Futbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Futbol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Eylül 2013 Salı

17 Şubat 2012 Cuma

Thierry'nin Vedası


Hafta arasında Milan ile Arsenal arasında oynanan Şampiyonlar Ligi 2. Tur maçı, Arsenal efsanesi Thierry Henry'nin Şampiyonlar Ligi'ne vedasına sahne oldu. Henry'nin vedasının 4-0'lık ağır bir yenilgiye denk gelmesi, Arsenal'de bir devrin kapandığının işaretini vermekteydi. O kapanmakta olan devrin güzel günlerinin hatrına, Champions dergisi tarafından düzenlenen "Şampiyonlae Ligi'nin en iyi 50 oyuncusu" listesinin 19. sırasında yer alan Henry hakkında yazılanları burada paylaşmak istedim.

#19 - Thierry Henry
AS Monaco, Juventus, Arsenal FC, FC Barcelona
112 Maç 50 gol

Thierry Henry'nin Şampiyonlar Ligi kariyerinde onun için en çok kullanılan sıfat "oynanamaz"dı. Onu keşfeden Monaco scout'u Arnold Catalano onun hakkında: "Durdurulması çok zor; çünkü gol atması için gereken boşluğu bulmadan önce oyuna katılıyor." demişti.

İhtişamlı günlerinde, özellikle Arsenal'de, Henry harika defans oyuncularını en az kötü olanları kadar aptal gösteriyordu. Keskin hızına karşın top ayağına yapışık kalırdı. Gözleri de oyuna. Topsuz alandaki hareketini Gianfranco Zola'yı izleyerek geliştirdi: "Eskiden, 'Zola'yı kim tutuyor?' diye düşünürdüm. Nasıl hep yalnız kalabiliyor?" 

Henry'nin golleri, slalomlardan aşırtmalra, serbest vuruşlara kadar çeşitlilik gösterirdi. Bu turnuvada unutulmaz anları, Inter'e karşı atılan iki golü ve Roma karşısında deplasmanda yaptığı hat-trick'i içeriyor. 2009'da bu turnuvayı FC Barcelona ile kazanmış olsa dahi, daha çok 2006'daki finalde kaçırdığı fırsat yüzünden haksızca yargılanıyor. Oyunu aynı zamanda yaptığı sayısız asistle de ünlüydü. "Henry'nin asist rakamları, unutulmaz golcülerden hiçbirininkiyle karşılaştırılmaz" diyor Arsene Wenger, "Hiçbiri."

Buna karşın, en bilinen asisti, İrlanda'nın emeklerini çalarak kariyerinde silinmeyecek bir leke bıraktı. Ancak  elle oynayarak yaptığı bu asist için hiç de haksızca yargılandığını düşünmüyorum.

Kaynak: Champions - 50 Greatest Players
Fotoğraf: news.bbc.co.uk

11 Aralık 2011 Pazar

Euro 2012’ye Gidemeyen En İyi 11



Euro2012’ye katılacak ekipler belli oldu, hatta grup kuraları da çekildi. Maalesefbu turnuvaya da uzaktan bakmakla yetineceğiz. Bizimle birlikte turnuvaya katılamayanpek çok takım nedeniyle, bu yaz izlemekten mahrum kalacağımız isimler var.2010’da yaptığım gibi, turnuva hakkında yazmaya başlamadan önce bu isimlerihatırlatmak istedim. Her ülkeden bir oyuncu seçerek oluşturduğum kadroaşağıdaki gibi şekillendi.

1. Kaleci: Sergei Pareiko –Estonya

Buseçimi, Pareiko’nun yeteneklerinden daha çok Estonya’nın elemelerde gösterdiğiüstün başarıyı yeniden hatırlatmak amacıyla yaptım. 34 yaşındaki kaleci,play-off’ları geçip takımını Euro 2012’ye taşıyabilseydi kariyerinin sonundaunutulmayacak bir deneyim yaşayacaktı. Bir daha büyük turnuva görme ihtimali deyok, yani olmasa iyi olur; çünkü Estonya 2014 elemelerinde bizim grubumuzda yeralıyor.

2. Sol Bek: Gareth Bale –Galler

Geçtiğimizyıl Maicon’u peşinden taksi çağırmaya mecbur bırakan koşularıyla futboldünyasında herkesin tanıdığı bir isim haline gelen Bale, aslında bu sezonAssou-Ekotto’nun önünde sol açık olarak forma giyiyor. Yine de hücumdakialternatiflerin fazlalığı nedeniyle Bale’i sol beke yazdım. Üstad Ryan Giggsgibi onun da kariyeri boyunca büyük bir turnuvaya katılması zor görünüyor;ancak kim bilir belki 2016’dan itibaren 24 takıma çıkacak AvrupaŞampiyonası’nda boy gösterebilir.

3. Stoper: Nemenja Vidiç -Sırbistan


Vidiç2011 yılını, Şampiyonlar Ligi Kupası’nı kaptan olarak kaldırdığı unutulmaz yılolarak görebilirdi. Şimdi ise eminim unutmak için elinden geleni yapacaktır.Sırbistan’la play-off’a dahi kalamamak, ardından Şampiyonlar Ligi’ne ilk turdanveda etmek ve aynı maçta sezonu kapatmasına neden olan sakatlık. Kendisine bukadroda kaptanlık vermemin dahi onu teselli etmeyeceğini biliyorum.

4. Stoper: Brede Hangeland –Norveç

90dakika boyunca hiç izlemediğim Brede Hangeland’ın bu kadroda olmasının 3 nedenivar:
1. Her takımdan bir oyuncu seçmek istemem vetransfermarkt’da Norveç’in en değerli oyuncusunun Hangeland olması
2. Tribünlerini ziyaret etme şansı da bulduğum, Londra’nınsiyah beyazlı mütevazı kulübü Fulham’da forma giyiyor olması
3. FM 2011’de Beşiktaşımı başarıdan başarıyakoşturduğum sezonlarda Sivok ile tandemde görev yapması

5. Sağ Bek: Stefan Saviç –Karadağ


20yaşında bir oyuncunun İngiltere Ligi’nin zirvesinde yer alan takımda formagiymesi başlı başına bir başarı öyküsü. Hele bir de yerinize her 60-70 milyoneuro bonservis bedeliyle bir adam alınma ihtimali varsa bu başarı daha da fazlaanlam kazanır. Bu nedenle Saviç’i tarihinin ilk eleme turu macerasınıplay-off’a kadar sürdüren Karadağ’ı temsilen kadroya aldım.

6. Sol Açık: Balasz Dzsudzsak – Macaristan

Anzhi’nin,Eto’o ve Roberto Carlos transferlerinden önceki ilk dikkat çekici hamlesiDzsudzsak olmuştu. Avrupa’da iyi piyasası olan bu ismin neden Anzhi seçimini ozaman yadırgamıştım. Ama Eto’o “Buraya gelmemin tek sebebi para değil”açıklamasından sonra ikna oldum. 2014 grubumuzda bizi zorlayacak isimlerdenbirisi olabilir.

7. Orta Saha: Marek Hamsik –Slovakya

Napoli’ninkontra atak temelli oyununda defans-hücum bağlantısını kuran ve taraftarlarınsevgilisi haline gelen Hamsik, Dünya Kupası finallerine taşımayı başardığıtakımını bu yıl Avrupa Şampiyonası’na götüremedi. Bu durum, onun mevksinin iyioyuncularından biri olduğu ve önümüzdeki sezon büyük bir transfer yapabilmeihtimali olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

8. Orta Saha: Nuri Şahin –TÜRKİYE


Almanya’yageldiğim daha ilk gün bana şu soru soruldu: “Nuri Şahin neden Türk millitakımında oynamıyor?” Bu sorunun sorulduğu günden sonra Nuri her geçen günüstüne koyarak Dortmund’u şampiyonluğa taşımayı başardı. Sonunda Mourinho’nunradarına girerek Real Madrid’e geçti. Ne var ki şanssızlıklar bu çocuğunyakasını bir türlü bırakmıyor. Hiddink, onu Avusturya maçıyla birlikte tam ilk11 oynatmaya başlamıştı ki, uzun süreli sakatlığı bir daha milli takımaçağrılmasına engel oldu. Onun yokluğunda Euro 2012 biletini almayı dabaşaramadık. Umarım 2005’te adını bizlere öğrettiği turnuvada hocası olanAbdullah Avcı’yla birlikte, milli takımımızla unutulmayacak başarılar eldeeder. 2012 için ise yapabileceği tek şey benim kurduğum kadroya katılmak.

9. Sağ Açık: Eden Hazard –Belçika

Küçükkenara pası verebilen tek oyuncunun Zidane olduğunu sanırdım. Son yıllarda iseBarcelona’nın tiki takası bize, ara pasın oyunun içinde pek çok kezdenenebilecek ölümcül bir silah olduğunuöğretti. Fransa’nın Belçika sınırına yakın Lille kentinde yaşayanlar da, herhafta bu güzelliği görebilecek şanslı insanlar. Bu şanslarını da elbette EdenHazard’a borçlular. Bizim de bulunduğumuz eleme grubunda pek de izleyenleritatmin edecek bir performansa imza atamadı; ancak önünde uzun yıllar var onubüyük bir kulüpte de, büyük bir şampiyonada da görmek hayal değil.

10. Forvet: Xherdan Şakiri –İsviçre


Arnavutkökenli bu genç ismi 2011 U21 Avrupa Şampiyonası finalinde izleme şansım oldu.Bende bıraktığı etki de, onu bu kadroya dahil etmem için yeterliydi. İsviçreönümüzdeki turnuvalarda, onun Eren Derdiyok ile kuracağı ikiliden gerekenverimi almayı başarırsa bir daha turnuva ıskalaması zor görünüyor.

