3 Eylül 2010 Cuma

Türkiye 2010: Rakibimiz Fransa


2010 Dünya Şampiyonası'nın grup aşaması geride kaldı. Grup aşamasının ilk iki gününü İzmir'de, son üç gününü de Ankara'da geçirerek toplam 10 maçı izleme şansı buldum. Aslında Rusya - Yunanistan maçını bunların içinde saymamın tek nedeni Rusların verdiği emeğe duyduğum saygıdır. Yoksa Yunanlılar tarihten gelen geleneklerini devam ettirerek unutulmaz bir komedyaya imza attılar. Onları izlemek için salona gelen basketbol severlere karşı yaptıkları bu terbiyesizlik umarım cezasız kalmaz ve mucizevi basketler sonunda İspanya'yı onların karşısına çıkartan basketbol tanrıları İspanya'nın turu geçmesi için de yardım elini uzatır.

Konuyu fazla dağıtmadan sözü ikinci turdaki Türkiye - Fransa eşleşmesine getirelim. Basketbol tanrıları adalet terazisini dengelemeye çalışırken bize de ufak bir kazık atmış oldular ne yazık ki. Çeyrek finale kalmak için yumuşak pota altıyla dişimize göre bir rakip olan Yeni Zelanda yerine, atletik oyuncularıyla sert savunma yapan Fransa'yı geçmemiz gerekiyor. Fransa'nın iki, Türkiye'nin de üç maçını salonda izleme şansı bulan ender kişilerden (tek kişi de olabilirim) biri olarak bu eşleşmede neler yaşanabileceğine dair bir yazı yazmaya karar verdim. Fransa'yı grubun ilk iki maçı olan İspanya ve Lübnan maçlarında izlediğimi, yani kaybettikleri maçları görmediğimi ekleyeyim. Ancak Fransa'nın kazandığı iki maçta dahi oyun kurma gibi temel sıkıntıları göz önündeydi.


Yazıya başlamadan önce Pollyannacılık yapıp, çabuk hücum ederek oynayan takımlara karşı zorlandığımızı göz önüne alarak, hücum süresinin 10 saniyesini kullanmayı tercih edip her maç 80'i aşan Yeni Zelanda'yla eşleşmiyor olmamızın o kadar da kötü bir durum olmadığını söylemek istiyorum. Böyle takımlara karşı nasıl savunma yaptığınızdan ziyade, nasıl hücum ettiğiniz önemli oluyor ve milli takımımızın sıkıntılarından birisi istikrarlı bir şekilde skor üreten oyunculardan yoksun olmamız. (Bu durum muhtemel bir Slovenya eşleşmesinde de başımızı ağrıtabilir.)

Fransa ise aynı milli takımımız gibi kendisini savunma üzerinden tanımlayan bir ekip. Özellikle uzunların post-up oyunlarında 2 ve 3 numara oyuncuları da oldukça uzun isimler oldukları için etkili ikili sıkıştırmalar yapabiliyorlar ve rakibi fazlaca top kaybına zorluyorlar. Burada bir parantez açıp İspanya'da, dünyanın en iyi pasör uzunlarından olan Pau Gasol'ün eksikliğinin Fransa maçında fazlaca hissedildiğini söylemeliyim. Bizim uzunlarımız da pasör nitelikli olmadıkları için pota altında sıkışan bir oyunda top kayıpları yapabiliriz.


Yukarıda değindiğimiz Fransa'nın fizikleriyle ön plana çıkan iki ve üç numaralarına yakından bakalım; çünkü bu isimler aynı zamanda Fransa'nın hücumdaki skor yükünü çekiyorlar. Bu isimlerden en dikkat çekeni şüphesiz Nicolas Batum. Alex Mumbru'yu poster yaptığı İspanya maçındaki smacının ardından Lübnan maçında da yaptığı smaçta potayı kırmasıyla atletizmi konusunda hiç bir şüpheye yer bırakmadı. 2.03'lük boyuyla şutör guard pozisyonuna kaydığı zaman ciddi eşleşme problemlerine yol açıyor ve penetre etmeyi seven bir oyuncu olduğu için takım bu eşleşme problemlerinden rahatlıkla skor üretebiliyor. Turnuvada ön plana çıkan diğer forvetleri ise Mickael Gelabale. Bu yılı Cholet takımında Erman Kunter'in öğrencisi olarak geçiren Gelabale, turnuvadaki 12.8 sayı ortalamasından daha etkileyici olan ise bu ortalamayı çok iyi bir yüzdeyle şut sokarak tutturmuş olması. Aynı pozisyonlarda oynayan bir diğer isim olan Florent Pietrus ise hücumdan çok savunmadaki katkısıyla başımızı ağrıtabilir.

Fransa'nın pota altında rotasyon için yeterli sayıda oyuncusu var. İlk beş başlayan Ali Traore ve Boris Diaw'la birlikte bench'ten gelen Koffi ile skor buluyorlar. Bu ismlerden en tanınanı olan Diaw'ın ise göbek salarak eski atletizminden uzaklaştığını not düşeyim. Yine de pota altında iyi pas dağıtan Diaw'a dikkat etmek lazım. Ian Mahinmi ile tamamlanan pota altı rotasyonunun en büyük sorunu ise erken faul problemine girmeye meyilli oyunculardan oluşması. Ömer Aşık ve Semih Erden'i hücumda iyi besleyebilirsek Fransa uzunlarını faul problemine sokarak henüz maçın başında ciddi bir avantaj elde edebiliriz.


Son olarak Fransa'ın en zayıf bölgesi olan oyun kurucularını inceleyelim. Nando de Colo ve Yannick Bokolo skor üretmekte başarılı olsalar da, esas görevleri olan oyun kurmakta bir hayli yetersizler. Takımın asist liderinin Boris Diaw olması da bu durumun bir kanıtı. Bu ikilinin penetre üzerinden attıkları şutlarda iyi savunma yaparsak bizim için ciddi bir tehdit oluşturamazlar. Üzerine daha önceki maçlarda yaptığımız gibi ön alanda pres uygularsak Fransa'yı oldukça fazla top kaybına zorlayabiliriz.

Kendini savunma üzerinden tanımlayan Fransa'nın bizim için çok da korkutucu olduğunu söyleyemeyiz; çünkü artık İbo, Harun ve Ufuk Sarıca'lı skorer kimliğiyle ön plana çıkan 90'lar Türkiye'sinden oldukça farklı bir milli takıma sahibiz ve sert savunma takımlarına aynı sertlikle yanıt verebiliyoruz. (Saydığım adamlardan birisi şu milli takımda oynuyor olsaydı değil Fransa, bence İspanya veya Sırbistan'dan bile korkmamıza gerek olmazdı) Eğer maçın başından itibaren konsantre olup pota altında üstünlük kurup, zaten üstün olduğumuz oyun kurucu pozisyonunda onları sıkıntıya düşürürsek, Fransa'nın atletik forvetlerinin sazı ele almasına fırsat vermeden bu maçı alırız.

Hiç yorum yok: