31 Mayıs 2011 Salı

Milli Takım Havuzu: Bir Yılın Ardından


Milli takımımızın Hiddink ile çalışmalara başladığı Amerika kampının üzerinden yaklaşık bir yıl geçti. Ciddi bir oyuncu sirkülasyonunun yaşandığı bu bir yıl boyunca, istikrarsız sonuçlar ile karşılaştık. Bir yıl içinde, Euro 2012 elemelerinde A grubunda Almanya beklendiği gibi grup liderliğini ele geçirdi ve liderliği kimseye bırakmaya niyeti yok. Belçika ile oynayacağımız karşılaşmadan avantajlı bir sonuçla ayrılırsak play-off biletini büyük ihtimalle cebimize koyacağız. Şimdi bu kritik karşılaşma öncesi kadronun nasıl şekillendiğine bakalım.

Milli takımla ilgili havuz yazılarına Hollanda maçı öncesinde başlamıştım; çünkü o maç için seçilen kadro Hiddink'in gelecek kurgusunda hangi oyuncuların yer alacağını gösteriyordu. O günden bu yana tam 11 oyuncu Hollanda, G.Kore, Avusturya ve Belçika maçlarının tümünde aday akdroda yer aldılar. Sabri, Emre, Nuri ve Emre Güngör de sakatlık yaşamadıkları takdirde kadroda yer aldılar. Bir yıl sonra oynanacak Avrupa Şampiyonası'na katılmamız halinde seçilecek olan 23 kişilik kadroyu kestirmek ise hala güç.

Hiddink'in şu an itibariyle bu 23 meselesini kafaya taktığını zannetmiyorum. Zaten Belçika maçı öncesinde 27 kişilik geniş bir kadro seçimi yaptı. Avusturya maçının ardından kadroya 8 yeni isim çağrılırken, 5 isim kadrodan çıkarıldı (Hamit'in de kadrodan çıkarılmasıyla bu sayı 6'ya yükseldi). Avusturya maçında orta sahada görev yapan yeni Madridistaların yerine kimlerin görev yapacağı da merak konusu. Bu sorunun cevabı, Hiddink'in orta saha tercihiyle doğrudan ilişkili olacak. Emre ve Sabri bu isimlerin yerine doğrudan dahil olduğu benzer bir diziliş mi, yoksa daha geride kurulan ve Mehmet Topal'ın kullanıldığı klasik bir 4-3-3 mü göreceğiz? Her koşulda topu ayağında tutabilen bir orta sahaya sahip olacağımızı düşünüyorum ki, bize sonucun ön planda olduğu bu maçta büyük avantaj sağlayacaktır.

Şimdi son kadro seçimlerinin ardından kadronun nasıl şekillendiğine ve havuzdaki son duruma bakalım. Havuzda yeri değişen futbolcular koyu ile yazılmıştır. Son bir notu da transferler için düşmem gerekiyor. Transfer olan oyuncuların takımlarını henüz değiştirmedim. Eğer bu kadro bir şampiynoa için açıklanmış olsaydı, oyuncular geçtiğimiz sezon görev yaptıkları takımları temsil ediyor olacaklardı. Buradan hareket ederek takımlarda değişikliğe gitmedim.

Kadroya Girenler: Tolga Zengin, Engin Baytar, Sabri Sarıoğlu, Egemen Korkmaz, Çağlar Birinci, Gökhan Töre, Emre Belözoğlu, Selçuk Şahin

Kadrodan Çıkanlar: Mert Günok, Hakan Balta, Yekta Kurtuluş, Nuri Şahin, Tunay Torun

As Oyuncular:


Kale: Volkan (FB)
Defans: Gökhan Gönül(FB), Sabri, Servet(GS)
Orta Saha: Arda(GS), Hamit(Bayern), Emre(FB)
Forvet: Kazım(GS), Semih(FB)

Yükselişteki Oyuncular:

Kale: Onur (TS)
Defans: İsmail (BJK), Serdar Kesimal (Kayseri)
Orta Saha: Nuri Şahin (B.Dortmund), Selçuk İnan (TS), Mehmet Ekici (Nürnberg), Yekta(GS)
Forvet: Umut, Burak (TS)

Geniş Kadrodakiler:

Kale: Sinan Bolat (S.Liege)
Defans: Emre Güngör(G.Antep), Gökhan Zan, Hakan Balta, Çağlar(GS)
Orta Saha: Mehmet Topuz, Selçuk Şahin (FB), Ceyhun Gülselam (TS), Mehmet Topal (Valencia), Serkan Balcı(TS)
Forvet: Halil (E.Frankfurt), Mevlüt (PSG), Tuncay(Wolfsburg)

Yeni Gelenler:


Kale: Mert Günok(FB), Ufuk (GS), Tolga Zengin (Trabzon)
Defans: Ersan Adem Gülüm (BJK), Gökhan Süzen (İ.B.B), İbrahim Öztürk (Bursaspor), Eren Aydın (Manisaspor), Egemen Korkmaz (Trabzon)
Orta Saha: Necip (BJK), Özer (FB), Yiğit İncedemir (Manisa), Engin Baytar (TS), Orhan Gülle (Gaziantep), İbrahim Akın (İ.B.B)
Forvet: Nadir Çiftçi (Portsmouth), Batuhan Karadeniz (Eskişehir), Tunay Torun(Hamburg), Cenk Tosun(G.Antep), Gökhan Töre (Chelsea)

Yaş Haddi:

