31 Ocak 2011 Pazartesi

Oleksandr Aliyev ve Freddy Adu


Birbirleriyle bir şekilde bağlantılı, ilginç ve nostaljik olay ve kişilerin aklımda olduğu birkaç gün yaşıyorum. Odamdaki eski gazetelerin spor sayfası arşivimi düzenlerken, hafızamda en çok yer etmiş turnuvalardan (ki aslında 2005 yılı çok da nostaljik sayılmaz) 2005 FIFA Dünya Gençler Şampiyonası ve izlediğim maçlarda dikkatimi çeken futbolculara şöyle bir göz attım.

Aklımda en çok yer eden adam, Oleksandr Aliyev. Nedeni de gruptaki Türkiye-Ukrayna maçında attığı harika frikik golü:


2-2 biten o maçta, Sezer Öztürk ile karşılıklı harika ikişer gol atmışlardı. Aliyev geçtiğimiz sezonu Lokomotiv Moskova'da geçirdi. Takımı ligi 5. bitirirken, kendisi de 14 golle gol krallığında 2. sırayı aldı (5 de asisti varmış). Geçenlerde bir içki masasında andığımız bu Ukraynalı dışında o turnuvanın göz bebekleri Leo Messi, Taye Taiwo, Obi Mikel ve Owusu-Abeyie idi. 2011 gözüyle o turnuvanın kadrolarına (http://www.rsssf.com/tablesw/wyc05.html#rosters) bakınca, şu an dünya yıldızı olan birçok gencin yanı sıra, bir baltaya sap olamamış hayal kırıklıkları da fazlasıyla göze çarpıyor. O turnuvada müthiş oynayan, Hollandalı "yeni Henry" Quincy Owusu-Abeyie, Arsene Wenger'in elinde bile adam olamadan birkaç sene içinde Spartak Moskova, Celta Vigo, Birmingham City, Cardiff City, Portsmouth ve Al-Sadd takımlarını dolaştıktan sonra şu sıralar Malaga'da yeniden parlamaya çalışıyor.


Yazımın başında belirttiğim gibi, bu 2005 nostaljisinin sebeplerinden biri ve başlığa da adını veren kişi Freddy Adu. Herhalde dünya futbol (ve aslında pazarlama) tarihinde böyle bir adam daha yoktur ki henüz 13 yaşında bilgisayar oyunlarındaki özellikleriyle ünlü olacak, dünyanın reklam anlaşmalarını yapacak ve bundan 7-8 sene sonra 2.lige, Çaykur Rizespor'a transfer olacak. Zaten o 7 senelik dilimde de hiçbir varlık gösteremediğini söylemek lazım. Hatırlayamadığım başka bir futbolcu yoksa, Adu bu transferle birlikte Bobo ve Isaac Promise'in ardından o turnuvadan ülkemize gelen 3. futbolcu oldu.

Yeri gelmişken o turnuvadaki kadromuza da bakalım:

Kaleciler: Serkan Kırıntılı, Şener Özcan, Bekir Küçükertaş

Defanslar: Uğur Uçar, Ergün Teber, Yasin Çakmak, Aytaç Ak, Sezer Sezgin, Murat Özavcı, Ozan Tahtaişleyen, Hakan Aslantaş

Orta sahalar: Zafer Sakar, Burak Yılmaz, Sezer Öztürk, Selçuk İnan, Gürhan Gürsoy

Forvetler: Kerim Zengin, Olcan Adın, Gökhan Güleç, Ergin Keleş, Ali Öztürk

En iyi üçüncülerden biri olup çıktığımız grubun ardından 2. turda İspanya'ya 3-0 yenilerek elenmiştik. Kadroya bakınca, sokakta görsem tanımayacağım birkaç futbolcunun dışında, en büyük gelişme kaydeden ya da hala göz önünde olan futbolcuların Serkan, Selçuk, Burak, Sezer ve Olcan olduğunu söylemek yalan olmaz. Ki bu futbolcuların bile birçoğunun potansiyelini yakalayamamış olması Türk futbolunun başlıca altyapı sorunu ve bambaşka bir konu başlığı...

Bu arada, 2011 FIFA 20 Yaş Altı Dünya Kupası, bu yaz 29 Temmuz-20 Ağustos tarihleri arasında Kolombiya'da yapılacak.

Not: Başlık-Fotoğraf uyumsuzluğunu açıklamak istedim. Fotoğrafta Adu'nun yanındaki eleman tabi ki Oleksandr Aliyev değil, Çaykur Rizespor'un diğer transferi Erdem Şen.

30 Ocak 2011 Pazar

Hocanın Dediği


"Gerçek dost, herkes ceketini almış çıkmaya hazırlanırken kapıdan içeriye giren kişidir"

Alex Ferguson

Kaynak: Bir+Bir dergisi Mayıs sayısı

29 Ocak 2011 Cumartesi

Spot Işıkları #1 - Portekiz Milli Takımı


Blogda, gündemdeki bir konuyu veya önceden yaptığım bir araştırmanın notlarını paylaşmak adına "spot ışıkları" isimli bir bölüm oluşturmaya karar verdim. Aynı format altında değişik konuları tartışmak istediğim bölümün ilk maddesini ise Portekiz Milli Takımı oluşturuyor.

