29 Kasım 2010 Pazartesi

Galatasaray 1-2 Beşiktaş: Unutamadıklarım


Ali Sami Yen'de 6 yıldır puan dahi alamayan Beşiktaş'ın bu şanssızlığını "Ali Sami Yen'deki son derbi" başlığı altında incelenen maçta kırması, Beşiktaşlılarca hoş bir tebessümle, Galatasaraylılarca da bir parça buruklukla hatırlanacak kuşkusuz. Hatırlamak demişken, maçın sonunda Cenk Gönen'in "Nietzsche'nin bir sözü vardır" diye başlayan açıklaması sanıyorum bu maçtan en uzun süre hafızamda kalacak olan ayrıntıdır. Alıntı yaptığı cümlenin "Unutan iyileşir" olmasının bu duruma ironi kattığının farkındayım ve yazının geri kalanını da bu ironinin üzerine kurdum; ama önce bütün medya görevlilerini Cenk ile acilen bir söyleşi yapmaya davet ediyorum. Her oyuncu saha içinde yaptıklarıyla büyür; ama yalnızca bazıları kişiliği ile efsane olur. Cenk, efsaneliğe doğru giden uzun mu uzun yolda dün hem saha içinde hem de saha dışında ilk adımını attı, bunu görmeden geçmek olmazdı.

Yazımın geri kalanını derbinin bana hatırlattıkları üzerine kurduğumdan bahsetmiştim, şimdi bu anıları notlar halinde aktarıyorum.

- Öncelikle Cenk Gönen'in Pino'yla karşı karşıya kaldığı pozisyonda ayakta kalması bana, 2000'lerde Beşiktaş formasını giyen en iyi kaleci olan Oscar Cordoba'yı hatırlattı. Böyle bire bir pozisyonlarda hemen yatmaz ve rakibi hataya zorlardı Kolombiyalı eldivenimiz. 2005-06 sezonunda Hasan Kabze'nin inanılmaz golü nedeniyle suçlanıp gitmesini bir türlü unutamadım.

- Guti'nin golden sonraki gülüşü bana Sergen Yalçın'ın meşhur "Sergen attı şampiyonluk geldi" golünüden sonraki içten gülüşünü hatırlattı. Guti dün akşam, geçen yıl kaybettiğimiz Fenerbahçe maçından sonra yazdığım yazıda geçen büyük maçların sonuçlarını maçın ağırlığını kaldırabilen yıldızların belirleyeceği iddiamı destekleyen güzel bir örnek verdi. Guti'nin yaptığı asistin benzerlerini kepçe kulaklı efsane de az yapmamıştı. Sergen zaten büyük maçları alma becerisini bizlere yıllar yılı Fenerbahçe ve Galatasaray maçlarında göstermiştir. Onun da hayatımda ilk defa stadyumda izlediğim ve 1996-97 sezonunun son maçı olan Ankaragücü maçının ardından 5 yıl siyah-beyazlı formadan uzak kalmasını unutamam.


- 8 yıl sonra Ali Sami Yen'de alınan galibiyet ister istemez İbrahim Üzülmez'in sağ ayağıyla attığı golü hatırlattı. Efsanevi yüzüncü yıl kadrosundan bize miras kalan son isim Deli İbrahim. o gün Ali Sami Yen'de attığı gole karşın, onun 8 yıl sonra Sergen, İlhan Mansız, Zago, Cordoba, Giunti, Tayfur, Pancu, Nouma gibi bir Beşiktaş efsanesi olacağını söyleseler inanmazdım. 2008-09 şampiyonluğunda Üzülmez'in yerine kupayı Delgado'nun kaldırmasını da unutamam. Mustafa Denizli'nin son maçta kaptanlık bandını kendi elleriyle Üzülmez'in koluna takmasını ve Deli İbo'nun gözyaşlarını unutamayacağım gibi.

- Kewell'ın son dakikada attığı gol, 3 yıl önce bir başka Liverpool efsanesi olan Gerrard'ın İnönü'de son dakikada durumu 2-1'e getiren kafa golünü hatırlattı. Belli ki İngiltere'de top koşturanların bu tip gollere bir yatkınlığı var. Liverpool deyince de neyi hatırladığımı biliyorsunuz zaten. Ama benim o mağlubiyete herkesten bir parça daha fazla üzülmemin nedeni, 2007 yılının yaz aylarında İngiltere'ye gitme şansı bulduğumda Liverpool formasına Gerrard #8 yazdırdığım gün gözlerimde oluşan pırıltıdır. Yıllar yılı İngiltere'de desteklediğim (halen de desteklerim, ayrı mevzu) takımdan bu farkı yemeyi unutamam. 7 yiyin 9 yiyin; ama 8 yemeyin be arkadaş, büyük bir heyecanla aldığım formanın arkasında yazıyor o numara.


- Ali Sami Yen'de bir penaltı golüyle öne geçmemiz bana son yıllarda BJK - GS derbilerinde ne kadar çok penaltı düdüğü çalındığını hatırlattı. Holosko'nun iki yıl önce bu kez penaltıyı yapan isim olması da bu çağrışım da etkili oldu tabii ki. O gün Baros'un iki penaltı golü, önceki iki sezonda da Nonda ve Ümit Karan'ın penaltı golleriyle Galatasaray Ali Sami Yen'de galip gelen taraf olmuştu. Beşiktaş'ın 2003-04 sezonunda iki uyduruk penaltıyla 2-1 kazandığı maç da Ali Aydın'ın son maçı olmuştu.

- Nobre'nin kafayla attığı gol ise bana 2006'da Galatasaray'a karşı Süper Kupa'yı kazandıran golünü hatırlattı. Tigana'yla yola çıktığımız yeni dönemde dünkü İsmail, Ersan ve Cenk gibi yeni yeteneklere benzer şekilde Gökhan Güleç, İbrahim Akın, Burak Yılmaz, Serdar Kurtuluş forma giyiyordu. Şimdi neredeler diye sorası geliyor insanın; ama buraya yazdığıma göre onları da hala unutmamışım.

- Eski Açık'ta açılan pankartlar geçtiğimiz şubat ayı Moist ile birlikte Galatasaray - A. Madrid maçına gidişimizi hatırlattı. İpler üzerinde kaydırılarak açılan Aslan pankartının arkasında beklediğimiz günü hatırlayıp "benim de orada bir anım var" dedim. Forlan'ın "ben santraforum" dediği golü ve sonrasında Nevizade'de otobüs beklerken içilen 35'liği de unutacağımı sanmıyorum.

- Son olarak Cenk'in yaptığı açıklamayla birlikte herkesin hatırladığı bir başka Galatasaray maçı var ki, kalecimiz Fevzi Tuncay'ın o maçta yaptığı hatayı unutup iyileşmesi ne kadar mümkün olur bilmiyorum, zira Beşiktaşlıların ortak hafızasından asla çıkmayacak olan bir şampiyonluk maçıydı.


Anılar geride kalıyor ve hayat devam ediyor, yeni maçlar yeni kahramanlar ve hainler yaratıyor. Bu maç benim anılarımda yurt dışında izlediğim ilk derbi olarak kalacak. Almanya'da yaşayan Türklerin önemli çoğunluğunun Galatasaraylı olduğu gerçeğiyle birlikte dün maçı izlediğim yerde kendimi adeta yurt dışından bir takımı destekliyormuşum gibi hissettim. Bunun da altında 2000'lerin başında Galatasaray'ın başarı kelimesiyle özdeşleşebilen nadir Türk markalarından biri olması yatıyor. Bu örnekten hareketle maç sonu benim aklımdan geçeni Aceto yazmış ve büyük başarıların üzerine oluşan yeni Galatasaray profilinin bu bunalımın altından nasıl kalkacağını merak ettiğini söylemiş. Neyse bu konu için blogda başka bir uzman var, yorumları ona bırakıyorum (Bu arada kendisi hesabı Bank Asya'dan açmış ve oldukça karamsar görünüyor). Beşiktaşın yarışa dönmek için pazar günü oynanacak olan Bursaspor maçında bir şansı daha olacak. Umarım Bobo ve Q7'nin yokluğunda Hz. Guti bizi ilk yarının sonuna kadar yarışta tutmayı başarır.

Bank Asya 1. Lig! 1. Lig Bank Asya!


Olsun, o da güzide bir ligimiz. Belki "lig Galatasaray'la Fenerbahçe arasında" geçmez, ama başarılı oluruz.

Olur muyuz?

28 Kasım 2010 Pazar

Birikirse Biriksin...



Galatasaraylıyız, düzgün çıkan bir Brezilyalımız yok. Yabancıların hepsinin kontratını feshediyoruz. Bu da bize büyük bi' sıkıntı veriyor. Kurumuş futbolcu artıklarımız sanki bir kaya. Adeta fıttırasım geliyor. Kafamda derman kalmıyor. Donmuş şampiyonlar ligi, kurumuş "UEFA'da final oynayacağız" sallamaları, dibi tutmuş... Şu saatten sonra s***mde bile değil... İsterse tavana kadar biriksin...

