokavt sürmekte ve sezonun iptal olucağı iyiden iyiye dillendirilmekte. Şu an ilk 2 hafta maçları iptal oldu ve sezonun iptal edilmesi gerçekleşirse daha birçok Avrupalı yıldızın gelmesi gündemde. Ki bunların başında Gasol kardeşler geliyor. Şu anda zaten Barcelona ile antremanlara katılan iki yıldız oyuncu, takıma katılmak için NBA'den haber bekliyor. Bunlara bir de Rubio 'da eklenebilir. Bu durumda Lorbek, Pau, Marc, N'Dong, Vasquez ve Perovic gibi match edilemeyecek bir uzun rotasyonun yanında Navarro, Eidson, Rubio ve Huertas gibi bir guard rotasyonu oluşursa, Barcelona'nın yenilgisiz bir şekilde şampiyon olucağını düşünmek hiç de uzak bir ihtimal değil.

4. NBA'den Gelen Oyuncularla Kadro Kalitelerinin İnanılmaz Yükselişi



Sadece süperstarlar değil, rol oyuncularında Avrupa'ya gelmesiyle özellike atletizm yönünden inanılmaz bir seviye artışı söz konusu. Batum,Gallinari, Fernandez, Sefolosha, Reggie Williams, Alonso McGee, Ersan İlyasova tarzı oyuncular sayesinde, her maçta artık NBA'de gördüğümüz kalitede highlightlar görebilme şansına sahibiz.

5. NBA'de Lokavtın İptal Olma Durumu



Eğer bu gerçekleşirse, Nowitzki, Ginobili, Scola, Splitter, Ibaka, Enes, Ömer Aşık, Pekovic, Dragic tarzı Avrupa'da sükse büyük sükse yapıp öyle NBA'e giden oyuncuların Avrupa'ya dönmesiyle (hatta belki daha fazla NBA yıldızlarının da) Avrupa tarihinin en çekişmeli Euroleague sezonunu izleyebiliriz. Ah bi de Parker Asveli seçmeseydi:D

15 Ekim 2011 Cumartesi

TBL’yi İzlemek için 5 Neden


Bugün Erdemir - Efes maçıyla başlayan yeni sezon basketbol heyecanını yaşamak için 5 neden sıraladım, umarım sezon boyunca bu nedenlerin yanına yenileri eklenir ve basketbol keyfimiz katlanır.

1. Milli Takımın Yeni Jenerasyonu


2011’de kötü bir Avrupa Şampiyonası tecrübesi yaşayan 12 Dev Adam’da, 2012 Olimpiyat vizesi de alınamadığı için yeni bir jenerasyon devreye girecek gibi görünüyor. 2011-12 TBL sezonu, özellikle uzun oyuncular açısından oldukça bereketli görünen yeni jenerasyondaki isimlerin gelişimlerini takip etme şansını bizlere verecek. Doğuş Balbay (Efes), Furkan Aldemir(Galatasaray), İzzet Türkyılmaz(Banvit), Birkan Batuk(Karşıyaka) ve hatta Erbil Eroğlu’nun(Fenerbahçe Ülker) parkeye adım attıkları andan itibaren başka bir gözle izlemek gerekiyor. NBA’deki lokavtın da yardımıyla, şimdiden milli takımın ana parçaları olan Ersan İlyasova(Efes), Semih Erden(BJK) ve Fenerbahçe Ülker kadrosundaki Emir Preldziç ve Oğuz Savaş’ın hala gelişime açık olduklarını da not düşelim. Uzunlardaki bolluğu iyi değerlendirebilmek için iyi bir oyun kurucunun gerekliliğini göz önüne alarak, Banvit’te ipleri eline alan Barış Ermiş ve sakatlıktan dönüşünün iyi olmasını umduğumuz Engin Atsür’ü de listeye ekleyelim.

2. Takımların Dengeli Dağılımı



Bir ligi izlenir kılan önemli unsurlardan birisi de takımların güç dengesinin nasıl oluştuğudur. Tek takımın domine ettiği bir ligin izlenirliği haliyle daha düşük olacaktır. Aynı şekilde zirvedekilerle orta sıra takımları arasında ciddi güç farkının olması da normal sezon maçlarının izlenmesini gereksiz kılar. 5-6 şampiyonluk adayı bulmanın da pek gerçekçi olmadığını hesaba kattığımız vakit, güç dengeleri açısından TBL’nin izlemeye değer bir lig olduğunu söyleyebiliriz. İstanbul’da oynanacak final-four’un iki adayı Efes, Fenerbahçe ve Euroleague katılımcısı sıfatını kazanan Galatasaray ile birlikte üç şampiyonluk adayı içeren ligde, Beşiktaş da Deron Williams’ın tek kişilik gösterisi ve Ergin Ataman’ın maç içi müdahaleleriyle Türk işi, sistemsiz bir başarı hikayesi yazmaya çalışacak. Kurumsal bakış açısı ve hedefleriyle Beşiktaş’ın anti-tezi gibi görünen Banvit, özellikle iç sahayı rakiplerine dar etmesiyle meşhur gelenek takımı Karşıyaka, arkasında ciddi bir kurumsal destek bulunan Mehmet Okur’lu Türk Telekom da zirveyi zorlamak için sırada bekliyorlar. Geçen yılın tatlı sürprizi Olin Edirne ile birlikte, Trabzonspor, Antalya Bşb., Mersin Bşb., TOFAŞ, Aliağa ve Erdemir de il ve ilçelerine play-off heycanı yaşatmak için mücadele verecekler. İkinci ligden yeni gelen Hacettepe ve Bandırma Kırmızı da lige tutunma mücadeleleriyle lige renk katacaklar.

3. Efes Pilsen Geleneği


Benim jenerasyonum da dahil olmak üzere birkaç jenerasyona basketbolu sevdiren, Türkiye basketbolunu dünyada tanınır hale getiren ve önemli başarıların temel taşı olan Efes Pilsen, 2011-12 sezonundan itibaren Anadolu Efes ismiyle mücadele verecek. Fenerbahçe ‘nin Ülker ile birleşmesi ve taraftar desteğini arkasına almasının ardından Türk basketbolunun zirvesindeki yeri sarsılan Efes, bu yıl daha da büyük bir bütçeyle İstanbul’daki final-four’a katılmayı hedefliyor. Türkiye’de ise, Efes Pilsen’i bir basketbol markası haline getiren Aydın Örs, Fenerbahçe’nin başarısı için çalışırken, onun Efes’teki talebeleri olan Oktay Mahmuti ve Ergin Ataman’da Galatasaray ve Beşiktaş’ın başında Efes’i zorlayacak isimler olarak ön plana çıkıyorlar. Görünen o ki, yeni kurulan Anadolu Efes’in TBL’deki en büyük rakibi Efes Pilsen geleneği olacak.

 4. D – Will


Bir NBA All-Star oyuncusunu parkelerde canlı olarak ilk kez görme şansına 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası’nın finalinde eriştim ve özellikle Kevin Durant’in yaptıklarını görünce büyülendim. Beşiktaş ve basketbol deyince akla son dönemde akla gelenler, sezon başında 3 Türk oyuncusunu göndermek için noter eşliğinde zorla antrenmanlar yaptırılması, parasını alamayan basketbolcular varken Allen Iverson’a saçılan paralar ve bir önceki sezon bu sorunları dile getiren basketbol efsanesi Haluk Yıldırım’ın kulüple ilişiğinin kesilmesinden ibaret. Bu gibi olaylar, benim Beşiktaş yönetiminden bir kez daha tiksinmeme ve basketbol takımından soğumama yol açsa da, taraftarlık duyguları ağır bastığı zaman bir oyun kurucunun bir takımı ne kadar yukarılara taşıyabileceğini düşünmeden edemiyorum. Şimdilik söylenebilecek tek şey DeronWilliams hamlesinin bu sezonun en heyecan verici deneyi olduğu. Bu deneyin nasıl sonuçlanacağını ise hep birlikte göreceğiz.