Kale: -
Defans: Ömer (Bursa)
Orta Saha: Aurelio (BJK)
Forvet: Nihat (BJK)

Gözden Çıkanlar:


Kale: Hakan (BJK)
Defans: Caner (FB), İ.Toraman (BJK)
Orta Saha: Sezer Öztürk (Eskişehir), Volkan Şen, Ozan İpek (Bursa)
Forvet: Turgay, Sercan (Bursa)

24 Mayıs 2011 Salı

Spot ışıkları #8: Ultras Ahlawy ve Arap Baharı


Arap Baharı'na dair yazıların sonuncusunda, bu hareketi bir şekilde blogun içeriğine bağlamam gerektiğine inandım. Sağ olsun 11 Freunde dergisi, tribün gruplarının sosyal yaşamda ne tür roller oynayabileceklerine dair ilginç bilgiler edinilecek bir yazıyla imdadıma yetişti. Arap Baharı'nı inceleyen son yazı; Al-Ahly takımının, Mısır'daki devrim hareketine katılan taraftar grubu Ultras Ahlawy'nin lideri Amr Fahmy ile yaptığı röportajı içeriyor.

Amr Fahmy; ünlü blogger Alaa Abd El-Fattah, Arap televizyonu El-Cezire'de: " Al-Ahly'nin ultras'ı(taraftar grubu), Mısır Devrimi sırasında diğer siyasi partilerden daha önemli bir rol oynadı." açıklamasını yaptı. Bu doğru mu?

Kısmen doğru, çünkü mesaj yanlış bir noktaya gidiyor: Mübarek'in Mısır'ında, kendi Ulusal-demokrat partisi de dahil olmak üzere partiler yalnızca kağıt üstünde varlardı. Batı'dan bu demokrasi olarak görülüyordu; ancak gerçek farklıydı. Devrim sırasında bizim Ultras grubumuz da diğer bütün gençler gibi sokaktaydık. Bizim farkımız organize olmamızdı. Bunun da nedeni, Mübarek Diktatörlüğü döneminde tek gerçek muhalefet olmamızdı.

Grubunuzun nasıl bir organizasyonu var?

"Ultras Ahlawy", kulübün en büyük taraftar grubu. Üyelerimiz Kahire'nin her yerinden geliyorlar. İskenderiyeli "Ultras Devils" grubuyla birlikte, 40000'e yakın taraftarın olduğu Kuzey tribünü Talta Chimal'i kontrol ediyoruz. Bu iki büyük grup da, iki lider tarafından temsil edilen farklı küçük gruplara ayrılıyor. Her hafta buluşuyoruz ve önümüzdeki maçın planını beraber yapıyoruz: Koreografi için ne kadar materyale ihtiyacımız var? Kim aylık aidatını henüz ödememiş? Ama grubumuza ait bir yerimiz veya her zaman buluştuğumuz bir mekan yok. Bu, geçmişte polisin bize karşı eyleme geçmesini kolaylaştırırdı. Belki şimdi böyle bir yer belirleyebiliriz.

Amerikan dergisi "Sports Illustrated", Al-Ahly'nin yalnızca Afrika'nın en büyük kulübü olmadığını, ayrıca kıtanın en politik taraftarlarına sahip olduğunu yazdı.

Açıkçası kulübümüzün milliyetçi bir geçmişi var. Al-Ahly, İngiliz sömürgesi olduğumuz dönemdeki ilk Mısır kulübüydü ve 1919'da İngilizlere karşı olan devrime önderlik eden Saad Zaghlul, sonrasında Al-Ahly'nin başkanlığını yaptı. Biz grup olarak siyasi değiliz; içimizde komünistler de, liberaller de , anarşistler de, İslamcılar da var. Bizim aramızda yalnızca Mübarek sempatizanlarını bulamazsınız.


Mübarek karşıtlığınız nasıl oluştu?

2007'deki kuruluşumuzdan bu yana, kendimizi Mübarek'in polislerine karşı savunduk ve bu nedenle basın tarafından teröristler ve vahşi holiganlar olarak gösterildik. İtiraf etmeliyim ki, biz de onları çiçek atarak karşılamadık.

Futbol muhabiri Davy Lane, Mübarek yanlılarıyla olan kavgalarda Ultras taktiklerinin kullanıldığını şu şekilde yazdı: "Taş atanlar, araçları ateşe verenler ve cephanelik olarak kullanılan vidaları sağlayacak olanlar önceden belirlenmişti." Sizin gözlemlerinizle uyuşuyor mu?

Bu betimlemeler daha çok, devrimin başlangıcında sokaklara çıkmayıp, sonrasında Mübarek yanlılarıyla olan kavgalarda yardımcı olan Müslüman Kardeşler'e uyuyor. Biz sokak çatışmalarında aynı stadyumda yaşanan çatışmalarda olduğu gibi davrandık: Coplarını çıkaran polislere yolu kapattık. Ve inanın ki, geçmiş yıllarda bizleri darp eden polislere dair pek çok tecrübe edindik. Bu bir savaştı ve biz kazandık.

Sizin grubunuzdan kurban verilenler var mıydı?

İki ultras üyesi sokak savaşları sırasında hayatlarını kaybettiler. 25 ve 28 Şubat'ta polisler tarafından vurularak öldürüldüler. İçimizden kaç kişinin hafif veya ağır yaralar aldıklarını tam olarak söyleyemem. Ancak eminim ki sayı çok yüksekti.

Ultras grubunuz yalnızca şiddetli sokak çatışmalarında yer almadı, ayrıca organize hareket etmeleri nedeniyle de övüldü. Bunu nasıl yorumlamalıyız?

