31 Ekim 2009 Cumartesi

Beşiktaş 1-0 Ankaragücü: Ekim ayı fırsatını kaçırmayın



30 Eylül'de oynanan CSKA Moskova maçı ile berbat bir durumda Ekim'e giriyordu Beşiktaş. Fenerbahçe ve Galatasaray 6 maçta 18 puanla liderlik koltuğunu paylaşırken Beşiktaş 6 puanda kalmıştı, Şampiyonlar Ligi'nde de puansız şekilde son sıradaydı. Bu ayki kolay fikstürün de avantajıyla Ekim ayı sonunda Beşiktaş hem ligde hem de Şampiyonlar Ligi'nde umutları tazelemeyi başardı. Bahsettiğim CSKA maçından sonra yazdığım umut dolu yazıdan dolayı beni utandırmadığı ve düşük faizli Ekim fırsatlarından yararlanmayı başardığı için takımıma teşekkür ederim; ancak sahada oynanan futbol düzelmezse havaların soğumasıyla da gelişini hissettiren Kasım ayı Beşiktaş'ı yeniden sorunlar yumağı haline getirebilir.



Maçı değerlendirmesine bu sezonki bütün Beşiktaş maçları gibi bu maçın da izleyiciye keyif vermediğini söyleyerek başlamalıyım. İlk 15 dakikada idtekli görünen ve birkaç pozisyon bulan Beşiktaş, İsmail'in ceza sahası dışından yaptığı vuruşun abuk saç şekilleri konusunda Dennis Rodman ile yarışan Elyasa Süme'nin kafasına çarrpması sayesinde maçın tek golünü buldu. Sonrasında maç Beşiktaş'ın alışılagelen kolay gol pozisyonlarını harcaması ve 88. dakikada Ankaragücü'nün Meye ile bir gol pozisyonunu değerlendirememesiyle nihayete erdi. Evet, hepsi bu kadar, aslında bu maça bu kadar yorum bile fazla sayılır.



Maçla ilgili olumlu olarak değerlendirebileceğimiz isim kuşkusuz İsmail Köybaşı. İbrahim Üzülmez'in bir maç içinde (3-0'lık Barcelona maçı) gecekondu kurup seçim öncesi çıkan afla tapusunu elde ettiği sol bek mevkii, artık modern sol bek tanımına uygun ve her şeyden önemlisi orta yapmayı bilen bir isme emanet olacak gibi görünüyor. Bir iki maçla değerlendirmemek lazım tabii, örneğin Tigana döneminde Serdar Kurtuluş'un da ön libero olarak Beşiktaş'a yıllarca hizmet edeceğini düşünüyorduk; ama Ertuğrul Sağlam'ın Serdar'ı tekrar sağ beke çekmesinden sonra bu oyuncuyu göz göre göre kaybettik. İnşallah İsmail için aynıları yaşanmaz ve Beşiktaş'ın son büyük kaptanı Tayfur'un numarasını taşıyan bu adam Kapalı'nın önünden yaptığı ortalarla unutulmayacak bir isim haline gelir.



Son olarak Kasım ayının kısaca değerlendirmesini yapalım. Bu sezonun Avrupa ve lig gidişatını belirleyecek kritik maçlara çıkacak Beşiktaş. En önemli iki maç da İnönü'de oynanacak Wolfsburg ve Fenerbahçe maçları. Yukarıdaki fotoğraf Beşiktaş ManU maçından. (Fotoğrafta pek belli olmuyor ama A'nın altında duran soldan 5. bayraktaki çürük dişin arasına sigara sıkıştırmış çakal tipli resim benim favorim) O maçta olduğu gibi Kasım ayındaki büyük maçlarda da taraftarın tam destek vereceğinden ve limitleri zorlayan bir performans gösterceğinden şüphem yok. (Bu arada 132 desibellik ses rekorunun bu ayki Şampiyonlar Ligi resmi dergisine ve bu sayede resmi kayıtlara da geçtiğini belirteyim). Salı gecesi Wolfsburg maçında Beşiktaş zoru başarıp bir galibiyet alabilirse, kazanılan moralle ligde de iyi sonuçlara imza atabilir.

30 Ekim 2009 Cuma

NFL'de 8. Haftaya Girerken


Lambeau Field'in ilahı geri dönüyor.... ama mor beyaz formasıyla. Bu hafta tüm Amerika'nın gözü pazar günkü Packers-Vikings ve dolayısıyla Brett Favre üzerinde olacak. Karakteri ne kadar tartışılsa da Favre'nin bir efsane olduğu tartışılmaz. Packers formasıyla 15 sezonda kırmadık rekor bırakmayan Favre, Packers'ın can düşmanı Vikings formasıyla Lambeau Field'da Packer'ı bu sezon ikinci kez yenmeye çalışacak. Favre'ın karakteri düşünülürse bu maç, belki de onun için sezonun en önemli maçı. Eğer Super Bowl'a kalamazlarsa. 40 yaşındaki QB, eğer bu hafta takımını galibiyete taşırsa, hem intikamını almış olacak, hem de Packers'la aradaki farkı 3 galibiyete çıkarmış olacak. Packers cephesinin galibiyet alabilmesi için Aaron Rodgers'ın geçen 2 haftada gösterdiği performansına ihtiyacı var. Maçın kaderi Packers offence line'ının Jared Allen ve arkadaşlarını Rodgers'tan ne kadar uzak tutabileceğine bağlı.

Geri kalan 7 haftanın önemli olayları ise şunlar:

-Önce Giants, arkasından Dolphins karşısındaki performansıyla Saints, NFC'nin 1 numaralı Super Bowl adayı durumuna geldi. Şu anda maç başına 154.5 ypg ile NFL'de 3. sıradalar ki bu seneye kadar Brees'in koluna güvenen bi takım için bu inanılmaz bi ilerleme. Bir de bunun üstüne Gregg Williams önderliğinde ve Darren Sharper'ın müthiş defans performansı eklenince karşımıza müthiş bi takım çıkıyor. Eğer bu hafta Falcons'u yenerlerse galibiyet farkı 3'e çıkacak.

-Miles Austin, Romo ve Cowboys'a bu sezon için umut aşıladı. Sezon başında Roy Williams'tan bekledikleri performansı Austin'den alan Cowboys, NFC East yarışının yeniden içine girdi. Eğer Austin bu verimini sürdürürse, Giants ve Eagles'ın şu anki görüntüsüyle Cowboys bu division'u kazanabilir.

-Geçen yedi hafta gösterdi ki, NFL'de başarının sırrı minimum sakatlık yaşamak. İyi bi Matt Schaub ve Carson Palmer, Texans ile Bengals'ı nerelere getirdiğini götürüyoruz. Henüz playoff için erken ama bu performanslarıyla Schaub ve Palmer takımlarını wild-card'a taşıyabilirler. Özellike Cedric Benson bu performansını sürdürürse.

-Performans demişken Redskins ve Titans'a değinmeden olmaz. Redskins, şu an için en iyi 5. defansına ve London Fletcher sahip olmasına ve ilk 6 hafta oynadığı rakiplerinin Redskins maçına 0 galibiyetle gelmesine rağmen sadece 2 galibiyet aldılar. Bu da okları Jim Zorn'a döndürdü ve sonucunda hücumda oyunları seçme yetkisi elinden alındı. Ki Zorn'un ilk olarak offence koordinatörlüğünden head coach'lığa yükseldiği düşünülürse şu anki durumları çok ironik. Gerçi NFL'deki en kötü offence line'nın arkasına Jason Campbell değil Tom Brady olsa çok birşey üretemez. Titans'a gelirsek, geçen sene ilk 10 maçını kazanan ve 13-3'le bitiren bi takımın bu hale nasıl düştüğünü anlamak çok zor. Tamam Albert Haynesworth gitti, secondary'de ciddi sakatlar var ama Tom Brady 2. çeyrekte utanmasa sucu çocuklara touchdown pası atıcaktı. Bir çeyrekte 5 touchdown'a izin vermeği açıklayabilmek imkansız. Sonunda takım sahibinin baskısına dayanamayan Jeff Fisher, bu hafta Vince Young'ın başlayacağını açıladı. Zaten bu da tutmazsa Jeff Fisher'a da kapı gösterilecek gibi.

-Tom Brady demişken her ne kadar Titans ve Buccaneers olsa da rakipler, Patriots offence 2007 yılına dönüyor gibi. Moss'la aralarındaki iletişimi yakalamış gibi gözüken Brady'ye Wes Welker'ın da katılmasıyla bu offence'nin durdurmak iyice imkansız hale geldi.

-Son üç maçta Tony Romo, Tom Brady ve Philip Rivers'ı eli boş gönderen Broncos, eğer bu hafta Ravens'ı da yenerse, sezon başında sadece 3 veya 4 galibiyet alması beklenirken 7 galibiyetini alıcak sezonın ilk yarısında. Josh McDaniels'a ve Elvis Dumervil önderliğindeki defansa şapka çıkarmak lazım. Sezon başında yıldız QB'sini gönderen, yıldız receiver'ıyla kavga eden bi takımın bu kadar zor bi fikstürde bu kadar iyi olması sadece alkışlanabilir.

Sen ağlama, dayanamam!


Fotoğrafta 19 yaşındaki Caroline Wozniacki'nin, Katar'ın Doha kentinde oynanan sezon sonu şampiyonasının grup maçının sonundaki gözyaşlarını görüyorsunuz. Yalnız fotoğrafa bakıp da maçı kaybettiğini düşünüyorsanız aldanıyorsunuz demektir. Maçın hikayesini anlatalım o zaman. Wozniacki dün gece hiç grand slam kazanamamış(!) dünya bir numarası Dinara Safina'nın sakatlık nedeniyle turnuvayı yarıda bırakmasının ardından turnuvaya davet edilen dünya dokuz numarası Vera Zvonareva ile karşılaştı. İlk seti rakibine oyun vermeden 6-0 kazanan Wozniacki, ikinci sette zorlanmasına karşın skor 6-5 iken Zvonareva'nın servis oyununda iki kez maç puanı şansı yakaladı. Bu fırsatları değerlendiremedikten sonra tie-break setine de konsantre olamadı ve böylelikle ikinci set Zvonareva'ya gitti. Sanıyorum Danimarka'dan kalkıp Katar'a gitmenin yarattığı kültürel ve iklime bağlı şokun bu kadar güzel ve başarılı bir tenisçi çıkarmanın heyecanına eklenmesinden ötürü sapıtan Danimarkalı seyircilerin yaptığı tezahüratlarla zaman zaman bölünen maçta Wozniacki, final setinde oldukça stresli bir oyunu kazanıp durumu 4-4'e getirdikten sonra rakibinin servis oyununu da kazandı ve servislerini maç için kullanmaya başladı. Skor 30-15 lehine iken ayağına kramp girmesinden ötürü basit bir vurşu yapamadıktan sonra ise dengesini de kaybedip yere düştü ve acıdan hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ayağa kalktıktan sonra antrenörü olan babasına baktı ve maçı kazanmanın hırsıyla yanıp tutuşan vicdansız baba maçtan çekilmesini istemedi. Caroline de maça devam etti etmesine ama bu set onun için bir final haline gelmişti bile, kazanamazsa oyunu bırakacağı açıkça belliydi. Önce sinirle yaptığı bir vuruşla durum 30-40 aleyhine döndü; ama buradan dönmeyi başaran Wozniacki "hem ağlarım hem yenerim" diyerek maçı da 6-4'lük son setle kazanmış oldu.