11. Forvet: Edin Dzeko –Bosna Hersek

2010için yaptığım kadrodan kalan tek isim Edin Dzeko. Kendisinin saha içindekibecerilerinin, Santrafor 101 dersinde gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum.Bosna’nın iki büyük turnuvanın da eşiğinden dönmesi onun adına büyüktalihsizlik. Umarım kariyeri sona ermeden Bosna’yı büyük bir turnuvaya taşımayıbaşarır. (Tabii ki eledikleri takımın Türkiye olmaması koşuluyla)

20 Eylül 2011 Salı

FC United vs Türk Futbolu

FC United of Manchester kulübünün hikayesi malum… Futbol denen oyunu seven, bu oyunun içine her geçen gün yeni kirli paraların ve ilişkilerin girmesinden rahatsız olan ve ruhu birçok yerde kaybettirilen ya da kaybedilmek üzere olan bu futbol çarkının içinde, ruhlarını ve benliklerini korumaya çalışan, bu oyunun asıl sahiplerinin, taraftarların kurduğu bir takım… Neden yıllardır gönülden destekledikleri dünyanın en büyük ve zengin takımı Manchester United’a küsüp 2005 yılında FC United’ı kurduklarının hikayesini kendilerinden okuyabilirsiniz: http://www.fc-utd.co.uk/history.php
Konuyla ilgili onlarca yazıyı birçok Türk futbolseverin blogunda ya da bazı köşe yazılarında bulmak da mümkün, o yüzden bilinen benzer hikayelere az değinmeye çalışarak geçtiğimiz cumartesi günü FA Cup 1. ön eleme turunda (bildiğimiz 1. tura gelebilmek için 4 tane ön eleme turu oynanıyor) Woodley Sports ile oynadıkları maçtaki 1109 biletli seyircinin (seyirciden kastım “çekirdekçi tayfa” değil, 1 dakika bile yerlerine oturmayan ve susmayan bir topluluk) arasındaki biri olarak gözlemlerimi ve naçizane fikirlerimi paylaşmak istedim. Uzun zamandır yazamadığım bu blogun sahibi St. Pauli hayranı dostumun da, Mayıs 2010’da Almanya’da St. Pauli’nin 100. kuruluş yılı etkinliklerinde St. Pauli All Stars takımıyla maç yapan bu isyankar Manchesterlılara sempati duyduğunu tahmin ediyorum.

Her şeyden önce, bu adamların tek derdinin ve FC United’ı kurmalarının tek nedeninin Glazer olmadığını söylemek gerek. Yukarıda verdiğim linkten özetlemem gerekirse, kendilerini böyle bir devrim yapmaya iten sebep tabii ki Glazer’ın Manchester United’ı satın alması ve devamındaki uygulamaları. Ama yan sebepler göz ardı edilirse, bu adamların ne yapmaya çalıştığı doğru yorumlanamaz ve yaptıklarına hayranlık duymak yerine tepkilerini neden daha az radikal yollarla göstermedikleri sorgulanmaya başlanır diye düşünüyorum. Gerçi her zaman bunu sorgulayanlar ve anlamayanlar olacaktır ve bu da gayet doğaldır. Konumuzla oldukça yakından alakalı ‘Looking For Eric’ filmindeki bir sahnede Manchester Unitedlı bir taraftarın FC Unitedlıya söylediği gibi;Karını değiştirebilirsin, politik görüşünü değiştirebilirsin, dinini değiştirebilirsin ama asla ve asla tuttuğun takımı değiştiremezsin.” FC’lilerin mabetleri Old Trafford’dan ayrılıp, trenle yarım saat mesafedeki Bury’deki bir stadı yeni mabet belledikleri (şimdilik demek gerekiyor; çünkü yeni stad inşa etme planları var) bu devrim hareketinin nedenleri arasında bilet fiyatlarının aşırı pahalılığı, stada gelen ‘seyirci’lerdeki destek ve ‘ruh’ eksikliği, maç saatlerinin yayıncı kuruluşun çıkarlarına göre değiştirilmesi, takımla ve futbolcularla olan iletişim kopukluğu gibi endüstriyel futbol ögeleri ve bunların ana kaynağı olan para ve rant var. Bu nedenle, tamamen demokratik bir düzende ilerleyen, üyeliğin çok ucuz olduğu, her üyenin kulübün doğrudan bir parçası ve alınacak kararlarda eşit oy vermeye hak sahibi olduğu, futbol dışı bir sürü gönüllü projelerde çalışan, bağışlarla desteklenen, futbolcuları gerçekten komik maaşlara oynayan ve sahada ayaklı reklam panoları gibi dolaşmayan, tribünlerinde ayakta maç seyredilebilen, futbolun ruhunu kaybetmemiş adamların desteklediği, kar amacı gütmeyen bu modern futbol karşıtı kulüp kurulmuş ve yaşatılıyor. Sanırım hiçbir zaman bu seçilen yöntemin doğru olup olmadığı tartışması bitmeyecek; fakat bu tartışmalar olurken de tek dileğim şu an İngiltere’de 7. küme denebilecek bir ligde oynayan ve geçen sezon FA Cup’ta 3. tura kadar yükselme başarısı göstermiş bu takımı Premier Ligde izlemek. Şimdi gelelim cumartesi günü oynanan 1. ön eleme turundaki Woodley Sports maçına…

Manchester’daki bir arkadaşımla beraber Fenerbahçe ve Galatasaray formalarımızı giyip, maç sabahı trene atlayıp Bury’nin yolunu tuttuk. Premier Lig’in (TV’de izlediğimiz maçlardan aşina olduğumuz) klasik güneşli ama sağanak yağmurlu bir öğlen maçı atmosferini yakaladığımız Gigg Lane stadında şaşırtıcı derecede yüksek genç ve çocuk nüfusu ile 1000 civarında FC United taraftarı mevcuttu. 90 dakika boyunca bir kere susmadılar, hakemleri baskı altına aldılar, genç-yaşlı FC’lilerin büyük bir bölümü yerlerine bile oturmadı… 90+’da yediğimiz golle maçın 1-1 bitmesi ve turun bugün oynanacak rövanş maçına kalması biraz can sıkıcı olduysa da, bir futbolsever için yaşanabilecek en güzel tecrübelerden ve en keyifli 90 dakikalardan birinde bulunduğumuz için mutluyduk. FC United atkılarımızı sardık, yağmur altında 15 dakikalık bir yürüyüşün ardından istasyona vardık ve ardından da metroda tanıştığımız genç bir FC taraftarıyla futbol sohbeti yapa yapa Manchester’a döndük.

Kısaca söylemek gerekirse, bu insanların neden taraftar olarak ruhlarının kaybettirilmeye çalışıldığını hissettiklerini ve taraftar profilleri ile benliklerinin değişiyor olmasına neden sinirlendiklerini anlamak zor olmadı. Daha önceden bildiğim hikayelerinin yanı sıra, o gün stadda gördüğüm tutkulu taraftarlar ve bu oyunda yanlış giden şeylerin farkında olup bunu değiştirmeye ve en azından kendi dünyalarını bu düzenden temizlemeye çalışan insanlar; kendilerine olan sempatimi ve hayranlığımı da katlanarak arttırdı. Çünkü Manchester United’dan kopmalarına sebep olarak gösterdikleri her ne sorun varsa, hepsinin çözümünü kendi aralarında tartışıp, demokratik bir şekilde kararlaştırıp bunu hayata dökmek ve bütün bu mücadeleyi de dünyadaki en popüler, büyük ve nereden geldiği belirsiz paralarının dönmeye başladığı kirli bir sektörün 1 numaralı kulübü özelinde, bu sistemin en güçlü karnına karşı vermek; yürek, sabır, gerçek bağlılık ve tutku isteyen ve hayranlık duyulası bir iş.

Ülkemizde son 2.5 ayda yaşanan olayları göz önüne alalım… FC’nin karşı durduğu ve kendilerini bu kirli ve açgözlü sistemden dışarı atmayı göze alacak noktaya getiren şeyler, farklı bir yüzle ve sistemle ülkemizde işliyor ve kimse sesini çıkarmıyor. Yayıncı kuruluşun gelirlerini (dolayısıyla kendi gelirlerini) korumak ve birkaç dekoder fazla satılması için nereden çıktığı belli olmayan bir play-off uygulaması getiriliyor ‘süper’ ligimize. Yıllardır adı türlü kabadayılıklarla özdeşleştirilen ve her zaman eleştirilen bir kulüp başkanı şike soruşturması kapsamında içeri alınıyor, kulübü kamuoyunda şikeci ve suçlu ilan ediliyor, Şampiyonlar Ligine katılma hakkı elinden alınıyor, kulübün asbaşkanı “Madem bizi yargıladınız ve suçlu buldunuz, bizi küme düşürün, aklanıp gelelim.” diye açıklama yapıyor ve bunlara rağmen bu kulübü yıllardır türlü zorbalıklarla, şikeyle şaibeyle özdeşleştiren diğer kulüplerin neredeyse tamamı gelir kaybı yaşayacakları korkusuyla bu kulübün ligden düşürülmesine karşı çıkıyor. Buna yayıncı kuruluşun doğal tutumu da eklenince, yıllardır “temiz lig” isteyenler şimdi kirlendiği iddia edilen ligi meşru buluyor ve takımlarını bu ligde yüzleri kızarmadan maçlara çıkarıyorlar. İşin sosyal ve taraftar boyutu başlı başlına bir yazı konusu olduğundan bu konuya daha fazla bulaşmadan, sadece FC United’ın hikayesiyle Türk futbolundaki benzerliklere değinmek ve FC’nin yaptığı işin ne kadar onurlu ve saygı duyulası bir iş olduğunu hatırlatmak istedim. İşin içine paranın, çok paranın, daha çok paranın ve çıkarların girdiği her alanda olduğu gibi, dünyanın bu en sevilen ve insanları bütünleştiren oyununu ve sporunu da yavaş yavaş mahvetmeye, insanları çok değil birkaç senelik hatıralarına ve nostaljilere mahkum etmeye ve çok sevdikleri bu oyundan ve hatta hiçbir zaman vazgeçilemez denilen takımlarından soğutmaya başladılar bile. Kimisi FC Unitedlılar gibi, kendilerini bu sistemden çıkartıp kendi küçük dünyalarında hatıralarını yaşatıyor ve sahip oldukları ruhu ve tutkuyu o tribüne beraber gittikleri çocuklarına da aktarmaya çalışıyor; kimi ise sistemi kabullenmiş, birbirleriyle yalandan kavga eder gibi görünüp ortak çıkarları için beraber hareket ediyor, olan da bu oyunu gerçekten seven tutkulu insanlara oluyor. FC United’a bu akşam Woodley maçının rövanşında başarılar dilerken, asıl tutkunu olduğum renkleri birazdan Manisaspor karşısında binlerce kilometre uzaktan desteklemeye devam…


16 Eylül 2011 Cuma

Mourinho: Top Benim Oynatmıyorum


Beni tanıyanların, bu blogda benim tarafımdan çevrilen bir Mourinho röportajı okuyacaklarını gördükleri için oldukça şaşırdıklarına eminim; zira onlar kazanmayı rakibe saygının önüne koyan anlayışı nedeniyle Jose Mourinho’ndan zerre haz etmediğimi bilirler. Ancak, kabul edelim ki futbolun yeni modası Mourinho ve yeni futbol düzenini anlamak için onun söylediklerine kulak tıkamamak gerekiyor.