5. NBA Lokavtı


Oyun hızı, takitksel anlayış ve oyuncuları ön plana çıkarma bakımından TBL ve Avrupa basketbolunu, NBA’in alternatifi olarak göstermek güç olsa da, NBA’in yokluğunda basketbolu özleyenlerin TBL’ye eskisinden daha fazla ilgi gösterecekleri de bir gerçek. Bu madde ilk bakışta, NBA oynanırken de Avrupa basketbolunu izlemeyi tercih eden benim gibi çılgınları kapsamıyor gibi görünebilir; ama NBA yıldızlarının Avrupa tarzı basketbola nasıl uyum sağlayacakları da heyecan verici bir soru olarak duruyor. Lokavtın uzaması durumunda işleri kötü giden pek çok takımın NBA oyuncularıyla anlaşma ihtimali işleri içinden çıkılmaz hale getirebilecek olsa da, NBA lokavtının lige ayrı bir renk kattığı kesin.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Adam Tanrı Beyler


Acropolis'teki Yunan tanrılarına rica etsek de biraz sıkışsalar, zira Atina'da onların yanına katılacak olan iki yeni basketbol tanrısı var.

Spanoulis'in ezeli rakip Olympiakos'a geçerek, Pao'lu taraftarların gururunu kırmasıyla başlanan sezonda, Gate 13'ü sırtında taşıyan bayrak adam Diamantidis, Pao'nun unutulmaz bir sezonu geride bırakmasını sağladı. Maç sırasında Murat Kosova'nın dediği gibi basitin güzelliğini bize her maç yeniden gösterirken, iyi bir oyun kurucunun bir takımı ne kadar yukarıya taşıyabilecğini bir kez daha ispatladı. Sezonun bir numaralı favorisi Barcelona'yı saf dışı bırakırken ortaya koydukları direnişin sahadaki temsilcisiydi, final-four'da da üstüne düşeni yaparak takımın tıkır tıkır işleyen bir makineye dönüşmesini sağladı.


Hakkını vermemiz gereken esas adam ise koç Obradoviç. Finale kadar giden yolda rakip koçlara bir gömlek fazla geldiğini zaten göstermişti, finalde David Blatt'i ekarte ederek rüştünü bir kez daha ispatladı. Acropolis'teki tanrılar sıkışmak istemediği takdirde, Obradoviç hakemlere uyguladığı taktiklerle onları da canlarından bezdirebilir, benden uyarması.

25 Ekim 2010 Pazartesi

AI a.k.a the Answer


İnanasım gelmiyor ama kaynaklar "Allen Iverson Beşiktaş'ta!" diyor. Allen ıverson, nam-ı diğer The Answer bizim Beşiktaş'ta. 2001 NBA MVP, 4 kez sayı kralı, 11 kez all-star, Hall of Fame'e girmesi kesin; ama tüm bunların ötesinde dizlere uzanan şortlar, cornrows saçlar, dövmeler ve aksesuarlarla Jordan sonrası NBA'in adeta yaratıcısı olan Allen Iverson Akatlar'da cross-over yapacak, hem de Beşiktaş formasıyla. NBA'de steps kuralını bile değiştirtti bu adam. Türk spor tarihinin en büyük transferi olur, bir daha yanına yaklaşan olur mu onu da bilmiyorum açıkçası. Gelsin hiç bir şey oynamasın, sadece o formayı giyip bir cross-over yapsın bir de rakip potaya trade-mark turnikelerinden birini bıraksın yeter. Üniversitedeki bar kavgalarından annesiyle olan özel ilişkisine, kıyafetleri yüzünden aldığı cezalara, amerikan futbolu ile basketbol arasında yaptığı seçime kadar yüzlerce satırlık bir yazıyı hak ediyor Iverson; ama şu an olayın şokundan daha fazla yazmam imkansız. Geçen yıl Aralık ayında Philly'e döndüğü için sevindiğim adam Beşiktaş'a geliyor, buna sevinmek denemez ki artık. Ben Türkiye'ye dönene kadar tüketmeyin o 3 numaralı hummel formaları, o bana yeter.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Türkiye 2010: 12 Dev Adam


Bütün ülkenin hafızasında güzel anılar bırakan 2010 FIBA Dünya Şampiyonası'nı 5 gün önce sonlandırdık; ama değerlendirmeler bugüne kadar sarktı. Son değerlendirmemde gümüş madalyayı boynuna takan ve takım sporları tarihimizin en büyük başarısını elde eden 12 Dev Adamımız hakkında bir şeyler karalamak istiyorum.

#4 Cenk Akyol: Onun hakkında söylenmesi gerekenleri Tanjevic milli takım kadrosunu açıkladığı gün zaten söylemişti. "Ben onun gelişimine devam etmesi için önerilerde bulunurken, o menajerlerini dinleyip daha çok paraya daha az süre almayı tercih etti." diye Cenk'e sitemde bulunmasının en büyük sebebi kuşkusuz Cenk'e dair yüksek beklentilerdi. SLAM dergisi için İbrahim Kutluay ile birlikte yaptırdığı çekimi ve Cenk'in İbo'nun veliahtı ilan edildiği o günleri hatırladıkça üzülmeden edemiyorum. Cenk, bütün kredisini tüketmesine rağmen 2010 kadrosuna dahil edildi; ama kritik maçlarda hiç süre almadığı turnuvada, as oyuncuların dinlendiği dakikaları doldurma görevini üstlendi.

#5 Sinan Güler: Bu turnuva boyunca kafamı kurcalayan bir soru var. Bu turnuvada milli takım seviyesinde Avrupa'nın en başarılısı olan millilerin çekirdeğini oluşturduğu Efes Pilsen ve Fenerbahçe Ülker nasıl oluyor da yıllardır bırakın final four'u, son 16'ya kalmak için dahi ecel terleri döküyorlar. Sinan Güler özelinde bu sorunun yanıtı belli: Efes Pilsen'de dakika almıyor ki takıma katkı yapabilsin. Her zmaan bilinen savunma azminin yanında özellikle Fransa ve Slovenya maçlarındaki skor katkısını gören Ergin Ataman'ın başını taşlara vurduğuna eminim. Eski bir Beşiktaşlı olduğu için özel bir sempatimin de olduğu Sinan'ın milli takıma verdiği katkının bir benzerini bu yıl Efes'e de vermesini bekliyorum.

#6 Barış Ermiş: Engin Atsür'ün şanssız sakatlığının üstüne bedavadan gümüş madalya kazandığını düşünebilirsiniz; ama Barış'ın bu madalyayı kazanmasının arkasında çalışma azminin de önemli payı var. Turnuva boyunca o da Cenk gibi yalnızca "garbage time" da forma buldu; ama Efes'te gözden düşmesinin ardından yeniden çalışıp bu yıl Orhun Ene'nin çalıştırdığı Banvit'te yeniden kendini bulan Barış'ın çalışma azminin ve doğru insanla (Orhun Ene) çalışmasının karşılığını gümüş madalya olarak aldı. Bu arada 2006'da oyun kurucu olarak ilk beş başlayan bir Hakan Demirel vardı, n'oldu ona?


#7 Ömer Onan: Milli takıma pek çok yıldız kazandıran 1979 kuşağının önemli isimlerinden birisi de spikerimizin tabiriyle Ömerrrronan. Kendisine verilen bütün görevleri eksiksiz yerine getirdi. Önce Yunanistan maçında tamamen savunmaya odaklanıp kafası karışık Spanoulis'i sahadan sildi, sonrasında ciddiye almadığımız Porto Riko maçının ilk çeyreğinde dış şutlarıyla takımı maçta tuttu, Sırbistan maçında penetreleriyle faul çizgisine gelip kolay sayı buldu. Onsuz geçen turnuvalar için Tanjevic'e boşuna sitem etmediğimiz de böylece ortaya çıktı. Neyse ki hedef turnuvada Tanjevic bu hatasından döndü ve Ömer de verdiği emekle gümüş madalyayı sonuna kadar hak etti.

#8 Ersan İlyasova: Ersan bir 4 numara olarak her takımın sahip olmak isteyeceği türden bir oyuncu. Dış şut tehdidi, penetre üzerinden sayı bulabilmesinin yanında ribauntlara yaptığı katkıyla uzun forvetten bütün beklentilerinizi karşılıyor. Bir iki eksiğini de geliştirirse iki üç yıl içinde takımımızın en büyük yıldızı olması muhtemel görünüyor. Bu bir iki eksiğinden birisi fizik olarak Sırp ve ABD'li forvetlere göre zayıf kalması. Bunun üstesinden gelebileceğine inanıyorum; ama oyuncu olarak bir seviye atlayabilmesi için oyun görüşünü geliştirmesi ve pota altından daha kolay basketlere ulaşabilmesi gerekiyor. Ersan bu turnuvada büyük potansiyelinin sinyallerini 26 sayılık Yunanistan maçında herkese göstermeyi başardı. Canlı izlediğim bu performans için onun önünde bir kez daha şapkamı çıkarıyorum.