Kendimi bir derbi öncesinde ilk kez bu kadar sıkılmış, heyecansız ve umursamaz hissediyorum. Kazansak ne olacak, kazanmasak ne olacak. Atı alan Üsküdar'ı geçmiş. Nereye gidersem gideyim yanımda taşıdığım 2-3 formam kalmış geride, onlar da bavulumun ücra köşelerinde öylece bekliyor. Bir de "başarılar gelir geçer, asaletin bize yeter" mırıldanmaları.

Meşhur "brozak reklamları" çok iyi anlatıyor bu takımın beni nasıl yorduğunu, bunalttığını ve sonunda "eee yeter ulan" deyişimi. Ben de bu sezonu kapattım gitti. Seneye "UEFA'da final oynayacağız" diye sallama şansımız bile olmayacak, yazıklar olsun...

Exit Through The Gift Shop: Kamera Spray ile Buluşunca


2010 yılı, zamanın ruhunu (zeitgeist) anlamaya çalışan filmler açısından oldukça verimli geçmişe benziyor. Bu yıl Sundance ve Berlin film festivallerinde gösterilen Exit Through the Gift Shop ise zamanın ruhunu sadece anlamaya çalışmakla kalmayıp, zekalarıyla ona yön de veren bir grubu anlatıyor. Exit Through the Gift Shop, graffiticiler veya sokak sanatçıları olarak tanımlayabileceğiniz yeni nesil yaratıcı zekalar üzerine bir belgesel, hem de bu yaratıcı zekaların en parlağı olarak bilinen Banksy'nin elinden çıkma. Filmin gerçek mi yoksa kurmaca mı olduğuna dair tartışmalar da var; ancak bu yazıda onlara değinme niyetinde olmadığımı baştan söyleyeyim.

Filmin Berlinale'deki tanıtım yazısından alıntılarsak, Banksy bu filmi "benim hakkımda film yapmaya çalışan bir adam hakkında bir film" olarak özetliyor. Thierry Guetta, nam-ı diğer Mr. Brainwash'ın bir sokak sanatçısına dönüşme serüvenini anlatan filmde, bazen amaçsızlığın da hayatta kendini ifade edebilecek bir noktaya varmak için önemli bir araç olarak kullanılabileceğini görüyoruz. Mr. Brainwash'ın oluşum sürecinin ardında, Thierry Guetta'nın hayatının hemen her anını filme alma saplantısı yatıyor. Bu saplantısı nedeniyle doldurduğu onca kaset sayesinde seyirciler olarak, Thierry'nin kuzeni "space invader" ile başlayarak önemli işlere imza atan pek çok sokak sanatçısını tanıma fırsatı buluyoruz.


Thierry'nin hayatının (ve de belgeselin) dönüm noktasını ise bu sokak sanatçılarının en kıdemlisi olan Banksy ile tanıştığı gün oluşturuyor. Yüzünü film boyunca göremediğimiz Banksy, bu şekilde bir modern zaman mitine dönüşmeyi başarıyor. Sokakların görüntüsündeki değişimi, bu üslup sahibi sanatçının kendi iradesinin ötesinde Zeitgeist ile açıklamamıza yardımcı olan bir mit. Thierry'den Banksy'i tarif etmesi istendiğinde "he's like, um like, eee like, like, I like him" dediği ve izleyenleri gülmekten yerlere yatıran sahne, Thierry a.k.a Mr. Brainwash'ın Los Angeles'da kendi galerisini açmayı ve kitleleri kendine çekmeyi başarmasına karşın hala Banksy'i ne kadar yukarıda gördüğünün güzel bir örneği.

Bu noktada Banksy efsanesini daha iyi anlamak için film incelemesine bir virgül koyup graffitiyi sanat kategorisine sokan arka plan üzerine kafa yoralım. Graffitiyi oluşturan sanatsal arka plan, Andy Warhol'un imgelerin sürekli tekrarlanarak iletişim ağlarını ele geçireceğini keşfetmesiyle doğan pop-art'dan beslenirken, graffitinin yasa dışı olması ona dinamizmin yanında belirli bir politik duruş katıyor. Banksy'nin popüler kılan ise onun, arka plandaki bu unsurları iyi kavraması ve bu arka planı eserlerine başarılı bir şekilde aktarması. Stilize çizimlerini, farelerine ve ilk bakışta fark edilen insan tiplemelerine aktaran Banksy, bu şekilde Andy Warhol'un imgeleri tekrarlama kuralını uyguluyor. Graffiti zaten sokak sanatı olduğu için, iletişim ağlarına yani temel olarak insanlara ulaşmak da oldukça kolaylaşıyor.


Yine de bu kadar açıklama Banksy'nin neden özel bir sanatçı olduğunu anlatmak için yeterli değil. Andy Warhol'un sanatta yarattığı bu değişim, kapitalist sistem içinde 50 yıldır büyük markalar tarafından şehvetle tüketilirken, pop kültürü kitleleri aptallaştırmak için paha biçilmez bir yöntem olarak kullanılmaya başlandı. Bunun nedeni ise yine Warhol'un belirttiği gibi, imgenin içeriğin dışına çıkarılıp sürekli olarak tekrarlanmasının bir süre sonra imgeyi anlamsız kılmaya başlamasıydı. Banksy'nin eserlerinde ise durum tersine dönmüş görünüyor. Banksy, haber kanalları üzerinden zihinlerimize kazınan Guantanamo'daki tutukluların fotoğrafını, içeriğin tamamen dışında olduğumuz sıradan bir sokakta yineleyerek insanlara politik gerçekleri yeniden hatırlatmayı başarıyor. Bizler için hatırlamayı kolaylaştıran ise şüphesiz graffiti çizerlerinin polisle çatışma halinde olması nedeniyle sergilemek zorunda oldukları karşı duruş.

Başta filmin Thierry hakkında olduğunu söylememe karşın Banksy üzerine bu kadar uzun bir açıklama yapmamın nedeni ise filmde Thierry'e Banksy'nin gözlüklerinden bakıyor olmamız. Filmin kahramanı Thierry'nin Los Angeles'taki galeriyle elde ettiği ticari başarı ve eser üretimindeki hızı görünen o ki diğer sokak sanatçılarını tatmin etmeye yetmemiş. Kamaerasıyla yaptığı çekimleri sempatik bularak (belki de işlerinin geleceğe kalmasını isteyen tüm sanatçılarda var olan kaygıdan dolayı) aralarına aldıkları Thierry'nin Mr. Brainshaw'a dönüşmesi onlara şaşkınlık veriyor.


Yazının sonunda ise, girişte kurduğum, filmin zamanın ruhunu yakaladığına dair cümlenin altını doldurmam gerekiyor. Graffitilerin oluşum süreçlerini ayrıntılı olarak görme şansı bulduğumuz bu film zamanın ruhunu iki açıdan yakalamayı başarıyor. Öncelikle, merceğe taşınan graffiticilerin kentleri nasıl dönüştürdüğünü ve hala dönüştürmekte olduğuna tanıklık ederek, sinemanın (ve sanatçının) çağına tanıklık etme sorumluluğunu harfiyen yerine getiriyor. Filmin zamanın ruhunu yakalamayı başardığı ikinci nokta ise sinema dünyasının özelinde. Exit Through the Gift Shop, son yıllarda sıkça gördüğümüz belgesel - kurmaca arasında gidip gelen filmlerin takipçisi konumunda. Sıradan bir video kamerayla yapılmış olan çekimleri; seyircilerde, graffiticilerle birlikte sokağa çıkmış hissini uyandırıyor. Sanki birazdan polis gelip bizim kameramıza el koyacakmış gibi tedirgin oluyoruz.

Yukarıda bir kısmına değindiğim, seyircilere üzerine düşünmek için pek çok konu bırakan ve bunun yanında hayli eğlenceli olan Exit Through the Gift Shop filmini bir yerlerden edinip izlemeniz tarafımdan şiddetle tavsiye olunur.

24 Kasım 2010 Çarşamba

A Milli Takım: Havuzdaki değişim


Havuz, A milli takımla ilgili son yazılarımda istisnasız olarak bahsettiğim bir kavram. milli takım havuzu genişliyor, x oyuncu artık milli takım havuzunda yer alıyor / almıyor diyerek sürekli bahsettiğim havuzu açıklamak için elimizdeki oyuncu kadrosunu bir köşeye not etmek gerektiğini düşündüm. Bu türlü notları tuttuğum blogdan başka bir yer olmadığı için haliyle milli takımımızın havuz problemini bu yazıda çözmeye çalışacağım.

Kadroyla ilgili ileride konuşurken de atıfta bulunacağım bu değerlendirmede, havuzu oluşturmak için başlangıç olarak ya aylarında Amerika'ya giderken açıklanan kadroyu kullandım. O tarihten bu yana özel ve resmi maçlardan önce açıklanan kadrolarda sahaya çıkma şansı bulan oyuncuları listeye ekledim. Son olarak Hollanda maçında çağırılan kadroyu bütünüyle listeye dahil ettim, zira bundan sonra yapılacak yenileme hamlelerinde bu kadro referans oluşturacak.