Benim için, samimi söylüyorum, bu kahramanlık övgüleri biraz fazla. Biz şehitler olarak anılmak istemiyoruz; ama Ultras grubu bir yönüyle diğer öfkeli genç Mısırlılardan farklıydı: Bizim polisten korkumuz yoktu; çünkü biber gazı ve sallanan coplar bizim için yeni bir şey değildi. İnsanlar sokakta savaşırken bizim en önde bulunmamız gayet anlaşılabilir bir durum.


Gösteriye katılan gruplar müzelerin yağmalanmasını engellerken de orada mıydınız?

Evet, bizden bir grup oradaydı. Ama özel bir dirençle karşılaşmadık. Her Mısırlı müzelerin anlamını bilir, ve hepimiz bir grup aptalın kaosu kullanarak Mısır'ın geçmişini tahrip etmesini engellemek isteriz. Bunu, polisin hiç bir zaman ortalıkta olmamasına karşın başardık.

En büyük rakibiniz olan Zamalek SC'nin Ultras grubunun Mübarek'in saflarında kavgaya katıldığına dair söylentiler var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Prensip olarak rakibimiz üzerine tek kelime etmek istemiyorum.

Kuzey Afrika'daki devrimler ilk olarak Tunus'ta başladı. Orada da futbol taraftarları aktifler miydi?

Aslına bakarsanız dostlarımız olan Esperance Tunis Ultras grubu, Tunus'ta bizim Mısır'da oynadığımıza benzer bir rol oynadılar. Onlar bizim ruh kardeşlerimiz, bizimle benzer sosyal arka plana sahipler ve onlar da yıllardır polisle mücadele ediyorlar. Biz de zaten uzun süredir iletişim halindeyiz, birbirimizi pek çok kere ziyaret ettik. Ve tabii ki politika üzerine de konuşuyoruz.

Devrim hareketinin başlamasıyla birlikte futbol maçları yasaklanmıştı, şimdi maçlar tekrardan oynanmaya başlandı. Peki neler değişmişti?

Normalde maçlar polis kontrolünde geçerdi. Maçtan bir önceki gün polislerin bizim giriş kapımızda beklediğine ve bizleri hapse attığına pek çok kez şahit olduk. Polis bize pislikmişiz gibi davranıyordu.Bugün işler değişti ve kulüp yönetimi de stadyumun güvenliği konusunda bize güveniyor. Baskı altında geçen bütün o yıllardan sonra bu tarihi bir andı.

İlk seferinde stadyumdaki atmosfer nasıldı?

Bunu kelimelerle tarif etmek imkansız, öyle nefes kesiciydi ki! 18 Mart'ta Afrika Şampiyonlar Ligi elemelerinde Talta Chimal'i kırmızıya boyadığımızda, herkes tezahürata başladığında, işte o zaman herkes özgürlüğü tam anlamıyla o anda hissetti. İnsanların suratında şunlar okunabiliyordu: Burada, artık korku duymalarına gerek kalmayan özgür Mısırlılar var. Büyüleyiciydi.

Devrim sırasında tribünde bir şeyler değişti mi?

Kesinlikle. Mübarek rejimi organize genç futbol taraftarlarına göze batan çöp muamelesi yapmaktaydı. Futbol hastası bir millet olmamıza karşın; taraftar kültürü, özellikle de Ultras kültürü, Mısır'da on yıllar boyunca baskı altındaydı.


Artık pislik olarak değil de, özgürlük savaşçıları olarak görülüyor olmak nasıl bir duygu?

Biz sadece polis ve Mübarek için pisliktik, onların dışında bize önceden de saygı duyuluyordu. 2008'de Kamerun temsilcisi Coton Sport Garoua'ya karşı oynayıp kazandığımız Şampiyonlar Ligi finalinin ardından, teknik direktörleri "Al-Ahly bugün sahada bir kişi fazlaydı, o fazlalığı yaratan da Ultras grubuydu" açıklamasını yaptı. Gazetta dello Sport bizi "cehennem Kurvası" olarak adlandırdı. Ve 2009'da iki aylık bir boykota gittiğimizde, oyuncular bize yeniden stadyuma dönmemiz için mektuplar yazdılar.

Baharda hür bir oylama için yolu açan anayasa referandumuna katıldınız mı?
Tabii ki. Bunun için savaştık, bunun için insanlar kötü olaylara maruz kaldılar. Mübarek döneminin sona ermesinin ardından yapılan referanduma 18 milyon Mısırlı katıldı. Şanlı ulusumuz için tarihi bir andı.

Hangi partiye oy vereceğinize şimdiden karar verdiniz mi?

Biraz ileri gittiğimin farkındayım; ama benim partimin ismi "Ultras Ahlawy".

Amr Fahmy, bu röportaj için fotoğraf çekmemizi istemediniz. Hala baskılardan mı korkuyorsunuz?

Hayır, bunun başka bir sebebi var: Cevapları ben verdim; ama grubumuz adına konuşuyorum. Ve ben "Ultras Ahlawy"nin yalnızca küçük bir parçasıyım. Benim yüzümün kimseyi ilgilendirmediğini düşünüyorum.

Not: Fotoğraflar romanistabukowski.blogspot.com adresinden alınmıştır.

20 Mayıs 2011 Cuma

Spot Işıkları #7 - Arap Baharı 2. Bölüm


Arap Baharı'nı değerlendiren ilk yazıda, hareketi tetikleyen unsurların neler olduğuna değinmiştim. İkinci bölümde ise bu hareketin gündeme taşıdığı bazı konular üzerine değerlendirmeler yapmak istiyorum. Bu amaçla, Arap Baharı'nın gündeme getirdiği veya muhtemelen getireceği konuları üç başlığa ayırdım.

1) İnternet Kuşağı Demokrasi Peşinde


Arap Baharı dünya kamuoyunda tartışılırken; facebook, twitter gibi sosyal iletişim ağlarının bu örgütenmede oynadığı rol ağızlardan düşürülmedi. Bunun arkasında yatan iki sebebin, lidersiz bir devrim hareketine ilk defa tanıklık edilmesi ve bazı medya kuruluşlarının vurguyu "halk hareketi" kavramından alıp, Batı kültüründen etkilenen yeni kuşak deyimini kullanmak istemesi olduğunu düşünüyorum.

Öncelikle bu lidersiz devrim ve internet üzerinden örgütlenme kavramlarına göz atalım. Lidersiz bir "devrim" hareketi, değişen koşullardan ziyade, hareketin altında ideolojik bir temellendirmenin olmamasından kaynaklansa da; iletişim teknolojilerinde değişen topolojinin bu hareketlerde oynadığı rolü yadsıyamayız. Vizontele'den bir alıntıyla, "Zeki Müren'in de bizi görebildiği" yeni iletişim ağları; ağın kendisini, bilgiyi paylaşan merkezden daha önemli kılıyor. Haberleşmek için geçen sürenin mikro ve nano-saniyelerle ölçüldüğü internet dünyasında, 23 yıllık Mübarek iktidarının 29 günde sona ermesi çok da şaşırtıcı değil.

Mevcut ağ yapılanması, dünyanın her yerinden insanlara birey olarak kendilerini ifade etme hakkı tanıyor. İnternetin, farklı sosyal katmanlardan insanların bir araya gelmesini kolaylaştırması da hareketleri hızlandıran önemli bir faktör oldu. Ayrıca, Orta Doğu'da büyük çoğunluğun 25 yaşın altında olması da, teknolojinin daha kolay benimsenmesini sağlıyor. Batı dünyasında, "Benim kızımın cep telefonuyla her gün 99 farklı açıdan çektiği fotoğrafları yayınlamak için kullandığı facebook, nasıl oluyor da halk hareketini tetikliyor?" gibi soruların sorulmasını doğal karşılıyorum. Bu konu için yorumum, sosyal iletişim ağlarının katkısının, yalnızca bireyin varlığını ispat etmesine olanak sağladığıdır. Kişinin, kendini üretim üzerinden mi yoksa tüketim üzerinden mi tanımlayacağı, tamamiyle tercih meselesidir.

2) Gerçek "Post-kolonyal" Devrim mi?


Tahrir meydanının isminin özgürlük anlamına gelmesinden yola çıkan bazı yazarlar, Arap Baharı'nı gerçek post-kolonyal devrim olarak tanımlamışlar. Arap halklarının taleplerini ortaya koydukları onurlu duruşlarına saygı göstermeme ve Batı'nın; Arapların ve Müslümanların demokrasiye kültürel nedenelerle ulaşamayacağı şeklindeki kibirli tavrını bir kenara bırakmasına neden olan hareketi takdir etmeme karşın, bu harekete devrim adını vermenin fazla iddialı olduğu kanısındayım.

İlk sıraya, hareketin öncü gücü olan internet gençliğinin, bağımsızlığa gidecek yolu açacak olan ideolojik altyapıdan yoksun olmasını koyuyorum. Sosyo-ekonomik faktörlerin itici güç olmasına karşın, hareket boyunca ana sloganın demokrasi olarak kaldığını ve yeni bir ideolojik yapılanmanın oluşmadığını gözlemledik. Şimdilik "üçüncü yol" olarak tanımlanan bu hareket, kendisinden önceki "post-kolonyal" süreçte, bölgede hakim iki ideoloji olan milliyetçilik ve politik İslam'a karşı kendini nasıl konumlandıracak? Kadın hakları, işçi hakları gündeme ne ölçüde gelecek? Bu soruların yanıtlarını henüz bilmiyoruz. Mevcut tabloda, demokratik yapılanmada en güçlü örgütlenmelerin yine milliyetçilik ve İslam çatıları altında olacağı görülüyor.

3) Yeni Rejimlerin İsrail ile İmtihanı


Obama yönetimindeki ABD hükümeti, yeni demokratik yapılanmaların içinde olası El-Kaide örgütlenmelerinin güç kazanmasını engellemek için elinden geleni yapıyor. Bin Laden'in öldürülmesinin ardından böglede ciddi karışıklıkların yaşanmamış olması da, ABD'nin bu konuda şu ana kadar işleri istediği doğrultuda götürebildiğinin göstergesi. Ancak, herkesin bildiği bir gerçek var ki, İsrail - Filistin arasında barış süreci tamamlanmadığı sürece, Orta Doğu'da radikal örgütlerin iktidarı ele geçirmesi her zaman için olası. Savaşın kin ve nefreti körüklediği bölgede, İslamcı örgütlerin kamuoyu desteği kazanmasının önüne, yalnızca örgüt liderlerini yok ederek geçmek imkansız.