#9 Semih Erden: Milli takım tarihinin en değerli posteri yarışması açılır ve Semih Erden'in Sırbistan maçının son saniyesinde yaptığı blok aday olursa birinciliği kimseye kaptırmayacağına eminim. Bu bloğun yanında takıma savunmada ve skor üretiminde yaptığı katkıyla benim beklentilerimi en fazla aşan isim Semih Erden oldu. 2-1-2 savunmasının temel direği olarak zaman zaman Ömer Aşık'tan da daha iyi performans gösteren Semih'in sırıttığı tek karşılaşma final oldu. Seneye de NBA'de şansını deneyeceği için bu maç onun için önemli bir uyarı olmalı. Bir de Sinan Güler başlığındaki soruma geri dönmek istiyorum: "Bu adamlar Euroleague'de neredeydi?"


#10 Kerem Tunçeri: 1999 Eurobasket sırasındaki formuyla beklentileri oldukça yükseltmiş; ancak sonrasında ne milli takım, ne Efes Pilsen ne de Ülker formalarıyla bu beklentileri karşılayabilmişti. Sonrasında ona Galatasaray'da ilk defa sorumluluk veren Murat Didin Beşiktaş'ta ona bir kez daha güvendi ve onun güvenini boşa çıkartmayıp siyah-beyazlılara rüya gibi bir sezon yaşatan Kerem soluğu Real Madrid'de almıştı. Tanjeviç 2007 turnuvasında ona şans vermediği için herhalde pişman olmuştur. Neyse ki 1979 jenerasyonunun bir diğer ismi Ömer gibi o da hedef turnuvada unutulmadı ve oyun zekasıyla milli takımımıza büyük katkı verdi. Yetmedi, Sırbistan maçında el yakan son topu zarif bir turnikeyle potanın içine bırakıverdi. Tanjevic ile arasında bir sorun olmadığı da zaten finalin sonundaki kucaklaşmada belli oldu. Yakın arkadaşı Hido ile birlikte turnuvaya damga vuran isimdi.

#11 Oğuz Savaş: Milli takımın kaynağını oluşturan iki jenerasyondan 1987'lilere ait olan Oğuz, genç takımlarda önlerinde göründüğü Semih ve Ömer Aşık'ın ilerleyen yıllarda arkasında kaldı. 2'inci beşin bir parçası olarak görev aldığı dakikalarda görevini hakkıyla yerine getirdi. Özellikle Semih ve Oğuz'a yüksek posttan yaptığı bir kaç asist tadından yenmez güzellikteydi. Takımın faydalı bir parçası olarak uzun yıllar hizmet verecektir; ama ondan da ilerleyen yıllarda daha büyük katkılar bekliyoruz.

#12 Kerem Gönlüm: Takımın ağabeylerinden Kerem Gönlüm'ün verdiği katkı kesinlikle istatistik kağıdında yazanların ötesinde. Şampiyona öncesinde bir yıl basketbol oynamadığı için performansı hakkında şüpheler vardı, üstüne bir de Tanjevic'in onu 3 numara oynatma kararı eklenince soru işaretleri daha da fazla arttı. Bütün bunlara karşın Kerem Gönlüm yüreğini sahaya koymasını bildi, üç numaradan verdiği ribaunt katkısı ve hücumda sıkıştığımız dakikalarda sırtı dönük hücumuyla takımın nefes almasını sağlayan Kerem Gönlüm'e bu yürekten performansı için bir kez daha teşekkür etmemiz gerekiyor.

#13 Ender Arslan: Hazırlık maçlarında sakatlığı nedeniyle kötü bir performans sergileyen Ender, Engin'in sakatlanması nedeniyle Kerem Tunçeri'yi tek başına yedeklemek zorunda kalınca bizlerde bir tedirginlik oluşmuştu işin açıkçası. Bazen 20 saniye boyunca topu sektirmesi nedeniyle sinirlerimizi bozsa da, sonunda 9 metreden attığı üçlükler, penetrelerden bulduğu kolay sayılar ve özellikle Sırbistan karşısındaki iyi performansıyla geçer not almayı başardı. Özellikle rakiplerin yedek oyun kurucularına oranla oldukça ağır bastığı da bir gerçek. Ayrıca yüzüne bakınca inanasımız gelmiyor; ama o da artık takımın ağabeylerinden biri.

#14 Ömer Aşık: Zayıf pota altı olan rakiplere karşı (ki buna Sırbistan ve ABD hariç her takımı ekleyebiliriz) vurduğu smaçlarla "Türkler uçuyor" reklamına pek çok kez selam gönderdi Ömer Aşık. Kerem Tunçeri ve Hidayet gibi oyun bilgisi üst düzey oyuncularla beraber oynadığında skora ne kadar çok katkı verdiğini gördük, buradan onu yıllarca Solomon gibi kendine oynayan bir oyun kurucuya mahkum eden Fenerbahçe yönetimini de anmadan geçmemek lazım. Ömer'in de post-up oyununu geliştirmesi gerektiği bir gerçek (faul konusuna ise hiç girmiyorum). ABD maçında Rudy Gay'e karşı bile zorlanan Ömer'in NBA'de kalıcı olmak için fiziğini de biraz geliştirmesi gerekiyor. Şimdilik bunları kafaya takmayıp gümüş madalyanın keyfini çıkarmak da sonuna kadar hakkı.


#15 Hidayet Türkoğlu: "Bu adamın kaptan olduğu günleri de gördük ya" diyerek yazıya başlamak istiyorum. Kafayı sarıya boyadığı, Mirsad'la kavga ettiği günler dün gibi aklımızda. Tabii 2001'de Almanya'yı tek başına yıktığı maç da. O maçtan bugüne herkes Hidayet'in milli takıma Nowitzki, Gasol ayarında bir katkı yapmasını bekliyordu. Beklentiler de en fazla skor yönünde yoğunlaşıyor; ama Hidayet bu beklentileri karşılayamadıkça strese giriyor, strese girdikçe de milli takımdaki verimi düşüyordu. 2001'deki gümüş madalyanın ardından beyhude geçen yıllarda Hido'nun aklı ancak 2008'de başına geldi ve o sezon NBA'de gösterdiği performansla NBA'in en çok gelişim gösteren oyuncusu ödülünü aldı. O artık mental olarak çok daha olgun bir oyuncu ve yıllardır kendisinden beklenenleri bu yıl skor atmak yerine takımı oynatarak karşılamayı başardı. Teşekkürler Hido, her ne kadar senin potansiyelinin bir Nowitzki, bir Gasol ayarında olduğuna hep inansam da, geç de olsa basketbola daha çok yoğunlaşıp bize güzel anılar bıraktığın için teşekkürler.

Yazın sonunda 12 Dev Adam'ın önünde son kez saygıyla eğilirken, onlardan bir de ricam olacak. Bu takım umarım 2001'deki turnuvadan sonra olduğu gibi kendi evimizdeki büyük başarının ardından turnuvalarda yok olmaz ve başta 2012 olimpiyatları olmak üzere katılabildiği kadar çok turnuvaya katılıp, kazanabildiği kadar madalyayı kazanmayı başarır. İlk hedef Litvanya 2011, yürümeye devam arkadaşlar!

17 Eylül 2010 Cuma

Türkiye 2010: Parkelerde Parlayanlar #2


Dün turnuvaya damga vuran ve adını FIBA'nın en iyi ilk beşine yazdıran oyunculardan izlediğim dördüne yer vermiştim. Bugün ise turnuvada daha az dikkat çeken; ama yaptıkları işlerle kumaşlarını belli eden isimlere değinmek istiyorum. Kendilerini ileride daha büyük yıldızlar olarak görürsek böbürlenme hakkını kendimde görmek için oluşturduğum "dikkat çeken oyuncular" listesine hep birlikte göz atalım.

Dikkat Çeken Oyuncular:

1. Marytnas Pocius, Litvanya


Pocius aslında benden ziyade Maliano'nun keşfi. Gçeen yıl oynanan Zalgiris - Fenerbahçe Ülker maçı öncesine Maliano'nun blogunda yayınlanan ropörtajda oyun bilgisi denince akla ilk gelen ekollerden Duke ekolüyle Litvanya ekolünü birleştirdiğini öğrendiğim Pocius, bu CV'sinin hakkını vereceğinin ilk sinyallerini Türkiye 2010'da gösterdi. Litvanya'nın çok kötü başlayıp 15 sayı kadar geriye düştüğü Kanada maçında, doğru şutu ve doğru asisti çok iyi seçerek önce krize giren Litvanya'yı oyunda tuttu, maçın sonunda da güzel bir penetre sonrası Jankunas'a yaptığı asistle Litvanya'ya getiren isim oldu. Bu maçla parkede daha çok kalma hakkını kazanan Pocius, ilerleyen turlarda 10+ ile takımına önemli katkılar sağladı. Tecrübelendikçe Litvanya ilk beşine rahatlıkla yerleşeceğini düşünüyorum.