Havuz ile ilgili analizleri daha kolay yapabilmek için de oyuncu listesini As Oyuncular, Yükselişteki Oyuncular, Yeni Gelenler, Geniş Kadrodakiler, Yaş Haddi ve Gözden Çıkanlar isimli 6 başlık altında topladım. As kadrodakiler sağlam olduğu takdirde çağrılacağını bildiğimiz isimlerden oluşuyor. Yükselişteki isimler genç yaşta olup son dönemde sürekli kadroda şans bulanların oluşturduğu grup. Yeni gelenlerde ise kadroya yeni davet edilenler ve yakın sürede davet edilmiş olan genç isimler bir arada yer alıyor. Geniş kadrodakiler son dönemde düşünülmeyen; ancak zorunluluk halleri veya form yükseltmeleri halinde yeniden şans bulması muhtemel oyuncuları barındırıyor. Yaş haddi ve gözden çıkanlar gruplarını isimlerinin yeterince tarif ettiğine inanıyorum.

Şimdi üzerine bu kadar kelam ettiğim listeye bakalım:

As Oyuncular:


Kale: Volkan (FB)
Defans: Gökhan Gönül(FB), Sabri, Servet(GS)
Orta Saha: Arda(GS), Hamit(Bayern), Emre(FB)
Forvet: Tuncay(Stoke), Semih, Kazım(FB)

Yükselişteki Oyuncular:

Kale: Onur (TS)
Defans: İsmail (BJK)
Orta Saha: Nuri Şahin (B.Dortmund), Selçuk İnan (TS)
Forvet: -

Yeni Gelenler:


Kale: Ufuk (GS)
Defans: Serdar Kesimal (Kayseri), İbrahim Öztürk (Bursaspor), Ersan Adem Gülüm (BJK), Gökhan Süzen (İ.B.B), Eren Aydın (Manisaspor)
Orta Saha: Necip (BJK), Volkan Şen, Ozan İpek (Bursa), Özer (FB), Mehmet Ekici (Nürnberg), Yiğit İncedemir (Manisa), Engin Baytar (TS), Yekta (Kasımpaşa), Orhan Gülle (Gaziantep), İbrahim Akın (İ.B.B)
Forvet: Umut, Burak (TS), Turgay (Bursa), Nadir Çiftçi (Portsmouth), Batuhan Karadeniz (Eskişehir)

Geniş Kadrodakiler:

Kale: Sinan Bolat (S.Liege)
Defans: Hakan Balta (GS), İ.Toraman (BJK)
Orta Saha: Mehmet Topuz, Selçuk Şahin (FB), Ceyhun Gülselam (TS), Mehmet Topal (Valencia)
Forvet: Sercan (Bursa), Halil (E.Frankfurt), Mevlüt (PSG)

Yaş Haddi:


Kale: -
Defans: Ömer (Bursa)
Orta Saha: Aurelio (BJK)
Forvet: Nihat (BJK)

Gözden Çıkanlar:

Kale: Hakan (BJK)
Defans: Çağlar, Gökhan Zan(GS), Emre Güngör(G.Antep), Caner (FB)
Orta Saha: Sezer Öztürk (Eskişehir)
Forvet: -

Umarım yeni gelenlerdeki şişkinlik zamanla yerini yükselişteki oyuncular ile as oyunculardaki fazlalığa bırakır ve bu dğeişim milli takımı Euro 2012'ye taşır. Bu listeyi gerek Beşiktaş'taki yerli oyuncuların analizini gerekse transferleri konuşurken de kullanacağımı ekleyeyim.

23 Kasım 2010 Salı

St. Pauli 1-1 Wolfsburg: Forza St. Pauli, Saldır Beşiktaş


Gördüğünüz üzere daha önce mabedimiz İnönü Stadı'na defalarca götürüp hacı yaptığım 100. yıl Beşiktaş atkımı, bu kez dünyanın sayılı futbol mabetlerinden biri olan St. Pauli'nin Milerntor stadyumuna umreye götürdüm. Fotoğrafın yanına bilet kuyruğunda geçirdiğim donma tehlikesi ve Avrupa'da git gide azalan ayakta maç izleme zevkini(?) de katınca benim bu maça dair olan hikayem tamamlanmış oluyor. Yazının bundan sonrasında maça gelen diğer insanlar için de bu maçın hikayesine katılan unsurlara göz atalım.

Ev sahibi olan St. Pauli ile başlayalım. Che resimli bayrakların sallandığı, siyahların, Türklerin ve diğer göçmenlerin, eşcinsellerin rahatça girip beraberce tezahürat yaptıkları bu tribünlerde oluşturulan ufak yaşam alanı, çok kültürlü toplumların da var olabileceğine dair bir umudu içinizde yaşatmanızı sağlıyor. Buradan St. Pauli tribünlerinin ideal bir dünya olduğu sonucu da çıkmasın; ama çok kültürcülüğün ölümünü ilan eden Angela Merkel beş dakikalığına gelip bu tribünlerde otursa belki işler daha iyiye gider.(oturmayı lafın gelişi yazdım, yoksa kale arkasında herkes ayakta, zaten kale arkasında koltuk da yok)


Gelelim sahada Bundesliga'da kalma mücadelesi veren St. Pauli takımına. İki maçını izlediğim takım, kısıtlı potansiyeline karşın varını yoğunu ortaya koymaya çalışıyor. Skorda geriye düşmedikleri takdirde de gittikçe daha dirençli bir takım haline geliyorlar. Bu deplasmana gelen takımların sahaya ağırlıklarını ilk 30 dakikada koymaları gerekiyor. Aksi takdirde bu hafta sonu Wolfsburg'a yaşattıkları puan kaybını diğer takımlar da yaşayabilir. Pazar günü oynanan maç Wolfsburg'un isteksiz oyunu sayesinde St. Pauli'nin kazanabileceği az sayıdaki maçtan biri konumuna gelmişti; ama son dakikalardaki baskı golü getirmedi.

Açıkçası bu kadro kalitesiyle St. Pauli'nin ligde kalması çok zor. Oyun kurmak için bütün yük Gerald Asamoah'a biniyor; ancak o da bu yükü kaldıracak fizik kalitede değil. İşi Türkiye Ligi'ne bağlayıp St. Pauli'nin eksiğinin Ceyhun Eriş, Murat Erdoğan, Yusuf Şimşek gibi yıllarca küme düşmemeye oynayan takımları golleri ve asistleriyle ligde tutan, yüksek oyun zekası düşük fizik kalite denklemli oyuncular olduğunu söyleyeyim. Aslında bizim Kara Şimşek Yusuf'u devre arası St. Pauli'ye transfer etsek fena olmaz, belki 2008-09'daki yarım sezonluk mucizesi gibi bir mucize de burada yaratır.


Deplasmana gelen Wolfsburg ise motivasyonunu tamamen yitirmiş bir takım görüntüsü veriyor. Ligin 11. sırasındalar ve bu mental durumdan çıkamazlarsa sezonu buralarda tamamlama ihtimalleri yüksek. Diego'nun gelmesinin ardından Misimovic'li 4-1-2-1-2'yi bırakıp 4-2-3-1'e dönmüşler ve tek forvet olarak Dzeko'yu oynatıyorlar. Zaten Dzeko'yu sahada görür görmez "Bu adam santrafor olmak için doğmuş" diye düşünüyorsunuz. Kötü oynadığı bir maçta bile golü bulması da yalnızca iyi golcülerin sahip olabileceği bir özellik. Kafayla indirdiği toplar ve girdiği 2'ye 1 denemeleri ilk yarıda sonuç vermeyince ikinci yarı iyice oyundan düştüğünü de ekleyelim.

Diego ise pahalı transferinin baskısını atlamamış görünüyor. Maç boyunca oldukça agresifti, bir sarı kart gördü ikinciyi de her an görebilirdi. Dikkatimi çeken bir başka isim de özellikle havadan etkili olan Danimarkalı stoper Simon Kjaer(zaten geçtiğimiz yıl adı büyük kulüplerle anılmaya başlamıştı). Grafite'ye ise mevcut şablonda yer yok, devre arasında kendisini yeni bir takıma transfer olurken görürsek şaşırmam.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Beşiktaş'ın Alternatif Golcü Sorunu


Beşiktaş'ın 13. hafta Konyaspor ile oynadığı maçta kaybettiği iki puanın ardından zirve yarışında geride kalması, haftalık mazeretlerin ötesinde sorunların varlığını ispatlıyor. Bu akşam oynanan maç, geçtiğimiz sezondan kalan alternatif golcü yaratma sıkıntısının bu sezon da devam ettiğini gözler önüne serdi. Şimdi geçtiğimiz iki sezona dair istatistiklere göz atarak sorunun kaynağını bulmaya çalışalım.

Rakip kaleye en yakın konumdaki oyunculardan en çok golün talep edilmesi futbolun genel geçer kurallarından birisi. Bu forvetlerin dengeli bir şekilde katkı verdiği bir takım ise başarıya daha kolay ulaşıyor. 2008-09 Barcelona'sı ligde şampiyon olurken Eto'o 30, Messi 23 ve Henry 19 golle takıma katkı vererek dengeli dağılımın uç örneklerinden birini ortaya koymuşlardı. Beşiktaş'ın son şampiyonluğunu yaşadığı 2008-09 sezonunun golcüler istatistiğine baktığımızda ise, 11 gollü Bobo'yu 10'ar golle Nobre ve Holosko'nun izlediğini görüyoruz. Bu ana üçlünün ardından yardımcı golcü rolünü üstlenen ikili Tello ve Delgado da 6'şar golle takımın gol yükünün dengeli olarak dağılmasına katkıda bulunmuş. Bu istatistik bize gösteriyor ki, takımın gol yükünü çeken esas bir - iki golcü olmadığında bile, gol yükünün paylaşılması başarıyı getiriyor.


Bu dengeli dağılım ile şampiyon olunan sezonun sonunda alternatif kazanmak adına Nihat kadroya katılırken, Delgado'nun uzun süreli sakatlığı nedeniyle kadro transferin son günlerinde Gaziantepspor'dan Tabata ile takviye edilmişti. Gol sayısını artırmada katkısı olması beklenen bu iki isimden toplamda 5 gol bulan Beşiktaş, Delgado'nun yokluğundan doğan açığı bile karşılayamamışken, yukarıda bahsettiğim 2008-09 sezonunda Bobo, Holosko, Nobre üçlüsünden 31 gol bulan takım geçtiğimiz sezon aynı üçlüden 19 gollük katkı sağlayabiliyordu. Bobo'nun 1 gollük artışına (12 gol) karşın Holosko'nun 6 rakamına düşmesi, Nobre'nin ise düşmekten beter olup sezonu bir golle kapatması üzerine bu sezon kadroda bazı değişikliklere gidildi.

2009-10 sezonu sonunda Beşiktaş'ın pozisyon üretmekte sıkıntı çektiği görülüyordu, bu nedenle takıma Quaresma ve Guti gibi sonuca gidecek hamleleri yapmaları beklenen isimler katıldı. 2008-09 yılında Tello, Delgado ve Yusuf'un dönüşümlü olarak üstlendiği yaratıcı oyuncu rolünü bir sezon sonra gösterememeleri (Delgado sakat olduğu için buraya Tabata'yı eklemek gerekiyor), Beşiktaş'ın sezonu dördüncü bitirmesine sebep olmuştu. Guti ve Quaresma'nın gerekli katkıyı vermesi üzerine Bobo, Holosko ve Nobre'nin (hatta Nihat'ın) daha fazla gol üretmesi bekleniyordu. Bobo şimdiye kadar attığı 7 golle kendisine dair beklentilerin boşa olmadığını gösterse de, alternatif golcüler olan Holosko ve Nobre'nin toplamda 3 golde kalması, Nihat'ın henüz ligde gol bulamaması alternatif golcü sıkıntısının devam ettiğini açıkça gösteriyor. Orta sahadan gol desteği beklenen Guti, Quaresma, Tabata isimlerinin ligde toplam 4 golü var ki bu da beklenen katkının altında.


Beklenen katkıların gelmemesinde sakatlıkların etkisi olduğu da muhakkak; ama sakatlıklar olmadan sorunların devam edeceğine dair korkularım var. 3 sezon içinde yaşanan taktik değişikliklere de değinmek gerekir; ama hücumdaki temel anlayışımız 3 sezondur merkezdeki tek forvet üzerinden şekilleniyor. Buna karşın yardımcı forvet rolünü üstlenen oyuncular 2008-09'daki katkıyı veremiyorlar. Bugün itibariyle 3-4 isim gönderip yeni isimler almak mümkün olmadığı için de takım içinde nasıl bir çözüm üretilebileceğine bakmak gerekir.

Eldeki alternatifler içinde denenmeye değer gördüğüm ise Hilbert ve İsmail'in sağ - sol açık olarak Quaresma'nın ters kanadında oynaması. Hilbert'in Stuttgart'ın şampiyon olduğu sezon 7 gollük bir katkısı olduğunu hatırlatmak isterim. Kağıt üzerinde az gözükse de şu an böyle bir alternatif isme şiddetle ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. Bu ikilinin ileri uca yakın kullanılması hücumdaki bir diğer sorunumuz olan enlemesine genişlemeyi de çözebilir ve böylelikle merkez forvetin gol sayısını artırabiliriz. Eğer bir değişim yapılmaz ve formsuz alternatif golcülerimizden herhangi birisi eski günlerine görkemli bir dönüşe imza atmazsa bu sezon Beşiktaş'ı daha pek çok sıkıntılı maç yaparken izleyeceğiz gibi görünüyor.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Yönetim, Futbolcu, Taraftar... Altüst Oldu Galatasaray!


Daha bir ay önce bağırıyordunuz Rijkaard istifa diye. Neymiş, takımı berbat hale getirmiş. Yerine kim gelse daha iyiymiş. İmparatorunuz Terim takımın ne denli bir bokun içine battığını görmüş olacak ki tereddüt bile etmeden geri çevirdi kendisine yapılan teklifi.

Garibim Hagi ise ne yapsın, belki de son şansı teknik direktörlük kariyeri için. Gelmekten başka hiçbir çaresi yoktu. Zaten dibe vuran teknik direktörlük kariyerinde kapıyı çalan müthiş bir piyango gibiydi bizden gelen teklif. Bu içler acısı takımı belki düzlüğe çıkarırdı, kahraman olurdu, beceremezse kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. Bu "bozuk" taraftarın doğru saati gösterdiği nadir konulardan biri uzun vadede Hagi'nin asla unutulmayacağı gerçeği.

Hagi ile ilgili ufak bir şey daha söylemek gerekirse, dünkü kiralık futbolcu açıklamasının çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Bence bu açıklamayı Insua'yı hedef göstererek yapmış olamaz, çünkü çok mantıksız geliyor kulağa. Transferinin detayları hala belirsiz olan, taksitleri ödenmesse Wolfsburg'a dönecek, denilen Misimoviç'i kastettiğini düşünüyorum. Ha yok, Insua'dan bahsediyorsa, "Hirsizsiniz!" mevsimini hayli erken açtı Gica.

Olan Rijkaard'a oldu. Adamın efendiliğine pişkinlik dediniz. Bu kadar yanlışın içinde doğru yapılan tek şeyin kendisiyle devam etmek olduğunu anlamadınız. Tabii bu doğru tek başına hiçbir şeyi değiştiremeyecekti, orası ayrı. Ama bir yerden başlamak lazımdı. Kelleye aç olmak ne kadar tuhaf şey be arkadaş... Almadan rahatlamıyoruz.


Umarım şimdi kıçıyla gülüyordur Rijkaard, atkı bile tutmayı beceremeyen, tepetaklak olmuş Galatasaray taraftarına. Maç sırasında oyuncusuna kasap gibi girildiğinde bir tepki göstermekten bile aciz, takımı uyutmaktan başka hiçbir işe yaramayan, uğultudan başka ses çıkaramayan berbat bir tribünümüz var artık. Abdul Kader Keita tezahuratları, sahaya atılan koltuklar, yakılan ateşler, Galatasaray ismini cümle aleme rezil etmeler... Bunları Fenerbahçe taraftarı yapınca zevkten dört köşe olurdunuz, şimdi onlar oturur izler katıla katıla. Hoş, hiçbir üç büyüğün gülecek hali kalmadı ya...

Yönetimin sportif saçmalıklarına diyecek bir şey yok. Kaliteli Türk oyuncu alınmadan bu takımın düze çıkma şansı sıfır. Bu gerçeği taraftar olarak iki senedir göremesek de, onların görevi bunları öngörmekti. Yapamadılar, gitmeliler. Ama Özhan Canaydın zamanında klubün battığı ekonomik bataklık yüzünden bir başkan adayı dahi çıkmazken, önümüzdeki ilk seçimde kaç başkan adayı çıkacağını göreceğiz. Ve bence bu da şimdiki yönetimin ekonomik başarısının bir kanıtı olacak.

Ancak alınacak kelle kalmadığında futbolcuların kellesine yöneldin, ey Galatasaraylı. Senin basiretin de bağlanmış. Şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını...