Mourinho’nun on yıllık kısa bir süre içerisinde başardıkları, Real Madrid’in ilk defa Galacticos olarak bir teknik direktör transfer etmesine neden oldu. Bugün Real Madridliler, Barcelona hükümdarlığını yıkmak için kendisine Cristiano Ronaldo’dan çok daha fazla güveniyorlar. Aslında kendisi için konuşacak kadar çok başarısı var; ancak o kendi konuşmayı daha fazla sevdiği için geride bıraktıklarına pek bakma imkânı bulamıyoruz. Neyse, Mourinho hakkında daha fazla iğneleme yapmamak adına girişi kısa tutalım ve sizi Mourinho’nun, Champions dergisinin Nisan/Mayıs 2009 sayısı için verdiği ve ikinci turda Manchester United’a elenmesinin ardından “Jose, o hala özel kişi (the special one) mi?” başlığıyla yayımlanan röportajla baş başa bırakalım.

Son bir dokundurma: Mourinho'nun çocukluk yıllarında, mahallesinde herkesin sinir olduğu top sahibi velet olduğu gerçeğine şaşıran oldu mu?

Champions: Kendinizi bir teknik direktör olarak tanımlayın.

Mourinho: Bir teknik direktör her şey olmalıdır: bir taktisyen, motivatör, lider, yöntem bilimci, psikolog. Üniversitede bana bir öğretim görevlisi: “Yalnızca futboldan anlayan bir teknik direktör en iyilerden birisi değildir. Her teknik direktör futboldan anlar, fark öbür alanlarda yaratılır” demişti. Bir felsefe hocasıydı. Mesajı aldım.


Champions: Bir takım oluşturmayı nasıl ele alıyorsunuz?

Mourinho: Bu iş bir aile oluşturmakla başlar. Takım ruhu başlangıçtır, liderin tanınması esastır. Bunlardan sonra taktik organizasyon gelir. Takımların taktiksel empatiye ihtiyaç duyduklarına ve bunun da yapısal bir temel, bir omurga oluşturularak yaratılacağına inanıyorum. Bu temelden hareketle oyunun bütün ilkelerini geliştirmeniz gerekir. Champions: Başarı taktiklerle mi yoksa oyuncularla mı ilgilidir? Mourinho: Her şeyle ilgilidir. Bireysel yetenek, bireylerin kişilikleri ve takımın kişiliği ki bu sonuncusunun başarılman güç unsur olduğuna inanıyorum. Eğer büyük başarılardan, kazanmaktan bahsediyorsanız, bu takımın şahsiyetiyle ilgilidir. Ancak, yalıtılmış bir şekilde kazanmaktan bahsetmiyorum; çünkü bence herkes şansıyla hayatında bir kez doğru zamanda doğru yerde olarak bunu başarabilir. Ben Real Madrid, Manchester United, Inter ve son yıllarda Chelsea’nin yaptığı gibi sürekli şekilde kazanmaktan bahsediyorum. Bu durum; büyük anlara, zorlu anlara psikolojik olarak hazır olmayı gerektirir.

Champions: Bir maça hazırlanırken ne kadar vakit harcıyorsunuz?

Mourinho: Söylemesi zor. Benim gözlemcilerim (scout) gerçekten uzun vakit harcıyorlar; çünkü görsel-işitsel materyalleri ve bilgisayar verilerini hazırlıyorlar. Ben de antrenmanlarda takımımı hazırlamak için onların işleri üzerinde çalışıyorum. Bu esas işimiz, sahadaki işimiz. Bundan sonra bütün ayrıntıların üzerinden geçmek için oyuncularla üç toplantı yapıyoruz; ancak en önemli şey oyun planıdır. Antrenman sahasında maçı önceden tahmin edebilmek hayati önem taşır. Ben oyuncularımın sahada rahat olmalarını istiyorum ve yalnızca çalışmak onlara bu rahatlığı sağlayabilir.


Champions: Maçları çevirebilme özelliğinizle tanınıyorsunuz. En önemli taktiksel başarınız nedir?

Mourinho: Maçları kararlarımızla değiştirebiliriz; ama oyuncuların ve takımların buna doğru tepki verebilmeleri gerekir. Porto, Chelsea ve Inter’de, son dakikalarda taktiği değiştirerek pek çok maç kazandım. Ancak bu sadece takımın korkusuzca riskleri kabul edebilecek şekilde kendisine güvenmesiyle mümkün olabilir. Chelsea’deyken, Tottenham’a karşı oynadığımız bir federasyon kupası çeyrek final maçını hatırlıyorum, 3-1 gerideydik. Yalnızca iki savunma oyuncusuyla 3-3 berabere kaldık, tekrar maçını kazanarak tur atladık ve sonunda kupayı kazandık. Bunu neden mi yaptım? Çünkü takımın bu riski almayı kabul edeceğini biliyordum.


Champions: Bir teknik direktörün takımda gereğinden fazla kontrole sahip olması mümkün mü?

Mourinho: Mutlaka kontrole sahip olmalısınız; ama fazlası oyuncuların oyunu okuma ve karar verme kapasitelerini azaltırsınız. Bazen cezalı olarak tribünlerde oturmam ile kulübede bulunmam arasında fazla fark göremiyorum; çünkü maç içinde takım ile teknik direktör arasındaki konuşmalar oldukça temel düzeydedir. Esas işinizi hafta boyunca yaparsınız ve bunun bir bölümü de oyuncuların sahada kendi başına karar vermelerini sağlayacak özgüveni aşılamaktır. Orada rehberlik etmek için bulunuyoruz; ama oyuncular kendi başlarına düşünmek zorundalar. Benim kontrolüm tümden bir kontrol değil; çünkü bunu istemiyorum. Ben yapıya inanıyorum ve ondan sonrası da sahadaki oyunculara kalıyor.


Champions: Sürekli topla çalıştığınız, ayrı fiziksel çalışmalar yaptırmadığınız antrenman yöntemleriniz diğerlerinden oldukça farklı görünüyor.

Mourniho: Kusursuz bir yöntem yoktur, bu sadece inandığım ve uyguladığım bir şey. Eski antrenman yöntemleriyle uzun süre çalışmış oyuncular da dâhil olmak üzere, birkaç ay sonunda benim yöntemlerime alışamayan bir oyuncuyla karşılaşmadım. İtalya’da bile, ki burada salonda ve ağırlıklarla çalışmaya dair bir kültür yerleşmiştir. Biz oyuncuların küresel olduklarını ve antrenmanların da bu şekilde küresel olması gerektiğine inanıyoruz, ayrı yöntemlere gerek yok.


Champions: Bu fikir nereden geldi?

Mourinho: Barcelona olabilir; çünkü onların da topla teknik ve taktik çalışmalar yapmaya dayalı büyük bir kültürleri var. Kariyerimin başında benimle benzer görüşleri sahip bir fitness koçu olan Rui Faria ile tanıştım. Birlikte bir şeyler geliştirdik. Ben yoğun bir şekilde çalışmayı ve takımımı oynatmayı seviyorum ve bu durum bu türden bir düşünceyi tetikledi.

Champions: Organizasyon ve hazırlık sizin için kesinlikle önemli. Bunun Chelsea’deki eksik şeylerden biri olduğu açık değil mi?

Mourinho: Chelsea hakkında konuşmam; çünkü benden sonra neler olduğunu bilmiyorum. Eskiden insanların sadece bildikleri şeyleri özlediğini söylerdim. Eğer bir adamın arabasında air-conditioning varsa ve bir anda bu özelliği olmayan bir araba almak zorunda kalırsa, eski arabasını özler. Ancak hayatı boyunca air-conditioning’i olan bir araba kullanmayan bir adam, yazın araba sürerken dahi bunu özlemez. Bir teknik direktör ve menajer olarak o takıma neler verdiğimi biliyorum, ve 3,5 yıl boyunca benimle alıştıkları şeyler bir anda kaybolduysa, oyuncuların buna başlangıçta alışmaları zor olabilir. Ama burada genel şeylerden bahsediyorum. Ben takımı veya oyuncuları başarılı ve rahat kılmaya katkıda bulunacak bütün ayrıntılara önem veriyorum. Önem veriyorum; çünkü modern futbolda işleri daha iyi hale getirmek için bu ayrıntılara ihtiyacınız olduğuna inanıyorum.



Champions: Oyunu okumayı ne zaman öğrendiniz?

Mourinho: Bir oyuncu nasıl yetenekleriyle doğuyorsa, bir teknik direktör de yetenekleriyle birlikte doğar. 10-12 yaşlarındayken, babamla bir maçı izlerken veya bir maç hakkında konuşurken, futbol hastası bir çocuktan ziyade bir teknik direktör gibi konuştuğumu hatırlıyorum. Tabii ki, tecrübeyle birlikte, adım işi daha iyi yapmaya başlıyorsunuz. Bir teknik direktörler oyunu koklarız, onu okuruz ve hissederiz.


Champions: Çocukken oynadığınız takımları yönetmeye çalışıyor muydunuz?

Mourinho: Ben topun sahibiydim; çünkü babam bana oynamak için en iyisini verirdi. Benim topum olduğu için takımı ben seçerdim, nerede oynamak istediğime ben karar verirdim, maçın ne kadar uzun süreceğine de ben karar verirdim ve yalnızca benim takım kazanıyorken maçı bitirirdik. Gerçekten. Herkes benim dışarı çıkmamı beklerdi, kapımı da çalarlardı; çünkü ben yokken plastik topla oynamak zorundaydılar. Ben varken Adidas Tango Dünya Kupası topuyla oynarlardı. Ben hem teknik direktör hem de başkandım! Eğer arkadaşlarım bu röportajı okurlarsa güleceklerdir; çünkü bunların hepsi doğru.


Champions: Maçı kulübeden izlerken nelere dikkat edersiniz?

Mourinho: Benim takımımın nasıl başlayacağını biliyorum; bu yüzden öncelikle rakibe bakarım. Onlar hakkında her şeyi bildiğimi düşünürüm; ama bilmiyorumdur. O nedenle ilk beş dakika ne yaptıklarını, planlarını ve nasıl oynadıklarını anlamak için önemlidir. Ondan sonra takımımın duruma nasıl adapte olduğuna bakarım. İlk 30-35 dakikanın takımların karşılaşmalarını analiz etmekle geçer. Son on dakikada ise devre arasına hazırlanırım: Söyleyeceklerimi, onları nasıl söylemem gerektiğini, sahip olduğum 7-8 dakikada takımıma nasıl yardımcı olabileceğimi düşünürüm. İkinci yarıda neler olabileceğini tahmin etmeye başlarım; çünkü ben her zaman 3 değişiklik hakkını kullanan bir teknik direktörüm. Kazanıyorken de kaybediyorken de, eğer yedek kulübeniz bir şeyler yapabilecek kadar güçlüyse, takımınıza değişikliklerle yardımcı olabilirsiniz. Rakibiniz bir değişiklik yaptığında tepki vermek yerine, rakibinizin neler yapabileceğini önceden tahmin etmeye çalışmalısınız. Ve son beş dakikada da… Dua edersiniz.