Neden Gündemde?

Portekiz'i Avrupa'nın büyük turnuvasına bir yıldan fazla bir süre kala gündeme taşıyan öncelikle Beşiktaş'ın transferleri oldu. 9 Şubat'ta oynanacak Arjantin - Portekiz hazırlık karşılaşmasına Beşiktaş'ın 3 oyuncusu birden davet edildi. Bunun dışında son hazırlık maçlarında İspanya karşısında aldıkları 4-0'lık sonuç da Portekiz'in hedef büyütme vaktinin geldiğini gösterdi.

Hikayenin buraya kadar olan kısmı


Hikayenin 2010 Dünya kupası öncesine kadar olan kısmına buradan ulaşabilirsiniz. 2010 Dünya Kupası'nda ise iz bırakamadan elenen bir Portekiz vardı. Kuzey Kore karşısında aldıkları 7-0'lık galibiyet dışında oynadıkları 3 maçta gol dahi atamayan Portekizliler, İspanya karşısında direnç gösteremeden David Villa'nın golüyle teslim oldular. Brezilya, Fildişi ve İspanya'yı görünce fikstürün onlara yardımcı olmadığını söyleyebiliriz; ama kadro kalitesi Hollanda'dan pek de aşağı olmayan bu takım için son 16'da elenmek ciddi bir hayal kırıklığıydı.

Sonrasında gelen Euro 2012 elemelerinin ilk iki maçında alınan 1 puan çok da kredisi kalmayan Queiroz'un görevden alınmasına neden oldu. Yerine geçen Paulo Bento ise ilk üç maçında bu koltuk için doğru isim olduğunu gösterdi. Grupta alınan iki galibiyet üzerine hazırlık maçında gelen 4-0'lık İspanya galibiyeti takımın Euro 2012'ye katılamamanın ne anlama geldiğini fark ettiğinin bir işareti.

Paulo Bento'nun doğru tercih olmasının ardında ise bu galibiyetlerden fazlası var. Oyunculuk kariyerinin son 4 yılını Sporting'de geçiren Bento, bu dönemde takımın temel taşı Cristiano Ronaldo ve Q7'nin takım arkadaşı. Oyunculuk kariyeri sonrası Sporting'in başına geçen Bento, bu dönemde yeni Portekiz'in iskeletini oluşturacak olan Nani, Moutinho ve Miguel Veloso gibi isimleri keşfeden teknik direktör. Kadronun temel taşlarının sevdiği ve yakından tanıdığı bir isim olan Paulo Bento, yeni dönemde takımı Euro 2012'nin şampiyonluk adayları arasına sokmak için çalışacak.

Artılar


1)Kadro yapısı

Dünya Kupası'nın ardından Deco, Simao ve Tiago gibi isimlerin milli takımı bırakması ilk bakışta kadro kalitesini düşürmüşe benziyor. Ancak Dünya Kupası'ndan sonra 10 kadar değişik ismin alındığı yeni Portekiz kadrosunda baktığınızda genç ve birbirine yakın yaşlardaki oyunculardan kurulu bir ekiple karşılaşıyorsunuz. Ricardo Carvalho dışında 30 yaşın üstünde bir ismin bulunmadığı takımda aynı jenerasyonlardan yetişen oyuncuların fazlalığı İspanya kadrosunun 2006'daki halini hatırlatıyor. O dönemde yetenekli; ancak kendini ispatlamamış Villa, Iniesta, Torres gibi genç oyunculardan kurulan takım, oyuncuların isimleriyle paralel olarak büyüyünce ortaya modern futbolun yenilmez armadası çıkmıştı.

2)Paulo Bento'nun Kattığı Olumlu Hava

Milli takımlar teknik direktör - futbolcu ilişkilerinin psikolojik yönünün fazlasıyla ortaya çıktığı yerlerdir. Fatih Terim'in milli takımın başında olduğu dönemler ve Guus Hiddink'in gittiği milli takımların oyuncularının Hiddink hakkındaki olumlu görüşleri iyi ilişkilerin milli takımda ne kadar önemli olduğunun ispatı.(Ji-Sung Park Hiddink için manevi babam diyor) Bu açıdan baktığımızda Queiroz ile Portekizli oyuncuların çok da birbirlerine ısınamadıkları gözlemlenebiliyordu. Takımda pek çok kişinin sevip saydığı, bir anlamda ağabey gözüyle baktığı Paulo Bento, Portekiz milli takımına yeniden hava katacak gibi görünüyor.

3)Cristiano Ronaldo Faktörü

Messi'nin coğrafi nedenlerle katılamayacağı 2012'nin en büyük yıldızı Cristiano Ronaldo olacak. Turnuva başladığında 27 yaşına gelecek olan CR7'nin kolundaki kaptanlık bandının sorumluluğunu daha iyi taşıyabileceği Euro 2012'de, sponsorların ve medyanın yıldızı parlatmak için verecekleri destek ile Portekiz'in rüzgarı arkasına almak için pek çok fırsatı olacak.

Eksiler



1) İstikrarsız Sonuçlar

Portekiz'in elindeki güçlü kadroya karşın gruptaki yarışta ipleri Norveç'in eline verdiğini söylemek gerekiyor. Deplasmanda 1-0 kaybettikleri Norveç grupta 2 puan önlerinde lider, hem de maç eksiğiyle. Eğer rövanşta Norveç'i yenemezler ise muhtemelen play-off oynamak durumunda kalacaklar. Play-off'ları geçip turnuvaya katılsalar dahi, alınan istikrarsız sonuçlar takımın sıkça krize girmesine ve büyük hedeflere odaklanamamasına neden olacaktır.

2) Ronaldo Dışında Kendini İspatlamış Oyuncu Eksikliği

Kadroda 30 yaşın üstünde tek bir oyuncu bulundurmak uzun vadeli planlar için önemli bir avantaj; ancak finale uzanmak isteyen bir takımın Figo, Rui Costa, Deco gibi Şampiyonlar Ligi ve çeşitli şampiyonluklar kazanarak kendini ispat etmiş isimlere ihtiyacı var. Mevcut kadroda bu kalibredeki iki isim Ronaldo ve Carvalho. Takımın büyük hedeflere gidebilmesi için Veloso, Danny, Moutinho gibi isimlerin FM wonderkid'liğinin ötesine geçmesi gerekiyor. Bu yıl Nani'nin bu doğrultuda iyi ışıklar verdiğini söylemek lazım.

3) Santrafor Belirsizliği

Portekiz milli takımının santraforunun Beşiktaş forması giyiyor oluşu biz taraftarlar adına gurur verici; ancak Portekiz'den bakanlara göre Almeida bu kararla hedef küçülttü. Onlara da hak vermek gerekiyor, zira adamlar Ronaldo ve Nani gibi iki kanadın önünde aynı ayarda bir oyuncu görmek isityorlar. Almeida'nın alternatifi ise kariyerinin son 2,5 yılında 8 gol atabilen Helder Postiga. Figo ve Rui costa'lı altın jenerasyonundan beri santrafor sıkıntısı çeken Portekizlilerin bu derdine çare olacak bir golcü yetişecek mi? Almeida ve Postiga bu boşluğu doldurabilir mi? Şu ana kadar bu soruların cevabı olumsuz görünüyor.

Esas Soru: Portekiz EURO 2012'yi kazanabilir mi?


Futbol dünyasının bugünlerde pek dile getirdiği bir soru değil; ancak İspanya'yı plajda bile 4-0 yensen sorulacak soru budur. Yine de kupaya katılması bile şüpheliyken, bu soruya evet yanıtını vermek oldukça zor. Santrafor dışında ciddi eksiği gözükmeyen; Coentrao, Veloso, Moutinho, Nani gibi parlamayı bekleyen yıldız adaylarıyla dolu olan bu takımın bu ana iskeletle 3 turnuva çıkarabileceğini göz önüne alarak, Portekiz'in 2012'yi hedef yerine basamak turnuva olarak göreceğini düşünüyorum. Bu turnuvada elde edecekleri yarı final ve üzeri bir sonuç, onları 2014 ve 2016 için ciddi favoriler arasına sokacaktır. Tabii turnuvada Çarşı'nın desteğini arkalarına alıp sürpriz bir şampiyonluk çıkarma ihtimalleri de var.

2010 Toplama Albümü - Yaz Helvası



Toplama albümün 2010 versiyonu da nihayet piyasa çıkıyor. Yıkıcı eleştirileri önleyebilmek adına bir kez daha Emrah'ın naif bakışlarıyla dinleyicinin gönlünü alma çabasındayım. Albümün ilk ve son parçaları yılın en iyi albümüne imza attıklarını düşündüğüm Gogol Bordello'dan, geri kalan isimler albümde bir kez boy göstermekteler. Emrah muhabbetinin kaynağını merak edenler ve geçen yılki listeye göz atmak isteyenler buradan buyursunlar.

A Yüzü - Vur Patlasın Çal Oynasın

1. Gogol Bordello - Pala Tute

Pala Tute - Gogol Bordello by MusicManners

2. Daft Punk - Derezzed

Derezzed by yupanki

3. Gorillaz - Doncamatic

Gorillaz Ft. Daley - Doncamatic by Marionn

4. MIA - Born Free

MIA - Born Free (Album Version) by The Drift Record Shop

5. Janelle Monae - Tightrope

Janelle Monae - Tightrope by agblends


B Yüzü - Beni Sarar Melankoli

6. Mor ve Ötesi - Araf

Mor ve Ötesi - Araf by gezgin

7. Belle & Sebastian - I Didn't See It Coming

01 - i didn't see it coming by pamela77

8. Amy MacDonald - Don't Tell Me That It's Over



9. Manic Street Preachers - Golden Platitudes

MANIC STREET PREACHERS - Golden Platitudes by Teplohead

10. Gogol Bordello - Sun Is On My Side



Dipnot: Amy ve Gogol Bordello'ya youtube videolarıyla kıyak yaptığım sanılmasın, şarkıların akustik versiyonları albümümüzün halet-i ruhiyesine daha uygun olduğu için bu seçimleri yaptım. Amy'nin giriş konuşmasında aksanına dikkat çeker, Janelle Monae'nin tuhaf dansının yer aldığı klibi de görmenizi tavsiye ederim.

28 Ocak 2011 Cuma

Oasis - The Importance of Being Idle



I sold my soul for the second time
'Cause the man don't pay me
I begged my landlord for some more time,
He said "Son, the bills are waiting"

My best friend called me the other night,
He said "Man, are you crazy?"
My girlfriend told me to get a life,
She said "Boy, you lazy"

But I don't mind
As long as there's a bed beneath the stars that shine
I'll be fine, if you give me a minute, a man's got a limit,
I can't get a life if my heart's not in it

I don't mind
As long as there's a bed beneath the stars that shine
I'll be fine, give me a minute, a man's got a limit,
I can't get a life if my heart's not in it

I lost my faith in the summer time
'Cause it don't stop raining
The sky all day is as black as night
But I'm not complaining

I begged my doctor for one more line,
He says "Son, words fail me"
It ain't no place to be killing time,
I guess I'm just lazy

I don't mind
As long as there's a bed beneath the stars that shine
I'll be fine, give me a minute, a man's got a limit,
I can't get a life if my heart's not in it

Sınıra yaklaştığınızı hissettiğinizde dinlemesi ayrı bir keyif olan nadide bir Oasis eseri. Ben mezar ölçüsü aldırmaya gittim, yakında dönerim.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Ricky


Futbolu sadece kupalar için değil, yaşadığı acı tatlı anılar için sevenlerin unutamayacağı türde bir adam. Ömrüm olursa daha yüzlercesini izleyeceğim Beşiktaş maçlarında yıllar sonra sık sık kullanacağım "Quaresma vardı bizde, şimdi onun ayağında olsaydı 90'a çakmıştı" repliği kendisini sevmek için yeterli sebeptir.

23 Ocak 2011 Pazar

Yılın En'leri 2010: Popüler Kültür Ödülleri - Düzeltme


Yılın Performansı: Natalie Portman (Black Swan)

Bu uydurma ödülleri verirken en ciddi sorun yılın bitimiyle birlikte o yıla ait önemli filmlerin hepsini izleme şansı bulamamak. Zaten farklı yazılar altında birden fazla kez bu sorunu dile getirmiştim. Yine de son ödülleri vermek için bir gün daha bekleseydim, Darren Aronofsky'nin Black Swan filminde döktüren Natalie Portman'a yer vermek için bu düzeltmeye ihtiyaç duymazdım. Jessie Eisenberg'de iyiydi hoştu ama Natalie Portman'ın performansı bana Daniel Day-Lewis'in There Will Be Blood filmindeki gövde gösterisinden bu yana sinemada izlediğim en iyisi gibi geliyor. Bu nedenle büyük bir yüzsüzlük örneği göstererek verdiğim ödülü Eisenberg'in elinden geri alıyor (eminim onun da çok umrunda olmuştur) ve siyah-beyaz kuğumuz Natalie'ye takdim ediyorum.

18 Ocak 2011 Salı

Yılın En'leri 2010: Popüler Kültür Ödülleri


1. Yılın Yabancı Filmi: The Social Network

Filmin detaylı incelemesi için buraya bakabilirsiniz.

Sinema ile ilgili yıl sonu değerlendirmeleri yapmak için her zaman bir yıl beklemek ve bütün filmleri görme imkanı bulmak taraftarıyım; ama gel gelelim yıl sonunda "en" etiketli listeler yapmanın dayanılmaz çekiciliği yarım yamalak da olsa bir aday belirlemeyi gerektiriyor.

Yine de bu yorumumdan yılın filmi adayıma kuşkuya yaklaştığım sonucu çıkarılmasın. The Social Network çok büyük ihtimalle gelecek yıl sonu yapacağım "2010'un en iyi beş filmi" listesinde de yer alacaktır. Ayrıca bu filmi 2010 ile ilişkilendiren bir ödüle layık görmek bana oldukça anlamlı geliyor; çünkü film üzerine yazdığım yazıda değindiğim gibi The Social Network, zamanın ruhunu yakalamayı başaran oldukça nitelikli bir yapım. En son Altın Küre'de En İyi Film ödülünü alması da Oscar için elini kuvvetlendirmiş oldu. Bu yıl için gözüme çarpan diğer filmler ise şunlardı: Tuesday After Christmas, How I Ended This Summer, Exit Through the Gift Shop, Aurora, Bibliotheque Pascal

2. Yılın Türk Filmi: Bal


Filmin detaylı incelemesi için buraya bakabilirsiniz.