Aman Abla Yavaş Vur: 2010 Kadınlar Tenisi #2: Ödüller


Aman abla yavaş vur serimizin ikinci bölümünde ise ödülleri dağıtma vakti. Karşınızda WTA 2010 sezonunun dikkat çekenleri(hepsi olumlu olmayabilir):

1. Yılın En Değerli Oyuncusu: Caroline Wozniacki

Normal şartlar altında(N.Ş.A) yılın en iyi oyuncusu olmak için bir veya birden fazla grand slam şampiyonluğunuz olması gerekir. Aslında N.Ş.A aynı koşul WTA sezonunu zirvede tamamlamak için de geçerlidir; ancak kadınlar tenisinde işlerin pek de normal olmadığını görmek için uzman olmaya gerek yok. Bu ödülü verirken sezon içinde 2 grand slam kazanan Serena Williams ile Wozniacki arasında gidip geldim; ama sezonun yarısını sakat geçiren Serena'nın yerine, gençlere şans vermek adına 2009 yılında yaptığı çıkışı bu yıl taçlandıran Wozniacki'yi tercih ettim. Umarım Caro ilerideki yıllarda bir grand slam kazanacak karakterde olduğunu ispatlar ve beni bu seçimimden dolayı mahcup etmez. Ne kadar potansiyelli olduğunu 20 yaşında bir numara olarak ispatladı; ama Jankovic'i ve Dinara Safina'yı da bir numarada gördüğümüz için yoğurdu üfleyerek yemekte fayda var. Neyse, artık bunları 2011'de konuşuruz. Bugün için sezonun en değerli oyuncusu olan Wozniacki'nin 32 diş sırıtmak hakkıdır.

2.Yılın En İyi Çıkış Yapan Oyuncusu: Francesca Schiavone


Bu ödülü genellikle henüz 20'li yaşların başında olan ve gelecek için umut veren oyunculara göz atmak için oluşturmuştum; ama Schiavone'nin hikayesi de yabana atılmayacak cinsten. Fransa Açık'a kadar 12 yıllık profesyonel kariyerinde bir grand slam'de çeyrek finalden ötesini göremeyen Schiavone'ye bir sezon önce ilk turunda elendiği grand slam'de şampiyon olacağını söyleseler kendi de inanmayabilirdi. Ama oyununa rakiplerinin taktığı "kirli" lakabını hak ettiğini hem vazgeçmeyen inatçı yapısı hem de üstüne bulaşan toz toprakla Roland Garros'da göstermiş oldu. 1.66'lık küçük devini sezonun en sıra dışı başarı öyküsü için bir kez daha kutlayalım.

3. Yılın Ortalarda Gözükmeyeni: Dinara Safina


Bir yıl önce Fransa Açık'a dünya bir numarası olarak geldi bu kız. O turnuvanın finalinde Kuznetsova'ya kaybedeceğine ihtimal verenlerin sayısı azdı; ama finalde ciddi bir psikolojik baskıya girdi ve grand slam şampiyonluğunu elde edemedi. O günden sonra bir Wimbledon yarı finali geldi, sonrasında ise sakatlıkların da etkisiyle kariyeri gün yüzü görmedi. Geçen yıl WTA sezon sonu sıralamasında 2. sırayı alan (ki sakatlık yaşamasa zirvede tamamlayabilirdi) Dinara Safina bu sezonu 63. sırada bitirdi. Henüz 24 yaşında ve geri dönme ihtimali var; ama bu sezonun ortalarda gözükmeyeni ödülünün rakipsiz sahibi Dinara Safina'dır.

4. Yılın Çaylağı: Tsvetana Pironkova


Pironkova'ya geçmeden önce yine ödülle ilgili bir açıklama yapmam gerek; şayet 1990 doğumlu bir kızın 1. olduğu sıralamada 1987'li birisine yılın çaylağı ödülü vermek garip karşılanabilir. Kendi uydurduğum bu ödülü daha çok grand slam'lerde önceden adını hiç duymadığımız halde inanılmaz bir başarı hikayesi yazan oyunculara vermeyi tercih ediyorum. Bu durumda ödüle Venus Williams'a efsane olduğu Wimbledon kortlarında çeyrek finalden ötesini göstermeyen Bulgar oyuncu Tsvetana Pironkova'dan daha iyi bir aday bulmak zor. Wimbledon yarı finaline rağmen sezonu 35.'likte tamamlayan Pironkova'nın adını bir daha duyabilecek miyiz bakalım?

14 Kasım 2010 Pazar

Havuz Genişliyor


Milli takımın ekim ayında yaşadığı facianın ardından Hiddink'in kadroyu yenileme harekatına beklenenden erken girmesi kaçınılmazdı, o da bu süre içinde hem yurt içinde hem de yurt dışında yaptığı çalışmalarla milli takım havuzunu genişletmek için düğmeye bastı. Bu harekatın ilk sonuçlarını 17 Kasım'da oynanacak Hollanda maçında görmeye başlayacağız. Fatih Terim'in ayrılmasının ardından milli takımla ilgili yazdığım yazılarda yeni kadro ve sisteme dair gözlemlerimi paylaşmıştım. Şimdi yaklaşık sekiz ayı kapsayan bu süreçteki değişimler ve yeni olasılıklar üzerine biraz kafa yoralım.

Hiddink'in kendisinden önce oluşturulan aday kadrolardan ve oyuncu havuzundan pek de memnun olmadığını görüyoruz. Hiddink'in ilk kez milli takımın başında olduğu ABD'deki hazırlık kampına giden 31 oyuncuya sakatlıkları olan G.Gönül, Mevlüt, Hakan Balta, Özer ve Aurelio'nun eklenmesiyle oluşan 36 kişilik geniş kadronun milli takımın havuzunu oluşturacağına inanıyorduk. Bu seçimlerden beş ay sonra oluşturulan Hollanda maçı kadrosunda ise bu ekipten yalnızca 10 isim var. Bir başka örnek ise sürecin başlangıcından, yani Mart ayındaki Honduras karşılaşmasından. Bu maçta ilk kez A milli takım forması giyen ve gelecek vaad eden isimlerden Necip, Ozan İpek ve Volkan Şen'in sakat olmamalarına karşın hiç biri aday kadroda değil. Yani Hiddink geleceğin milli takımını da farklı isimlerle kurguluyor.


İşleri kolaylaştırmak için öncelikle sabit kalan 10 isim üzerinde durmakta fayda var. Kalede Volkan birinci, Onur da ikinci tercih olarak kalacak, bu mevkide değişiklik yok. Sağ bekte Sabri ve Gökhan Gönül alternatifleri yeni bir arayışı gerektirmiyor. Stoperde Servet'in yanındaki ikinci isim aranıyor, sol bekte de İsmail'in verilen şansları kullanması durumunda birinci tercih olacağı açık ve bu durum Hiddink'in, iki bekinin de hücum özellikli oyuncular olmasını istediğini gösteriyor. Orta sahada Hamit'in pek çok pozisyonu iyi verim vererek oynaması onu vazgeçilmez kılarken, Hiddink'in yazdan kalan Selçuk İnan ve Nuri Şahin tercihleri pas yapan, oyun zekası yüksek bir orta saha aradığının işareti. Takımda kalan son isim olan Kazım'ın ise kamuoyundaki soru işaretlerine karşın Hiddink'in gözüne girmeyi başardığını görüyoruz.

Kadrodaki diğer tercihleri daha iyi yorumlamak için sorunlu bölgelere yeni tercihler ve işleyen bölgelere alternatif yaratma olarak ikiye bölelim. Bildiğiniz gibi milli takım turnuvalarında kadrolar 10 mevki * 2 alternatif + 3 kaleci = 23 kişi formülüyle belirlenir. Bir pozisyonda oynayacak iki isim belirli ise yeni arayışa ihtiyacınız yok demektir. Bu 14 yeni isimli kadrodan anladığımız kadarıyla milli takımın yalnızca kaleci, sağ bek ve sağ açık (Hamit, Kazım) pozisyonlarındaki isimler belirli. Stoper ve sağ bek pozisyonlarında Servet ve İsmail'in önceliği olduğunu, sakat olmasaydı Arda'nın da benzer bir konumda olacağını biliyoruz. Bu anlamda kaleci Ufuk Ceylan, sol bek Gökhan Süzen ve sol açıklar İbrahim Akın ile Engin Baytar kadroya alternatif yaratmak için çağrılan isimler.

Stoperde Bülent Korkmaz ve Alpay ikilisinin ardından yıllardır yaşadığımız sorunların hala çözülemediğini görüyoruz. Elemelerin ilk maçlarında kadroya yama olarak çağrılan Ömer Erdoğan'ın ikinci stoper olarak yerini almak için yeni adaylar Ersan Adem Gülüm, İbrahim Öztürk ve Serdar Kesimal. Bu pozisyonda denenen Emre Güngör, Gökhan Zan ve İbrahim Toraman'dan Hiddink'in umudu kestiği sonucuna da varabiliriz. Hakan Balta'nın bu sezon devam eden formsuzluğunu atlatması halinde ikinci bir şansı olabileceğini düşünüyorum. Bakalım defanstaki oyun kurma ve hantallık sorunlarına çare olacak bir isimi keşfedebilecek miyiz?(Ersan Adem Gülüm?)