2. Nicolas Batum, Fransa


2.03 boyunda bir iki numarayı(shooting guard) FIBA parkelerinde rastlamak biraz zor. Bu üstün fiziğe bir de inanılmaz bir atletizm ve zıplama yeteneğini eklediğinizde Batum'u elde ettiniz demektir. Turnuvanın ilk sürprizinin gerçekleştiği Fransa - İspanya mücadelesinde uzunlara ikili sıkıştırma yaparak kazandığı toplar ve rakip kısalar ile eşleştikten sonra yaptığı penetreler sonunda vurduğu smaçlar oldukça etkileyiciydi. Ciddi oyun kurucu eksikliği nedeniyle milli takımımız karşısında dağılan Fransa'da çok dikkat çekemedi belki; ama seneye Tony Parker bu takıma katılırsa ikilinin yapması muhtemel alley-oop'lar için şimdiden heyecanlanıyorum. Bu sezon Portland'da göstereceği performansı da oldukça merak ettiğim Batum'un, Lübnan mücadelesinde vurduğu smaçla potayı kırdığını da eklemem gerekiyor.

3. Kirk Penney, Yeni Zelanda


Belki maç başına 20 top kullanmasına her takımın katlanması zor; ama Yeni Zelanda tarzı takımların benzerlerinin arasından sıyrılıp bir seviye atlaması için böyle bir skorere her zaman ihtiyacı vardır. Maç başına 24,7 sayı ortalaması tutturduğu bu turnuvada takımını son 16'ya sokmayı da başardı. Takıma gerek defansif anlamda gerekse top paylaşımında fazla katkı yapmasa da, kalitesi Yeni Zelanda liginin çok üzerinde. Özellikle ligde sıçrama yapmak isteyen orta seviye Türk takımlarına (turnuvada İzmir iklimine alıştığı için Karşıyaka olabilir örneğin) oldukça fazla katkı sağlayabilir.

4. Angel Vassallo, Porto Riko


Porto Riko'nun Yunanistan ve milli takımımıza kıl payı kaybettiği maçların ardından iddiasız Fildişi Sahili'ne yenilerek elenmesi haberlerde çok yer almadı; ancak benim turnuvada gördüğüm en büyük sürprizlerden birisiydi. Eğer Vassallo milli takımımıza karşı son üçlüğü sokmuş olsaydı ülkesiyle birlikte kendi adından da fazlaca bahsettirebilirdi. Son top öncesinde potamıza 5 üçlük gönderdiğini ve kendisini tutacak fizikte bir oyuncusu bulunmayan Çin'e karşı 22 sayılık bir performansa imza attığını görünce Vassallo'nun kalitesini daha iyi anladım. Güçlü fiziğiyle kısa boyunun açığını kapatmayı bilen forvetin gerektiğinde ribauntlara da katkı verdiğini eklemek gerek.

16 Eylül 2010 Perşembe

Türkiye 2010: Parkelerde Parlayanlar #1


Finale kadar 12 Dev Adam'ın rüya gibi performansı nedeniyle turnuvanın geneline bakmayı biraz ihmal ettim. Turnuva başından beri takip ettiğim maçlarda dikkati çeken oyuncuların bir listesini yapmıştım ve turnuva heyecanının dinmesinin ardından bu listeyi yayınlamaya karar verdim. Yalnızca izleme şansı bulduğum oyunculara yer verdiğim bu listede turnuvaya damga vuranlar ile dikkat çeken faydalı oyuncuları iki ayrı gruba topladım. İzmir, Ankara ve İstanbul'da izleme şansı bulduğum 14 takıma Efes Cup da izlediğim Arjantin'i de dahil ederek seçtiğim oyuncuların arasına Hido dışında Türk oyuncu koymamamın sebebi 12 Dev Adamı tek tek ayrı bir yazıda inceleyecek olmam.

Turnuvada dikkat çeken isimlerin dışında günlük harika performanslar gösteren ve genel performansının altında kalsa bile yeteneklerini görme şansı bulduğum bazı oyuncular için de küçük bir paragraf açmak istiyorum. Lübnan'ın tek galibiyetinde Kanada potasına 31 sayı bırakan El-Khatib ve Yunanistan'ı kusursuz bir performansla dize getiren Ersan turnuva boyunca istikrarlarını koruyamadıkları için listede yoklar. Bunun dışında İspanyollardan Navarro şutör kimdir sorusuna ders gibi yanıtlar vermesine karşın takımını yukarıya çıkaramadığı, Rubio da saha görüşüyle Teodosiç ile birlikte turnuvanın en saf oyun kurucusu olduğunun sinyallerini vermesine karşın Navarro'dan şut atmaya dair hiçbir şey öğrenemediği için elediğimi isimler; ama onları da izlemek keyifliydi açıkçası. Rusya - Yunanistan maçında izlediğim Mozgov da kumaşını belli eden isimlerdendi; ama onun da karşısında yenilmeyi bekleyen Yunanistan olduğu için listeye giremedi.

Bu kadar ön bilginin ardından sıra listedeki isimler hakkında yazmaya geldi. Turnuvaya damga vuran isimlerin dördü de FIBA'nın en iyi 5'ine seçildi zaten. Ben de FIBA'nın seçimlerinden 4'ünü (Teodosiç'i de 3.'lük maçında gördüm; ama o maçta hayalet gibi olduğu için burada yer vermedim)canlı izlediğim ve performanslarından oldukça etkilendiğim için yazmaya karar verdim.

Turnuvaya Damga Vuran İsimler:

1. Kevin Durant, ABD


12 Eylül 2010 tarihini kişisel tarihime, "bir NBA süper yıldızını parkede gördüğüm ilk gün" olarak not düşmeme sebep veren şahıstır kendileri. Üniversitede neden "the next big thing" olarak adlandırıldığını önce sayı kralı olarak NBA'de, sonra da B-team denilen ABD'yi altına taşıyarak uluslararası alanda herkese açıklamış oldu. Ankara'da TED Kolejliler maçlarında Marques Green'i, Aubrey Reese'i 30 attıkları maçlarda izleyip büyük şutör diye adlandırdığım günlerin ardından Durant'i görmek basketbolun zirvesinin nasıl bir yer olduğuna dair çok daha iyi fikir sahibi olmamı sağladı. Eğer bir sakatlık yaşamazsa 2011 normal sezon MVP'sini canlı izleme şansı bulduğuma inanıyorum. Portland da Jordan'dan sonra Durant'i de ıskalayarak draft'lerin en bahtsız takımı olduğunu ispatladı.

2. Hidayet Türkoğlu, Türkiye


Kaptan Hido, "maddi manevi" desteği arkasına aldığında takımı sırtlayabileceğini 2010'da herkese ispat etti. Bu sırtlama sırasında listedeki diğer isimler gibi skor yükünü üstlenerek rakipleri yıpratmadı belki; ama oyun zekasını ne kadar geliştirdiğini takımı çok iyi yöneterek gösterdi. Orlando'yu finale taşıdığı performansa yakın bir performansla gümüş madalyayı Türkiye'ye getirdi. Kerem Tunçeri ve Ender'in oyun bilgisine katılan bu zeka bizi bir ara takımların asist ortalamasında ikinci sıraya kadar çıkardı. Bu kadar iyi bir fizik, şut yeteneği ve oyun bilgisiyle Hido bence tatmin olmak yerine, nasıl all-star olamadığını iyi sorgulamalı ve maddi manevi bu derece desteklenmediği zamanlarda da performansını aynı seviyede tutabilmeli. Hedefini yüksek tutarsa milli takımla kazandığı iki gümüşün yanına 3 yıl içinde yeni madalyalar, hatta bir altın da ekleyebilir.