Filmin incelemesini yaparken sık sık Bal'ın yanında üçlemeye de atıfta bulunmuştum, bu ödülü verirken de Semih Kaplanoğlu'nun Yusuf üçlemesini hatırlatmak istiyorum. Benim pek değerli ödülümle Smeih Kaplanoğlu'nun Berlinale'de kazandığı ödülün farkı sanıyorum burada yatıyor. Üç film boyunca Yusuf'un problemlerini görebilmek için psikolog edasıyla Yusuf'u hipnotize ettik ve Bal ile birlikte onun çocukluğuna döndük. Koltuğumuza uzanan Yusuf da bize okulundaki kırmızı kurdelelerden, anasının koyduğu sütü neden içmediğinden, suda ayın aksini görüşünden bahsetti. Dikkatimizi en çok çeken ise babasının yokluğu oldu. Türk sinemaseverler olarak Semih Kaplanoğlu'na bu naif üçlemeyi bize miras bıraktığı için teşekkür ederiz.

3. Yılın Albümü: Trans Continental Hustle - Gogol Bordello


Albümün detaylı incelemesi için buraya bakabilirsiniz.

Enformasyon devrimi "aptal kültür" mü yarattı? Son yıllarda çeşitli yerlerde karşıma çıkan bu soruya gönül rahatlığıyla "yok canım" demek ne yazık ki mümkün değil; ancak dünyanın sorunlarını dile getirmekten çekinmeyen, sanatını da hakkıyla icra eden kişiler, gruplar silinip gitmediler. Hareketli ritmleri, sivri dili sözleri ve herkesin dans edebildiği bir devrimi özleyenler için Gogol Bordello'nun Trans Continental albümü ilaç gibi geldi.

Bu satırlardan bir de duyuru yapayım: Yılın en iyi albümü olmayı fazlasıyla hak eden Gogol Bordello'yu henüz sahnede görmediyseniz bir köşede para biriktirmeye başlayın ve Gogol Bordello'nun konser takvimini outlook'unuza ekleyin. Aralık ayında Köln'de bu arkadaşları izleme şansı bulduğum için gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki bu yıl bundan daha çok dans edeceğiniz bir konsere gitmeniz mümkün değil.

4. Yılın Performansı: Jesse Eisenberg (The Social Network)


The Social Network'ü izleyenlere Jesse Eisenberg ve Mark Zuckerberg'in resimlerini facemash usülü yan yana getirip "Hangisi facebook'un kurucusudur?" diye soracak olursanız Eisenberg'in %51'i geçeceğine kuşkum yok. Bu iyi bir performans için geçerli bir kriter değil elbette; başta da Zuckerberg'in kendini oynama şansı olmadığı için. Yine de 2010 yılından benim aklımda kalacak olan performans budur. Performans geniş bir kavram olduğu için "Gogol Bordello'nun Köln Konseri Performansı" da buraya ciddi bir rakiptir, ancak geleneği bozmayıp performans başlığı altında bir oyuncuya yer vermeyi seçtim.

5. Yılın Klibi: Mia - Born Free (Yönetmen: Romain Gavras)

M.I.A, Born Free from ROMAIN-GAVRAS on Vimeo.


"Armut dibine düşer" sözünü kanıtlarcasına, yönetmen Costa-Gavras'ın oğlu Romain Gavras harika bir klip çekmiş. İlk uzun metraj denemesini de bu yıl içinde yapan Romain Gavras, babasının kariyerinden olduğu kadar politik görüşünden de etkilendiğini ispatlarcasına çektiği klipte Amerikan askerlerinin ırkçı bir harekatını konu alıyor. Bu ırkçılık kavramını tartışmaya açmak için ise ilginç bir yöntem belirleyen yönetmen, Amerikan askerlerinin karşısına, haberlerden görmeye alıştığımız Iraklılar, Hispanikler veya Vietnam'ın hatrına Uzak Doğuluları koymak yerine Avrupa kökenli turuncu saçlıları koymuş. Klibin ilginçliği ve politik tavrının yanında sertliği de akıllarda yer edecek türden. Mia'nın güzel şarkısı Gavras'ın elinde küçük bir manifestoya dönüşmüş. Şiddetle tavsiye edilir.

16 Ocak 2011 Pazar

Yılın En'leri 2010: Spor Ödülleri


1. Yılın sporcusu: Rafa Nadal

Rafael Nadal'ın 2008 yılındaki harika performansının ardından yaşadığı diz sakatlığı soru işaretlerini beraberinde getirmişti. Rafa'nın tenise ne kadar sağlam dönebileceği hakkında kimsenin net bir fikri yoktu. Uçan kaçan bütün topları kovalamasıyla ve bu şekilde rakiplerinin direncini kırmasıyla meşhur olan Nadal, acaba sakatlığın ardından eski temposunu yakalayabilecek miydi?