Obama, bu konuda adım atarak, barış sürecinde 1967 Arap-İsrail savaşı öncesi sınırlarının temel alınması gerektiğini açıkladı; ancak Netanyahu ile yaptığı görüşmelerden herhangi bir sonuç alınamadı. Bu süreç olumsuz devam ederse (ki aksi yönde bir gelişme olacağına inanan var mı bilmiyorum), henüz kurulmayı dahi başaramamış demokratik rejimler, İsrail - Filistin gerginliğinin yarattığı kriz dönemlerinde, karşı-devrim hareketleriyle karşı karşıya kalacaktır.

Fotoğraflar:

guardian.co.uk
time.com

19 Mayıs 2011 Perşembe

Spot Işıkları #6 - Arap Baharı 1. Bölüm


Spot Işıkları'nın bu bölümünde Arap Baharı'nı tartışmak istedim. Diğer yazılara göre biraz uzunca olacağı için "hikayenin bugüne kadar olan kısmı" ve "önümüzdeki süreç" üzerine iki ayrı yazı hazırlamaya karar verdim. Bu ilk bölüm, bugüne kadar yaşanan sürece yoğunlaşıyor.

90'larda Huntington'ın medeniyetler çatışması tezlerinin gündemde olduğu dönemde, Arap dünyası ve genel olarak İslam Dünyası; güçlü liderleri seven, uyuşuk toplumlar olarak görülmekteydi. Bu nedenle Arap diktatörlere karşı bir hareket herkesi şaşırttı. "Nasıl başardılar?", "Neden şimdi?" soruları etrafta dolanırken, Mısır'da ordunun müdahalesi ve Libya'da Kaddafi'nin kendi halkına ateş açması üzerine Batılı devletlerin müdahale kararı, durumu bir halk hareketi olmaktan çıkarıp, çok bilinmeyenli bir denkleme dönüştürdü. Obama'nın 2009 yılında Kahire Üniversitesi'nde yaptığı konuşmayla Orta Doğu'da başlayan yeni süreç, Obama'nın bugünkü açıklamalarıyla yeni bir döneme gireceğe benzerken, hareketlerin başlangıcında sorulan sorular ve bugün gelinen nokta üzerine bazı notlarımı paylaşmak istiyorum.

Arap dünyasındaki huzursuzluğun temelleri şüphesiz ki çok eskilere dayanıyor; ancak özel olarak Tunus'da yaşanan Yasemin Devrimi ve Arap Baharı'nın başlaması için ilk kıvılcımı yakanın Wikileaks belgeleri olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Dünya kamuoyu, Wikileaks belgelerinden Tunus'taki yolsuzluklar, Yemen hükümetinin ABD'den para alıp kendi topraklarını bombalattırması gibi kirli ilişkileri öğrendi. Normal şartlar altında bölgenin karışacağını tahmin etmek zor değildi; ancak Arap dünyasına dışarıdan bakanların layık gördüğü "uyuşukluk" hali kafada soru işaretleri bırakmaya devam ediyordu.

Bütün Arap dünyasını içine alan hareketleri başlatan olay ise Tunus'ta gerçekleşti. Bouazizi isimli sokak satıcısının, bir kadın polisin üzerine tükürmesi üzerine polisi şikayet etmesi, şikayetin dikkate alınmaması üzerine de kendisini yakmasıyla başlayan isyan, 10 gün içinde diktatör Zeynel el Abidin bin Ali'nin ülkeyi terketmesiyle sonuçlandı. Düzene olan inancın sarsıldığı Arap ülkelerinde, diktatörlerin gidebileceğine dair inancın doğması, birbiri ardına isyan hareketlerini başlattı.


İsyan hareketlerinin en önemli durağı ise Mısır oldu. Mısır, coğrafi ve politik olarak bölgede oynadığı ağabey rolü ile diğer ülkeleri etklieyecek konumdaydı. 1952'de yaşanan Nasır devrimi de bölgede böyle bir etki yapmış ve bölgede birbiri ardına milliyetçi diktatörlüklerin kurulmasına öncülük etmişti. Benzer şekilde, el Kaide benzeri şekilde cihat talep eden İslami oluşumların ilki de Müslüman Kardeşler tarafından Mısır'da kurulmuştu. Mısır'ın rolünün bir diğer önemi ise Batılı devletlerin hangi safı tutacağını belirleyecek olmasıydı, zira Mübarek hem İsrail'in hem de ABD'nin müttefik olarak gördüğü "iyi" bir diktatördü.

ABD'nin kısa bir süre nabzı ölçtükten sonra, hareketin gereken boyutlara ulaştığını gördü ve Mübarek'in arkasında durmayacağını dünyaya ilan etti. Bu durum, Arap Ligi'ndeki liderler arasında bir süreliğine paniğe yol açtı. Mübarek, tarafından dünya kamuoyu tarafından Berlin Duvarı olarak görülüyordu ve onun gitmesinin ardından diğer diktatörlerin de gideceği umudu taşınıyordu. (Not: Bu Berlin Duvarı benzetmesini Guardian'dan aldım; ancak Batı dünyasında Berlin Duvarı benzetmesinin sıkça yapıldığını eklemem gerekiyor. Örneğin Die Zeit gazetesi, bu isyan dalgasını Berlin Duvarı'nın yıkılmasından bu yana yaşanan en önemli gelişme olarak yorumluyor.)