Yukarıdaki ağlak pozundan güzelliği pek anlaşılamadığı için ikinci bir fotoğrafını koyup, bu maçın vesilesiyle biraz Caroline hanım kızımızdan bahsetmek istedim. Kendisi ilk olarak 2006 yılında Wimbledon küçükler şampiyonasını 16 yaşında kazanarak dikkat çekti. Benim kendisi ile tanışmam ise 2008'deki Fransa Açık Tenis Turnuvası'nın 3. turunda Ana İvanoviç'le karşılaştığı "rüya gibi" maçtı. (İtiraf edelim, böyle maçlar Williams kardeşler, Kuznetsova, Safina gibi isimlerin maçlarını izlemekten çok daha "güzel") Bu maçı turnuvanın şampiyonu olacak olan İvanoviç'e kaybeden Wozniacki, yine de power play'e yatkın oyunu ile İvanoviç'e o turnuvada cevap verebilen ender isimlerden biri olarak dikkat çekmeyi başarmıştı. Bu sezon İvanoviç, FHM'e poz vermekten tenisle ilgilenecek vakit bulamayınca kariyeri de hızlı bir düşüşe geçti, Wozniacki ise oyunun üzerine koymayı başararak 3 WTA turnuvası kazandı ve kariyerinin şu ana kadar ki zirvesi olan Amerika Açık finali ile de dünya sıralamasında 4 numaraya kadar yükseldi. Bu sayede de sezon sonunda yalnızca dünya sıralamasında ilk 8 oyuncunun çağırıldığı Doha'daki sezon sonu turnuvasına katılmaya hak kazandı. Şu ana kadar turnuvada ilk iki maçını da kazanmıştı; ancak sakatlığı çok da ilerlemesine izin veremeyecek gibi görünüyor. Bütün bunları henüz 19 yaşında başaran Danimarka'lının kariyerinde Grand Slam şampiyonlukları hiç de uzak değil.

Turnuva ise şu ana kadar bütün sezon kadınlar tenisinde olduğu gibi tuhaflıkları içinde bolca barındırıyor. Dinara Safina'nın sakatlığının ardından Serena Williams sezonu bir numara olmayı garantiledi ve şu an itibariyle iyice anlamsızlaşan turnuvanın da en büyük favorisi. Safina'nın yerine çağırılan Zvonareva da sakatlandı ve turnuvaya bir maçlığına 10 numara Radwanska davet edildi. Turnuvanın değerlendirmesini de, kadınlarda tenis sezonunun genel bir değerlendirmesini içerecek bir başka yazıda ele alacağımı müjdeleyerek yazıya son verelim.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Haftanın Notları #2: Hoşgeldin NBA


  • Dün akşam itibariyle NBA yeni sezonu başladı ve bizlere de üzerine geyik yapmak için yeni bir konu açılmış oldu. LeBron, Kobe gibi adamlar varken kariyerinin sonuna gelmiş bu iki adamın fotğrafının burada ne işi var diye sorabilirsiniz. Hemen açıklayayım. Bu sezonun başlangıcında şampiyonluk için beş takımın ismi ön plana çıkıyor. Zaten bu beş takım son üç yılın final maçlarında boy gösteren takımlar. Bana kalırsa Lakers (Gasol), Celtics (Garnett) ve Magic (Howard) önemli uzunlarının varlığıyla bir adım öne çıkıyorlar. Bugüne kadar NBA tarihinde pota altından skor üretebilen uzunu olmadan şampiyonluk yaşayan yalnızca iki takım var: Golden State Warriors (1975 - Rick Barry'li kadro) ve Chicago Bulls ( 1991,1992,1993,1996,1997,1998 - Majesteleri Michael Jordan ve Pippen'lı efsane takım). Bu takımların hemen altında yer alan San Antonio ve Cleveland'ın kaderleri ise fotoğraftaki iki efsane uzunun sağlık ve form durumlarına bağlı. Jordan sonrası dönem olan 1999-2007 yılları arasındaki her finalde Duncan veya Shaq'in liderliğindeki takımlardan biri vardı ve bu takımlar 9 finalin 8'inde şampiyonluğa ulaştı. 4 kez Duncan'lı Spurs, 3 kez Lakers ve bir kez de Miami'de olmak üzere 4 kez de Shaq'ın takımları şampiyon oldu. Bu fotoğrafla hem benim NBA maçlarını takip etmeye başladığım yılları bir kez daha anmak hem de şampiyonluk yolunda uzunların önemini vurgulamak istedim. Nasıl olsa Kobe, LeBron, Howard gibi isimlerin fotoğraflarını sezon içinde sıkça koyacağız.




  • Geçen hafta yazamadık ama blog kayıtlarına geçmesinde fayda var: F1'de şampiyonluğu Brawn GP'de yarışan Jenson Button kazandı. Kariyerinin başlangıcında Williams'dayken yetenek vaad eden bir genç olarak gösterilen Jenson Button, 2003 yılında Benetton Renault'daki koltuğunu Alonso'ya kaybettikten sonra düşüşe geçti. Aynı yıl BAR takımına geçen Button yıllar içinde istikrarsız bir grafik sergiledi ve İnglilizlerin heyecanla beklediği yeni F1 yıldızı olma konumunu da Lewis Hamilton'a kaybetti. (Zaten kendisi adına üretilen "push the button" yazılı tişörtlerden ne kadar tırt bir takıma gittiğini anlamalıydı). Bütün bu nedenlerle yukarıda Hamilton'ı geride bıraktığı fotoğraf oldukça anlamlı Button için. Vaktiyle BAR takımı satın alan ancak istediği hedeflere ulaşamayan Honda takımı kapatma kararı aldığında takımı devralan Ross Brawn'ın başlattığı devrim Button'ın da kariyerinin dönüm noktası oldu. Henüz ilk sezonunda Brawn GP takımlar şampiyonasını kazanırken, Button da takım arkadaşı Barrichello ile girdiği şampiyonluk yarışından da galip ayrıldı ve kariyerinin 9. sezonunda beklenmedik bir şampiyonluğa ulaştı. İngilizler'de Schumacher sonrası dönemde F1 rüzgarını kendi lehlerine çevirmeye başardılar diyebiliriz. Bakalım bu sezon kırmızı giyecek olan Alonso, şampiyonluğun adresini değiştirebilecek mi?



  • Amerikan Basketbol Ligi'nin yanı sıra TBL'de start aldı; ancak zamanında taraftar gelsin diye Ülker'in basketbol şubesini kapatıp 3 büyüklere destek olmasının basketbol dünyasına verdiği zararları sezon başında gördük. Basketbol maçlarına basketbol bilen seyirci yerine yalnızca futboldan anlayan (onu da ne kadar anladıkları şüpheli) ve kulübü desteklemek için gelen seyirci ve yönetim analyışı öncelikle geçen sezon sonunda ilk defa şampiyon olan takımın meydan dayağı yemesine sebebiyet verdi, bu sezon başında da Türk basketbolunu yıllardır görmediği çirkin tartışmaların odağı haline getirdi. Aziz Yıldırım kalkıp 30 yıldır Türk basketbolunun temel direği olan Efes Pilsen kulübüne "basketbola ne hizmetleri var ki" diyebilecek kadar ileri gitti. Hem de ironik biçimde kendi takımında altyapısından yetişen bir oyuncuyu (Semih - Ülker'den gelen oyuncuları saymıyorum) ve Efes altyapısından yetişen iki oyuncuyu (Ömer ve Mirsad) bulundurmaktayken. Bununla da yetinmeyip yıllardır hem milli takımda hem de Ülker ve Efes'te oynadığı yürekten oyun ve beyefendi kişilğiyle (ayrıca da Ted Kolejliler'den yetişmiştir, onun için laf ettirmem) sembol olmuş Kerem Gönlüm'ü ve bütün Efes takımını kasten doping yapmakla suçladı ve Cumhurbaşakanlığı Kupası finalinde taraftarlar "5 mg" yazılı pankartlar açtı. Kerem'in kasten doping yaptığına asla inanmamakla birlikte, bulunan yasaklı maddeden dolayı cezasını da zaten federasyonun vereceği ortadayken, "rakibimin açığını buldum ya bırakmayayım, saygıyı ve hoşgörüyü boşver" diyen bu kulüp anlayışını Fenerbahçe'ye yakıştıramasam da Aziz Yıldırım'a pekala yakıştırdım. İki yıl önce Ülker kulübü varken ve Ermal kelliğe karşı kullandığı ilaçta yasak madde bulunması nedeniyle ceza alırken yaşananlarda Ülker'in tartışmalara katılmadığı zamanları, milli oyunculara ve kulüplere saygı duyulduğu günleri hatırladığımda üzülmeden yapamıyorum. Bu tartışmalardan sonra anladım ki Efes Pilsen Türk basketbolunun son kalesi konumunda, olur da şubeyi kapatmaya karar verirlerse Türk basketbolu da aynı futbol gibi kısır çekişmelerin doldurduğu çirkin düzene teslim olacak ve başarılı sporcular ve kadrolar yetiştirmemiz de hayal olacak. Fotoğraftaki arkadaşların da bir zahmet tribünleri gerçek basketbolseverlere bırakmasını diliyorum. Futbol sahalarında istedikleri gibi hakemlerin kafasını yarıp dilediklerine küfür edebilirler, burası onun yeri değil. Diğer kulüplerin taraftarları (GS, BJK) da zaten salonlara rakip takımlara küfür edebilecekleri derbi maçları dışında uğramıyorlar. Ülker'in bu hamlesi basketbola ne kattı, ben anlayabilmiş değilim.




26 Ekim 2009 Pazartesi

Bir Mahsun Mor Menekşe Ağlıyor Mu Ne

Bir Galatasaray derbisi çıkışı almıştım Fenerbahçe atkımı. Her ne kadar sıcak bir hava olsada sarmıştım atkımı boynuma uğur getirmesi için; çünkü çok güçlü bir kadroyla geliyordu Kadıköy'e. Alex ve forvetler sakatlıktan yeni çıkmıştı ve Fenerbahçe yılın başından beri gol yollarında başarılı değildi(Daum'un Güiza ısrarı nedeniyle). Bütün bunlar bir Fenerbahçe taraftarı olarak beni telaşlandırmıştı. Ama Galatasaray'ın da bir sürü eksiği vardı: Defansta pek çok zaaf vardı(açıkçası servet ve gökhan başlı başına en büyük zaafıydı), ikinci bölge (orta alan) ve üçüncü (forvet hattı) arasında bağlantıyı sağlayacak bir oyuncu yoktu.

Maça başlarken kadrolardan anlaşıldı ki iki teknik direktör de karşı takımın ağır defansını hızlı oyuncularla geçmeyi planlamışlar. Bana göre Rijkaard'ın en büyük hatası maça Elano'yla başlaması oldu. Bence Arda'yı orta alanda Kewell'ıda kanatta değerlendirmeliydi. En büyük şanssızlığı ve bence maçın en krititk olayı ilk dakikalarda Baros'un sakatlanması oldu; çünkü yerine giren ağır Nonda Fenerbahçe defansı arasında eridi. Maça çok iyi hazırlandığı belli olan Fenerbahçe orta sahası güçlü olduğu bu bölgede ilk dakilarda karşı takım oyuncularına atak yapma şansı vermedi. İlk yarı Fenerbahçe kontrolünde ve Fenerbahçe'nin gölüyle geçildi. Konuk takımın en büyük silahları olan kanatlara da Fenerbahçeli oyuncular ikişer üçer kişiyle baskı yaptı. Bu baskı Keita'nın oyundan atılmasa sebep oldu Daum'un taktiği tutuyordu savunma arkasına sarkan Kazım 4 tane net pozisyon bulmasına rağmen bunları değerlendiremedi. Ama Alex yine tecrübesini ve fırsatçılığını ortaya koyarak 2 gol attı. Rijkaard'ın maç sonu yaptığı röportajda orta saha sıkıntısını çözemediğini anladık. Çünkü Arda'nın geri gelip top almasına kızmıştı Rijkaard ama orta sahasının zayıflığının farkında olmadığını gördük. Daum da maç içerisinde hamlelerinde her zamanki gibi geç kaldığını gördük.
Sonuca gelirsek Hasan Şaş'ın da dediği gibi Kadıköy'e sis iniyor maç zamanı! Dün akşam ben ve benim gibi Fenerbahçeliler Galatasaray'ın mor formayla sahaya çıkmasını bekliyorduk. Olmadı; ama hindiden sonra yine yaratıcı bir sonla ( bir Kayahan şarkısıyla) bitirdi taraftar geceyi:

Akşam oldu, penceremde
Yorgun rüzgar esiyor, geçiyor.
Renkler suskun
Bir mahzun mor menekşe
Ağlıyor mu ne
...

25 Ekim 2009 Pazar

Fikrimiz değişmedi, hepiniz hala öylesiniz!


Liverpool 2-0 Manchester Utd: At the end of the storm there's a golden sky


El Nino başlattı, N'Gog bitirdi. Anfield'da ManU'yu deviren Liverpool lige de yeniden merhaba dedi. Liverpool'luların yıllardır söyledikleri "You'll never walk alone" tezahüratındaki fırtına kesinlikle bu İspanyol olsa gerek!

Temiz maç olsun, belden aşağı vurmak yok(!)




Sanki bir boks maçına önyazı yazacakmışım havası yarattım farkındayım. Lakin haftada iki gün gittiğim kurslardan gaza gelmiş değilim, malum derbi için yazıyorum ve maalesef kimse başlıktaki dileğimin tamamen fuzuli olduğunu iddia edemez.

İkili arasındaki son 6 maçta 10 kırmızı 40 sarı olmak üzere toplam 50 kart gösterilmiş! Hele ki son maçtan sonra transfer politikaları bile etkilenmiş; Aziz Yıldırım Orhan Ayhan'ı, Sinan Şamil Sam'ı izlemek üzere Almanya'ya yollamış; polemik ustası başkanın hayalindeki Lugano(bu adam normal değil)-Sam savunma ikilisinden Galatasaray'ın Zan'ı transfer etmesiyle vazgeçilmişti. Zan'ın bilimum uzuvlarını yitirmesinden korkmuş olmalılar tabi.

Şaka bir yana en son ne zaman futbol kalitesi yüksek, tansiyonu ve sertliği düşük bir derbi izlediğimi hatırlamıyorum. Dünya üzerinde tansiyonu yüksek derbilerin kökeninde genelde din, mezhep, etnisite, sınıf ayrımı vs gibi ciddi sebepler bulunurken GS FB taraftarlarının birbirlerine karşı duydukları kinin, düşmanlığın kaynağını daha sosyolojik içerikli bir yazıya bırakıyorum.

9 yıldır kazanıyor olması ve taraftar desteğiyle fenerbahçe favori görülse de kendinden son derece emin evsahibimize bunun bir derbi olduğunu hatırlatıyor; soğuk suyu da ifadesini alacağım age maçının sonrasına saklamasının tavsiye ediyorum:) Galatasaray orta sahada, özellikle belli bir dakikadan sonra oyundan düşüyor. Rijkaard, Barış Özbek müdahalesiyle bu durumu nispeten toparlıyor genelde ama eğer takım geride olursa bu lükse sahip olamayacağı için berberine müteşekkir kalabilir (malum saçları kestirdi bir de saçlar uzun olsa epeyce terlerdi herhalde:)).

Fenerbahçe cephesi de geleneksel derbi öncesi sakatlık numaralarına başladı bir hafta önceden. Ama Rijkaard'ın rakibin oyuncularına göre takımı hazırlamayacağını hesaba katmalılardı bence. Maç kaybedilse bile "yıldırım" hızıyla gündemi değiştirecekleri için içleri rahat. Galatasaraysa son yıllarda Kadıköy'deki hegemonyayı kırma peşinde.

Tabii ki farklı kazanmak isterim bir Galatasaray taraftarı olarak ama gerçekten asıl istediğim eli ayağı düzgün bir "futbol" maçı. Futbol ben ekran başında ya da tribünde keyif alayım diye var çünkü. Çoğu zaman bunu unutuyoruz. Yoksa ekran başına geçip, Sabri'ye Emre'ye söverek kızarmak için mi dijital platformlara üye oluyor insanlar?!

O yüzden diyorum ki; TEMİZ MAÇ olsun çocuklar, belden aşağı vurmak yok..

Bazıları Siyah Sever...


Pascal Nouma


Julius Aghahowa


Ibrahima Yattara


Blaise N'kufo


Theo Walcott


Alexandre Song


Abou Diaby

....ve Shabani Nonda

Bakalım Keita'yı da bu kareler arasında görebilecek miyiz...

24 Ekim 2009 Cumartesi

Savaş Borusu Öterken...


"Taraftar 5 istedi, 6 oldu; 10 istedi, zaman yetmedi"

Ligde Şükrü Saracoğlu'nda oynanan son 9 Fenerbahçe - Galatasaray maçı:

06.05.2001 --- 2 - 1
16.02.2002 --- 1 - 0
06.11.2002 --- 6 - 0
29.02.2004 --- 2 - 1
22.05.2005 --- 1 - 0
22.04.2006 --- 4 - 0
03.12.2006 --- 2 - 1
08.12.2007 --- 2 - 0
09.11.2008 --- 4 - 1

Taffarel zamanında başlayan bu gelenek, Mondragon, Orkun ve De Sanctis'in bayrağı birbirlerine devretmesiyle bugünlere kadar süregeldi. Sırada Leo Franco var...

Kadıköy'deki Fenerbahçe - Galatasaray maçlarını ne dahi teknik adamlar, ne de futbolcular kazandırır. Maçı kazandıran yegane etken Fenerbahçe tribünlerinin ateşlediği fitille alev alan 11 adet sarı-lacivert, çubuklu Fenerbahçe formasıdır. Bu yüzden, iç parçalayıcı hayal kırıklıklarına engel olmak amacıyla, Galatasaraylı arkadaşlara cümleye "Gerçi kadromuz iyi bu sene..." diye başlarken iki kere düşünmelerini önerir, ayrıca evimde ağırlamaktan mutluluk duyacağım bu nadide insanlara maç sonunda bir bardak soğuk suyun müessesemizin ikramı olacağını şimdiden belirtmek isterim. Son olarak, kaybederken kazanmak isteyenler için 1.80'in bu devirde babanın oğula vermeyeceği bir oran olduğunu söylemeden geçemeyeceğim...

Eskişehir 0-1 Beşiktaş: Tatsız galibiyet



Derbiler haftasının açılışını kendi kişisel derbimle yapmış oldum. Maçta oynanan sıkıcı futbolu iki takımın eksikliklerine ve Beşiktaş'ın hafta arası yaptığı Almanya seferinde tükettiği enerlisine bağlamak mümkün; ancak özellikle Eskişehir'in sezon başı yakaladığı formunun yerinde yeller esiyor. Beşiktaş ise sezonun başından beri istikrarlı bir şekilde sıkıcı futbol oynamakta. Ferrari ve Ernst'in yerine geçen Uğur ve İbrahim Toraman takımda saç fazlalığına ve futbol bilgisi eksikliğine neden oldu, bunun sonucunda takım pas yapmada sınıfta kalınca da zaman zaman tenis maçını andırırcasına top bir kaleden diğerine sekmeye başladı. İlk yarıda Burak Yılmaz kaçırdığı pozisyonda neden Beşiktaş'tan gittiğini taraftara yeniden hatırlattı ve Beşiktaş devre arasına bu sezon 6 lig ve 2 Ş.L maçı olmak üzere toplamda 8. defa 0-0'lık beraberlikle gitti.



İkinci yarıda Beşiktaş'ın yorulmasıyla birlikte Eskişehir'in maçı alabileceğini düşünüyordum; ama Eskişehir hayret verici şekilde 60. dakika sonrasında oyundan iyice düştü. Burada Ekrem Dağ'ın sağ bekten orta sahaya geçmesinin de payı büyüktü. Nitekim Ekrem Dağ Eskişehir savunmasının anlamsız hatalarının arka arkaya geldiği bir pozisyonda golü de bularak Beşiktaş'a üç puanı getirdi. Türkiye'de üç büyüklerin ne kadar ucuz maç kazanabildiklerini de bu sayede bir kez daha anladık. Bu maçtan sonra gönlüm ilerleyen maçlarda iki takımla da beraber olacak; ancak bu maçta da ilk aşkım Başiktaş'ın biraz daha ağır bastığını itiraf etmeliyim. Kahpe Bizans gönlümüzü çalmış bir kere ne yapalım, Anadolu takımlarını koşulsuz seven insanlara özrü bir borç bilip bu meseleyi kapatmak en iyisi. Artık gözümü yarın oynanacak derbilere çevirdim, önce işçi derbisiyken Amerikalı patronların mücadelesine dönüşen hazin öyküsüyle LFC -ManU derbisinde Carra ve Stevie G önderliğindeki kırmızılarla atacak kalbim, sonrasında apolitik derbi olan Fenerbahçe-Galatasaray maçındaki diplomatik temsilci rolümü layıkıyla yerine getirip, Boca-River derbisinde halkın takımı Boca'nın Los Millionarios'a haddini bildirmesini bekleyeceğim. Bu haftalık bu kadar futbol yazısını kafi görüp, sözü derbi sahibi arkadaşalara devretmeyi bir borç bilirim.

Bu maçı istiyoruz!


Dinamo Bükreş maçı hakkında yazmaya vakit bulamadım. 2-3 gündür eve sadece uyumak için uğruyorum. Zaten maçı dışarda izlemek zournda kaldığımız ve maç sırasında 7-8 elektrik kesintisine kurban gittiğimiz için maçı da bölük pörçük izleyebildim. Keita’nın ne kadar harika bir futbolcu olduğunu, Sabri’yle beraber sağ kanadı harika kullandıklarını, takımda arkadaşlığın ve morallerin üst seviyede olduğunu (bkz. Barış’ın şutu) söyleyebiliriz bu maçın ardından.


Ankaragücü maçının ardından “rüya bitti” demiştim ve beni haksız çıkardıkları için Rijkaard’a, ekibine ve futbolcularına ne kadar minettarım, bilemezsiniz. Ama orta sahamızın kapasitesi hakkındaki sözlerimin şu an için hala arkasındayım. Umarım yine haksız çıkarırlar beni.



Dinamo Bükreş maçı için beni en çok mutlu eden şeylerden birisi de maç sonrası gerçekleşti. Rijkaard’a Hıncal Uluç’un “Go Home” yazısı sorulduğunda “I hope that home will be, for many years, Galatasaray.” cevabını verdi. En büyük dileğimiz bu.



Yarın bizim için çok önemli bir maç var. Geçen seneki gibi “bu sene olacak galiba...” diyoruz, ama hiçbir Galatasaraylı takımından yüzde yüz emin değil. Malum, Kadıköy bu. Sanki sadece Fenerbahçe’yi değil, bazı metafizik engelleri de yenmek gerekiyor! İddaa’nın net favorisi 1.80 ile Fenerbahçe. Galatasaray galibiyeti 3.00.



Tugay Kerimoğlu ayrıldığından beri Kadıköy’de galibiyetimiz yok, dile kolay! Bu sezon tarihimizin en kaliteli kadrosuna sahibiz. Buna rağmen galibiyete kesin gözüyle bakamıyoruz. Ama bu sene, bu maçı istiyoruz.


22 Ekim 2009 Perşembe

Wolfsburg 0-0 Beşiktaş: Umutlar sürerken


Wolfsburg - Beşiktaş maçının öncesinde Rusya'daki CSKA-ManU maçını izledim. CSKA'nın geleceğin büyük yıldızları olması beklenen isimleri Necid, Dzagoev ve Krasic bu maçta Ferguson gibi büyük bir hocanın radarına girme şansına sahiptiler, maç içinde de bunun gerginliğini yaşadılar sanki. Valencia'nın golü ise bana bir ay kadar önceki bir İstanbul gecesinde Scholes'un golünden sonra gözlerimi boğaza kaçırdığım anları hatırlattı. Böyle dönüyordu işte adaletsiz dünyanın çarkları, önce 75 dakika sizi 'olur mu acaba' diye umutlandırıyor, en sonunda da tek pozisyonla söndürüveriyodu umutlarınızı. Hüznümü paylaşmasını istediğim boğaz ise kaygısız gülüyordu, kaç yüzyıldır sönen nice umutları görmüş şehir, Beşiktaşlılara mı ayrıcalık yapacaktı sanki? Bizde mecbur gözyaşlarımızı içimize akıtıp, yırtılmış gırtlaklarımızla son bir kez haykırdık isyan edercesine: "Beşiktaş ulan!"

Stada giden Ruslar da benimle aynı hisleri yaşamış mıdır acaba? Soğuk herifler ne hissedecek ki, kesin "maç bitse de evimize gidip sevgilimizi düdüklesek " demişlerdir. Futbol sizin neyinize kardeşim zaten, daha 21.45 de Şampiyonlar Ligi maçı oynatamıyorsunuz.

Sanayileşme yarışında geri kalmış güzelim memleketin Beşiktaş karasevdalıları ise Rus cephesinde bıraktıkları umutlarını dün gece Almanya'da yeniden yeşerttiler. Bu sevdalılardan Almanya'da zenci muamelesi görenler ise maçta yaktıkları meşalelerle de vakt-i zamanında Hitler'in üstün ırk iddiasını kanıtlamak için yarattığı düzende savaş esirleri ve köle muamelesi gören işçilerin çalıştırıldığı yerlerden biri olan Wolkswagen'in sanayi şehrinde "İnadına buradayız" demekteydiler sanki. Maçın başında ise makine düzeninde oynamaya alışkın Wolfsburg takımına yanıt vermekte zorlanan bir Beşiktaş vardı. Özellikle İ.Kaş ve Ekrem'in savunması gereken sağ kanadımız ilk yarıda teslimiyet bayrağını çekti. Beşiktaş'ın orta sahasındaki Alman ikilinin ve Ferrari'nin ayakta kalması ise devreyi beraberlikle bitirmemizi sağladı.

İkinci yarının başında ise Wolfsburg baskısını biraz daha yoğunlaştırdı. Fotoğrafta görülen pozisyon ise maçın en kritik pozisyonu oldu. Ara pasında Ferrari'den sıyrılan Dzeko topu kaleye gönderecekken Ferrari arkadan yetişip topa dokundu, top önünde kalan ancak açısı daralan Dzeko topu direğe nişanladı. Edin Dzeko'yu geçen yıl genellikle maç özetlerinde izlemiştim, bu yıl ise hem Bosna Hersek - Türkiye hem de Wolfsburg - Beşiktaş maçlarında 90 dakika izledim ve gerçekten kaliteli bir golcü olduğunu gördüm. Dün girdiği pozisyonları atamadı ama Grafite'nin döküldüğü maçta forvetin yükünü tek başına sırtladı, Ferrari de onunla gerçekten iyi mücadele etti, hele ki Bosna maçında Servet, Önder ve Ceyhun'un Dzeko'ya sayısız defa hava topu verişini hatırlayınca Ferrari'nin kalitesini de daha iyi anladım. Pozisyonları dikkatli takip edenler hatırlayacaktır,Ferrari topu alamayacağı mücadelelerde Dzeko'yu bozarak onun da topu kontrol etmesine engel oldu, pozisyon bilgisi dedikleri bu kavramı anlamak için Türk oyuncuları bu hava topu mücadelelerini tekrar tekrar izlesinler.

Maçta dökülen Grafite, 74. dakikada İbrahim Kaş'a attığı tokat üzerine gördüğü kırmızı kartla İstanbul'a gelmeyeceğini deklare etti ve maçın seyrini de değiştirdi. Bu dakikadan sonra Beşiktaş maçı kontrolü altına aldı ama bir puanı riske atmayı göze alamadığı için fazla pozisyon üretemedi ve maçı 0-0 tamamladı. Bundan sonra İnönü'de yapılacak iki maç (Wolfsburg ve CSKA) Beşiktaş'ın gruptaki kaderini belirleyecek. İki rakibi ile içeride oynaması ve İngiltere'de de muhtemelen liderliği garantilemiş Man Utd. ile karşılaşacak olması fikstür avantajını Beşiktaş'a getiriyor; ancak kafalarda cevap bulamamış çok önemli bir soru var. "Bu takım nasıl gol atacak?" Ş.Ligi'ndeki tek golünü 90+2'de maç çoktan bitmişken bulan Beşiktaş, 270 dakika sonunda bir dakikalığına dahi öne geçemedi. Nihat ve Bobo'nun kasıma kadar form tutması belki işleri değiştirebilir. İnönü'de oynadığı 12 Şampiyonlar Ligi maçında 6 galibiyet alan Beşiktaş'ın bu sayıyı 2009 yılı sonunda 8'e çıkarması dileğiyle yazıyı bitirelim.

20 Ekim 2009 Salı

Pro Evo 2010!


Sonbahar'ı çekilir kılan nadir günlerden biri daha... Dostlarla toplanma sebebi, yorgun kafaları dinlendirmenin en iyi yollarından biri, sınav çıkışlarının değişmez eğlencesi, biranın yanındaki en güzel çerez...

Sevgili blog yazarlarımızın ifadelerini almaya en kısa zamanda başlayacağım. Ayrıca PES 6'dan bu yana devam eden ikişerden maç geleneğimizi bol bol devam ettirebilmek, nice 10-0'lar görebilmek dileğiyle, yeni sezon kutlu olsun :) .

Bu arada Cristiano Ronaldo ve Steven Gerrard gibi isimleri sağ bekte oynatmak isteyen teknik dehaları üzecek bir haberim var :) . Artık bir oyuncuyu pozisyonu olmayan bir yerde oynatınca overall ability'leri düşüyormuş. Doruk Tuğcu'nun bundan sonraki yaratıcı 11'lerini çok merak ediyorum :) .

19 Ekim 2009 Pazartesi

10'da 9


Julio Cesar'ın 90+4'te taktığı golün canımı pek de sıktığını söyleyemem. Aksine, maç 1-1 sona erseydi dinlemek zorunda kalacağımız "Gaziantep deplasmanından alınan 1 puan her zaman iyidir. Ayrıca hala ligdeki tek namağlup takımız." gibi laf öbeklerinden bizi kurtardığı için Julio Cesar'a müteşekkirim. Yıldırım Demirören'in kapıyı 10 milyon Euro'dan açacağı söylenen, yaklaşık 3.14 Alex gücündeki bu aslan parçasının önümüzdeki sezon Beşiktaş tribünlerinin zevkle izleyeceği bir futbolcu olacağından hiç şüphem yok.

Fenerbahçe'nin 8 maçlık galibiyet serisi bu maçla birlikte sona erdi. İlk 7 maçtaki rezalet ötesi futbolun ardından takımın geçen hafta Gençlerbirliği karşısında sergilediği derli toplu oyun umut vericiydi. Maalesef Kazım'ın cezası sona erdi ve Mehmet Topuz - Gökhan ikilisinin çok daha iyi kullandığı sağ kanat yine felç oldu. Bugüne kadar Fenerbahçe yararına yaptığı en olumlu hareketin Aragones'e "fuck off" çekerek duygularımıza tercüman olmak olan bu futbolcunun bu kadar süre bulmasının ardında yatan nedenin birkaç hafta önce Fenerbahçe seyircisi tarafından gördüğü tepki olduğunu düşünüyorum. Daum, Kazım'ı sürekli ilk 11'de başlatarak ve etkisiz oyununa rağmen 70-80 dakika boyunca oyundan çıkarmayarak aslında şunu demek istiyor: "Merhaba, ben 'Dahi' Daum. Görevim, bu takımda iplerin bende olduğunu hepinize göstermektir. Ne yapmam gerektiğini bana dikte edenlere inat, söylediklerinin tam tersini yapacağım. Bu uğurda takımı şampiyonluktan etmek başta olmak üzere, Fenerbahçe'ye her türlü bedeli ödetmeye hazırım." Kanımca, Alman disiplininin (bu sözcük çiftini Daum'la aynı cümlede kullanmasam çatlardım) bir uzantısı olan bu mastürbatif yaklaşımın bir diğer tezahürü de Özer'in bugüne dek forma şansı bulamaması. İyileşmesinin üzerinden haftalar geçmesine rağmen, sahaya girdiğinde sıradan bir oyuncudan farkını hemen belli eden, topla buluşması, hareketliliği ile beni heyecanlandıran bu dev potansiyelli futbolcunun, Alex'in oynamadığı ve takımın yaratıcılığının yerlerde süründüğü bir maçın ancak son 5 dakikasında oyuna girmesinin mantıklı bir açıklamasını arıyorum. Bulabildiğim tek neden, bu oyuncunun oynaması gerekliliğinin medyada sayısız kez dile getirilmiş olması. Daum, bir şeyler kanıtlamak uğruna bu adamı kulübeye mahkum etmeye devam ettikçe, böylesine parlak bir yeteneğin kaybolmasından endişe ediyorum.