Nadal, 2010 sezonunda bütün bu kuşkuları ortadan kaldırmayı başardı. Önce kendi evi sayılan Roland Garros'da geri dönüşün ilk kıvılcımını gördük. Wimbledon'da yeniden krallık tacını geri aldığında Federer ekran başında tırnaklarını yemeye başlamıştı bile. Amerika Açık'ta ise güle oynaya finale yürüyüp kariyer grand slam'ini tamamlaması tenis dünyasında "Nadal, Federer'in 16 şampiyonluğunu geçebilir mi?" sorularının daha yüksek sesle sorulmasını sağladı. Federer'in tenise üst seviyede devam edeceği sayılı yıl kaldığını düşünürsek, İspanyol boğasının önü oldukça açık. Rafa, 2011 yılına 4 grand slam turnuvasını birden kazanıp 1969'dan bu yana gerçek "grand slam"i başaran ilk oyuncu olmaya çalışacak.

2. Yılın spor olayı: A Milli Basketbol Takımının 2010 Dünya Şampiyonası'nda Final Oynaması


2010 yılında Dünya Basketbol Şampiyonası'nın Türkiye'de düzenleneceğini öğrendiğim günden bu yana o anların gelmesini iple çekiyordum. O ipi çekerken aradan ne dağları aştım, diplomayı aldım ve biletlerimi alıp Ağustos sonunu beklemeye başladım. Grup maçları için İzmir ve Ankara'ya aldığım biletlerin ardından sıra Final biletini almaya geldiğinde içimden "acaba Türkiye'yi o finalde görebilir miyim?" diye geçrimiştim; ancak açıkça söylemek gerekirse en iyi ihtimalle 3.'lük maçına çıkabileceğimizi düşünüyordum. Bu şampiyonada ülkece çıktığımız yolculuğu elimden geldiğince bu blogda anlatmaya çalıştım, o nedenle detaylara girmeyeceğim; ama Ersan'ın Yunanistan maçı performansı, Kerem'in son saniye turnikesi ve se se Semih Erden'in aynı son saniyedeki bloğu yıllar yılı unutamayacağımız anılar olarak kalacaktır. Başta koç Tanjeviç ve 12 Dev Adam olmak üzere emeği geçen herkese bir kez daha teşekkürler.

3. Yılın takımı: İspanya A Milli Futbol Takımı


Güney Afrika'ya giderken zaten favoriydiler; ama Konfederasyon Kupası'nı alamamaları ve ilk maçta İsviçre karşısında aldıkları mağlubiyet "ama"ların sayısını çoğaltmıştı. Sonrasında ayağa kalkmayı çok iyi bildiler ve en iyi oyunlarını oynamadıkları halde kupayı kazanmayı başardılar.

Kupadan sonra oynadıkları oyunu beğenmeyenler ve "zaten favoriydiler" diyenler çoğunluktaydı; ama 1998'den bu yana Dünya kupası izleyen birisi olarak, ilk defa favorinin kupayı kazandığını gördüğüm için bu başarıyı küçümsemek niyetinde değilim. Oyunlarını Barcelona ile karşılaştırıp beğenmeyenlerin ise 2004 yılına dönerek Yunanistan'ın Avrupa şampiyonluğunu hatırlamalarını isterim. O turnuvadan sonra dünya futbol kamuoyu "artık büyük yıldız gelmeyecek, defans yapan turnuvayı kazanır, futbol ölüyor" başlıklarıyla tartışırken, bugün göze hoş gelen pasa dayalı bu yenilmez armadayı kimin durdurabileceği üzerine kafa yoruluyorsa bir an için durup İspanya'nın hakkını teslim etmek gerekir.

4. Yılın maçı: Mahut - Isner Wimbledon 1. Tur Karşılaşması



"Yalnızca Wimbledon 2010 değil, ne zaman Wimbledon dense akıllara gelecek bir maç yaşandı. Geçen yıl son seti 16-14 biten Federer - Roddick finali de nefes kesmişti; ama 70-68 nedir be kardeşim? Avrupa'da Euroleague finali bu skorla bitse kimse şaşırmaz sanıyorum. Bu karşılaşmanın skorunun ne anlama geldiğini anlamak için şöyle bir basit mantık kullanalım: Bir tenis maçını kazanmak için 3 sete, yani 18 oyuna ihtiyacınız var. Mahut bu maç boyunca tam 91 oyun kazanmasına karşın (ki bu teoride 5 maç kazanabileceği anlamına geliyor) Wimbledon'a ilk turdan veda etti. Akıl alır gibi değil gerçekten. Ayrıca bu maç bana seneye yılın spor ödüllerini verirken yılın maçı kategorsinide rakip tanımayan bir aday sunmuş oldu."

Wimbledon 2010'un ardından bloga koyduğum yazıyı noktasına virgülüne dokunmadan tekrar buraya taşıdım. Sanırım değiştirecek olsam "70 -68 nedir kardeşim?" yerine "70 -68 ne lan?" derdim.

5. Yılın Bön Liberosu: Rodrigo Tabata


Öncelikle "bön libero yalnızca bir mevki değildir" diyerek Mustafa Sarp, Barış Özbek ve Ayhan Akman'dan oluşan Galatasaray orta sahasıyla karşıma dikilecek olan Galatasaraylı dostları savuşturayım. Sonrasında literatüre karikatüristlerin kıskanacağı "Japon asıllı Brezilyalı" tabirini sokan Rodrigo Tabata arkadaşımızı neden blogumuzun en prestijli ödülüne layık gördüğümü hayali bir monolog ile açıklayayım.