3. Linas Kleiza, Litvanya


Turnuvanın ilk iki gününde maçları izlemek için İzmir'e yaptığım yolculuk öğleden sonra tamamlanınca günün ilk maçı olan Litvanya - Yeni Zelanda maçının ancak sonuna yetişebildim. 10 sayılık bir farkla maçı önde götüren Litvanyalıların dikkat çekici olmayan istatistiklerinin arasında 11 numaranın 24 sayısı adeta parıldıyordu. Yanımda oturan Litvanyalı kıza "11 numara Kleiza, değil mi?" diye sorduğumda, kızın evet demeden önce yaptığı mimik adeta "ya kim olacaktı" der gibiydi. Litvanyalıların yeni yetişen ve esas hedefi 2011 olan bu kadro içinde Kleiza'yı ne kadar ayrı bir yere koyduklarını gösteren bu hareketin karşılığını fazlasıyla veren Kleiza, 3.'lük maçında ise Sırbistan'ı adeta ezdi geçti. Hem içeriden hem de dışarıdan oynamayı bilen Kleiza'nın Yugoslav ekolünü andıran tarzına belli ki Olympiakos formasıyla geçirdiği bir yıl oldukça yaramış. Bakalım oyunundaki bu sıçramayı Toronto'da NBA seviyesinde ne kadar sergileyebilecek?

4. Luis Scola, Arjantin


TAU'da oynadığı yıllardan beri hayranı olduğum Scola bu turnuvada izlemek istediğim isimlerin başında geliyordu. Turnuvada izleme şansı bulamasam da, Efes Cup hazırlık turnuvasının finalinde milli takımımıza karşı Scola'yı izleme şansına eriştim. 27 sayı - 8 ribaunt'luk ortalamaları onun kalitesi hakkında pek çok şeyi ortaya koysa da; orta mesafe şutları, pas yeteneği ve "uzun forvet(power forward) 101" derslerine konu olacak pota altı oyunuyla onu parkede görmek Scola'nın istatistiklerden çok da fazlasına sahip olduğunu gösteriyor. Bütün bunların ötesine geçen ise oyuna hırsla sarılması ve takımı için varını yoğunu ortaya koyan yapısı. Arjantin kadrosunun ona yardım edecek bir iki isim dışında çok dar olması bu performansının boşa gitmesine neden oldu maalesef.

14 Eylül 2010 Salı

Türkiye 64 - 81 ABD : Altın Durantula'nın Ağında Kaldı


Rüya gibi geçen iki haftanın sonunda rüyadan uyanmamıza Kevin Durant neden oldu. İlk çeyrekte attığı üçlüklerle seyircinin sesini kıstı, ikinci çeyrekte harika işleyen alan savunmamızın başladığı noktanın iki adım gerisinden attıklarıyla adeta savunmamızla dalga geçti, üçüncü çeyreğin başında üst üste attığı iki üçlükle de şampiyonu ilan etti. Durant'in mükemmel performansına Hidayet'in sakatlığı, hücumdaki sıkıntılarımız ve Sırbistan maçının yorgunluğu da eklenince şampiyonluk için çok zorlayabileceğimizi düşündüğüm ABD'ye karşı direnemedik. Yıllardır Türkiye'de basketbol izleyen birisi olarak Durant'i izlemek de "NBA süperyıldızı nasıl olur" sorusuna benim için iyi bir yanıt oldu.

İstatistiklerden ziyade duyguların ağır bastığı bir maç olduğu için maçı yazmaya yolculuktan, hatta turnuva ile ilgili ilk düşüncelerimden başlamak istiyorum. Final biletini yaklaşık üç ay önce aldığımda Türkiye'nin bu noktaya çıkacağını düşünmemiştim, daha ziyade kafamda "en iyi ihtimalle Yunanistan'ı geçersek ite kaka yarı finale kalır, son gün de madalya için sahaya çıkan bir Türkiye izlerim" düşüncesi hakimdi. Ama grup değerlendirmelerinde de yazdığım gibi Yunanistan'ı geçeceğimizi düşünmüyordum, ikincilik de çeyrek finalde ABD'ye toslamak anlamına geliyordu.


Benim taraftar olarak hayal ettiklerimden de ötesini gerçekleştiren Türkiye'nin yaratacağı bir mucizeye tanık olmak; olmadığı takdirde de 12 dev adama tarihin en büyük başarısı nedeniyle teşekkürlerimi sunmak için Ankara'dan yola çıktığımda saat 10:30'u gösteriyordu. Yolculuğun başlarında yaşadığım heyecan İzmit'te tıkanan trafik ve 2,5 saatlik gecikme yüzünden yerini yorgunluğa bırakmaya başladı. Maç öncesinde Taksim'de turlayıp yaşanan heyecana ortak olmak isterken trafik nedeniyle kendimi 3.'lük maçının başlamasına 15 dakika kala ancak Sinan Erdem Spor Salonu'na atabildim.

Final öncesinde turnuvanın en iyi taraftarları olan Litvanyalılarla 3. kez buluşmak günün güzel anılarından birisi oldu. İstanbulluların övdüğü Slovenya seyircisini görme fırsatım olmadı ama onların da Litvanyalıların tacını elinden alabileceğini düşünmüyorum. Ev sahibi taraftarın Türkiye üzerindeki itici etkisini gördükten sonra rahatlıkla diyebilirim ki Litvanya'da düzenlenecek olan Eurobasket 2011'in Sırbistan ve İspanya ile birlikte en önemli favorisi Litvanya olacaktır.

Litvanyalıların 3.'lüğü almasının ardından gözler final maçına çevrildi. Taraftar ürünlerinin satıldığı yerde tarihe tanıklık ettiğimi belgeleyecek "Final: Turkey vs. USA" tişörtlerinden bulamadım; ama pota arkasında oturan bilinçli bir taraftar olarak faullerde dikkat dağıtma görevimi yerine getirmek adına bir atkı satın aldım. Maç sırasında pota arkasındaki diğer taraftarların bu görev bilincinde olmadığını, dahası tuttur.com'un 3 liralık tişörtünü almak için kendini yırtıp, top ABD'deyken yuhalamayı angarya gören seyirciyi (bkz. seyirci taraftar farkı) gördükçe sinirlerim tepeme çıktı.


Gerekli desteğin oluşmamasındaki en önemli iki faktörün Litvanyalılar gibi bir taraftar kültürüne sahip olmamamız ve gereken desteği verebilecek Türk taraftarlarının kendi evindeki bir turnuvada takımın başarılı olacağına o kadar da inanmamaları olarak görüyorum. Eğer taraftarlık yapabilecek kesim finale inansaydı veya her şartta dünya basketbol finalini izlemek isteyecek basketbolsever sayısı salonu dolduracak çoklukta olsaydı, bu biletler amca -teyze ve onların çocuklarının elinde kalmazdı. Başta da dediğim gibi ben de finale kalacağımıza inanmıyordum; ancak ne olursa olsun bir final maçı izlemeye kararlıydım, bu nedenle de biletimi üç ay öncesinden aldım. Amcalar teyzeler de maça gelmesinler demiyorum tabii, hobi olarak gene gelsinler; ama taraftar desteğine çok ihtiyaç duyduğumuz günde televizyon konforunu tercih etmeleri daha iyi olurdu.

İşin kültür boyutuna döndüğümüzde ise Litvanyalılarla, 3.'lük maçından sonra onların boşalttığı koltuklara geçen Beşiktaş Çarşı taraftarlarını karşılaştırmak yerinde olacaktır. Çarşı taraftarının iyi niyetinden şüphe duymamakla beraber, basketbol maçlarında kısa süreli destek verip rakibi baskı altına almayı sık sık unuttukları da bir gerçek. Maçın başında henüz Beşiktaşlıların bile tam olarak ezberleyemediği "formanda ter olmaya geldik" tezahüratını Türkiye'ye uyarlamaya çalışmaları seyircinin havaya girmesini engelledi maalesef. Yine de Ender'in maçı 48-61'e getiren üçlüğünden sonra tüm salonu ayağa kaldırmaları ve maç sonunda "dağ başını duman almış" tezahüratını başlatmaları günün en olumlu taraftar hareketleriydi, onlar da maça gelmese tribünler tamamen etkisiz kalacaktı. Maçın bitiminde Gündoğdu marşı söylemeleri "kötü günde omuz omuzayız" mesajı vermek için mi yoksa sesini çıkarmayan seyirciye tepki için miydi bilemedim.