Maça geri dönelim. Milli maç arasında çok sayıda oyuncu haşat oldu. Güiza ve Lugano yurtdışında, Alex antrenmanda sakatlandı. Dos Santos dinlendirilmek uğruna kenarda başladı, son 15 dakikada oyuna girdiğinde ise ölü gibiydi. Gökhan (kısmen Kazım yüzünden de olsa) kötüydü. Stoper ikilisini oluşturan Bilica ve Önder göze batacak hatalar yapmadılar, devamlı topu şişirmelerine alıştık zaten. Semih, bir kafa golü atmasına rağmen çok kötüydü, sırtı kaleye dönükken kendisine atılan bütün toplar adeta bir duvardan döndü; ilerleyen dakikalarda Gaziantep'in baskısıyla bunalan takımın nefes alamamasının başlıca nedeniydi. Vederson, Mehmet Topuz, Emre ve Cristian takımın en iyileriydi. İkinci yarıda bu oyuncuların performansı düşünce Fenerbahçe oyunun kontrolünü kaybetti. Fizik gücü 0'a soldan yaklaşan takımın 76. dakikaya kadar oyuncu değiştirmemesi sonun başlangıcı oldu. Tabii Daum da haklı; bu kadar dökülen bir takımı neresinden tutup da düzeltsin? Gökhan yerine Bekir'i almak da kötü sonuç veren bir tercih oldu, Bekir önce altıpastan Z sırasına (cidden var mı bu sıra?) bir orta yaparak takımı 2. golden etti, üzerine de kaçırdığı adamı düşürerek Julio Cesar'ın jeneriklik golünü hazırladı. Gökhan yerine Mehmet Topuz'u çekerek ileriye yeni bir oyuncu almak daha isabetli olabilirdi.

Ayrı bir paragrafı hak eden (daha çok "sen iyi bir dayağı hak ettin"deki "hak etmek" gibi) oyuncu ise Roberto Carlos. Yanında "Unh" mu yazıyor yoksa "Slt" mi emin değilim; ama devre arasında gideceğini defalarca açıklayan bu adamın oynatılmasının artık Fenerbahçe'ye zarar verdiğine inanıyorum. Boşalttığı yerde savunmanın verdiği açıklar iyice göze batmaya başladı. Bilica bu adamın arkasını toplayacak diye heba olmaya başladı, savunma sürekli dengesiz yakalanıyor, Bilica Carlos'un kanadını savunurken ceza sahasına gelen hava toplarını Gökhan karşılamak zorunda kalıyor, böyle olduğunda Fenerbahçe savunması adeta bir sirki andırıyor. Sol kanadı Dos Santos - Vederson (Özer?) ikilisiyle kurmak bizim için daha hayırlı olacaktır.

Neyse. Yazımı sonlandırırk... Ne?! Haftaya Galatasaray maçı mı var? Ne kadar garip, üzerimdeki karamsarlık bir anda uçtu gitti! Yaralarımızı sarmak için bulunmaz fırsat - Mor formaları yakından görmenin zamanı gelmişti...

Malta Şahini : Anti – Kahraman ve Kara Film için bir Kilometre Taşı



Yönetmen John Huston’ın ilk filmi olan Malta Şahini, kara film (film noir) türünün en önemli örneklerinden birini oluşturmaktadır. Öncelikle filmin çekildiği 1941 yılında ABD’nin genel ruh halinin incelenmesi filmin analizini yapmak için faydalı olacaktır. 1929 yılında yaşanan ekonomik krizin yarattığı büyük buhran döneminin ardından 2. Dünya Savaşı’nın başlaması bütün dünyada olduğu gibi ABD’de de karamsar ve umutsuz bir atmosferin oluşmasına sebep oldu. Bu savaş atmosferinin içinde saf iyi ve saf kötü kavramları da kaçınılmaz olarak tartışılmaya açıldı. Dönemin bu özellikleri de sinemada kara film olarak adlandırılan türün doğuşuna zemin hazırladı. Adının da çağrıştırdığı gibi kara filmler, suç dünyasının tekinsiz atmosferini aktaran ve belirgin hatlara sahip karakterlerin yerini ne yapacağı kestirilemeyen karakterlere bırakan bir yapıya sahipti. Bu türe ait filmlerin vazgeçilmez unsurları olan anti-kahraman, femme fatale ve şişman kötü adam karakterlerini içinde barındıran Malta Şahini de türün kilometre taşı filmlerinden biri olarak sinema tarihindeki yerini aldı. Yine dönem özellikleri olarak filmin doğal konuşma tonundan uzak diyaloglarını ve stüdyoda yapılmış çekimlerini gösterbiliriz.


Malta Şahini’ni bugün dahi hatırlanmasını sağlayan esas isim olan Humphrey Bogart, bir anti kahraman tiplemesinin bütün özelliklerini bünyesinde barındırmaktaydı. Bir jön olmak için yeterince yakışıklı bulunmayan Bogart, seyirciye mesafeli bir duruşa sahip olması gereken anti kahramanlar için ise aranılan oyuncu tipiydi. Malta Şahini’ndeki karakteri Sam Spade ise ahlaki değerlere ve aşka inanmayan, kendi çıkarlarını daha üstün tutan anlayışı ile bir anti kahramanın prototipini çizmekteydi. Ortağının karısı ile ilişkiye giren, ortağının ölümünün ardından şirketin isminden ortağının ismini atmakta sakınca görmeyen Sam Spade, ortağının öldürülmesinde polislerin de haklı olarak şüphelendiği bir isim haline gelmekteydi. Bu şüphelerden rahatsızlık duymayan Sam Spade, kendisini polisle işbirliği yapmaya mecbur da görmüyordu. Yine kadının yalan söylediğini itiraf etmesinden sonra “biz sizin 200 dolarınıza inandık” diyerek yaptığı mesleğe olan bakış açısını otaya koyuyordu. Filmin sonunda da kendisine aşık olduğunu söyleyen kadına inanmayarak, mantıksal bir analiz sonucunda kadını polislere teslim etmeyi daha uygun görmüştü. Herşeye karşın filmin sonunda polislerle işbirliği yaparak suçlu kadını teslim etmesini, yine kendisine Malta Şahini davasındaki emekleri dolayısıyla müşterisi tarfından verilen 1000 doları polise vermesini Amerikan seyircisine ahlaki değerlerin romantizme üstün geldiği mesajının iletilmesi için yapıldığını söyleyebiliriz.



Malta Şahini filminin önemli bir film olarak sayılmasının bir diğer nedeni de neredeyse başrolü Bogart ile paylaştığını iddia edebileceğimiz “Malta Şahini” . Film içerisinde sürekli atıfta bulunulan bu nesne, gerek filme ismini vererek gerekse film boyunca üzerine anlatılan efsanelerle vurgulanarak seyircinin gözünde önemini gittikçe artırıyor. Öyle ki, filmin sonunda bu nesnenin sahte çıkması ile dahi tutkulu takipçileri davanın peşini bırakmayıp 17 yılın ardından bir yıl daha aramak üzere yola çıkıyorlar. Filmin sonunda bu heykelin hangi maddeden yapıldığı sorusuna Sam Spade “rüyaların yapıldığı madde” diye cevap vererek nesnein uğruna verilen savaşın boş bir çaba olduğunu ima ediyor. Nesneye yapılan bu vurgu ile filme heyecan katma arayışını özellikle Tarntino’nun Pulp Fiction filmindeki çanta ile yeniden görmek mümkün. Filme ise yeni bir türün kapılarını araladığı ve Humphrey Bogart gibi efsanevi bir oyuncuyu sinemaya kazandırdığı için teşekkür etmeliyiz.

İki dileğim var Cim Bom Bom...


Son yıllarda bize yarayan tek milli maç arası buydu sanırım. Maça harika başladık gerçekten. İlk yarım saatte 3-4 net pozisyona girmeyi başardı takım. Ama elimizdeki maçı bu kadar riske atmak çok sinir bozucuydu.


Keita’dan başlayayım. Adam tek kelimeyle müthiş. Maç boyunca geriye geliyor, top kovalıyor, topu aldığında ileri taşıyor. En önemlisi de, harika ortalar yapıyor. Takımın gol atma yöntemi öncelikli olarak kanatlardan arka direğe yapılan ortalara dayanıyor. Keita bugün sağdan ortalarda çok başarılıydı. Durum böyle olunca Kewell klasiği golleri görme şansımız daha da artıyor. Keita takımın en büyük kazancı gibi görünüyor bu sezon.


Maçın Galatasaray adına yıldızlarından biri de Sabri’ydi. Sabri iyi maçlar çıkardı, kötü oynadığı da oldu. Bizleri delirtti zaman zaman. Ama bugüne kadar oynadığı en harika maçtı bu bence. Keita’yı harika tamamladı. Adamlarda nasıl ciğer var, anlayamadım. Sağ kanat piston gibiydi, bir ileri bir geri vızır vızır koştular. Hele Sabri maçın sonlarına kadar zaman zaman deparlara kalktı.


Baros hem indirdiği kafa topuyla, hem de golle yapması gerekeni fazlasıyla yaptı. Ayrıca ilk yarı itibariyle sahada en çok koşan adamdı yine, ki bunun çok önemli işlevleri var. Maç sonu bu istatistikte durum neydi, onu bilemiyorum.
Bardağın dolu kısmına baktık. Şimdi eksiklere değinelim, ki bunlar çok önemli eksikler. Haftaya senenin en önemli maçlarından biri var. Ve bu hatalar orada tekrarlanırsa sonuç hüsran olur bizim için.


Zaman zaman savunmamız delik deşik oluyor. Rijkaard’ın defansı öne çıkarıp ofsayt taktiği uygulama sevdası Ankaragücü, Panathinaikos ve Sturm Graz maçlarında bana kalp krizi geçirtecekti. Yediğimiz üçüncü golde sağ kanadımızdaki oyuncu –sanırım Sabri’ydi- ofsaytı bozup gole davetiyeyi çıkardı. Ayrıca ofsayt taktiğinin hakem hatası gibi başka bir boyutu da var. Eğer bu kadar öne çıkmış bir defansla, aradan atılan bu topları kaçırırsak, Fenerbahçe maçında çok başımız ağrır.

Colman’ın attığı ilk golde Ayhan’ın büyük hatası var. Gereksiz hareketlerle topu çok kötü yerde kaptırdı. Buna ek olarak, Rijkaard’ın, savunmamıza, önünde yayla gibi bir boşluk kalan Colman’a neden basılmadığını sorması lazım.


Aklıma gelen başka bir facia da Mustafa’nın Serkan’a kafayla attığı müthiş ara pas! O nasıl bir hatadır öyle?