Eğer bu ödüller için bir tören düzenleseydik ve gecenin finalinde zarftan Tabata'nın ismi çıksaydı sanıyorum bizlere şöyle bir konuşmayla teşekkür ederdi: "Bu ödülün bana verilmesinde emeği geçen pek çok bön libero var ve buradan hepsine teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Öncelikle Beşiktaş'a gelirmiş gibi yapıp bana verilene yakın bir ücretle Fenerbahçe'ye giden ve transferime ön ayak olan Mehmet Topuz'a, sonrasında 10,5 numara tabirine başta beni uygun görüp sonra yedek bırakan Mustafa Denizli'ye, "Bunun bize gelişi 4 milyon euro" diyerek kurbanlık koyun satar gibi pazarlık yapan Gaziantep Başkanı İbrahim Kızıl'a ve en çok da kendisinin kadim dostu, bana 8 milyon euro ödemekte tereddüt etmeyen başkan Yıldırım Demirören'e teşekkürlerimi sunarım. Bu ödülü alarak beklentilere ne kadar iyi cevap verdiğimi bir kez daha anlamış oldum."

10 Ocak 2011 Pazartesi

Yılın En'leri 2010: Yaşam Ödülleri


Geçen yıl başladığım(ız) yıl sonu ödüllerini geleneksel hale getirmek için ikinci yılda da karşınızdayım. Vakit kaybetmeden ödüllerin bu yılki sahiplerine geçiyorum.

1. Yılın Havva'sı: Red Foxes Dansçıları


2010'da ülkemizde düzenlenen dünya basketbol şampiyonasından geriye iki polemik konusu kaldı. Birisi finale kalan 12 Dev Adam'ın aldığı "maddi manevi" destek, ikincisi de Red Foxes dansçılarının Rusya maçında neden sahaya çıkamadığıydı. Final maçının da referanduma denk gelmesiyle siyasi gündem iyiden iyiye hararetlenince, FIBA'nın zorlamasıyla sahaya çıkan Red Foxes dansçıları bir anda muhalafetin ana simgesi haline geldi. Maçın sonunda tribünlerin yuhaladığı "müslüman liberal" Tayyip Erdoğan, eşi Emine Erdoğan'ın Red Foxes'ın dans şovlarını görmeye dahi tahammül edemeyip her seferinde tribünlerden çıktığını bizlere açıklayamayınca konu kapandı; ama böylelikle Rusya maçında yaşananlar ile ilgili kimsenin şüphesi kalmamış oldu.

Madalyonun öteki yüzünde ise, 8 yılın en etkili muhalefetini Rusya'dan ithal 10 küsur kızın yapması var. Emine Erdoğan'ın çıktığını gören taraftarlar grubu öyle bir alkış yağmuruna tuttular ki, bir an hırkalarını çıkardıklarında üstlerinde "referanduma hayır" yazısı çıkacak sandım. Neyse efendim, lafı çok uzatmadan yılın havva'sı ödülümü Pan-Americano şarkısı eşliğinde Red Foxes grubununun üyelerine veriyorum.

2. Yılın Adem'i: Julian Assange


Geçtiğimiz yıl içerisinde zihinlerimize kazınan yeni bir yüz varsa o da Julian Assange'a aittir. Guardian Weekly'nin 29 Ekim'de yayınlanan sayısına göre, Wikileaks önce Irak'ta bir ABD helikopterinin teslim olmak isteyen Iraklıları taramasını göstererek işe başladı. Sonra Irak'lı polis ve askerlerin karıştığı yüzlerce işkence, tecavüz ve cinayet olayının görmezden gelindiği ve 66,000'e yakın sivil kaybın olduğu ortaya çıktı. Yaklaşık bir ay sonra ise yayınladığı belgelerle uluslararası politikayı yeniden sorgulamamızı sağladı. İlaç firması Pfizer'ın, Nijerya'da çocuklar üzerinde ilaçların test edildiğine dair bir soruşturmayı engellemeye çalışması, Çin'in google'a karşı giriştiği siber saldırı ve Suudi Arabistan'ın İran'ın bombalanmasını talep etmesi dünyada nelerin değiştiğini ve nelerin değişmediğini görmemiz açısından aydınlatıcıydı. Bütün bu nedenlerle bu yıl ödülün başkasına gitmesine imkan yoktu.

3. Yılın Başarı Öyküsü: Bal'ın Altın Ayı Ödülünü Kazanması


2010 yılında Türkiye'nin, uluslararası alanda sporda ve sanatta iyi temsil edildiğini gördük. Spora dair ayrı bir bölüme sahip olduğum için, burada Semih Kaplanoğlu'nu anmanın doğru olacağını düşündüm, zira son yıllarda prestijli festivallerden gelen ödüller sayesinde biraz şımardığımızı ve bu ödülün hakkını yeterince vermediğimizi düşünüyorum.