Ekranlara yansıdı mı bilmiyorum; ama finali benim için unutulmaz kılan bir başka detay da devre arasında verilen FIBA onur ödülleriydi. Divac ve Sabonis gibi izlediğim ve Oskar Schmidt gibi namını duyduğum efsaneleri alkışlama fırsatını yakaladığım için de son derece mutluyum. Divac ile Hido'nun samimi muhabbeti "Hey gidi Sacramento Kings" diye eski günleri yad etmeme, yanımdaki çocukların Divac'tan bihaber olması da yaşlandığımı hissetmeme neden oldu. Daha önce de dediğim gibi istatistiklerden çok duygularla ilgili bir maç olduğu için maçın detayları yerine tribünlerde oluşan atmosferi anlatmayı seçtim, turnuvada izlediğim dikkat çekici isimler ve milli takımımızın performansı hakkında iki ayrı yazı yazmayı planlıyorum.

Hiç bir zaman unutulmayacak bir turnuva performansının eşiğinden döndük belki; ama Türk spor tarihinin takımlar bazındaki en büyük başarısını elde eden bu takımla ne kadar gurur duysak azdır. Naismith kupasının Hidayet'in ellerinde yükseldiğine şahit olamadım belki; ama bu başarılı takımın Olimpiyatlara katılım hakkı elde etmesi halinde 2012 Londra'daki açılış töreninde Türk bayrağının Hidayet'in ellerinde taşındığını görmek de bana benzer bir sevinci yaşatacaktır. 12 Dev Adam'a bu mükemmel turnuva ve bana (ve tüm Türkiye'ye) yaşattığı unutulmaz anılar nedeniyle teşekkür ediyor ve onlara yeni hedefleri olan Eurobasket 2011'de başarılar diliyorum.

12 Eylül 2010 Pazar

Türkiye 83 - 82 Sırbistan: Hayatımın En Değerli Bileti


ODTÜ'de girdiğimiz son finalin ardından (Computer Architecture desem aklınızda neler canlanır bilemem) moist'un bilgisayarından satın aldığım bileti fotoğrafta görüyorsunuz. İnanmazsanız fotoğrafı büyüterek isme bakabilirsiniz; ama hala inanmıyorsanız da size hak veririm. Ben şu an önümde duran bu bilete baktığım halde inanamıyorum mesela. Tek üzüntüm yarın salona gideceğimi bilmeme rağmen bu maçta televizyon başında ses tellerimi hırpalamış olmam; ama kimse merak etmesin, yarın sesimizi yeri göğe dinletmek için var gücümle bağıracağım: "Güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar!"

Maç ile ilgili görüşlerimi sorarsanız inanın Teodosiç'in inanılmaz performansı ve bir iki yıllarca unutulmayacak an dışında hiçbir şey hatırlamıyorum. Çarşamba günü de yazdığım gibi Naismith kupası Hidayet'in ellerinde yükselsin, ondan sonra bloga onlarca yazı koyarız önemli değil. Şimdilik o anlardan birini yeniden hatırlamak için aşağıdaki fotoğrafa bakmanız yeterli. Ellerine sağlık Kerem, ellerine sağlık Semih.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Türkiye 95 - 68 Slovenya: Finale Koşuyoruz!


Az kaldı, geliyoruz! Sesimizi yer gök dinleyecek, çok az kaldı. Bu maçlara gelmeden önce Porto Riko maçı değerlendirmesinde "Slovenya gibi 80-90 atmayı seven takımlara karşı zorlanabiliriz" diye şu an oldukça saçma gelen bir yorum yapmıştım; ama parkede böyle bir milli takım göreceğimi de bilemezdim ki. Dünya Şampiyonası'nda çeyrek final oynuyoruz ve 27 sayılık bir fark yapmışız, inanılır gibi değil. Fark da önemli değil zaten, skor 41-21 iken Semih'in bizim potamızdan çıkardığı top Slovenlere gerekli mesajı vermeye yetti: Biz finale yürüyoruz, yolumuzdan çekilin!

Bu savunma nasıl iyi bir takım olduğumuzun sinyallerini grup maçlarında vermişti; ama takım halinde böyle bir hücum performansını ilk defa görüyorum. Topun bu kadar iyi paylaşıldığı ve herkesin skora gereken katkıyı yaptığı bu takımda Tanjevic'in "Yugoslav" etkisini görmek mümkün. Maç başına 18.6 asist ortalamasıyla oynuyoruz ve bu alanda ABD'nin arkasından ikinci sıradayız; ancak ABD'nin kullandığı top sayısını (possession) hesaba katarsak, hücumda oyunlarını asist üzerine en çok kuran takım olduğumuzu da söyleyebiliriz. Yugoslav patentli Sırbistan'ın asist ortalaması dahi 18. Doğru pas doğru atışları getirince 95'i bulmak da zor olmuyor. Şutör kimliği olmadığı için Efes'te süre alamayan Sinan Güler bugün 2/3 üçlük ve toplamda 5/7 isabetle 12 sayıyı buluveriyor.


İsimler üzerinde teker teker durmaya gerek yok sanırım, herkes kendisine verilen rolü en iyi şekilde yapıyor zaten; yine de asiste dayalı hücumun temel taşları olan Hidayet ve Kerem Tunçeri'ye ayrı bir alkış göndermek lazım. Mükemmel yapılan savunma için ise söylenecek söz yok. Bugüne kadar alan savunmasıyla geldiğimizi düşünüyorduk, bugün 5 dakika alan savunması 35 dakika adam adama savunma yaptık ve yine rakibe havlu attırmayı başardık. Buraya tekrar yazalım: "Hücum maç, savunma ŞAMPİYONLUK kazandırır."

Yarı finalde rakibimiz benim turnuvada ABD ile birlikte en çekindiğim takım olan Sırbistan. Teodosiç'in mucizevi üçlüğünün İspanya'yı evine göndermesi bizim için çok iyi olmadı açıkçası. Özellkle Ersan ve Hidayet gibi hareketli 3 ve 4 numaraları savunmasına pek ihtimal vermediğim (bizim ezip geçtiğimiz Fransa forvetleri İspanya'yı krize sokmuştu) İspanya'yı daha kolay geçebileceğimize inanıyordum; ama biz bu geceki gibi oynarsak inanın Sırbistan, İspanya hatta ABD fark etmez. Bu gece şampiyonlara yakışan bir oyun ortaya koyan 12 Dev Adam oyununu bu seviyede tutmayı başarırsa hem cumartesi hem pazar akşamı yer kırmızı gök beyaz boyanacak, eminim. Tarihimizin en büyük Dünya Şampiyonası başarısını elde ettik bile; ama bu takıma yetmez. Artık pazar akşamı Hidayet'in ellerinde Naismith kupasını görmek istiyoruz. Haydi 12 Dev Adam!

3 Eylül 2010 Cuma

Türkiye 2010: Rakibimiz Fransa


2010 Dünya Şampiyonası'nın grup aşaması geride kaldı. Grup aşamasının ilk iki gününü İzmir'de, son üç gününü de Ankara'da geçirerek toplam 10 maçı izleme şansı buldum. Aslında Rusya - Yunanistan maçını bunların içinde saymamın tek nedeni Rusların verdiği emeğe duyduğum saygıdır. Yoksa Yunanlılar tarihten gelen geleneklerini devam ettirerek unutulmaz bir komedyaya imza attılar. Onları izlemek için salona gelen basketbol severlere karşı yaptıkları bu terbiyesizlik umarım cezasız kalmaz ve mucizevi basketler sonunda İspanya'yı onların karşısına çıkartan basketbol tanrıları İspanya'nın turu geçmesi için de yardım elini uzatır.

Konuyu fazla dağıtmadan sözü ikinci turdaki Türkiye - Fransa eşleşmesine getirelim. Basketbol tanrıları adalet terazisini dengelemeye çalışırken bize de ufak bir kazık atmış oldular ne yazık ki. Çeyrek finale kalmak için yumuşak pota altıyla dişimize göre bir rakip olan Yeni Zelanda yerine, atletik oyuncularıyla sert savunma yapan Fransa'yı geçmemiz gerekiyor. Fransa'nın iki, Türkiye'nin de üç maçını salonda izleme şansı bulan ender kişilerden (tek kişi de olabilirim) biri olarak bu eşleşmede neler yaşanabileceğine dair bir yazı yazmaya karar verdim. Fransa'yı grubun ilk iki maçı olan İspanya ve Lübnan maçlarında izlediğimi, yani kaybettikleri maçları görmediğimi ekleyeyim. Ancak Fransa'nın kazandığı iki maçta dahi oyun kurma gibi temel sıkıntıları göz önündeydi.


Yazıya başlamadan önce Pollyannacılık yapıp, çabuk hücum ederek oynayan takımlara karşı zorlandığımızı göz önüne alarak, hücum süresinin 10 saniyesini kullanmayı tercih edip her maç 80'i aşan Yeni Zelanda'yla eşleşmiyor olmamızın o kadar da kötü bir durum olmadığını söylemek istiyorum. Böyle takımlara karşı nasıl savunma yaptığınızdan ziyade, nasıl hücum ettiğiniz önemli oluyor ve milli takımımızın sıkıntılarından birisi istikrarlı bir şekilde skor üreten oyunculardan yoksun olmamız. (Bu durum muhtemel bir Slovenya eşleşmesinde de başımızı ağrıtabilir.)

Fransa ise aynı milli takımımız gibi kendisini savunma üzerinden tanımlayan bir ekip. Özellikle uzunların post-up oyunlarında 2 ve 3 numara oyuncuları da oldukça uzun isimler oldukları için etkili ikili sıkıştırmalar yapabiliyorlar ve rakibi fazlaca top kaybına zorluyorlar. Burada bir parantez açıp İspanya'da, dünyanın en iyi pasör uzunlarından olan Pau Gasol'ün eksikliğinin Fransa maçında fazlaca hissedildiğini söylemeliyim. Bizim uzunlarımız da pasör nitelikli olmadıkları için pota altında sıkışan bir oyunda top kayıpları yapabiliriz.


Yukarıda değindiğimiz Fransa'nın fizikleriyle ön plana çıkan iki ve üç numaralarına yakından bakalım; çünkü bu isimler aynı zamanda Fransa'nın hücumdaki skor yükünü çekiyorlar. Bu isimlerden en dikkat çekeni şüphesiz Nicolas Batum. Alex Mumbru'yu poster yaptığı İspanya maçındaki smacının ardından Lübnan maçında da yaptığı smaçta potayı kırmasıyla atletizmi konusunda hiç bir şüpheye yer bırakmadı. 2.03'lük boyuyla şutör guard pozisyonuna kaydığı zaman ciddi eşleşme problemlerine yol açıyor ve penetre etmeyi seven bir oyuncu olduğu için takım bu eşleşme problemlerinden rahatlıkla skor üretebiliyor. Turnuvada ön plana çıkan diğer forvetleri ise Mickael Gelabale. Bu yılı Cholet takımında Erman Kunter'in öğrencisi olarak geçiren Gelabale, turnuvadaki 12.8 sayı ortalamasından daha etkileyici olan ise bu ortalamayı çok iyi bir yüzdeyle şut sokarak tutturmuş olması. Aynı pozisyonlarda oynayan bir diğer isim olan Florent Pietrus ise hücumdan çok savunmadaki katkısıyla başımızı ağrıtabilir.

Fransa'nın pota altında rotasyon için yeterli sayıda oyuncusu var. İlk beş başlayan Ali Traore ve Boris Diaw'la birlikte bench'ten gelen Koffi ile skor buluyorlar. Bu ismlerden en tanınanı olan Diaw'ın ise göbek salarak eski atletizminden uzaklaştığını not düşeyim. Yine de pota altında iyi pas dağıtan Diaw'a dikkat etmek lazım. Ian Mahinmi ile tamamlanan pota altı rotasyonunun en büyük sorunu ise erken faul problemine girmeye meyilli oyunculardan oluşması. Ömer Aşık ve Semih Erden'i hücumda iyi besleyebilirsek Fransa uzunlarını faul problemine sokarak henüz maçın başında ciddi bir avantaj elde edebiliriz.


Son olarak Fransa'ın en zayıf bölgesi olan oyun kurucularını inceleyelim. Nando de Colo ve Yannick Bokolo skor üretmekte başarılı olsalar da, esas görevleri olan oyun kurmakta bir hayli yetersizler. Takımın asist liderinin Boris Diaw olması da bu durumun bir kanıtı. Bu ikilinin penetre üzerinden attıkları şutlarda iyi savunma yaparsak bizim için ciddi bir tehdit oluşturamazlar. Üzerine daha önceki maçlarda yaptığımız gibi ön alanda pres uygularsak Fransa'yı oldukça fazla top kaybına zorlayabiliriz.

Kendini savunma üzerinden tanımlayan Fransa'nın bizim için çok da korkutucu olduğunu söyleyemeyiz; çünkü artık İbo, Harun ve Ufuk Sarıca'lı skorer kimliğiyle ön plana çıkan 90'lar Türkiye'sinden oldukça farklı bir milli takıma sahibiz ve sert savunma takımlarına aynı sertlikle yanıt verebiliyoruz. (Saydığım adamlardan birisi şu milli takımda oynuyor olsaydı değil Fransa, bence İspanya veya Sırbistan'dan bile korkmamıza gerek olmazdı) Eğer maçın başından itibaren konsantre olup pota altında üstünlük kurup, zaten üstün olduğumuz oyun kurucu pozisyonunda onları sıkıntıya düşürürsek, Fransa'nın atletik forvetlerinin sazı ele almasına fırsat vermeden bu maçı alırız.

2 Eylül 2010 Perşembe

Türkiye 79 - 77 Porto Riko: Lider Buraya


Maç öncesinde yazmıştım, sonuç olarak çok önemli olmasa da momentumu kaybetmemek adına kritik bir maçtı millilerimiz için. Yunanistan gibi bir kader maçından alınlarının akıyla çıkan 12 Dev Adam, Porto Riko karşılaşmasına dün akşam oynanan bu maçın yorgunluğuyla çıktı. Kafalarda da grup liderliğinin büyük ihtimalle garantilendiği algısı olduğu için ilk yarıda Yunanistan maçındaki savunma konsantrasyonunun epey gerisinde kaldık. Bütün bu faktörlere son saniyelerdeki laubaliliğin (Ersan!) de eklenmesine karşın maçtan 79-77 galip ayrılıp grup liderliğini garantiledik. Turnuvanın Ankara ayağını yarın formalite için oynanacak olan Çin maçıyla bitirip her şeyin belirleneceği İstanbul hesaplarını yapmaya başlayabiliriz artık.

Porto Riko gibi tempolu hücumlarla skoru yüksek tutmaya meyyal takımlara karşı savunmada mesajı başlangıçta vermediğiniz takdirde zorlanmanız normaldir. Zayıf savunma karşısında güveni yerine gelen Porto Rikolular içeriden 2.20'lik Ramos, dışarıdan da Sanchez, Vassallo ve Carmelo Lee ile cezayı kestiler ve ilk yarıda 37 sayıya ulaştılar. (Vassallo demişken bir parantez açıp iki gündür izlediğim hem iki hem üç numara oynayabilen oyuncuyu oldukça beğendiğimi ekleyeyim. Dün fizik gücü sayesinde Çinlilerin başına bela olup maçı getiren isim olmuştu, bugün de Türkiye karşısında sağlam bir performans ortaya koydu.) Bu dönemde özellikle Ömer Onan'ın sayılarıyla farkın çok açılmasını önledik. Ömer Aşık'a yapılan faullerden sayı çıkaramayınca pota altı üretimimiz ilk yarıda neredeyse sıfırlandı.


İkinci yarıya savunmanın dozajını biraz artırarak başlasak da Porto Riko üçlüklerle skorda önde kalmayı başardı. Bu sürede Hidayet, kendisinden turnuvanın başından beri beklediğimiz gibi oyuna ağırlığını koydu ve farkın 5-6 sayıda kalmasını sağladı. Çeyrek sonuna doğru Porto Riko'nun direncini kıran isim ise Kerem Gönlüm oldu. Bu kısa süreye sığdırdığı 9 sayı çeyrek sonunda skora ortak olmamızı sağladı: 56-57

4. çeyreğin başlamasıyla birlikte salon Yunanistan maçındaki atmosferine büründü ve millilerimiz kendilerinden beklenen savunma direncini artırdı çeyrek ortalarına kadar 15-4'lük bir seriyle gelerek öne geçmeyi ve farkı da maçı almak için yeterli seviyeye çıkardık. Maçın sonları yaklaşırken ise bilindik maç sonu hastalığımız yeniden nüksetti ve Porto Riko üst üste bulduğu iki üçlükle son dakika içinde maçı 78-72'ye getirdi. Bu saniyede Ersan'a atılan uzun pasla yarı sahayı rahat geçmeyi başararak maçı bitirdik diyorduk ki, Ersan'ın anlamsız üçlük denemesi geldi. Kaçan şutun ardından 6 saniyede bir üçlük daha bulan Porto Rikolular farkı tek hücumluk seviyeye indirdi. 78-77'den sonra Kerem Tunçeri faul atışlarında 2'de 1 yapınca işler Porto Riko'nun son hücumuna kaldı; ancak Porto Riko bu şansı kullanamayınca 79-77'yle grup liderliğini garantilemeyi başardık.