Tamam, savunmamız kötü. Ve önde kurduğumuz savunma çizgisi bazen başımıza iş açabiliyor. Ama bizim için sıkıntılı dönemler genellikle maçların ikinci yarısında ortaya çıkıyor. Çünkü savunmanın açıkları, orta saha oyundan düştüğünde ortaya çıkıyor. Ortadaki ikilinin ileri çıkarken yaptıkları pas hataları, kaptırdıkları toplar, aradan kaçırdıkları top ve adamlar... Rijkaard’ın da söylediği gibi, savunma daha ilerden başlıyor. Daha doğrusu başlamıyor, ama başlamalı. Kısacası takımdaki problemin başrolünü orta saha oynuyor. Savunma da bunları telafi edebilecek kalitede değil. Tüm bunların farkında olan bir teknik heyetimizin olması çok güzel. Umarım çözümde de tespitleri kadar başarılı olurlar.


Son olarak, maç başında tribünlerde çok güzel pankartlar gördük. Bir örneği “Dalkavukların yazdıklarına bakma, tribün her zaman arkanda.” yazılı pankart idi. Taraftarda çok hoşuma giden bir destek havası var. İnternetten takip edebildiğim kadarıyla her kesimden taraftar Frank Rijkaard’a, yardımcılarına, oyunculara, yönetime çok güveniyor. “Dalkavuklar” taraftarları galeyana getirme konusunda çok etkilidir. Tıpkı Skibbe’nin gönderilmesinde olduğu gibi. Çünkü ne olursa olsun, istikrarlı olmak adına, Skibbe ile sezon sonuna kadar ne olacağını görmek gerekirdi. Şu anda böyle yıpratmalara karşı dirençli gözüken bir taraftar var. Umarım hep böyle devam ederiz.


Atılan bir golden sonra dünya futboluna damgasını vurmuş bu adamların, kulübeden fırlayıp Galatasaray için sevindiklerini görmek muhteşem bir şey.


Çok önemli üç maçın biri geride kaldı. Haftaya Kadıköy için en az geçen seneki kadar umutluyuz şimdi. Zor, ama iki dileğimiz var... Başarılar, aslan parçaları :)

18 Ekim 2009 Pazar

Beşiktaş 2-1 Kasımpaşa: Hoşgeldin Bandiera


Bandiera İtalyanca bayrak anlamına geliyor. Bizim dilimize de "x bandıralı gemi" kalıbı ile girmiş. İtalyanların bu sözü aynı zamanda futbolda takımı simgeleyen, o takımın ismi söylendiğinde ilk akla gelen, bir anlamda takımın amblemi haline gelmiş futbolcular için de kullanılıyor. Futbolu geçen sezon bırakan Paolo Maldini'nin Milan taraftarı için önemini bu sözcük ifade ediyor. Totti - Roma, Gerrard - Liverpool, Puyol - Barcelona örnekleri de rahatlıkla bandiera kavramını anlatmak için kullanılabilir. Beşiktaş'ın son yıllarda yaşadığı en büyük sorun takımın bir bandiera'ya sahip olmamasıydı. Hem de forma için canını dişine takan oyuncuları kült efsaneler haline dönüştürmeye bayılan bu seyircinin (bkz. Pascal Nouma, İlhan Mansız, Khalid El-Amin, vs.) sahada sembol bir oyuncu görememesi bütün yenilgilere fazladan bir hüzün eklemekteydi. Geçen yıl Fabian Ernst'in gelişiyle bu konuda yaşanan kısmi rahatlama, bu yaz yapılan Nihat transferi ile nihai çözüme kavuşmuş gözükmekteydi. Beşiktaş'ın altyapısından çıkan Nihat, oynadığı dönemde forması için savaşan kimliğiyle taraftarın sevgilisi haline gelmişti. İspanya'da hem Real Sociedad hem de Villareal formasıyla attığı gollere bütün Türkiye'den bir nebze de olsa fazla sevinmekteydi her Beşiktaşlı. Milli takımda da hep bizi temsil eden isim olarak gördük Nihat'ı. Ve İspanya macerasının sonunda da güzel başlayan bir Beşiktaş hikayesinin devamını getirmek üzere tekrar Beşiktaş'a geldi, tam da Mehmet Topuz transferi sonrası krize giren Beşiktaş'ta "gerçek Beşiktaşlı" kavramının altını dolduran isim oldu.
Ne yazık ki Nihat'ın Beşiktaş'taki ikinci dönemi sıkıntılı başladı. Euro 2008'deki Hırvatistan maçı sonrası çok uzun süreli bir sakatlık yaşadı. Üstüne bir de askerlik yapmak için yaz kampına katılamaması fizik olarak iyice düşmesine neden oldu. Beşiktaş'ın genel olarak gol atmakta sıkıntılar yaşadığı bu dönemde Nihat da gol atamadıkça strese giriyor, strese girdikçe daha kolay gol pozisyonlarını değerlendiremiyordu. Dünkü maçta attığı gol onun tam anlamıyla Beşiktaş'a dönüşü oldu. Ben de buradan kendisine "hoşgeldin bandiera" diyor, daha nice yıllar Beşiktaş'ta mümkünse kolunda da kaptanlık pazubandının olduğu maçlara çıkmasını diliyorum.
Maçla ilgili bunun dışında söylenebilecek çok fazla bir şey yoktu açıkçası, Bobo Türkiye Ligi'nde Beşiktaş formasıyla 100. maçına çıkıp 38. golünü attı. Maç başına 0.38 gol ortalaması tutturmuş, dünyada 0.4 oratalama yeterli, 0.5 ve üstü ortalama iyi kabul edilir, bu istatistik de Bobo'nun biraz daha istikrarlı olması gerektiğini gösteriyor. Maçın son dakikalarında önce Ernst ardından da Ferrari'nin penaltı yaptırararak atılması stresli bir son beş dakika yaşattı, zaten yıllardır İnönü'de böyle maçlara alışkın olan taraftar bu maçta da adrenalin eksikliği yaşamamış oldu böylece. Haftaya Ernst, Ferrari ve Sivok'un cezalı olması Beşiktaş'ın ciddi sıkıntılar yaşayacağı anlamına geliyor, rakip de dişli bir takım olan Eskişehirspor. Kendileri benim ikinci takımım olurlar, o nedenle benim için futbolun doğasına aykırı bir maç olacak haftaya. Buruk sevinç tabirinin karşılğını Beşiktaş - Eskişehir maçlarında atılan gollerde anlıyorum, kaldı ki bir de Beşiktaş'ın şampiyon olup Eskişehir'in küme düştüğü bir maç vardır 81-82 sezonunda, onun da hikayesi bir başka yazının konusu olsun. Öncesinde oynanacak olan Wolfsburg maçı ise kritik bir randevu, Beşiktaş grupta hesaplara dahil olmak istiyorsa bu maçtan en az bir puan çıkarmak zorunda.

16 Ekim 2009 Cuma

Une Femme est une Femme (1961) - Böyle olur Godard'ın Kadını


Fransız yeni dalga akımının en önemli yönetmenlerinden (belki de birincisi) Jean Luc Godard'ın yenilikçi filmlerinden bir diğeri de 1961 yapımı "Une Femme est une Femme" (Kadın Kadındır). Başlığın aynı zamanda Godard'ın bu filmin yıldız oyuncusu Anna Karina ile filmin çekimleri sırasında evlenmesine atıfta bulunmakta. Yeni dalganın filmin tek yaratıcısının yönetmen olduğu anlamına gelen 'auteur' kavramının içini dolduran bir yönetmen olan Godard'ın filmin tamamına hakim olduğu görülüyor. Filmin içinde, mantıklı olay sırası izlemeyen senaryo, üç kişilik aşk, stüdyo çekimleri yerine sokakta yapılan çekimler ve tabii ki güzel kadınlar (yanda fotoğraflarını gördüğünüz B.B. ve Jean Seberg de diğer Godard filmlerinde arz-ı endam etmekteler) gibi yeni dalganın pek çok ortak noktasını bulabilirsiniz. Bir diğer yeni dalga karakteristiği olan film içi göndermeler de sinemaseverler için oldukça keyifli bir hal almakta. Örneğin bu filmde Serseri Aşıklar'ın (A bout de suffle) yıldızı Jean Paul Belmondo'nun canlandırdığı Alfred Lubitsch akşam televizyonda Serseri Aşıklar'ı izleyeceğini söyler. Bir diğer sahnede Jules et Jim'in yıldızı Jeanne Moreau'ya rastlayan Alfred "Jules ve Jim'le nasıl gidiyor?" diye sorar.



Bu noktada filmin konusundan biraz bahsedelim. Bonbon renkli kıyafetlerle müzikallerde oynama hayali kuran (yukarıdaki fotoğraf bu hayal sahnesinden) ve her Godard kadını gibi eline ev işi yakışmayan (akşam yemeğini yakar) 60'lar kadını Angela'nın (Anna Karina) gerçek hayattaki beklentisi ise bir çocuk sahibi olmaktır; ancak sevgilisi Emile buna pek yanaşmamaktadır (neden olduğunu inanın bilmiyorum!). Bu işe oldukça(!) gönüllü olan Alfred'in işleri karıştırmasıyla hikaye bir aşk üçgeni halini alır (üçgeni de aşağıdaki resme çizebilirsiniz).



Film bu anlatılan hikayeden çok daha fazlasını seyirciye vaat ediyor. Alışılmışın dışında ses ve görüntü kurgularının yanında umursamaz aşıkların (Angela ve Emile) davranışları da seyirciye oldukça değişik ve yenilikçi sahneler izlettiriyor. Bu birbirine aşık ikili sürekli eften püften konular üzerine tartışmalara giriyorlar. Tartışmaya girmeden önce seyirciyi selamlamayı(!) ihmal etmeyen ikilinin Angela'nın r'leri telaffuz etmesi üzerine yaşanan tartışması, diş fırçalarken çıkarılan seslerle sonlanan başka bir tartışmaya ön ayak oluyor. Gece konuşmak yerine kitapların başlıklarını göstererek yapılan tartışmalar ise bu garip sahnelerin doruk noktasını oluşturuyor. Bütün küçük tartışmalara karşın ikilinin aslında birbirlerini sevdikleri gerçeği de sürekli vurgulanıyor. Filmin içinde varoluşçu göndermelerden (Angela'nın "Ya ben? Neyim ben?" sorusu) tiyatro senaryolarının monologlarına, hatta radyoda Real Madrid-Barcelona maçının anlatımına kadar geniş bir çerçeve içeren senaryo, bir ses, renk ve kurgu cümbüşünün içinde seyirciyi kendine çekmeyi başarıyor.


Bir Godard filminin filmi yorumlayan kişide yarattığı hissiyat her zaman bir şeylerin eksik anlatıldğına dair bir kaygı. Burada yardıma koşan da yine filmin içinde geçen ve filmi özetleyen bir replik: " Komedi mi trajedi mi bilmiyorum ama bir şaheser". Yine de yeni dalga filmlerini izlemeye başlayacakların öncelikle siyah beyaz olan filmleri tercih etmesi gerektiğine inanıyorum. (Fotoğraflara kanmayın, film renkli) Ayrıca filmde bir kitapçıya giden ve kendisine tavsiye edilen 'Uyuyan Güzel' kitabını "Daha seksi bir şeyler yok mu?" diyerek reddeden küçük çocuğun da bizzat Godard'ın çocukluğunu yansıttığına inanıyorum.