Champions: Cephaneliğinizde kaç farklı taktiğe sahip olmayı istersiniz?

Mourinho: İki. Birincisi ana sisteminizdir; ancak takımın ikinci sistemde de rahat hareket edebilmesi gerekir. Inter’de, bütün rakiplerimiz her maçı ayrı ayrı düşündüğü ve bizi durdurmak amacıyla defansif ağırlıklı bir oyun ortaya koyduğu için, daha çok değişebileceğimiz başka bir yöne doğru kaydım. Burada düşünce tarzımız otomatik olarak işlemiyor; ancak pek çok farklı düzende oynamaya hazırız. Bu taktik kültür müdür? Bilemiyorum. Benim için yalnızca başarıya giden bir yol. Serie A’dayım, Premier Lig’de değil.


Champions: Daha az otomatik mi?

Mourinho: Inter, bir devrime imza atmadığım ilk kulüp. Porto’ya geldiğimde 16 oyuncu değiştimiştim. Chelsea’de bu rakam, daha ilk sezonda; Cech, Paulo (Ferreira), Carvalho, Tiago, Didier ve Robben de dâhil olmak üzere 8-10 arasındaydı. Inter’de ise bir oyuncu grubunu devraldım ve kendi futbol görüşümü uygulamak yerine, kendi metotlarımı onların potansiyellerine, kalitelerine ve karakteristik özelliklerine göre uyarladım. Bu benim için yeni bir şeydi; çünkü bir kulüpte başladığımda işlerimi daha doğrudan hallederim. İlk günden itibaren belirli bir doğrultuda ilerlerim, burada ise bunu yapamadım. Oyuncuların iyi olmadığını söylemiyorum, sadece onların farklı bir çalışma, liderlik ve oyun felsefesinden geldiklerini belirtmek istiyorum. Kendi doğrultumda gitmeye çalıştım; ama yapamadım. Bu nedenle durum üzerine çalışmam ve adapte olmam gerekti. Antrenman yöntemlerimi dahi değiştirmem gerekti; çünkü bu oyuncu grubuyla başarı kazanmayı mümkün kılacak şartları yaratmam gerekiyordu. Eğer burada bir devrim yapmaya karar verseydim, bu sezon bir başarı sezonu değil bir geçiş sezonu olurdu. Kazanmam gerekiyordu çünkü İtalyan zihniyetini biliyorum. Serie A büyük bir hedefti, Şampiyonlar Ligi de öyle; ama ben Serie A’yı kazanmak istiyordum ve bu yüzden oyuncuların kendilerini rahat hissedecekleri bir yol izlemeliydim. Uyum sağlamak zorundaydım.



Champions: Kısa dönem için etki yaratan bir teknik direktör olmakla eleştirildiniz. Yöntemleriniz kısa dönem için daha mı fazla işe yarıyor?

Mourinho: Uzun dönem, biz teknik direktörler için iyi bir mazerettir. Ben kısa dönemlik bir teknik direktörüm. Neden bir takım kurup ilk yılda başarı kazanmayalım? Aynı zamanda, bir takım her geçen gün, her geçen yıl ilerleme kaydedebilir. Ve eğer bir teknik direktör uzun süre tkaımın başında kalırsa, gelecek için de hazırlanabilir. Bu anlamda, ben uzun dönemlik bir teknik direktörüm.

Champions: Bir teknik direktör olarak zayıflıklarınız nelerdir?

Mourinho: Bunu size oyuncularımın veya eski oyuncularımın söylemesini tercih ederdim. Ben en üst düzey kişiliklerle çalışmaya ihtiyaç duyarım; çünkü oyuncularımın üzerinde çok fazla baskı yaratırım. Üst düzey kişilikler süper oyuncular haline gelirler. Yumuşak, kırılgan kişilikler ise dağılabilirler. Bunun benim zayıflığım olduğuna inanıyorum. Üst düzey kişiliklere ihtiyacım var.

Champions: Peki en büyük hatanız neydi?

Mourinho: Chelsea’den eylül yerine temmuzda ayrılmalıydım. Sadece üç ay boyunca zorlu şartlarda çalışmak yerine, gerçekten çok çok büyük bir kulübe gidebilirdim; çünkü o çok çok büyük kulüp beni istiyordu. Ve muhtemelen kariyerimin en kötü sezonu olan 2007/08, güzel bir sezon olacaktı. Yanlış bir karar verdim.


Champions: Dokuz ay boyunca futboldan uzak kalmak ne kadar zordu?

Mourinho: Zordu. Gerek ailemle gerekse yalnız başıma pek çok seyahate çıktım. Bazen de ABD’de, Afrika’da, Japonya’da futbol izlemek için geziler yaptım. Pek çok şey yaptım; ama futbolun, antrenmanların baskısını hissetmeden yaşamak zordu. Ferguson’un neden bırakmak istemediğini şimdi daha iyi anlıyorum. Ayrıca teknik direktörlerin neden 60, 65 yaşlarına kadar bu işe devam ettiklerini de. Tabi pek çoğu zihinsel ve fiziksel olarak yeterince güçlü olmadıkları için o kadar uzun teknik direktörlük yapamıyorlar. Eskiden, “Tamam, on yıl boyunca başarı, on yıl boyunca ağır baskı” diye düşünüyordum. Hayır, hayır, hayır. Devam etmek zorundasınız; çünkü bu iş çok eğlenceli. Bir teknik direktör olarak geçen her günümden keyif alıyorum. Bir galibiyet güzeldir, bir mağlubiyet ise rakip takım için güzeldir. Oyunculara başarılı olmaları için yardımcı olmak harika bir duygu. Taraftarları mutlu etmek unutulmaz. Bu işin içindeki her şeyi seviyorum.


Champions: Son yıllarda, İngiliz kulüpleri taktiksel ve fiziksel seviyelerini geliştirerek kazanacak bir bileşim yarattılar. Buna ne kadar katkıda bulundunuz?

Mourinho: Katkıda bulundum. Ne kadar olduğunu bilmiyorum; ama ilk yılımızda Premier Lig’i çok çok kolay kazandık. Bunu nedeni bizim tastamam bir takımımızın ve kurnazca taktiklerimizin olmasıydı. Nasıl baskı yapacağımızı ve hedefe ulaşacağımızı, oyuna göre hangi vakitte rakibimizi imha edeceğimizi biliyorduk. Son 20-30 dakika içerisinde ne yapması gerektiğini bilen bir yedek kulübemiz vardı. Kaç seferinde son dakikada puan kaybettik? Asla. Kaç maçı son 20 dakikada kazandık? Oldukça fazla. Sanıyorum diğer takımlar bu konularda onlardan farklı olduğumuzun ayırdına vardılar. Ama İngiltere’de üst düzey oyuncular var. İyi teknik direktörler, yabancı oyuncular ve farklı kültürlerin yarattığı bileşimler: Fransız, İngiliz, İspanyol, Afrikalı. Ve kesinlikle yüksek düzey bir tempo var. Real Madrid ile Liverpool arasında oynanan maça bakın – O maçta iki takım arasındaki tempo farkı oldukça büyüktü. (Not: Mourinho burada Liverpool’un Real Madrid’i 4-0 mağlup etiği Şampiyonlar Ligi maçından bahsediyor.)

İngiliz futbolunda, diğer ülkelerde bulunmayan bir tempo var. İtalya’da taktiklerle ilgili her şey var, tabii İngiliz futbolu da iş taktiklere geldiği zaman artık yetersiz görülemez. İspanya futbolunda yetenek, teknik kabiliyet ve beceri var. Ayrıca topla oynadıkları zaman tempoyu artırabiliyorlar. Ama topsuz oyunda, İngiliz futboluna benzemiyor. Ve şu anda farkı yaratan şey de tempo. Bu geçişlerle ilgili, topu kazandığınız ve kaybettiğiniz anlar, rakip dengesini kaybettiğinde yarattığınız derinlik. Çünkü bu seviyede her takım çok iyi organize olabiliyor, iyi bir teknik direktörü var ve sahada nasıl durmaları gerektiğini biliyorlar. Kimse böyle maçlara ne yapacağını bilmeden gelmiyor.


Champions: Yöntemleriniz hakkında açıkça konuşuyorsunuz. Kendinize sakladığınız bir şeyler yok mu?

Mourinho: Hayır. İki farklı teknik adam tarafından aynı yöntemlerin uygulanması aynı sonuçları doğurmaz. Başka bir teknik direktör tarafından soyunma odasında veya basın toplantısında tekrarlanan sözler aynı sözler değildir. Eğer kendi kimliğinizi oluşturduysanız, başkalarının sizin çalışma şeklinizi bilmelerinden korku duymazsınız. Bu benim günden güne yaptıklarım, benim işim, benim niteliklerim, bu işi yapma tarzım. Benim için sorun değil.

Kaynak: Champions Dergisi, Nisan/Mayıs 2009 sayısı, sayfa 32-35

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Futboldan Fazlası İçin Oynamak


Almanya'da düzenlenen FIFA Kadınlar Dünya Kupası'nı stadyumlarda takip edememek, bu yaza dair pişmanlıklarımdan birisiydi. Organizasyon üstadı Almanların bu işin hakkını nasıl verdiklerini gözlemlemek, farklı uluslardan gelen insanlarla ortak bir heyecanı paylaşmak ve futbolun özüne dair tespitlerde bulunmak adına oldukça faydalı olabilirdi; ancak vakit azlığı yüzünden bu turnuva ile televizyonun ötesinde bir ilişki kuramadım. Yine de, yazın futbola dair en güzel hikayesini oluşturan kadın futbolculara en azından blogda yer vermek istedim.

Louise Taylor, Japon futbolcuların, Fukuşima nükleer santralindeki patlama nedeniyle yasta olan ülkelerine verdikleri güzel hediyenin hikayesini The Observer için yazmış.Paylaşmaya değer bu başarı öyküsünü Türkçe çevirisiyle, bir aylık bir gecikmeyle de olsa aşağıda bulabilirsiniz.

Aya Sameshima Fukuşima nükleer santralinde yarı zamanlı bir işe sahipti. İşe en son gidişi Mart'ın başına, yani Japonya'nın bir deprem, bir tsunami ve çalıştığı iş yerindeki felaketten hemen önceye denk geliyordu.