Mübarek'in gidişinin ardından, dünya kamuoyunun genel desteğini alan harekete dair şüpheler oluşmasını sağlayan iki gelişme yaşandı. Birincisi, Mısır'da diktatörün devrilmesinin ardından iktidarın halkın yerine orduya geçmesiydi. Protestocular, demokrasi gelmediği takdirde tekrar sokaklara döneceklerini ilan ederek meydandan ayrıldılar. Oluşan belirsizlik atmosferi, olayların üzerinden 100 gün geçmesine karşın dağılmadı. Süreci baltalayan ikinci nokta ise, kuşkusuz Bahreyn'de yaşanan gelişmelere Suudi Arabistan'ın kanlı müdahalesine Batı dünyasının sessiz kalmasıydı. Halkların onurlu duruşuna karşı Batı'nın gösterdiği ikiyüzlülük, bölge halkının Batı nefretini körüklerken, dünya kamuoyunun da gelişmelere temkinli bakmasına neden oldu.


İlk yazıyı, Barack Obama'nın; Orta Doğu'da demokratik yönetimlere kapı açan ve bir anlamda süreci başlatan Kahire konuşmasına, yani sürecin başına dönerek bitirelim.

"I know there has been controversy about the promotion of democracy in recent years, and much of this controversy is connected to the war in Iraq. So let me be clear: No system of government can or should be imposed by one nation by any other. "

Çeviri: "Demokrasiye verilen destek üzerine son yıllarda anlaşmazlıklar olduğunun farkındayım, ve bu anlaşmazlıkların çoğu Irak'taki savaşla bağlantılı. Burada açıkça ifade edeyim: Hiç bir sistem veya hükümet, bir ulus tarafından bir diğerine dayattırılamaz."

(Not: Bush'un savunma bakanı Donald Rumsfeld, büyük bir yüzsüzlük örneği göstererek Irak işgalinin bu demokratik hareketleri başlatmak amacıyla yapıldığını iddia etmiş. Kendisine, ölen insanların seçimlerde oy verme şansı olmadığını hatırlatarak konuyu kapatalım. - Kaynak Guardian Weekly)

"America respects the right of all peaceful and law-abiding voices to be heard around the world, even if we disagree with them. And we will welcome all elected, peaceful governments -- provided they govern with respect for all their people."

Çeviri: "Amerika, bütün barışçıl ve yasalara uyan seslerin tüm dünyada duyulması hakkına saygılıdır, görüş ayrılığında olsak dahi. Ve, bütün insanlarına saygı gösteren bir yönetim tarzını benimseyen bütün barışçıl, seçilmiş hükümetleri hoş karşılayacağız."

Metnin tamamı için: http://www.whitehouse.gov/the-press-office/remarks-president-cairo-university-6-04-09

Kaynaklar:

Guardian Weekly - çeşitli sayılar
Der Spiegel Nr. 5/ 31.1.2011
whitehouse.gov
"Labor Is Not a Commodity" blog

Fotoğraflar:

wikipedia.org
guardian.co.uk

15 Mayıs 2011 Pazar

Paris Notları #1 - Turistin Halet-i Ruhiyesi


Kişilik sahibi bir kentle ilişki kurmaya başlamak her zaman için özeldir. Kısa zamanda mimarisi ve bütünlüklü yapısıyla sizi içine almayı başarır ve düşüncelerinizi o kent üzerinden inşa etmeye başlarsınız. 4 gün kaldığım Paris'te gördüklerimden ziyade, bu kişilikli kent ile ilişkiye geçince kafamda şekillenen düşünceleri elimden geldiğince aktramak isityorum. Paris üzerine güzel bir hikaye arayanlar, bu yazı yerine Attila İlhan'ın Kaptan şiirini okuyup, Rue Lafayette'de dünden bugüne geçmenin hayallerini kurabilirler.

Barselona ile ilgili yazıma "bir turist şehri" diyerek başlamıştım. Paris ise, en az Barselona kadar turistin akın ettiği bir yer olmasına karşın bu tabiri kullanmanın uygun düşmeyeceği bir kent. Eğer bir şehirle ilişki kuracaksak, bir dönem Paris gibi sömürge imparatorluğu başkenti ünvanını kullanmış kibirli Londra ile akrabalık bağları olduğunu söyleyebiliriz. Yine de bu durum, "lordlar kamarası" ruhlu kentin turistlere yardım yataklık etmeye isteksiz olduğu anlamına gelmiyor. Şehirle turist kimliğinin ötesinde bir ilişki kurma şansım olmadığı için de, bu yazıya turist psikolojisine dair gözlemlerimle başlamak istiyorum.

Bir turistin olmazsa olmaz oyuncağı fotoğraf makinesi, Paris'te Eyfel Kulesi'nde poz vermek ise turist anayasasının değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelerinden birisi. Paris'e gidip gitmediğinizden kuşkulananlara verilecek en güzel cevap, yaşadığınızın ve yer değiştirme kabiliyetinizin olduğunun ispatı...

Peki, şehrin her alanında her şekilde çekilen yüzlerce fotoğraf neyi belgeliyor? Burada özel olarak Louvre ve D'orsay müzelerinde sanat eserlerinin yanında fotoğraf çektirenlere değinmek istiyorum, zira bunun altında kökü varoluşta bulunan psikolojik nedenlerin olduğuna inanıyorum. "Temsili kompleks" olarak da adlandırabileceğim bu bölümün okuyanların gözüne biraz zorlama gelebileceğinin farkındayım; ama bir deneme yapmakta fayda var. Bu denemede bana yine üstad Andre Bazin rehberlik edecek.