Bal'ın Altın Ayı başarısından önce büyük festival başarılarımızı Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'da kazandığı ödüller ve Fatih Akın'ın sevincini Almanya'yla ortaklaşa paylaştığımız filmleri oluşturmaktaydı. Bu nedenle Sight and Sound dergisi, geçtiğimiz yıl 2000'li yılların geniş bir analizini yaptığı sayısında Türk sinemasına çıkış yapan Arjantin, Güney Kore ve Romanya gibi sinemaların arasında yer vermemiş ve Nuri Bilge Ceylan'ı, "onun işleri ülke sinemasında toplu bir hareketten ziyade, bir auteur'ün kişisel çalışmaları olarak görünüyor" diyerek anmıştı. Biz Türkiye'den baktığımızda sinemada yeni bir hareketin varlığının farkındayız (Derviş Zaim'in deyimiyle Alüvyon Türk Sineması) ve umuyorum ki Semih Kaplanoğlu'nun bu ödülünün ardından yurt dışındaki gözler de bu yeni harekete daha meraklı gözlerle bakmaya başlarlar. Filmin incelemesi için sizi böyle alalım.

4. Yılın Skandalı: Thilo Sarrazin'in "Deutschland schafft sich ab" adlı kitabı


Yıl sonu değerlendirmelerinin en tutarlı kısmını skandal kısmı oluşturuyor. Geçtiğimiz yıl İsviçre'de yeni minare inşaatının yasaklanmasını konu edinmiştim, bu yıl ise sırada Thilo Sarrazin'in Almanya kendini yok ediyor adlı kitabı var. Doğduğu toprakları babasının malı olarak görüp, aynı topraklarda doğan göçmenlerin kendisiyle aynı haklara sahip olmasını sindiremeyen ayrımcı yaklaşımı ve ulus devlet yapısının ırkçılığa, şiddete ve ayrımcılığa nasıl kolaylıkla kapı açtığını görmüş olduk. Küreselleşme ile birlikte "türdeş" yurttaşlık kavramının aşınmaya yüz tuttuğunu anlamaktan aciz politikacılarıyla Avrupa'nın kendini yenilemesi zor görünüyor. Tehlikeli olan ise büyük burjuvanın küreselleşerek evini terk etmesiyle işsizliğin çoğalması, aynı zamanda kitlelerin yeni hakimi olan kırsal ve kentsel küçük burjuvanın muhafazakarlığı ve milliyetçiliği körüklemesi. Almanya'ya gidince buraları yazmaz oldun diyen varsa ülke ismini silerek benzer bir okumayı rahatlıkla Türkiye için de yapabilirler.

5. Yılın Unutulmayanı: Dani Jarque


"En büyük x, başka büyük yok" sözünü çok seven bir memleketiz. Büyüklüğün ne anlama geldiğini pek de düşünmeden, daha çok başkalarının küçük oldğunu vurgulamak için kullandığımız bu basit cümleyle Dünya Kupası'nı kazanan İspanya'nın 2010 itibariyle en büyük olduğunu ve başka büyük olmadığını çok da iyi anlatabileceğimize inanmıyorum. Bu büyüklük kavramını daha iyi anlamak için alt metinlere ve yaşanan hikayelere daha dikkatli bakmakta fayda var.

Yıllar boyunca İspanya'nın çok iyi kadrolarla Dünya Kupası'nı kazanamamasının ardında Barcelona - Real Madrid, Bilbao - R.Madrid, Espanyol - Barcelona gibi hararetli çekişmelerin yattığına inanılır ve pek çok oyuncunun bu rekabetleri milli takımdan daha çok önemsedikleri söylenirdi. Bu durumu değiştirmek ve kazanan bir takım yaratmak için ciddi çalışmalar yapan İspanyollar, çalışmalarının karşılığını 2010'da aldılar ve "en büyük" oldular. Bu çalışmalara dair bir yazıyı da burada bulabilirsiniz.

Andres Iniesta ise gerçekten büyük olabilemenin yolunun kalpleri kazanabilmekten geçtiğini çok iyi biliyordu, bu nedenle alt yaş turnuvalarında İspanya adına beraber forma giydikleri Espanyol'lu dostu Dani Jarque'nin adını formasının altına yazmıştı. 26 yaşında hayata gözlerini yuman bir insanın Barcelona'lı, Real Madrid'li, Espanyol'lu olmasının bir önemi yoktu Andres için. Dünya Kupası finalinde atılan golle milyarları bulan insanın onun formasına baktığı anda sevgilisine, Barcelonalılara, herhangi bir politik gruba, kısacası kimseye hoş görünmek derdinde de değildi, sadece 2002'de 19 yaş altı turnuvasında aynı formayla Avrupa Şampiyonu olduğu arkadaşı Dani Jarque'nin de onlarla beraber olmasını istemişti.

Karşılığı mı? Andres Iniesta bugün Katalanların en sevdiği İspanyol, Real Madrid ve Espanyol taraftarlarının en sevdiği Barcelona'lı(bkz. yazının başındaki resim). Kalp kazanmayı nefret kazanmanın önüne koyabildiği için "en büyük" Iniesta, ve başka büyükleri de her zaman onun yanında görmek arzusundayım.