15 Ekim 2009 Perşembe

FOOTBALL MANAGER 2010 - The Greatest Job on Earth

Her sene bu haftalarda bizim gibi arızalı insanların bayram ettiği 2-3 gün vardır. Bu günlerin birinde birinde Pro Evolution Soccer kutlanır, diğeri belki FIFA'dır. En büyük bayram günü ise Football Manager'ın çıktığı gündür hiç şüphesiz.

Ve işte o büyük gün! Football Manager 2010 bugünün ilk saatlerinde çıktı ve Steam'den indirilebilir durumda. Steam şu an için en güvenli yol oyunu temin edebilmek için. Download hızları çok parlak değildir Steam'de böyle oyunlar çıktığı zaman. Ama aşırı düşük hızlar olacağını da sanmıyorum.

Malesef 2-3 hafta kadar oyuna elimi sürebileceğimi sanmıyorum. Okul, iş, sınavlar... Hepsini yoluna koymak için biraz zamana ihtiyacım var. Ama yine "Aman boşver okulu, sınavı..." diye koyverip, oyunu oynarsam bir inceleme yazısı yazabilirim.


Şimdilik sizleri screenshotlarla başbaşa bırakacağım. Screnshotlar http://www.galatasaraysozluk.com/ 'daki entrylerden alınmıştır. Haliyle Galatasaraylı oyuncuların profilleri bunlar. Arda, Kewell ve Elano'ya dikkat... Bu adamları görüp de oyunu oynayamamak nasıl koyuyor, anlatamam. Oynama şansına sahip herkese iyi, mutlu, huzurlu ve uykusuz geceler diliyorum efendim. Saldırın!

Düzeltme: Efendim, oyunun tam versiyonu Steam'e konmasına rağmen oyun 30 Ekim'de aktif hale gelecekmiş. Bunun yanında ücretsiz demo versiyonunu indirip 6-7 ay (oyun içi) oynayabiliyorsunuz. 6-7 ay geçince oyununuz kaydediliyor ve oyunun tam versiyonu çıktığında kaldığınız yerden devam ediyorsunuz.














II. Terim Dönemi Bölüm 2 - Imperatore Strikes Back


Fatih Terim olaylı İsviçre maçları sonrasında hem söylemlerinde hem de kadro seçiminde değişikliklere gitti. Motivasyon yöntemi olarak dıştan değil içten düşman göstermeyi (özellikle medya) hedef seçen Terim, kadronun da Hakan Şükür, Necati Ateş, Serhat Akın gibi isimlerle fazla yol alamayacağını sezdi ve yeni bir milli takım oluşturmak için kolları sıvadı; ancak o bunu farkedene kadar milli takım yine saç baş yolduran bir eleme performansına imza atarak son iki maç öncesi Norveç'in 2 puan gerisinde düşmeyi başardı, hem de grup lideri Yunanistan'ı Atina'da 4-1 gibi flaş bir skorla yenmesine karşın. Başardı diyorum; çünkü Moldova ile 1-1, Malta ile de 2-2 berabere kalarak 4 puan kaybetmek gerçekten yapılması zor bir iş.

Bu noktada Fatih Terim'in risk almayı seven anlayışı devreye girdi ve henüz Fenerbahçe kadrosunda yer bulmakta zorlanan Semih ve Gökhan Gönül kritik Norveç maçı öncesi kadroya alındı. Maçın kilidini açan goller Nihat ve Emre'nin ayaklarından gelse de, bu seçimler milli takıma iki oyuncu daha kazandırdı, ve oyuncuların Fenerbahçe'deki yerlerini de sağlamlaştırdı. Fatih Terim'in milli takımın başındayken uyguladığı en önemli politika bence bu oyuncu seçimleriydi. Semih Şentürk, Gökhan Gönül, Servet Çetin, Arda Turan, Hakan Balta, Mehmet Topal, Volkan Demirel gibi pek çok isme kulüp takımlarında henüz güvenilmezken milli takıma çağırıp sürekli forma verdi ve bu oyuncuların kulüp takımlarında da kalıcı olmalarını sağladı. Bu politikasını son Ermenistan maçında Ceyhun Gülselam, İsmail Köybaşı gibi isimlere şans vererek devam ettirmekteydi, eğer yukarıda saydığım oyuncuların milli takıma çağırıldıkları zamanki durumlarını unutanlar olduysa bu iki yakın örnek daha analşılır olacaktır.

Ne yazık ki bu ileri görüşlü oyuncu seçimlerinin yanında "senin oyuncun benim oyuncum" politikası da devam etti ve Gökhan Zan'dan daha kaliteli bir defans olan İbrahim Toraman, ve Almanya'dan oyuncu kapma yarışında kendi elimizi zayıflatan bir karar olarak Yıldıray (Tümer Metin tercih edilen isim oldu) milli takıma alınmadı. Euro 2008'e de Fatih Terim'in oyuncularından oluşan bir kadro ile gittik. Bu arada Fatih Terim turnuva öncesi tavırlarını da değiştirerek Euro 2008 öncesi yapılan kampta eşiyle birlikte sempatik tavırlar sergiledi.



Fatih Terim Euro 2008'in ilk maçında Portekiz karşısına şu kadroyla çıkmayı tercih etti:

Volkan
Hamit-Gökhan Zan- Servet-Hakan Balta
Aurelio - Emre
Mevlüt- Tuncay- Kazım
Nihat

Bu kadroda, 2005'teki 4-2'lik meşhur Türkiye - İsviçre maçına çıkan kadroda bulunan yalnızca 4 oyuncu ( Volkan, Hamit, Emre, Tuncay) vardı. Nihat dışındaki bütün isimler Fatih Terim'in milli takıma yerleştirdiği isimlerdi Ersun Yanal söylediğinde dalga geçilen Aurelio'yu Türk yapma çözümü de Fatih Terim döneminde gerçekleştirildi ve milli takım gerçek bir ön liberoya kavuştu. İlk maçta etkisiz ve pas alışverişi yapmaktan yoksun bir futbol sergileyen milli takım Portekiz'e 2-0 mağlup oldu. Bir sonraki İsviçre maçına Tümer, Arda ve Gökdeniz takımın pas yapması için ilk 11'e alındı; ancak sorunlar çözülmedi ve milli takım ilk yarıyı 1-0 yenik kapattı. Fatih Terim bu oyunu karşı alana yıkmak için pas yapma fikrinden vazgeçip ikinci santrafor Semih'i oyuna aldı ve oyunun kilidini açtı. Semih'in kafasının yanına son dakikada eklenen Arda'nın golüyle İsviçre'yi 2-1 mağlup etmeyi başardık. İki yıl önce gergin bir atmosfer yaratıp 4 santraforlu bir sistemle İsviçre'yi geçmeye çalışan Fatih Terim, değişiklikten vazgeçmeyen anlayışıyla İsviçre'yi geçmeyi başardı. Benzer bir maçı Çek Cumhuriyeti karşısında da gördük, Hırvatistan maçının ilk 90 dakikasında Hırvatları kilitlemesinde de. Akılda kalan mucizevi 30'ar saniyelik anları esas akılda kalanları oluştursa da, bu turnuvada her maça doğrudan taktiksel değişikliklerle müdahale etmeyi başaran, maçları iyi okuyan ve formunun zirvesinde bir Fatih Terim vardı. Bunun karşılığını da turnuvanın basında en çok yer alan teknik direktörü olarak aldı - Imperatore yine Avrupa basınının manşetlerindeydi. Herhalde Euro 2008'i Fatih Terim'siz düşünebilen bir futbolsever yoktur.

Euro 2008 sonrasında ise 2010 elemelerine konsantre olamadı milli takım. Sanki hala 2008'in o inanılmaz anları yaşanmaktaydı, bu elemeler de formaliteden ibaretti. İspanya ile de sanki grup maçı değil de şampiyonluk maçına çıkacaktık. İşlerin böyle olmadığını, İspanya maçlarının sonunda Bosna ile aradaki 4 puan farkı görünce anlayabildik, stresli gittiğimiz Bosna deplasmanından da iyi sonuçla ayrılamayınca bir Dünya Kupası'nı daha kaçırdık, ne yazık ki. Bu dönemdeki ilginç bir detay da tarihimizde hep kötü sonuçlar aldığımız hazırlık maçlarında gösterdiğimiz iyi performans ve alınan etkileyici sonuçlar oldu, ama bunlar tabii ki bir işe yaramadı. (Ukrayna'yı deplasmanda 3-0 ve Avusturya'yı yine deplasmanda 4-2 yendiğimiz maçlarda takım son zamanların en iyi topunu oynadı)

2. Terim dönemini bütün yanlarıyla ele aldıktan sonra Fatih Terim'e Euro 2008'de yaşattığı güzel günler için içtenlikle teşekkür edememek canımı sıkıyor. Bu dönemin başında işlediği suçun cezasını görmemiş olması vicdanımı rahatsız eden; çünkü agresif davranışları bu ülkenin değerlerini temsil etmekle yükümlü olduğu mevkiye yakışmadı ve meşhur İsviçre maçı bütün ülkenin imajını zedeledi.

14 Ekim 2009 Çarşamba

II. Terim Dönemi Bölüm 1 - Milli Takımın başına geçiş ve olaylı İsviçre maçı


Bir Fatih Terim analizi yaparken saha içi ve saha dışındaki olayları birbirinden bağımsız olarak anlatmak zor ama denemek zorundayım; çünkü saha içinde yaptıklarının hakkını ancak böyle verebilirim. Bence onu en iyi anlatan sözler Champions dergisinin Avram Grant ile ilgili bir yazısında geçiyor. Bir yarı final nasıl Fatih Terim'i dahi yapmıyorsa, Dünya Kupası'ndan elenmemiz de onu bilgisiz, her şeyi şansıyla ve oyunculara soyunma odasında gaz vererek başarabilen bir hoca yapmıyor. Onun aldığı bazı riskler işe yarıyor (Türkiye - Çek Cumhuriyeti maçında 2-6-2'ye dönmesi oyunu değiştiren hamle olmuştu, eğer futbolun TV ekranlarından yansıdığı şekilde 2 boyutlu olduğuna inanıyorsanız bütün maçı Cech'in elinden kaçırdığı topa bağlayabilirsiniz), bazıları da yaramıyor (İsviçre maçında 4-4-2'den 3-5-2'ye geçişi -Ergün Penbe değişikliği- ise 2. golü yememize ve Dünya Kupası'ndan elenmemize neden oldu); ancak onu teknik direktör olarak diğerlerinden ayıran her maçta bu riskleri alacak cesarete sahip olması. Özellikle futbolun temelde bir alan paylaşım oyunu olduğuna inanan ve bu alan savaşını kaybettiğini düşündüğünde müdahale edmekten çekinmeyen bir teknik adam. Türk futbolunda yeni bir dönemi başlatan ve Türk futbolunu 1954 Dünya Kupası'ndan sonra ilk kez bir büyük turnuvaya (Euro 1996) katılmasıyla sonuçlanan birinci Fatih Terim döneminden sonra ikinci dönemi ise, inanılmaz Euro 2008 günleriyle birlikte daha çok saha dışında yaşanan istenmeyen olaylar ve polemiklerle hatırlanacak.