Forvet hattında kağıt üstünde pek çok alternatife sahip olmamıza karşın, bu isimlerden hiç birinin düzenli forma şansı bulamaması milli takımın en büyük sorunlarından birisi. Semih, Tuncay, Halil, Mevlüt, Nihat gereken katkıyı yapamadığı için çarşamba günü Umut Bulut, Burak Yılmaz ve Batuhan'ın şans bulma olasılığı var. Bunların içinde düzenli olarak şans bulan Umut Bulut'un milli takım seviyesinde istenen verimi vermesi bize ilerleyen maçlar için ciddi bir alternatif sunabilir. Orta sahada ise inanılmaz bir oyuncu rotasyonu göze çarpıyor. ABD kampından kalan iki isim Nuri ve Selçuk artık takımın ilk 11'ine yerleşme şansına sahipler. Yeni tercihler arasında en çok heyecan yaratan ise kuşkusuz Almanya'dan transfer ettiğimiz Mehmet Ekici. Hem güçlü hem de ayağına hakim yapısıyla takıma yerleştiği takdirde çok katkı vereceğine inandığım Mehmet Ekici'yi St. Pauli - Nürnberg maçında izleme şansı buldum ve kişisel kanaatim Nuri ve Selçuk İnan'la oyun zekası yüksek bir orta saha oluşturabileceği yönünde. Hollanda maçında bu orta sahanın çok iyi performans vermesi mucize olur; ama gelecek açısından ümitliyim.

İncelemenin sonunda kadroda olmayan isimlere değinelim. Belirtmeden geçemeyeceğim ilk olay sakatlık nedeniyle Arda'nın yokluğu. Onun olmadığı bir milli takım planlaması şu an için düşünülemez ve pek çok taşın değiştirildiği bir anda onun varlığı takımın performansını etkileyen değişkenlerden bir kaçının azalmasını ve takımın yeni görüntüsüyle daha iyi bir performans göstermesini sağlardı. Hiddink'in orta sahadki bilinçli tercihlerinden biri ise tartışılmaya değer: Ceyhun Gülselam, Necip, Mehmet Topal ve Aurelio'nun yokluğunda orta saha pas yapan oyunculardan kurulacak, ön stoper özellikli bir oyuncu kadroda yok. Peki, ziyadesiyle ağır stoperlerimizle orta saha arasında kalması muhtemel boş alan dolayısıyla sıkıntı yaşamaz mıyız diye sormadan edemiyorum. Eğer bu taktiksel dizilişi işletmeyi başarırsak takım olarak seviye atlarız, topa daha çok hakim olan ve onu daha etkili kullanan bir takım kimliğine bürünürüz; ama yıllardır stoperlerimizin malum zaafları böyle bir takım oluşturmamızı engelliyor. Bir de Bursalı Volkan Şen, Ozan İpek ve Sercan üçlüsü Hiddink'in planlarda en azından alternatif olarak neden yer almıyor, açıkçası merak ediyorum. (Ekleme: Merak ediyorum derken pazar gecesi yorumcusu ağzıyla hesap sorduğum sonucu çıkmasın lütfen. Hiddink'in mantıklı bir sebebi olduğunu düşünüyor ve o sebebi merak ediyorum)

13 Kasım 2010 Cumartesi

Aman Abla Yavaş Vur: 2010 Kadınlar Tenisi #1


Geçtiğimiz sezon başladığımız "Aman abla yavaş vur" sezon sonu değerlendirmelerinin ilk kısmında sezonun öne çıkan başlıklarından bahsetmeyi uygun gördüm. İşte maddeler halinde bu WTA sezonunun öne çıkan gelişmeleri:

1. Şampiyon Kimliği


Serena Williams ve Clijsters'ın yeni nesillere bu sezon verdiği en büyük ders, bir grand slam kazanmanın karakter meselesi olduğunu ispatlamaları oldu. Bu sezon grand slamleri kazanan 4 ismin de 27 yaş ve üstünde olduğu düşünülürse, yeni gelen gençlerin daha çok çalışmaları gerektiği ortada. Serena'nın formunun zirvesinde olduğu bir dönemde onu zorlayacak dahi bir tenisçinin olmadığını bu sezon bir kez daha anlamış olduk. Eğer toprak üstadı olan Henin da tenisi bırakmadan formda kalabilseydi, sanıyorum yeni gelen isimlerden hiç biri bu gerçek şampiyonları zorlayıp bir grand slam şampiyonluğu elde edemezdi.

2. İstikrarsızlık

Kadınlarda her grand slam turnuvası o kadar fazla sürprize sahne oluyor ki, artık 30'lu sıralardaki tenisçilerin ilk ondaki isimleri yenmesine hiç bir turnuvada sürpriz gözüyle bakılmaz oldu. İşi daha kötüye götüren ise çıkış yapan her isimle umutlandıktan sonra bu isimlerin çıkışlarını sürdürememeleri ve işleri daha da karmaşık hale getirmeleri. Örneğin Wimbledon'da çıkış yapıp V. Williams'ı eleyen ve yarı finalist olan Pironkova'nın adını bir daha duyabilecek miyiz? Fransa Açık finalistleri Schiavone ve Stosur'un Wimbledon'dan ilk turda elenmeleri zaten bardağı taşıran son damlaydı. Bu keyifsiz durumdan ne zaman kurtulabiliriz bilemiyorum; şu an için tek umudum Wozniacki ve Zvonerava'nın geldikleri yerin kıymetini bilip kadınlarda unuttuğumuz istikrarı yakalamaları.

3. Dementieva'nın vedası


Sanıyorum istikrarsızlık denince akla gelen bir numaralı kadın tenisçi olan Elena Dementieva ise kariyerine son noktayı koymaya karar verdi. Bir grand slam kazanacak yeteneğe fazlasıyla sahip olan; ancak mental dayanıklılık gerektiren maçlarda sürekli yaşadığı gelgitlerle bu hedefine ulaşamayan Dementieva'nın kariyerinin zirvesi ise 2008 Pekin Olimpiyatları'nda kazandığı altın madalya, ki bir sporcu için olimpiyat şampiyonu unvanının önemini tarif etmeye sanıyorum gerek yok. Son yıllarda Rus tenisçilerin sayısının katlanarak artmasında da Dementieva'nın çıkışının payı olduğunu eklemek gerekiyor.

4. Wozniacki zirvede

Jankovic'den iki yıl sonra yine sezon içinde grand slam kazanamayan bir isim WTA sıralamasında sezonu birinci sırada tamamladı; ancak tenis camiasında büyük çoğunluk bu olaya 2 yıl önceki kadar tepkili değil. Nedeni ise grand slam şampiyonu olmayı başaran S. Williams ve Clijsters'ın sezon içi sakatlıkları ve henüz yirmi yaşındaki bir tenisçinin dünya bir numarasına yükselmesinin yarattığı sempati olsa gerek. Danimarka dinamiti Wozniacki 20 yaşında 6 wta turnuvası kazanarak dünyanın zirvesine oturmayı başardı; ancak önümüzdeki sezon bir grand slam kazanamazsa şu an kapalı olan ağızlar dırdır etmeye yeniden başlayacaktır.

5. Henin'ın Dönüşü


Henin'ın dönüşü Clijsters'da olduğu gibi Henin'a yeni grand slam şampiyonlukları getirmedi ve sakatlığın ardından tekrar form tutup tutamayacağı da soru işareti. Buna karşın Avustralya Açık'ta finale kadar yükselerek "acaba?" sorusunu hepimize sordurması ve finalde Serena Williams'la kafa kafaya mücadelesi burada isminin anılması için yeterli. Yukarıda bahsettiğim şampiyon kimliğini ispatlaması için bu kadarı yeterli oldu. Umarım yeni sezonda sağlıklı bir Henin'ı izleme şansına kavuşuruz.

6. Zvonereva'nın yükselişi

Wimbledon ve Amerika Açık'ta final ve sezon sonu sıralamasında ikincilik. Açıkçası Zvonareva'nın kariyerinde bu sıçrayışı yapabileceğine pek ihtimal vermiyordum; ama o beklentileri aşarak zirveye doğru tırmanmaya başladı. 2011 sezonunda kadınlarda yeni bir grand slam şampiyonu çıkma ihtimalinin oldukça ve Zvonareva'da grand slam şampiyonları listesine adını yazdırmak için önemli bir aday konumuna gelmeyi başardı.

12 Kasım 2010 Cuma

Caro Liverpool formasıyla


Ben bu kızı desteklemeyeyim de ne yapayım? Fransa Açık 3. turunda izledim, yetenekli ve gelecek vaad eden bir kız derken 20 yaşında dünyanın bir numarasına kadar yükseldi. O da yetmezmiş gibi bir de Liverpool taraftarı çıktı hanım kızımız. Takımda en sevdiği futbolcu olan Fernando Torres kendisine imzalı bir forma gönderince de pek sevinmiş. Geçen yıl başladığım sezon sonu değerlendirmesine, yani "aman abla yavaş vur" serisine girişi bu fotoğrafla yapmış olayım.