Sol bek Sameshima, geçtiğimiz pazar (17 Temmuz) akşamı, ABD kadın milli takımını 26. denemenin sonunda yenmeyi başaran Japonya milli takımının bir parçasıydı. Tabii bu maç herhangi bir maç değildi, Frankfurt'da oynanan Dünya Kupası finaliydi.

Japonya, penaltı atışları sonucunda kupayı kazanarak, bunu başaran ilk Asya takımı oldu. ABD ilk üç penaltı atışından yararlanamadı ve Saki Kumagai'nin ABD kalecisi Hope Solo'nun üstünden ağlara gönderdiği top Japonya'ya dünya şampiyonluğu unvanını getirdi.


ABD kupayı üç kez kazanan tek takım olmaya sadece üç dakika uzaktayken; Japonya, kaptan Homare Sawa'nın kornerden gelen topu ağlara göndererek maça ikinci kez eşitliği getirdi ve maçı penaltılara taşıdı. Uzatma dakikalarının sonunda gelen beraberlik golü, maçı uzatmaya taşıyan Japonya golünü gölgede bıraktı. 5 golle turnuvanın gol kralı olan Sawa maçın sonunda şunları söyledi: "Koştuk da koştuk. Çok yorulmuştuk; ama koşmaya devam ettik."

Japonya kalecisi Ayumi Kaihori, Shannon Boxx'un kullandığı birinci ve yedekten gelen Tobin Heath'ın kullandığı üçüncü penaltıyı kurtarıken; Carli Lloyd topu direğin üstünden dışarıya gönderdi. ABD teknik direktörü Pia Sundhage kaçan penaltılara bir açıklama getiremedi. ABD taraftarları, zaferin kazanılması halinde finansal açıdan kırılgan olan Kadınlar Profesyonel Futbol Ligi'nin yaşam desteğinden kurtulabileceğine inanıyorlardı.


Sawa kupayı aldıktan sonra hemen takım arkadaşlarıyla bir araya toplandı ve kupa, işbirliğinin sembolü olarak pek çok el tarafından havaya kaldırıldı. Oyuncular maçtan önce "Bütün dünyadaki arkadaşlarımıza - Desteğiniz için teşekkürler" yazılı bir pankartla sahaya çıktılar. Teknik direktör Norio Sasaki, Almanya karşısındaki elde edilen çeyrek final zaferi öncesinde oyuncularını Mart ayında yaşanan felaketin fotoğraflarını göstererek motive etti. Orta saha oyuncusu Aya Miyama, konu hakkında " Bu ruhumuzun derinliklerine işledi" yorumunda bulundu. Sasaki finalden önce: "Takım: 'Zor bir durumda kaldığınızda felaketin mağdurlarını düşünün ve her şeyinizi verin' dedim" açıklamasını yaptı.

Kusursuz organize edilen turnuva, Almanya'daki televizyonlarda daha önce benzeri görülmemiş seyirci sayılarına ulaştı ve kadınlar futbolundaki algıları yeniden şekillendirdi. Almanya'nın çeyrek finalde elenmesinin ardından bir tabloid Alman gazetesinde yazılanlar bir dönüm noktasını işaret ediyordu.

Bild'de yazılanlar şu şekildeydi: "Almanya ilk defa bir kadınlar takımının maç kaybetmesiyle şoka uğradı. Başlangıçta üzücü gibi görünebilir; ama aslında bu iyi bir haber. Kadınlar futbolu sonunda kitleler tarafından kabul görüyor. Almanya aniden kızlarıyla birlikte üzülüyor...Japonya karşısında oynanan maçı 16.9 milyon gibi inanılmayacak sayıda kişi tarafından izlendi."


Daha önce, Berlin Olimpiyat Stadyumu'nda 73,000 kişinin izlediği maç 18 milyon Almanı televizyon başına toplamıştı. Alman Futbol Federasyonu başkanı Theo Zwenziger: "Televizyondaki izlenme oranları inanılmazdı" dedi ve ekledi: "Bunu hiç beklemiyorduk."

İngiliz Futbol Federasyonu da başarılı bir turnuva geçirmeleri halinde, yeni kurulan yarı-profesyonel Kadınlar Süper Ligi'ne olan ilginin artacağını umuyordu. BBC'nin, İngiltere ile Fransa arasından oynanacak olan çeyrek final karşılaşmasını canlı yayınlamasıyla her şey yolunda görünüyordu. Ancak penaltılarda kaybedilen maç, federasyonu yerel pazarlama imkanından yoksun bıraktı.

Japonya, gruptaki son maçında İngiltere'ye kaybetmesine karşın, pasa dayalı güzel oyunuyla "kadınlar futbolunun Barcelona'sı" unvanını kazandı. Nadeşiko, dünya sıralamasında dördüncü sıraya yükseldi. Lakap, direnci ve kadınlığı simgeleyen pembe bir çiçekten ilham alıyor. Herkesin ortak görüşü, ilk final oynama haklarını hak ettikleri yönündeydi.

Maç öncesinde istatistikler onların yanında değildi: ABD ile önceki 25 karşılaşmada yalnızca üç beraberlik almışlardı ve Japonya'daki 25.000 lisanslı genç oyuncu, sadece Kaliforniya'da 200.000'i bulan lisanslı oyuncuya karşılaştırılamayacak düzeydeydi. Yine de, başlangıcı günün erken saatlerine denk gelmesine karşın, final maçı iyi bir izleyici kitlesi yakaladı.


ABD kalecisi Hope Solo'nun da belirttiği gibi, Japonya 'duygusal favori'ydi. "Oyuncuları duygu yüklüler...Japonlar futboldan çok daha büyük ve iyi bir şey için oynuyorlar."


Kaynak: Guardian Weekly / 22-28 Temmuz 2011

Not: Fotoğraflar Eurosport Türkiye internet sitesinden alınmıştır. Aynı sitede, turnuvanın açılış gününü Berlin'de geçiren Dağhan Irak'ın izlenimlerini aktardığı güzel bir yazı var. O yazıya da buradan ulaşabilirsiniz.

16 Ağustos 2011 Salı

Saygı


SAYGI

Saygı, futbolun en önemli ilkelerinden ve UEFA'nın değerlerinin temel taşlarından biridir. Oyuna, çeşitliliğe ve çevreye saygı; oyunun bütünlüğünün ve her seviyede sağlıklı biçimde yürütülmesinin korunması, futbolun değerlerinin korunması ve sürekli kılınması, ve dayanışmanın gösterilmesi amacıyla, UEFA'nın bütün maçlarında ilettiği bir mesajdır.

"Saygı" kampanyası, UEFA'nın her tür şiddet ve ayrımcılığın sona erdirilmesi ve saygının sadece hakeme, rakiplere ve resmi görevlilere değil; rakip taraftarlara, milli marşlara ve bayraklara karşı da gösterilmesini destekler. İnsani yardımı ve taraftar kültürüne, kültürler arası diyaloğa ve sağlıklı bir yaşam tarzına saygıyı teşvik eder.

Saygı için yaptığımız çağrıya katılın ve mesajımızın yayılmasına yardımcı olun. Futbol, saygının ruhunda birleşiyor.
*

Daha önce bir yazımda belirtmiştim, küçükken benim için futbol ve Beşiktaş sevgisinin somutlaşmış hali Metin Tekin'di. Şampiyonlukların, kupaların anlamını bilmediğim günlerde, Metin'in fuleli deparlarıyla öğrenmeye başladım futbolun abece'sini. Belki de ona ve onun gibi oyuncuların yarattığı büyüye olan saygımdan olsa gerek, yıllar boyu şike söylentilerinin döndüğü bu ligde inadına futbol konuşmaya çalıştım. Ama 3 Temmuz'dan bu yana içimden futbola dair hiç bir şey yazmak gelmiyor. Sonunda herkes suçsuz ilan edilse dahi, bir daha bu oyuna aynı sevgiyle bakabilecek miyim bilmiyorum.

Yukarıdaki yazıyla bu girişin ne ilgisi var diye sorabilirsiniz. İzin verirseniz açıklayayım. Türk futboluyla yakından ilgilenen bir taraftar olarak, Türkiye'de futbolun içine girdiği atmosferin ne kadar korkunç olaylara yol açabileceğini tahmin edebiliyorum. Şike söylentilerinin nefret söylemiyle birleşmesi nedeniyle hal-i hazırda oynanamayan bir maçımız (Bursa - Beşiktaş) vardı, sezon içerisinde bu duruma yenileri eklenebilir. Sezon tamamlanmayabilir, kan dökülebilir, nefret söylemi taraftarları geri dönülmez noktalara getirebilir. Ben yalnızca, "UEFA bu duruma el koysun" diyenlere, UEFA'nın çoktan bu duruma el koyduğunu hatırlatmak istedim. Tek yapmanız gereken yuakrıdaki satırları okumak, üzerine düşünmek ve denilenleri uygulamaya koymak.

Başlangıcı çocukluğumla yapmıştım, öyle devam edeyim. Muhtemelen başka şartlar altında kendi çocukluğumla bugün arasında bir kıyaslama yapsam, "şimdiki çocuklar çok şanslı, biz ne maçları internetten tekrar tekrar izelyebiliyorduk, ne de sırtımızda lisanlı formalarımız vardı" derdim. Bugün ise en azından, üzerimde naylon Beşiktaş formasıyla, televizyonda gördüğüm Metin, Sergen, Şifo Mehmet vs. olduğumu hayal ettiğim günlerin saflığına asla erişemeyecek olan çocuklar için üzülüyorum. Onlar televizyondan gördükleriyle en fazla, maç başlamadan önce gazoz, cips, futbol topu vaat ederek rakiplerini ayartmaya çalışacaklardır. Zaten bu çocukların benim Şifo, Metin için hissettiklerimi Necip, Muhammet için hissetme şansları da yok. Şayet Necipler, Muhammetler ağabeyleri gibi iyi topçu olurlarsa, biz onları bayrak adam yapamadan, "fon" gelecek ve onları başka takımlara satacak. Neden mi? Türkiye'de; rakibiyle, taraftarıyla SAYGI duyulmayı hak eden bir oyun olan futbolu, SAYGI duyulmayı hak etmeyen insanlar yönetiyor da ondan. Bir gün mevcut düzenin değiştiği, saygının egemen olduğu bir futbol dünyası görmek dileğiyle...