9 yıl sonra yeniden milli takımın başına getirilmesini sağlayan atmosferi hatırlayalım. Pek çok kişinin Fatih Terim dönemiyle ilgili hatırlamak istemediğini düşündüğüm tatsız anıları bu bölüm oluşturmakta. 2005 yılındaki 0-0'lık Türkiye - Yunanistan maçından önce Ersun Yanal'ın başı Hakan Şükür tartışmalarıyla ağrımaktaydı. Bu maçta İnönü Stadyumu'nda olanlardan biri de bendim. Ersun Yanal bu maçta aşağıdaki 11'i sahaya sürmüştü.

Rüştü
Hamit-----Tolga Seyhan-----İ.Toraman----Ü.Özat
Hüseyin Cimşir---Koray Avcı
Gökdeniz-------Yıldıray--------Emre
Fatih Tekke

Ersun Yanal iyi kapanan Yunanistan'ı (ki o dönem Avrupa Şampiyonu ünvanıyla İstanbul'daydılar) teknik oyuncularıyla açmak istemiş; ancak özellikle ön liberodaki ikilinin pas yapmaktan bihaber olması kısır bir maç ortaya çıkartmıştı. Neyse, niyetim o maçı analiz etmek değil zaten ama maç sonunda Hakan Şükür polemikleriyle yönlendirilen taraftar "Ersun istifa" sesleriyle tüm stadı inletmişti. 4 gün sonra oynanan maçta Türkiye Kazakistan'ı 6-0 mağlup ediyor, Ukrayna'nın Yunanistan'ı 1-0 yenmesi sonucunda 1 puan farkla ikinci sıraya, yani play-off sırasına oturuyordu. Buna karşılık Ersun Yanal kovuluyor ve yerine Fatih Terim getiriliyordu. Bu karara benimle birlikte medya gazına gelmeden objektif şekilde olayları değerlendiren herkes üzüldü; çünkü Ersun Yanal takımı Dünya Kupası'na gidecek noktada tutarken yaptığı işi tamamlayamadan gönderildi, tek sebebi ise 34 yaşındaki Hakan Şükür'ü kadroya almamasıydı. Gerçi aşağıda sayılan futbol içi nedenler de etkili oldu tabii ki. 4-2-3-1, 4-3-3 varyasyonları oynatması saçmalıktı, milli takım dediğin çift santraforla oynardı. (Rijkaard'a söylenenlerin aynısı mı dediniz, neyse geçelim) "Yeni bir jenerasyon oluşturmak" gibi afaki hedefler peşindeydi Ersun Yanal ve milli takım ekibi. Onun için 19 yaş altı Avrupa Şampiyonası ve 17 yaş altı Dünya Şampiyonası'na giden Türk takımlarını takip ediyor bu turnuvalara önem veriyordu, ne gerek vardı ki böyle anlamsız işlere, oyuncu havuzu dediğin GS, FB ve BJK'daki oyunculardan oluşmaktaydı işte, yeni oyuncu aramaya ne gerek vardı. Hele şu 11'de hiç Galatasaraylı bulunmaması ne demekti canım, hem de 4 trabzonlu varken. Hakikaten federasyon politikalarından ve iç dinamiklerden hiç anlamıyordu Ersun Yanal, sonu da kaçınılmaz olarak geldi.

Yerine de bu politikların uzmanı Fatih Terim geliyordu. Gelir gelmez de Hakan Şükür milli takım kaptanı olarak sahaya çıkıyordu. Sonrasında Moldova'ya 4 ve Bosna'ya 1 olmak üzere toplam 5 ultra kritik gole imza attı Hakan Şükür, bedelini ise Fatih Tekke'nin milli takım kadrosundan çıkarılamsıyla ve Halil'in 11 başalayamamasıyla ödedik. Fatih Terim'in yaptığı en büyük yanlışlardan biri zaten bu senin oyuncun benim oyuncum mantığı oldu. Emre sırf bu nedenle topa vuracak hali yokken 11'de başladı, yukarıya yazdığım takımın 4 kilit oyuncusu (Toraman, Gökdeniz, Fatih Tekke, Yıldıray) ise kadro dışı kaldı. Fatih Terim bir jenerasyon yaratırken, bir önceki jenerasyonu yok ederek milli takım havuzunu kendi kendine kısıtlamıştı. Sanıyorum sakatlıkların takımı bu kadar etkilemesinin bir nedeni bu anlamsız kadro dışı bırakmalarla kadronun daralmasıydı.

Bundan çok daha kötü sonuçları ise gelişinden itibaren yaptığı aşırı milliyetçi konuşmalarla ve oyuncuları motive etmekten çok oyundan düşüren agresif demeçlerdi. Bir kişinin politik görüşü milli takım teknik direktörü seçimini etkilemez, etkilememeli de; ancak bu görüşler doğrultusunda şiddete varan olayların yaşanması kabul edilemez. Gelişini meşrulaştırmak için yaptığını düşündüğüm bu milliyetçi konuşmalar futbolumuzun son yıllarda yaşadığı en utanç verici olaylara yol açtı. 2005 Türkiye - İsviçre maçının öncesinde "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok" söylemleri ile milliyetçilik dalgaları estiriliyor, alttan alta bizim Dünya Kupası'na gitmemizi istemiyorlar mesajı veriliyordu (ayrıntılar için bkz. World Soccer dergisi Ocak 2006 sayısı). Maç sonunda yaşanan kavga sırasında "Emre, 6 numara" diyerek İsviçreli oyuncuyu gösteren Fatih Terim'in video kayıtları FIFA'ya gönderilmeden ortadan kayboldu; ancak belleklerden çıkmadı. Bu olaylar sırasında bir İsviçreli oyuncu hastanelik oldu, FIFA Türkiye'yi 2010 Dünya Kupası'ndan ihraç etme cezası vermek üzere bir soruşturma açtı, zorlu süreçten sonra ceza 3 maç seyircisiz oynamaya çevrildi(yine gidemedik o ayrı mevzu); ancak suçlular cezasız kaldı ve yapılanlar görmezden gelinerek bir bakıma onaylanmış oldu.

Gazozuna

Ermenistan maçı öyle bir hale geldi ki bazen Fatih Terim'in istifası bile gölgede kalıyor. Futbol diplomasisiymiş, çok önemli maçmış, Bursalılar bilet bulamamış, 15 bin tane Azerbaycan bayrağı olacakmış, uzadı gitti günlerdir. Öncelikle bilet konusundaki fikrimi söyleyeyim; o biletler dağıtılmayıp da parayla satılsaydı bu kadar gereksiz ve önemsiz bir formalite maçını izlemeye kimse para vermezdi, iyi yapmışlar.

Bu Ermenistan curcunasında beni asıl rahatsız eden şeye geleceğim; bayrak krizi. Çoğumuz duymuştur ama olaylar şöyle gelişti.



Öncelikle stada Azerbaycan ve KKTC bayrağı alınmayacağı söylendi.


Hata 1: Neden bağıra bağıra bunu açıklayıp insanlara gazı veriyorsun? Maç günü söyle alınmayacak diye. Belki "oldu bitti"ye gelecek ama kriz çıkmayacak.


Sonra her kafadan bir ses, her topluluktan bir protesto koptu neden bayrak getirmeyecekmişiz diye. Tepkilerin artması üzerine yasak kalktı. 15 bin tane Azerbaycan bayrağının dağıtılacağı açıklandı.


Hata 2: Yasağı kaldıranlar kimse, "vur" dedi ama siz "öldürdünüz". Ne 15 bin bayrağı yahu? Nerede kaldı imzalanan protokol? Neyin imzalandığı hakkında çoğu kişinin fikri yokken bunda rağmen arkasında durduğunuz ve "helal olsun adamlara" dediğiniz iktidar, iyi veya kötü bir kağıda imza atmışken o adamları bir futbol stadyumunda kudurtmak ihtiyacı neyin nesi? Madem beğeniyorsun yapılanları, neden bozmaya çalışıyorsun? Çünkü ne yaptığını bilen adam yok."Türküz, delikanlıyız, Azerbaycan da kardeş ülkemiz" düşüncesi nasıl sorgusuz sualsiz kabul ediliyorsa "Helal olsun adamlara. bak nasıl attırdılar imzayı Ermenilere?" düşüncesi de sorgulanmadan dile getiriliyor. Komedi gibi bir çelişki...


Ayrıca sormak lazım bu bayrak dağıtanlara. Eğer bu imzadan sonraki maç Türkiye'de değil de Ermenistan'da olsaydı, "Türkleri çok güzel ağarlayacağız, protesto yok, taşkınlık yok" deyip 15 bin tane Kıbrıs Rum Kesimi/Cumhuriyeti (her neyse...) bayrağı açılsaydı neler yapılırdı, neler söylenirdi çok merak ediyorum.


En son gelişme ise FIFA'dan... FIFA, Türkiye ve Ermenistan'ın başlattığı bu barış sürecinde Azerbaycan bayraklarının gereksiz gerginlik yaratacağını belirtmiş ve stada bayrakların alınmamasının daha iyi olacağı yönünde görüş belirtmiş.


Hata 3: FIFA olarak senin işin ne? Ne zamandan beri diplomasiyle ilgileniyorsun? Bu işlere neden karışıyorsun? Tamam, yaptıkları açıklama çok sağduyulu ve bana sorarsanız da çok doğru. Ama bu açıklamada ben ister istemez bir art niyet seziyorum Türkiye'ye karşı.





Çok kısaca, maçtan bir gün önce (dün) yapılan basın toplantısı hakkında da bir kaç şey yazmak ihtiyacı hissettim. Arda, Rüştü ve Tuncay'ın soru yanıtladığı kısımda, Arda'daki değişimin artık iyice artmaya başladığını gözlemledim. Nereden kapıldı bu şovmenlik akımlarına, kim bu adamı bu hale getirdi, bilemiyorum. Ama "Ben milliyetçi bir futbolcu olarak Türk hocayla çalışmak isterim" nasıl bir açıklamadır? Çoğu yayın organının yapacağı gibi "Aaa, Rijkaard'la çalışmak istemiyor o zaman" demeyeceğim, zaten bunu kastetmedi Arda. Sadece "Milli takımın hocası Türk olur"a getirdi lafı. Ama bize ne senin milliyetçiliğinden? Emre Belözoğlu (ki hakkında çok konuşmam hiç sağlıklı olmuyor :) ) ve Fatih Terim'den edindiği çok yanlış bakış açıları bunlar. Futbolun milliyeti rengi ırkı olmaz. Sahayada "yenin şu Ermenileri" diye çıkılmaz. Bu ne profesyonelliğe sığar, ne de futbolun evrenselliğine... Kaptandaki bu "delikanlı" tavırlar hiç hoşuma gitmiyor. Sergen gibi değil de, bambaşka türlü bir kayıp olmasından korkuyorum kaptanın.

Sonuç olarak neresinden tutsanız elinizde kalan bir hatalar zincirine dönüştü bu maç. Basın toplantısı da benim için tuz-biber oldu. Hayırlara vesile olsun diyelim, başka ne gelir elden?