11 Kasım 2010 Perşembe

Ball-boy'luktan şampiyonluğa: "Welcome Home Roger Federer"


Bir hafta önce Roger Federer'in kendi evinde dördüncü şampiyonluğunu ilan ettiği Basel ATP tenis turnuvasının çeyrek finallerini izleme şansım olmuştu. Bu yazıda, geçen haftadan aklımda kalan notları paylaşmak ve Federer'in doğduğu şehir olan Basel'deki turnuvayla olan ilişkisi üzerinden spor kültürü üzerine bir kaç görüş aktarmak istiyorum.

ATP Basel'in en önemli hikayesi elbette Roger Federer. Bugün Federer ismi tenis kortlarının sınırlarını fazlasıyla aşmış durumda. Fotoğrafı, 2000'li yılların en önemli imgelerinden biri konumunda, Michael Schumacher ile birlikte geçtiğimiz on yılın en büyük spor efsanelerinden birisi. İsmi mükemmellik, hayranlık, takdir gibi kelimeleri çağrıştırdığı için olsa gerek, küresel ölçekli pek çok şirketin reklamlarında kullanmayı tercih ettiği bir yüz. Doğduğu şehirdeki tenis turnuvasını 4. kez kazanmayı başaran majesteleri için bu turnuvanın çok daha farklı anlamlar içerdiği açık. Zaten çeyrek final maçı sonunda verdiği röportajda keyfinin yerinde olduğu her halinden belli oluyordu. Sonuçta her turnuvada korta çıkarken pek çok ünvanı sayılıyor; ama "Welcome Home Roger Federer" diye çağrıldığı tek turnuva bu. Dilerseniz Basel ATP turnuvasının bir efsanenin doğuşuna nasıl katkıda bulunduğu üzerinde biraz duralım.


Basel benim aklımda spor tarihinin en büyük efsanelerinden birini gördüğüm yer olarak kalacak; ama bu turnuvayı özel kılan, turnuvanın Federer için de aynı anlamı ifade etmesi. Top toplayıcı (ball-boy) olarak görev yaparken John McEnroe, Boris Becker, Stefan Edberg gibi tenis efsanelerini yakından izleme şansı bulmasının, Fedex'in bu oyuna aşık olmasına büyük bir katkı yaptığı aşikar. İsviçre ve Türkiye'nin başta mali olmak üzere diğer pek çok farklılığını hesaba katmadan örnekleme yapmak afaki kalabilir (sonuçta double whopper menünün 13 euro olduğu bir ülkeden bahsediyoruz); ama Türkiye'den neden dünya çapında spor yıldızları yetişmediği üzerine kafa yorarken Federer - Basel ATP örneğine göz atmakta fayda var.

Bu örnekten hareketle, ülkelerde düzenlenen uluslararası spor turnuvalarının iki temel faydasına göz atmak istiyorum. Birincisi turnuvaların genç sporculara hedef koyma imkanı tanıması. Küçük yaşlarda çocukların kendilerine hedefler koymalarında rol modellerin taşıdığı önem oldukça fazla. Konunun uzmanı olmamakla birlikte, eğitim gönüllülerinde çalıştığım dönemde konuyla ilgili kişisel gözlemler yapma şansına da eriştiğim için bu cümleyi gönül rahatlığıyla kurabilirim. Federer'in çocukluk günlerine dönersek, ball-boy olarak görev yaptığı turnuvada okuldan beş on arkadaşının onun ismini bağırmasının Roger'ın hoşuna gittiğini tahmin edebiliriz.(Arkamda oturan bir grup çocuk, ball-boy olan arkadaşları salona girince tezahürat yaptıkları için bu örneği vermeyi tercih ettim) Ama Roger'ın o turnuvadan en çok aklında kalan sanıyorum McEnroe, Becker veya bir başka efsane salona girdiği vakit salonda kopan alkış fırtınasıdır. Kendinizi o çocuğun yerine koyarsanız, Federer'in bugüne kadar bir çok başarıya imza attığı kariyerine başlamasının en önemli motivasyonlarından birisinin kendi şehrinde düzenlenen tenis turnuvası olduğunu sanıyorum siz de fark edersiniz. 5 -10 arkadaşının tezahüratından binlercesine ulaşmak bir çocuğu hedefler koymaya itmek için fazlasıyla yeterli bir sebep olsa gerek. 40 yıldır düzenlenen bir turnuva, yüzlerce top toplayan çocukta bu kıvılcımı yakıp, birinin dahi profesyonel olarak bu sporda başarılı olmasını sağladıysa başarılıdır. Hele ki Federer gibi bir efsaneyi çıkarmakta katkısı olduysa...


Turnuvaların bir diğer faydası ise bir ülkede spor kültürünün yerleşmesine olan katkıları. Bugün Federer salona girdiğinde alkışlamayı sonuna kadar hak eden İsviçreliler, aynı alkışları zamanında diğer ülkelerden gelen efsanelere de cömertçe sundukları için bugün böylesine önemli bir dünya yıldızına sahipler. Eski turnuvaları izlemedim; ama geçtiğimiz cuma günü Djokovic, Roddick gibi isimlere gösterdikleri sevgiden bu çıkarımı yapabiliyorum. Sporda başarı elde etmenin yolunun alın teri dökmek olduğunu bilen ve buna saygı duyan seyirciler, bir yandan da içten içe 30 yıl boyunca kendi efsanelerini alkışlamanın özlemini çektiler ve Federer seyircilerin bu özlemine karşılık verdi. Oyunun efsanelerine saygı duyarken aslında kendi efsanelerini yaratmak için gerekli kültürel ortamı da yaratmışlardı. Ball-boy Roger Federer, kazanacağı grand slam'lerin ardından nasıl bir takdir göreceğini çocuk yaşta anlamıştı.

Türkiye'nin büyük organizasyonlara ev sahipliği yapması ve bu organizasyonların medyanın katkısıyla kamuoyunda heyecan yaratması spor kültürünün gelişmesi için hayati denilebilecek bir önem arz ediyor. Tenis özelinde elimizde büyük bir fırsat var; çünkü 2011 WTA sezon sonu finali İstanbul'da düzenlenecek. Bu turnuvayı tenisin gelişimi için bir fırsat sayacaksak harekete geçmeliyiz; çünkü ülkenizde uluslararası bir organizasyon düzenlemek 1992 Barselona heyecanını kesinlikle yaratacağınız anlamına gelmiyor. 2010 Basketbol Şampiyonası'ndan aklınızda Rus dansçıların sahaya çıkıp çıkmaması ve "maddi manevi" tartışmaları dışında ne kaldı? Ben, ileride bir S. Williams veya Federer çıkarmak için bu organizasyonu sahiplenmenin ve heyecanını mümkün olduğunca fazla insana yaymanın önemini, Federer'in Basel'de "bir ayrı" parıldayan gözlerinde görme şansına eriştim. Umarım bir gün bizler de, örneğin İstanbul'da, bir dünya yıldızına "evine hoşgeldin" deme şansına erişiriz.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Baba Kuzusu


"I wrote the next song in my bedroom when I was 17 years old. Then I went do dad and sang this song because he always loved listening to my new songs. After I finished my song he said 'it is going to be a big hit'. I guess he was right, 'cause the song stayed on top of the charts in ten different countries. The song's called: This is the life"

Amy Macdonald
7.11.2010 - Hamburg o2 Arena

Not: İskoç aksanıyla, r'lere vurgu yaparak okumanız tavsiye edilir

6 Kasım 2010 Cumartesi

Ş.L'de 5. Hafta Oynanacak Maçlar: İhtimal Hesapları


Şampiyonlar Ligi'nde 4. hafta maçlarının geride kalmasının ardından kupaya giden yol haritası belirlenmeye başladı. Bursaspor'un kötü performansı nedeniyle bu yıl Türkiye'de Şampiyonlar Ligi'ne gösterilen ilgide bir azalma olabilir; ama bilindiği üzere Ş.L'de gruplarını 3. bitiren 8 takım Avrupa Ligi'nde yoluna devam ediyor ve Porto beraberliği ile Beşiktaş'ın 3. tur hesaplarına başlaması Ş.L'ye ilgiyi yeniden artırabilir. Aşağıda Ş.Ligi'nin son 16'sının belirlenmesinde önemli rol oynayacak 5. hafta maçlarını seçerken, bu durumu da göz önüne alacağım. Futbolseverlerin takvimlerinde 23/24 Kasım tarihlerini şimdiden işaretlemelerini öneririm. Maçların önemini daha iyi anlamak için buraya da bir göz atmakta fayda var.