* UEFA'nın 21 yaş altı Avrupa Şampiyonası için bastırdığı kitapçıktan alınmıştır.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

İki Dakika Soluklansanız


2010 Dünya Kupası Şampiyonu: İspanya


2008 Avrupa Kupası Şampiyonu: İspanya


2011 21 Yaş Altı Avrupa Şampiyonu: İspanya


2011 19 Yaş Altı Avrupa Şampiyonu: İspanya

İspanya ile Almanya arasında oynanan Euro 2008 finali öncesinde pek çok futbol otoritesi, İspanya'nın çok iyi bir takım olduğu konusunda hemfikirdi. Ancak, kaybetme geleneği kuvvetli olan İber yarımadası sakinlerinin, Gary Lineker'in deyimiyle 22 kişinin oynadığı oyunun kazananı olan Nationalmannschaft'a karşı şanslarının tutmayacağına inananlar da bir o kadar fazlaydı. O maçta Torres'in, Lehmann'ın üzerinden topu ağlara gönderdiği an, futbolda gerçek bir dönüm noktası oldu. Aradan geçen üç yılın sonunda, artık İspanyolların kazanamadığı herhangi bir resmi turnuva bulmakta zorluk çekiyoruz. Bu akşam iki kez geriden gelerek uzatmalarda Çek Cumhuriyeti'ni 3-2 yendikleri U-19 finalinin ardından, UEFA'nın milli takımlar kategorilerinde düzenlediği dört turnuvanın üçünde şampiyonluk unvanını ele geçirdiler. Ardı ardına gelen bütün bu başarılar, Güney Afrika'da kazanılan dünya şampiyonluğu unvanını daha da değerli kılıyor.

Durum öyle dramatik bir hal almaya başladı ki, 17 yaş altı Avrupa Şampiyonu olan Hollandalı gençler, kral kupasını kazanan Real Madrid misali üstü açık otobüsle tur atsalar haklılar. Zira şu an için daha büyük bir yaş kategorisinde İspanyolları geçmek mümkün görünmüyor. (Bu arada yazıyı yazarken gördüm ki, bu hafta İspanyollar kadın futbolunda da 17 yaş altı Avrupa Şampiyonu olmuş. Anlaşılan orada da rakiplere rahat vermeyecekler.)

U-21 ve U-19 kategorilerinde iki kupa kaldırdıkları 2011 sezonu İspanyollar için henüz tamamlanmadı. U-20 Dünya Kupası'nda müzelerine bir kupa daha eklemek için ter döküyorlar ve ilk maçlarından da galip ayrılmayı başardılar. 2012'de ise, önce A Milli Takım olarak üç yıl önce kazandıkları Avrupa Şampiyonu unvanını korumak için Ukrayna-Polonya'da olacaklar, sonrasında ise bu yılın U-21 şampiyonu olan takımları Olimpiyat altınını ülkelerine getirmek için sahaya çıkacak. Saydığım üç turnuvanın da en büyük favorisi konumundalar. Futbol gibi sürprize fazlasıyla açık bir oyunda, kazanan formülü bulmuş gibi görünüyorlar ve futbol severler olarak bir yandan güzel futbollarını takdir ediyor, diğer taraftan ise "işin zevki kaçıyor mu acaba?" diye sormadan edemiyoruz. Ben "Rafa Nadal, Pau Gasol, Alberto Contador, Fernando Alonso..." diyeyim, siz meramımı anlayıp konuyu burada kapatmama yardımcı olun.

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Alman-Türkler Bir Marka: İlkay&Mehmet 11 Freunde Röportajı 2. Bölüm


İlkay Gündoğan ve Mehmet Ekici röportajın ikinci bölümünde milli takım tercihlerinden, Alman-Türk oyuncuların yaşadığı mental değişimden ve gelecek planlarından bahsediyorlar. Öncelikle röportajın ilk bölümünü okumak için aşağıdaki linki kullanabliirsiniz:

Alman Türkler Bir Marka: İlkay&Mehmet 11 Freunde Röportajı 1. Bölüm

11 Freunde: Samimi dostluğunuza karşın milli takım konusunda farklı kararlar aldınız. İlkay Gündoğan gelecekte Alman milli takımı için oynamak isterken, sen Türk milli takımının formasını giymeye başladın. Bu karara nasıl vardın?

Mehmet: Tabii ki bu konu üzerine ailemle uzunca konuştum, ayrıca teknik direktör Guus Hiddink beni aradı ve Münih’te bir görüşmeye davet etti. Orada bana hangi perspektiflere sahip olduğumu gösterdi. Ama bütün konuşmaların ardından sessizlik içinde yeniden düşünmeye ihtiyacım vardı. Sonuçta Türkiye seçimim kalbimle ilgili; çünkü ailemin kökleri o ülkeye dayanıyor.

11 Freunde: Peki senin milli takım teknik direktörü Joachim Löw ile bir konuşman oldu mu?

İlkay: Şu ana kadar onunla konuşmadım ve onda telefon numaramın olduğunu da sanmıyorum. Ama ben burada doğdum, burada yetiştim, bir Alman okulunda okudum ve bir Alman kulübünde oynuyorum. Benim milli takım değişikliği yapmak için bir neden yok. Benim amacım kısa sürede Almanya milli takımının formasını giymek ve bunun tamamen gerçek dışı olmadığını düşünüyorum.

11 Freunde: Sana kararın yüzünden düşmanca davrananlarla nasıl başa çıktın?

İlkay: Bu çok duygusal bir konuydu. O haftalarda sokakta ve internette bana rahatsızlık verenler oldu. Bu hakaretler bizim canımızı acıttı; çünkü bu hesaplanmış şekilde, aslında benim kararımı herkesten daha iyi anlayabilecek olan Alman-Türklerden geliyordu.


11 Freunde: Senin kararını aldığın dönemde, Almanya’da Türk kökenli vatandaşların entegrasyonunun oldukça yoğun şekilde tartışılıyordu. Futbolcular da bu konu üzerine konuşuyorlar mı?

Mehmet: Tabii ki. Futbol sayesinde Almanya’da adapte olmamız gereken bazı kurallar olduğunu öğrendik. Bunlar sayesinde hayatınız yeni bir kalite kazanıyor. Bu nedenle Alman-Türk gençlerinin açık olmalarını diliyorum. Böylelikle Almanya’nın daha iyi bir ülke olması için yardımcı olabilirler.

İlkay: Gerçek şöyle görünüyor: Pek çok Türk kendi küçük dünyalarındaymış gibi yaşıyorlar. İki taraf da daha açık olduğunu ve karşılıklı olarak birbirlerinden bir şeyler öğrenmek istediklerini görebiliyorsunuz.

11 Freunde: Bunun bir kanıtı da, kulüplerde her geçen gün daha fazla Alman-Türk yeteneğinin yer alması. Bu durum neden son yıllarda değişti?

İlkay: Alman-Türk kökenli oyuncuların mantalitelerinde son yıllarda bir değişim yaşandığına inanıyorum. Bizim topu çok seven sokak topçuları olduğumuza dair bir klişe vardı. Bunu bizim yapımızdan kolay kolay çıkaramazsınız; ancak son yıllarda zihinlerimiz daha berraklaştı. Bunu da anne-babalarımızdan öğrendik.

11 Freunde: Bununla neyi kastediyorsun?

İlkay: Ayaklarımız daha çok yere basıyor ve konulara farklı yaklaşmaya başladık. Eskiden Türk futbolcular en küçük başarıda kendilerini en büyük görüyor ve ne isterlerse yapabileceklerini düşünüyorlardı. Bizler, kitleler arasından sıyrılmak için sıkı çalışmamız gerektiğini öğrendik.

11 Freunde: Alman futbolunu oynamak için öğrendiğin özel bir noktadan bahseder misin?

İlkay: Teknik yeteneklerimle her zaman futbol oynayabilirdim; ama bunun her zaman yeterli olmadığını gördüm. Futbolda yalnız savaşçı olarak çok ileri gidilemeyeceğini görmek benim için önemli bir kazanımdı.

Mehmet: Eskiden hepimiz o büyük yıldız olmayı hayal ederdik. Benim için artık bu geçerli değil. Çok daha önemli olan ise, özel niteliklerinizi bir takım olarak doğru şekilde sergilemektir. Bu birleşim sonunda on yalnız hareket eden adamdan çok daha büyük bir silah olabiliyor.


11 Freunde: Alman-Türk futbol yeteneklerinin fark edilmesi için Mesut Özil’in Real Madrid’e transfer olması ne kadar önemliydi?

İlkay: Bu çoğumuz için önemli bir işaretti. Belirli bir şekilde Mehmet ve benim de faydalanabileceğimiz bir akım yarattı. Alman-Türk futbolcular bugünlerde güvenilen bir marka haline geldi.

Mehmet: Bunu kolayca görebilirsiniz. Nuri Şahin Almanya şampiyonunda hayati bir rolü boşuna oynamadı. Şimdi Real Madrid’e gidiyor. Mesut Özil şimdiden dünyanın en önemli kulüplerinden birinin ana karakterlerinden birisi. İlkay ile ben de on yıl önce hayal bile edemeyeceğiniz bir takdir ile karşılandık.

11 Freunde: Nürnberg, Dortmund, Mainz ve Leverkusen bu sezon oldukça fazla genç oyuncuya şans verdi. Bir başka akım mı?

İlkay: Biz genç futbolcuların futbolu çok inatçı bir oyun olarak görmediğine, aksine keyif almayı ilk sıraya koyduğuna inanıyorum. Futbolda her gün mutluluğu buluyorum. Her Bundesliga oyuncusunun otomatik olarak yüklendiği sorumluluğu bu sayede hissetmiyorsunuz.

11 Freunde: Bunu başarılı olduğunuz zaman söylemek kolay, ama bir önceki yıl 19 yaşındayken küme düşme savaşının içindeydin. O durumda her halde pek de eğlenmiyordun.

İlkay: Ama birinin sana gelip: “Haydi şimdi sorumluluk alma vakti” dediği bir durum ortada yok. Buna her oyuncu kendisi karar verir ve her oyuncu da bunun için yaratılmamıştır. Bir önceki yıl durumumuz inanılmaz derecede sertti, bazen tek başına antrenmana giden yol dahi zordu. Bir anda hem medyanın baskısını hem de taraftarların beklentilerini hissetmeye başlıyorsunuz. Bu durumda kendi beklentileriniz de artıyor. Bir teknik direktör oyuncularından ne bekleyeceğini bilmeli ve ona göre hazırlanmalı. Şanslıyız ki biz bunu yapabilen bir teknik direktöre sahiptik: Dieter Hecking.