Turnuvanın ilk etabını hatasız bir şekilde ilerideki turlar için önümüzü açan grup liderliğini elde ederek tamamlamayı başardık. Şimdi final etabı başlamadan önce durup takımdaki olumlu ve olumsuz noktalara bir göz atmakta fayda var. Birinci sıraya koymamız gereken özelliğimiz tabii ki takım savunmamız. Bugün istenen seviyede olmasa da son çeyrekte seyircinin de gereken desteği verdiği kısa sürede takım savunmamızın ne kadar etkili olduğunu bir kez daha gördük. Bunun yanına koymamız gereken bir diğer önemli özelliğimiz ise hücumda pek çok skor opsiyonu yaratabilmemiz. Bugün Ömer Onan ve Hidayet dış şutları ve penetreleriyle rakibi aşmayı başardı. Kerem Gönlüm kısa forvetle olan eşleşmesinden skor üretmeyi başardı. Yarın pota altı zayıf bir ekibe karşı Ömer Aşık ve Semih 20'li sayılara rahatlıkla çıkabilirler. (Yeni Zelanda neden olmasın) Buradaki en önemli faktör de tabii ki başta Kerem Tunçeri olmak üzere Ender ve Hidayet'in iyi oyun görüşüne sahip isimler olmaları. Turnuvada pek çok takım bir oyun kurucu bulmakta dahi zorlanırken (bkz. Litvanya, Fransa), milli takımımızın sahaya aynı anda üç oyun kurucuyla çıkma lüksü var.


Madalyonun diğer yüzünü çevirdiğimizde ise en büyük sıkıntıyı maç sonlarında yaşadığımızı görüyoruz. Ömer Aşık'ın faul sokma sıkıntısı son anlarda onun sahada olmasını engelliyor ve kolay sayılara gitmekte zorlanıyoruz. Son iki günde oynanan maçlarda son dakikalara 10+ farklarla girdiğimiz için sorun yaratmadı belki; ama ilerleyen turlarda son topların daha kıymetli olacağı aşikar ve bu soruna bir çözüm üretmemiz şart. Skor opsiyonlarımız çok olsa dahi oyuncularımızın hepsi kendi oyunuyla skor üretmekte zorlanıyor, bu nedenle de her maç 80-90 atarak oynamayı seven Porto Riko tarzı takımları yakalarken oldukça zorlanıyoruz. Önümüzdeki maçlara baktığımızda eşleşmemiz muhtemel olan Yeni Zelanda ve Slovenya da bu tarz takımlar ve kötü bir sürprizle karşılaşmak istemiyorsak bu maçlarda savunma konsantrasyonumuzu ilk andan itibaren yüksek tutmalıyız.

Final eşleşmelerinden oluşan tabloya baktığımızda büyük ihtimalle Yeni Zelanda ve Slovenya yarı finale kalmak için önümüzde duran iki engel olacak. Turnuvadaki pek çok ekibin altındaki bir seviyede olan bu takımları yenebilecek potansiyele kesinlikle sahibiz. İki gündür Ankara Spor Salonu'nu inleten Gençlik Marşı'ndan alıntı yaparak Güneşin ufuktan doğduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Haydi 12 Dev Adam, şimdi o yoldan emin adımlarla yürüme zamanı. Sesimizi yerin göğün dinlemesine çok az kaldı.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Türkiye 2010: 4. Gün Maçları


2010 Dünya Şampiyonası'nın finale giden yol haritası şekillenmeye başladı. B grubunda ABD, C grubunda Türkiye'nin grup liderlikleri hemen hemen kesinleşirken, İspanya'nın Fransa ve Litvanya'dan aldığı mağlubiyetler turnuva öncesi beklenen son 16 eşleşmelerini bir hayli değiştirdi. Büyük sürprizler olmadığı takdirde 5 takımın son 16 eşleşmelerindeki yeri belli oldu, bu akşam ikisinin yeri daha kesin belli olacak. Şimdi turnuvada bugün oynanacak kader maçlarına bir göz atalım.

A Grubu: Avustralya - Sırbistan / 16:30


2009'daki finalin ardından bu turnuvanın da favorileri arasına giren Sırbistan, Almanya'dan aldığı mağlubiyetin ardından kafada soru işaretleri bırakmıştı. Sırbistan'ın şansı ise bu mağlubiyetin telafisinin olması. Grupların son iki gününde oynayacakları Avustralya ve Sırbistan maçlarını kazanırlarsa grup birincisi olarak son 16'ya kalacaklar. Bu maçı kaybettikleri takdirde ise grup 4. olup son 16'da ABD ile eşleşecekler. Bizim için en kötü senaryo ise bu maçı 18 sayıdan az farkla kazanıp Arjantin'e kaybetmeleri olacaktır. Bu durumda grup 3. olacaklar ve çeyrek finalde milli takımımızla eşleşme ihtimalleri var ki, benim şu an olası çeyrek final eşleşmeleri için en çok çekindiğim takım Sırbistan. Aleks Mariç'in milli takım seçerken Sırbistan ve Avustralya arasında gidip gelmiş olması da maçı ayrıca ilginç kılacak.

B Grubu: Brezilya - Slovenya / 21:30


B grubunda ABD kayda değer rakiplerinin hepsini yenerek grup liderliğini garantiledi. Artık bu grupta 2, 3 ve 4. sıranın kime gideceği merak konusu ve sıralamayı da Slovenya, Hırvatistan ve Brezilya arasında oynanan maçlar belirleyecek. Bu üçlü arasında oynanan ilk maçta Slovenya Hırvatistan'ı yenerek önemli bir avantaj sağladı. Eğer bugün de Brezilya'yı yenerlerse grup ikincisi olmayı garantileyecekler. Brezilya kazanırsa maçın sonundaki fark da oldukça önemli olacak; çünkü son gün oynanacak Hırvatistan - Brezilya maçının sonucuna göre üçlü averaj hesapları devreye girebilir. B grubunun ikincisi milli takımızın çeyrek finaldeki muhtemel rakibi olduğu için bu maç bizi de yakından ilgilendiriyor.

C Grubu: Türkiye - Porto Riko / 21:00


Diğer maçlar kıyasla çok da kritik bir maç değil belki; ancak Türkiye'nin yakaladığı momentumu kaybetmemesi için bugünü de kayıpsız atlatması gerekiyor. Bu maçı kazandığımız takdirde 12 Dev Adam'ın grup birinciliği, Porto Riko'nun da grup dördüncülüğü kesinleşecek. Maçı kaybetsek dahi yarın Çin'i yenerek grup birincisi olacağız, ki bu durum takımların kaderinin tek maçla çizildiği turnuvalar için büyük bir lüks. Yine de dediğim gibi momentumu kaybetmemek ve İstanbul'a namağlup gitmek açısından önümüzdeki tek engel Porto Riko maçı ve bu engeli aşarken milli takımı desteklemek adına bu akşam da Ankara Spor Salonu'nda olacağız.

D Grubu: Fransa - Litvanya / 21:00


Bizi olası bir yarı final eşleşmesine kadar ilgilendirmeyen bir maç; ama turnuvanın gidişatını ciddi biçimde şekillendirecek. İspanya'yı geçmeyi başaran iki takımın mücadelesi grup lideri ve ikincisini tayin etmiş olacak. Turnuvanın ilk iki gününü İzmir'de geçirdiğim için iki takımı da izleme fırsatım oldu ve buradan hareketle maç üzerine bir ön değerlendirme yapmak istiyorum. İki takımın da en önemli eksikliği oyun kurucu. Fransa atletik ve sert oyuncuları sayesinde savunmada her takımın başına bela açacak bir kadroya sahip. Litvanya'nın oyun kurmada ve Kleiza dışındaki isimlerle pota altından skor üretmekte ciddi problemleri var. Ayrıca dış oyuncuların savunmasında da iyi sinyaller vermiyorlar. Özellikle Batum ve Gelabale'in fizik üstünlükleriyle Litvanyalılara problem çıkartması muhtemel. Litvanya'nın bu maçtaki kozları ise ateşli seyircisi ve hem iç hem dış tehdidi olan Kleiza olacaktır. Maciulis, Pocius ve Delininkaitis'in skor katkılarının ne düzeyde olacağı ise maçın sonucunu belirler. Benim tahminim Fransa'nın bu maçı kazanacağı yönünde.