24/11 - A Grubu: Inter - Twente


Gruptaki ilk 3 haftanın ardından genel kanı, Inter'in ardından kimin ikinci olacağının grubun en önemli sorusu olduğuydu; ama Tottenham Inter'i 3-1 mağlup edip bütün dengeleri değiştirdi. Twente'nin Bremen'e karşı aldığı galibiyetin ardından bu maç gruptan çıkan takımı belirleyecek maç gibi görünüyor. Twente'nin kaybedecek bir şeyi olmaması maçı Inter için daha da gergin hale getirecek, olası bir puan kaybı da Inter için grup liderliğine veda anlamına gelebilir. Son şampiyonun grup ikinciliğine düşmesi de ikinci tur kuralarında bütün grup birincilerine gergin anlar yaşatacaktır.

24/11 - B Grubu: Schalke - Lyon

Bundesliga'da ligin dibine demir atan Schalke, Şampiyonlar Ligi'nde iyi gidiyor deniyordu ki, Hapoel Tel-Aviv karşısında alınan beraberlik bir çuval inciri berbat etti. Schalke maçı kazanırsa grup birinciliğine oturup son haftayı bekleyebilir; ama olası bir puan kaybı gruptan çıkmak için son hafta Benfica'yı yenmeleri gerekecek. Lyon'da grup birinciliğine doğru emin adım giderken Benfica mağlubiyetiyle işleri yeniden zora soktu ve bu maç daha da önemli hale geldi.

24/11 - C Grubu: Rangers - Manchester Utd.

Açıkçası yukarıdaki maçlara göre çok da önemli olmayan bu maçı her gruptan bir maç bulunsun düşüncesiyle buraya aldım. Bursa'nın Valencia deplasmanında sürpriz yapma ihtimalini daha zayıf gördüğüm için de İskoç hocaların çekişmesini tercih ettim. United'ın olası bir ikinci takımla çıkma ihitmali Rangers'ın galibiyet ihtimalini yükseltebilir ve düşük olasılıkla gelecek olan bu galibiyet son hafta ManU - Valencia maçını bir anda önemini artırır. Rangers galip gelemez ise grubun şu andaki sıralamasının değişmesi zor görünüyor.

24/11 - D Grubu: Rubin Kazan - Kopenhag


Kopenhag'ın geçitiğimiz hafta Barcelona'dan koprardığı puan bu maçın önemini azalttı; çünkü Rubin'in galibiyetinde dahi son haftaya Kopenhag bir puan farkla önde girecek ve Rubin'in son hafta Barcelona'yı yenmesi gerekecek. Ama şu son cümleyle Gökdeniz geçtiğimiz sezon attığı golü hafızalarında canlandıranlar, şüphesiz "Neden olmasın" diye akıllarından geçirmişlerdir. Ben de hafızamda bu çağrışımı yaptığım için bu maçın sonucuna bakmakta fayda var diyorum.

23/11 - E Grubu: Basel - Cluj

"Burada Şampiyonlar Ligi'nden bahsediyoruz, bu iki takımın maçının ne önemi olabilir?" diye soranlara hak vermekle birlikte, gerekli izahat için bana bir saniye ayırmalarını rica ediyorum; çünkü bu maçı yazarken tek derdim UEFA'daki olası eşleşmeler değil. Basel'in burada alacağı galibiyet, Roma'nın Bayern maçından puansız ayrılması halinde onları son hafta öncesi grupta ikinci sıraya taşıyacak. Bayern'in Alman disiplini ile Roma ile oynyacağı formalite maçına asılacağını varsaydığımızda bu iki sonuçta muhtemel gözüküyor ve son hafta bu grup yangın yerine dönebilir, aklınızın bir köşesinde bulunsun.

23/11 - F Grubu: S. Moskova - Marseille

Gruplarda henüz oynanacak iki maç olduğu için, bundan önce değerlendirdiğim maçlarda diğer maçın skorunu da göz önünde tutmak zorundaydım; ama bu maçta öyle bir durum yok. Chelsea ve Zilina'nın öngürülen pozisyonlarını almasının ardından bu maç eleme turunun rövanş maçı halini aldı. Kazanan turu geçer, beraberlik Spartak'a yarar ve grubun ikincisi ve üçüncüsü bu maçta belli olur.

23/11 - G Grubu: Auxerre - Milan


İki Inzaghi golüyle önemli bir zafer kazanmak üzere olduğu Real maçının son dakikalarında yedikleri gol Milanlılara pahalıya mal oldu. Artık grupta üç takımın ikinci tur bileti için kıyasıya bir kapışmasını izleyeceğiz. Yine de iplerin Milan'ın elinde olduğunu ve bu maçı kazandığı takdirde ikinci turu da yüksek ihtimalle garantileyeceğini ekleyelim.

23/11 - H Grubu: Braga- Arsenal

Soru sever arkadaşların " Arsenal bunlara 6 atmadı mı kardeşim, bu maç neden bu kadar önemli?" diyerek yeniden karşıma çıktıklarının farkındayım. Ama Arsenal'in 5 attığı Shakhtar'a ikinci maçta yenildiğini ve Braga'nın gruplara gelirken Sevilla'yı elediğini bir kenara not düşelim. Braga'nın gruptan çıkma ihitmali için çok önemli bir maç olacağını sanmamakla beraber, Arsenal'in olası puan kaybınının Shakhtar'ı grup liderliğine taşıması ve Arsenal'in ikinci tur kurasını karıştırma ihitmali maçı önemli kılıyor.

Yapma Be Amca!



Malumunuz olduğu üzere dün ölmeden önce yapılacaklar listemdeki "Roger Federer'i aktif tenis hayatı sırasında canlı olarak izlemek" maddesinin üzerini karalamak için Basel'deydim. (Meraklsına Not: Hayır, öyle bir listem yok. Girizgah olsun diye yazdım.) Gece çıkılan tren yolculuğundan dolayı oldukça yorgun olduğum için iki maç arası uyuklasam mı diye düşünüyorken, Majesteleri'nin antrenman yapmak için 15 dakikalığına korta inmesiyle bir anda canlanıp, bir fotoğraf alabilmek için tribünlerin en ön sırasına doğru koşturdum. İtiş kakıştan kurtulup çekebildiğim fotoğraflar istediğim gibi olmadı. Zira bildiğiniz gibi tenis maçlarında ön sıralar tamamen localardan oluştuğu için kortla sıradan izleyici arasında belirli bir mesafe vardır. Hal böyleyken iyi bir fotoğraf için tek şansım localardan biriyle göz göze gelip "Bitte, bitte" diye yalvarmaktı. Ben de öyle yaptım ve feryadımı duyan Credit Suisse locasındaki amca benim telefonu alıp ön sıradan fotoğraf çekmeye razı oldu. Oldu olmasına; ama çektiği fotoğraflar maalesef yukarıda gördüğünüz ikili. Hadi yukarıdaki fotoğrafta iyi niyetliydin; ama Federer'in saçını düzelteceği tuttu. Peki ikinci fotoğraf nedir be amca? Ben Hamburg'dan Basel'e 800 km yolu Roger'ın sırtının fotoğrafı için mi teptim? "Ben sana Credit Suisse'de loca sahibi olacak kodamanlığa erişemezsin demedim; fotoğraf çekemezsin dedim" özlü sözünü bu amcaya ithaf eder, her şeye rağmen beni duyduğu ve fotoğrafı çekerken emek harcadığı için kendisine teşekkür ederim. Basel notlarını ayrı bir yazıda bulabilirsiniz.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Rüya Gerçek Oluyor #2


Fazla söze gerek yok. 5 Kasım 2010 cuma günü bana tenisi sevdiren adamı korta çıkarken avuçlarım kızarıncaya kadar alkışlama şansına erişeceğim. Basel'deki ATP turnuvasının çeyrek finaline kalmak majesteleri Federer için önemsiz bir başarı; ama bu başarı benim o gün için aldığım bileti ömür boyu saklamamın yegane sebebi olacak. İleride çocuklarım bileti sorduklarında Hıncalvari şekilde "Ben zamanında Federer'i seyretmiş adamım, bugünkü tenisçilerde iş yok" demenin hazzını yaşayacağım. Djokovic, Roddick, Berdych, Nalbandian gibi önemli isimleri de izleme şansım olacak; ama döndüğümde yazacağım yazıda onlardan bahsetmez isem, beni bu seferlik affetsinler.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Last Flowers - Radiohead



appliances have gone berserk
i cannot keep up
treading on people's toes
snot-nosed little punk

and i can't face the evening straight
you can offer me escape
houses move and houses speak
if you take me there you'll get relief, relief, relief, relief

and if i'm gonna talk
i just want to talk
please don't interrupt
just sit back and listen

cos i can't face the evening straight
you can offer me escape
houses move and houses speak
if you take me there you'll get relief, relief, relief, relief
relief, relief

it's too much, too bright, too powerful
too much, too bright, too powerful
too much, too bright, too powerful
too much, too bright, too powerful

3 yıldır mp3 çalarımda saklı duran hazineyi keşfetmiş olmanın hüznünü ve sevincini aynı anda yaşıyorum. Belki de hüznün gizli sevincini yaşıyorum, hani Radiohead dinleyince hissettiğiniz türden. Please don't interrupt, just sit back and listen