11 Freunde: O dönemden ne gibi dersler çıkardın?

Mehmet: Başlarda İlkay bana o haftalar hakkında pek çok şey anlattı. Ben Bayern Münih’te böyle bir şeyi bilmiyordum, orada sadece şampiyonluk için yarışılır. Buraya geldiğimde ise ilk duyuru şuydu: “Küme düşmek istemiyoruz.” Önce bu sınıflandırmayı yapmayı öğrenmem gerekiyordu. Şansımıza sezon çok başka yönde gelişti.

İlkay: Ben ufak sinyallere dahi dikkat ederim. O negatif sarmala tekrar düşmemek için her şeyi yaparım. Kazandıktan sonra dahi takım içinde sürekli olarak hatalarımız hakkında konuşuruz; çünkü futbolda bir hafta içinde her şey yeniden değişebilir.


11 Freunde: Dortmund’da birbiriyle iyi kaynaşmış bir ekibe yeni bir isim olarak katılacaksın. Mehmet Ekici’den yeni bir çevreye en hızlı şekilde uyum sağlamak konusunda tavsiyeler almaya başladın mı?

İlkay: Bu yıl bize yeni katılan isimlerden açık davranmanın pek çok kapıyı açabileceğini öğrendim. Yeni kariyer adımımı Borussia Dortmund’da atacak olmaktan dolayı çok mutluyum ve hiç sorun yaşamayacağımı düşünüyorum. Ve bir Gelsenkirchenli olarak ilk defa kendi yolumu bulmak zorundayım.

Mehmet: Kevin Grosskreutz seni kesinlikle evine almaz. Belki ilk hafta Mario Götze’ye taşınırsın.

11 Freunde: Sence o sezonun en iyi oyuncusu mu?

İlkay: Bu yaşta nasıl oynadığına ve insanlara nasıl bir mutluluk yaşattığına bakarsanız, kesinlikle bu yılın en zirve adaylarından birisi.

Mehmet: Onu bu kadar çok övme, sonuçta bu yıl orta sahada forma giymek için senin rakibin olacak.

İlkay: Bunu dört gözle bekliyorum. Sen dikkat et de arkadaş sıralamamda seni arka plana atmasın!

11 Freunde: Önümüzdeki sezon birbirinizi unutmamak için ne yapacaksınız?

Mehmet: Gelecekte boş günlerimiz olacak ve o zaman karşılıklı olarak birbirimizi ziyaret edeceğiz. Ve eğer bir şeyler ters giderse, hafta içi Şampiyonlar Ligi maçlarını izleyeceğim. Orada İlkay’ı Dortmund formasıyla göreceğime eminim.

İlkay: Ama öncelikle beraber tatil yapmaya gidiyoruz. Sahildeyken bir şeyler üzerine düşünmek için yeterince vaktimiz olacak. Ve kesin olan bir şey var: Nürnberg’deki zamanımızı asla unutmayacağım.

Kaynak: 11 Freunde Haziran 2011 Sayısı

1 Temmuz 2011 Cuma

Alman-Türkler Bir Marka: İlkay&Mehmet 11 Freunde Röportajı 1. Bölüm


Gün geçmiyor ki 11 Freunde futbol dünyasındaki güzel hikayelerin bir yenisini okurlarıyla paylaşmasın. Bu güzel derginin geçtiğimiz ay çıkan sayısında, iki Alman-Türk genci Mehmet Ekici ve İlkay Gündoğan, Nürnberg'i altıncılığa taşıdıkları sezon boyunca güçlenen dostluklarından bahsetmişler. Önümüzdeki sezon biri Werder Bremen'de Mesut Özil'in, diğeri de Dortmund'da Nuri Şahin'in yerini doldurmaya çalışacak ve baskı da ikisinin üzerinde olacak. Ancak, onlar şu an hallerinden oldukça memnun görünüyorlar. İşte bu uzun röportajın ilk kısmı:

Nürnberg’den büyük futbol dünyasına: İlkay Gündoğan ve Mehmet Ekici; dostlukları, gizli dans dersleri ve Alman-Türk futbol yeteneklerindeki değişim üzerine konuştular.

11 Freunde: İlkay Gündoğan ve Mehmet Ekici, 2010/11 Bundesliga sezonu sona erdi. Ne kadar üzgünsünüz?

İlkay: Neden üzgün olmamız gerekiyor ki, harika bir sezon geçirdik. FC Nürnberg’in bitime az kala beşincilik için mücadele edeceğini kim düşünürdü? Bir önceki yıl neredeyse küme düşüyorduk, bu nedenle sezon başında pek çok yeni oyuncu aramıza katıldı.

11 Freunde: Ancak yenilerden biri de arkadaşın Mehmet Ekici’ydi. Sen Dortmund’a doğru giderken, birbirinizden ayrılacaksınız. Bu seni üzmüyor mu?

İlkay: Mehmet ile benim gelecek sezon ayrılacak olmamız, profesyonelliğin bir parçası. Dortmund’da kariyerimin yeni adımını atmak istiyorum. Bu durumun üstesinden geleceğiz.

Mehmet: Yakın zamanda aynı şehirde yaşamaya devam etmeyeceğimizi zaten biliyorduk. Bu nedenle şu aralar her dakikayı beraber geçiriyoruz.

11 Freunde: Kiralık oyuncular genellikle takım kimliğine sahip olmamakla suçlanır. Serzenişte bulunanlara nasıl karşılık verdin?

Mehmet: Hangi takımda oynuyorsanız, o takım için her şeyinizi verirsiniz. Ben başarılı olmak istiyorum, yoksa kendime yanlış bir iş seçmişim demektir. Ayrıca insan kiralık oynadığımı dönemde daha fazla motive oluyor; çünkü esas kulübünüze bir kazanç olabileceğinizi göstermek istiyorsunuz. Nürnberg’de bu sezon bu durumdan karlı çıktı.

11 Freunde: Yeni bir çevreye uyum sağlamak senin için ne kadar zordu?

Mehmet: Ailemden ilk defa ayrılmıştım. İlk gün bir otele yerleştim ve orada kendimi hiç iyi hissetmedim. Çatı başıma yıkılmadan önce bir şeyleri değiştirmem gerektiğini düşündüm.


11 Freunde: Ve bunun üzerine takım arkadaşın ve dostun İlkay Gündoğan’ın yanına gittin. Bu birlikte yaşam işi nasıl gözüktü?

Mehmet: İlkay bana evine taşınmayı teklif etti.

İlkay: Öyle bir şey olmadı, sen bana sordun.

11 Freunde: Ve sen de hayır diyemedin?

İlkay: Şu masum ifadeye bir bakın. Kim ona hayır diyebilir ki?

Mehmet: Aha, durum şimdi anlaşılıyor.

İlkay: Yok, benim için hiç sorun değildi. Birbirimizi alt yaş milli takımlarından tanıyoruz ve dostça bir ilişkimiz var.

11 Freunde: İnsanlar beraber yaşadıklarında birbirleri hakkında işte olduğundan daha fazlasını öğrenirler. Birbirinizin hangi gizli tuhaflıklarına şahit oldunuz?

İlkay: Mehmet ev arkadaşı olarak iyi bir iş çıkardı. Bazen bulaşık makinesindekileri yerine kaldırdığı bile oldu. Ortada dırdır edilecek bir durum yoktu.

Mehmet: Eğer ev sahibimi tavanın içine doğrasaydım, işte o zaman kötü bir misafir olurdum. Biz dört eğlenceli hafta geçirdik.

11 Freunde: Hiç açık bırakılmış diş macunu tüpleri, küflenmiş tencereler veya temizlik planı üzerine çıkan kavgalar yok muydu?

İlkay: Şansımıza bir temizlikçi kadın vardı, bu işleri oldukça kolaylaştırdı.

Mehmet: İkimiz de ev işlerinde iyi erkekler değiliz. Bir keresinde ikimize makarna pişirmeye kalktım…

İlkay: …sonra da tencereyi ocakta unuttun. Her şey duman içinde kaldı ve biz de yemek için dışarıya gittik. İkimizin de yeteneklerinin ev işlerini kesinlikle kapsamadığı söylenebilir.

11 Freunde: Bir aylık ev arkadaşlığının ardından sonuçlar nasıldı?

İlkay: İnsan birisini bir ay boyunca her an görüyorsa ve buna rağmen ona kızmıyorsa, bu iyi bir işarettir. Daha öncesinde iyi arkadaştık; ancak bir aylık ev arkadaşlığının ardından gerçek dostlar haline geldik.

Mehmet: Gerçekten kardeş gibiyiz. Eğer ailemiz yanımızda değilse, bütün günü birlikte geçiriyoruz. Akşamları Şampiyonlar Ligi maçlarını birlikte izlediğimiz ve saat geç olduğu için İlkay’da kaldığım zamanlar oldu.

11 Freunde: Profesyonel futbolun içinde gerçek dostluklar var mı?

İlkay: Bazen futbolda dostluklar kurmak zorunludur; çünkü takım arkadaşlarını daha iyi anlamak başarıya ulaşmayı kolaylaştırır. Bu sezon bunu gösterdi. Ama futbol gerçek dostluklara giden yolu kolaylaştırır da. Sizinle aynı yaşlarda olan ve şeylerle ilgilenen pek çok insanla karşılaşırsınız.

11 Freunde: Futbol, futbol, futbol.

İlkay: Açıkçası boş zamanımızda futbol üzerine hiç konuşmayız. Birbirimizle paylaşacağımız başka ilgilerimiz de var: Müzik, filmler, kızlar.

Mehmet: Birlikte önemli şeyleri kendi lehimize çevirebiliriz. Ve çoğu sıklıkla ne olduğunu anlamak için bir bakış bile yeterlidir. Bu önemli; çünkü futbol hakkında o kadar çok düşünmemeniz gerekir. Ve kesinlikle her şey onun etrafında gerçekleşmiyor.

11 Freunde: Bu yıl İlkay Gündoğan için özellikle zordu; çünkü profesyonel kariyerinin yanında lise bitirme sınavına girmesi girdi. Sonuçlar belli oldu mu?

İlkay: Geçtim; ama ortalama bir sonuçla. Ama daha fazlası mümkün değildi; çünkü futbol çok fazla zamanımı alıyor. Bu nedenle geçtiğim için gururluyum. Eğer kulübümün ve okulumun desteği olmasaydı bu mümkün olmazdı.

11 Freunde: Mehmet Ekici deplasman yolculuklarında sana derslerin hakkında sorular soruyor muydu?


İlkay: Kesinlikle hayır. Bu her şeyi daha kötü yapardı.

Mehmet: Bir keresinde İlkay’ın matematik kâğıtlarına baktım ve hemen hiçbir şey anlamadım. İnanıyorum ki, ona pek yardımım dokunmazdı.