"Plastik sanatlar tarihine bakarsanız, çıkış noktasının estetik kaygılardan çok psikolojik isteklerden kaynaklandığını görürsünüz." Bazin'in "Sinema Nedir?" adlı kitabından alınan bu söz, Versay sarayından Louvre'a, Paris'i gezerken aklımızın bir köşesinde durmalı. Bu psikolojik isteklerin ne olduğu üzerine biraz daha kafa yoralım: "Resim ve yontu sanatında varlığın devam ettirilmesi amaçlanmıştır. Mumya, başlangıçta mevcut olan hayatın varlığının, onun temsili görünümünün yaratılmasına çalışılması esasına dayanmaktadır."

Ölümün kesin hüküm olarak boynuna asıldığı günden bu yana, insanın varoluş kaygısı son bulmuyor. Bu dünyada kalabilmek adına, en büyük otorite sahiplerinin dahi hemen her uygarlıkta plastik sanatlara yöneldiğini görmekteyiz. Otorite madalyonunun bir yüzünde boy boy heykel ve resimlerini yaptıran krallar ve soylular yer alrıken, diğer tarafa ise dinleri koymak mümkün olabilir(İslam'ı dışarıda tutaibliriz; ama İslam'ın heykel ve resimleri yasaklaması da plastik sanatların yarattığı psikolojik etkiden kaynaklanır). Bugünden baktığımızda ise, resim ve heykelin ölümsüz kılmayı başardığı yegane kişilerin, eseri veren sanatçılar olduklarını görüyoruz.


Konunun turistin fotoğrafla imtihanının çok dışına kaydığının farkındayım; ama sanatı yönlendiren yeni bir teknoloji, bu bağı kurmak için bana aradığım fırsat verecek. Andre Malraux, sinema için "plastik gerçekliğin ileri evrimi" nitelemesini kullanıyor. Biz bunu sanat bağlamından çıkarıp, fotoğraf ve video çekmenin altında yatan psikolojik kaygılara odaklanalım. Bir resmi fotoğraflamak, en basitinden sanatçının, eserine çerçeve ile koyduğu sınırları bir kenara bırakıp, esere (çoğu zaman fotoğraf makinesinin sahibini de içerir şekilde) yeni sınırlar koymak anlamını taşıyor. Bir anlamda, özne eser sahibi sanatçıdan fotoğrafı çektiren'e kayıyor ve fotoğraf sahibi, varoluşunu eser üzerinden tanımlamayı bir şekilde başarıyor.

Bu bulanık tabloyu berraklaştırabilmek için, turistin bu fotoğrafları nasıl kullanacağını da işin içine katmamız gerekiyor. Bu ana kadar anlattıklarım, sadece "Parise gittin ama, Louvre'u gördüğün ne malum? Louvre'a gittin ama, Venus de Milo'yu gördüğün ne malum?" diye aralıksız şekilde soru soran kuşkucu arkadaşların varlığıyla açıklanabilir. Sanıyorum turistlerin büyük çoğunluğunun bu tip arkadaşları yoktur. Onlar daha çok, kendi hikayelerini anlatmanın heyecanındalar ve şehir üzerine anlatacakları hikayenin eksiksiz olması için yaşadıkları her anı saklamak ihtiyacı hissediyorlar. Hikayeler canlı kaldığı sürece, biz de canlıyız ve bu canlı kalma hali için hafızamıza güvenemiyoruz. Her anı kristalleştirme imkanına sahip olan fotoğraf makinesi, bize o anıların da sonsuza kadar yaşayacağı hissini veriyor.

Konuya dair bir sonuç paragrafım yok. Bunu benim yerime Blade Runner filminin unutulmaz sahnesi yapacak:



"I've seen things you people wouldn't believe. Attack ships on fire off the shoulder of Orion. I watched C-beams glitter in the dark near the Tannhauser gate. All those moments will be lost in time, like tears in rain. Time to die."

Çeviri: Siz insanların inanmayacağı şeyler gördüm. Orion'ın omzunda yanan savaş gemileri. Tannhauser geçidinin yakınında, karanlıkta parıldayan C-ışınlarını izledim. Bütün bu anlar, yağmurdaki gözyaşları gibi zamanda kaybolacak. Ölüm vakti.

Dipnot: Yazıdaki fotoğraflar Paris'te tarafımdan çekilmiştir.

Sunday's Pretty Icons - Belle & Sebastian


11 - sunday's pretty icons by pamela77

There is no hole in which to hide
There is no plane to catch
No hope, tell them that's warm enough
No rent to a room that's quiet

A friend I've known through six degrees
Cools down to where I hide
A friend I've known through dreams and prayers
She comes back to my side

You're so far from wanting to talk
You're so far from wanting to say something good
Feel something good

The sea cries of loves of girls
The sea cries of boys
The storm, we are the both of us
Too close to ever love

Whisky from the island of Sund
Whisky from the year you were born
Tastes like kidnap and ransom and exile

Somebody asked me what hell was like
Somebody asked me for help
Somebody asked me what hell was like
Lunging and happening, parting of souls

Every girl you ever admired
Every boy you ever desired
Every love you ever forgot
Every person that you despised is forgiven

Bu pazarı Belle&Sebastian'ın harikulade albümü Write About Love'ın kapanış şarkısı olan Sunday's Pretty Icons ile açmak istedim. Vakit bulursam albüm hakkında daha çok şey karalayacağımdan emin olabilirsiniz.