İlkay: Haftada iki kez sabah sekizde okula giderdim, sonra da oradan antrenmana koştururdum. Öğleden sonra genellikle beni Matematik sınavlarına hazırlayan bir öğretmen ile buluşurdum. Ve ikinci antrenmanın arkasından da akşamları hep bir şeyler daha öğrenirdim.


11 Freunde: Bu ikili yükün altında nasıl konsantre olabildin?

İlkay: Bazen ara vermeniz gerekir. O anlarda bana Mehmet yardımcı oldu. Ayrıca, takımın durumuma anlayış göstermesi de beni memnun etti. Beni yüzde yüz destekleyen teknik direktörlerim Dieter Hecking ve geçen sezon Michael Oenning gibi. İşler daha farklı da yürüyebilirdi.

11 Freunde: Felix Magath Schalke 04’ün başındayken, genç oyuncusu Julian Drexler’e profesyonel kariyerine konsantre olabilmesi için lise bitirme sınavına girmemesini tavsiye etmişti.

İlkay: Ben Gelsenkirchen doğumluyum ve oradaki durumu biraz biliyorum. Kulüp bir okulla yakın temas halinde. Sanıyorum bu yanlış bir sinyaldi. Belki bazı genç oyuncular beni örnek alırlar ve her iki işin eş zamanlı olarak yapılabileceğini anlarlar.

11 Freunde: Okul balosundaki kavalyenin ismi Mehmet Ekici miydi?

İlkay: Ona teklifimi şöyle yaptım: “Eğer tıraş olur ve güzel bir kıyafet giyersen benimle gelebilirsin.”

Mehmet: Ne yazık ki bu teklifi reddetmek zorunda kaldım; çünkü sezonun son maçı için antrenman kampındaydık. İlkay ekstra izin almıştı.

İlkay: Ama ben de orada çok uzun kalmadım. Belki de iyi bir dans partnerim eksikti. Onun yeteneğini sezon başlamadan önceki kampta gördük.

11 Freunde: Büyük güne çalışmak için kendini diskoya mı attın?

Mehmet: Hayır, hayır. Kaprun’da (Avusturya) her yeni gelen oyuncu bir gösteri yapmak zorundaydı. Kıyafetler ve gösteri için gereken her şey ile birlikte. Birkaç başka kişiyle birlikte koreografiyi çalıştık ve dans ettik.

İlkay: O kadar profesyonel göründü ki, seni “Almanya süper starını arıyor” (Deutschland sucht den Superstar) yarışmasına kaydettirmek istedik.

Mehmet: Sen nereden bileceksin ki, o ara gülmek için masanın altındaydın.

İlkay: Böyle organizasyonlar bilmeden takımı güçlendiriyor. İnsanlarla konuşup gülebileceğiniz bir şeylere sahip oluyorsunuz. Ve Mehmet, inan bana senin o performansına bugün bile hala gülüyoruz.

28 Haziran 2011 Salı

İspanya 2 - 0 İsviçre (U21): Tiki Taka Projesi Devam Ediyor


Cumartesi günü İspanya ile İsviçre arasında oynanan 21 yaş altı Avrupa Şampiyonası finalini yerinde izlemek için Aarhus kentine gittim. Stadyumun önündeki taraftar mağazasından anı olarak bir Danimarka atkısı alırken, yanımdaki kız bir İspanya bayrağı almak istedi. Satıcının cevabı, maçtan önce oluşan atmosferi gören kimseyi şaşırtmayacak cinstendi: "İspanya bayrağı kalmadı. Aslında, İspanya'yla ilgili hiç hediyelik eşya kalmadı."

Tarihte tarafsız izleyiciler tarafından bu kadar çok benimsenen ikinci bir milli takım var mıdır, merak ediyorum. İspanyollara duyulan bu sevginin kaynağı ise kuşkusuz FC Barcelona ve kusursuza yakın şekilde sahaya koydukları pasa dayalı ve hücuma dönük futbol anlayışı. Stadyuma gelen taraftarların üzerindeki Barcelona formalarının sayısı Blaugrana'ya, sahada olmadığı bir maçta en çok forması giyilen takım unvanını kazandırmış olabilir. Anlaşılan Danimarkalılar, İspanya ümit milli takımının finale kalmasını, tiki-taka futboluna sevgilerini sunmak için bir fırsat olarak görmüşler.

İspanya'yı durdurmak gibi zorlu bir göreve soyunan takım İsviçre. Finale kalarak 2012 olimpiyatlarına katılım hakkını elde eden İsviçreliler, finale gelene kadar gol dahi yemediler. Buna rağmen finali kazanmaları büyük bir sürpriz olarak görülecek. Bu sürprizi gerçekleştirmek için Arnavut kökenli yıldızları Xherdan (Shaqiri)Şakiri'ye güveniyorlar. Bir de akıllarının bir köşesinde, A milli takımlar düzeyinde bir resmi maçta İspanya canavarını dize getiren son takım olduklarını akıllarının bir köşesinde tutuyorlardır.

Artık sahaya dönme vakti. İki takım da 4-2-3-1 dizilişiyle sahaya çıkıyor. İspanya A milli takımının asimetrik dizilişini bir kenara koyarsak, sanıyorum Euro 2012'de de sıklıkla göreceğimiz diziliş bu olacak. Alışılageldik şekilde topa hakim olan takım İspanya; ancak büyük yaş kategorilerinde gördüğümüz kusursuzluğun biraz uzağındalar. İlk 30 dakikada Adrian'ın cılız şutu dışında pozisyon üretemiyorlar. Gole ilk yaklaşan takım ise beklenenin aksine İsviçre oluyor. Şakiri, ceza sahası içinde topla buluştuktan sonra rakibinden sıyrılıp topu sağ üst köşeye gönderiyor, De Gea reflekslerinin ne kadar iyi olduğunu ispat eden bir kurtarışla takımının skorda geriye düşmesinin önüne geçiyor.



Düşük tempoda devam eden ve 0-0 biteceğe benzeyen ilk yarının sonuna doğru İspanya, geçiş (transition) oyunlarını ne kadar iyi oynadığını ve boş alanları bulmakta ne kadar usta olduklarını gösteren bir gole imza atıyor. Orta sahada üstünlüğü ele geçiren İspanyollar, Mata ile bir anda topu ters kanada açıyorlar. Ters kanada çevrilen topla buluşan sol bek Didac Vila topu, harika bir zamanlamayla ceza sahasına giren Ander Herrera'ya doğru ortalıyor ve Herrera topu kafayla ağlara gönderiyor. Pres sırasında ters kanadı boşaltan İsviçre, bunun bedelini 4 savunmacıyla beklerken çaresizce gol yiyerek ödüyor. Kafa golünün İspanya'dan alıştığımız gollere benzemediğini not düşelim.

Tiki-taka futbolunun temsilcileri skorda öne geçtikten sonra durumu tersine çevirmenin rakipler için ne kadar zor olduğu, futbolu takip eden herkesin malumu. İsviçreli oyuncular da bunun farkındalar ve İspanya'nın presi nedeniyle orta sahayı geçmekte zorlandıkça yüzleri düşmeye başlıyor. Yapılan oyuncu değişiklerinin sahada herhangi bir sonuç vermediğini görüyoruz. Yine de 70'li dakikalarda iki duran top pozisyonunda fırsat yakalıyorlar. Şakiri'nin ceza sahasına kestiği toplar, İspanyolların adam paylaşımı yapamamaları üzerine tehlikeye dönüşüyor. Özellikle stoper Timm Klose'nin kafa vuruşunda direğin yanından dışarıya çıkan top, maçın kırılma anını oluşturuyor.



Maçta son sözü söyleyecek olan ise, "Made in La Masia" etiketiyle sahaya çıkan ve kalitesini ortaya koyan Thiago Alcantara. 81. dakikada oyuncu değişikliği yapılırken bir an konsantrasyonunu kaybeden İsviçre kalecisi Sommer'i 40 metreden avlayarak maça son noktayı koydu. 1994 yılında Brezilya ile Dünya Kupası şampiyonu olan babası Mazinho'dan aldığı genlerden ötürü, La Masia kültürünün getirdiği "basit mükemmeldir" felsefesini bazen bir kenara bırakıp şova dönük oynamaktan hoşlanıyor. Önümüzdeki yıl Xavi ve Iniesta'nın yedeği olarak verilen görevi yerine getirecek yeteneğe sahip. Bir adım ötesine geçip bu isimlerden formayı kapabilecek mi? Bu yıl için zor gözükse dahi ilerisi için olumlu sinyaller veriyor. Bu arada Thiago'yu sahada ikinci kez canlı olarak izledim ve ikinci maçta da golünü atmayı başardı, bu nedenle kendisiyle aramda özel bir bağ oluştuğunu da eklemem gerekiyor. (Kendisini ilk olarak Nisan ayında oynanan Almeria maçında Camp Nou'da izlemiştim.)

Maçın sonunda beklendiği gibi kupa kaptan Javi Martinez'in ellerinde havaya kalktı. Tiki taka oyununa pek yatkın olmayan, daha çok klasik tip bir ön libero olan Javi Martinez'in fiziki mücadeleden çekinmeyen yapısı ve savaşçı oyun kimliği kaptanlığa yakışıyor. Viking ruhlu oyuncunun Danimarka'da kupayı kaldırması da ayrıca hoş bir ayrıntıydı. Iker Muniain ve orta sahanın parlayan yıldızı Ander Herrera'yı da eklediğimizde, Athletic Bilbao önümüzdeki sezon izlemeye değer bir kadroya sahip görünüyor.

İspanya kadrosunun genel anlamda kalitesini ortaya koymak için oynayan isimlerden önce yedek kulübesine bakmak lazım. Bojan Krkic, 2007 yılında u-17 seviyesinde şampiyon olurken sırtında taşıdığı takımda bugün yedek beklemek zorunda. Yanında bekleyen diğer isimlerden bazıları Parejo, Jeffren, Diego Capel ve Azpilicueta. Sahadaki isimlerden Juan Mata, şimdiden Valencia gibi Şampiyonlar Ligi seviyesindeki bir takımın en büyük yıldızı konumunda. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde, 2010 Dünya Kupası'nın ardından yazdığım Bir proje olarak İspanya kadrosu yazısındaki tiki taka projesinin yola tam gaz devam ettiğini görüyorum. A takıma gelirken sadece oyunun inceliklerini değil, kazanma geleneğini de öğrenen genç ekibin son hedefi ise, önümüzdeki yıl olimpiyat altın madalyasını İspanya'ya götürmek olacak.