Transfer



Tenis yazılarımı passing-shot blog'a taşımış bulunuyorum. Takip etmek isteyenler, yandaki linkten de passing-shot'a ulaşabilirler. Videoda ise Andrea Petkoviç a.k.a Petkorazzi'nin transfer haberini duyunca verdiği tepkiyi göreceksiniz.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Pina - Tanzt, tanzt, sonst sind wir verloren


Wim Wenders'ın yeni filmi Pina, yüzyıllardır kullanılan bir kendini ifade etme yöntemi olan dansı izleyiciye aktarmak için, sinemanın yeni bir evrim basamağı olan 3D kamerayı kullanıyor. Film, bir yandan 3D'nin sinemada ne gibi yeniliklere olanak sağlayacağını sorgulamanızı, öte yandan Pina Bausch'un çalışmaları üzerinden dans ve varoluş üzerine kafa yormanızı sağlıyor.

Eğer sinema ve dansı, kendimizi ifade etmek için iki ayrı gramere sahip diller olarak ele alırsak, Wim Wenders'ın yeni bir sinema grameri oluşturmak için dansın oldukça eski gramerinden faydalandığını söyleyebiliriz. Ne var ki, bu iki dil de bazı noktalarda eksik kalıyorlar ve bu eksikleri tamamlamak için de birbirlerine ihtiyaçları var. Aynı zamanda yakın arkadaşı olan Wim Wenders'dan bu filmi yapmasını isteyen Pina Bausch'un esas derdi, ölümünün ardından sahnelediği oyunların sonraki nesillere detaylarıyla birlikte kalabilmesi. Sinemanın, dansın grameri içinde yeri olmayan sayısız kere tekrarlanabilme özelliğine ihtiyaç duyuyor sanatçı. Üzücü bir biçimde, bu film projesi tamamlanamadan 2009 yılında vefat ediyor.


Proje, bu üzücü gelişmenin ardından, Pina Bausch'un anısına yapılan bir çalışma halini alıyor; ancak Wim Wenders'ın bir sorunu var. Sinemadaki pek çok anlatım biçiminin üstadı olan yönetmen, dansı filme almak için bildiği yöntemlerin hiç birini tatmin edici bulmuyor; çünkü sinemanın doğuşundan bu yana içinde taşıdığı temel bir sorun, onun bilindik yöntemlerle dansı açıklamasına izin vermiyor: 3 boyutlu dünyanın iki boyutlu perdeye aktarılma süreci. Aslında dansın perdede sunumu yeni bir olgu değil. Hatta, Almodovar'ın Hable Con Ella (Konuş Onunla) filmini izleyenlerin, Pina'nın Cafe Müller sahnesinde hafiften tebessüm edeceklerini tahmin edebiliyorum. Yine de Wim Wenders eski denemleri tatmin edici bulmuyor, o başka bir çözüm yolunun peşinde.

Bu noktada teknoloji Wim Wenders'ın imdadına yetişiyor ve 3D kameralar film çekmek için kullanılmaya başlanıyor; ancak başta da söylediğimiz gibi bu yeni teknoloji sinemanın yüz yıllık geçmişinde oluşturduğu gramere epey yabancı. Kimileri sinemanın evriminin yeni halkası olarak görürken, bazıları da sinemada bu teknolojini işe yaramayacağından ve çöpe atılması gerektiğinden bahsediyorlar. Eğer evrimin yeni bir halkasına gelindiğine düşünenlerdenseniz, öncelikle sabırlı olmak gerektiğini görüp yeni gelişmelere biraz zaman tanımalısınız. Şu an için sinemada yalnızca iki boyutlu dünya için oluşturulan kurallar izleniyor, üçüncü boyut hakkında yeni bilgilere el yordamıyla ulaşılmaya başlandı. Pina'yı değerli kılan, bu görsel deneyin bize 3D'nin avantajları hakkında bilgiler sunması.


Sinemanın evriminde sahnenin özel bir yeri vardır. Kameranın icadının ardından geçen ilk yıllarda sinema, kendi gramerini oluşturmaya çalışırken, sahne sanatlarını (özellikle tiyatroyu) laboratuvar olarak kullanmaktaydı. On yıllar sonra Wim Wenders, teknolojinin sunduğu yeni olanakları anlayabilmek adına bu laboratuvara geri dönmüş. Dansın ve genel anlamda sahnenin izleyiciye sunduğu alan, sinemaya henüz yeni eklenen üçüncü boyutun nasıl daha verimli kullanılabileceğinin işaretlerini veriyor. Üçüncü boyutla birlikte açılan hareket alanı, Wim Wenders'ın Pina Bausch'a vaat ettiği gibi, dansın yarattığı duyguların yoğunluğunu izleyiciye aktama imkanı sunuyor.

Pina'nın sinema ve dans üzerine yarattığı ikili düşünme süreci, zıtlık ve benzerlikleri yan yana getiriyor. Bir tarafta birbirlerine yardım ederek, beden veya zihin dilinin sınırlarını genişletirken; diğer taraftan iki sanatın birbirlerine karşı olan üstünlükleri ortaya çıkıyor. Dansın bir numaralı üstünlüğü sahnede kesintisiz performans sunabilme imkanı. Performansı sona eren dansçı bir kapıdan çıkarken, biz gözlerimizi çoktan diğer dansçının üzerine kaydırmış oluyoruz. Sinemada bunu yapabilmek için, doğal olmayan kesmelere ihtiyacımız var.


Öteki tarafta ise, mekanın sınırsızlığı sinemanın dansa karşı en önemli üstünlüğü olarak görülebilir. Wenders, toplu halde verilen 4 sahne performansının ardından, dansçıları sokağa çıkarıp onların solo ve düet performanslarını kayda alırken, öncelikle Pina Bausch'un yaşadığı şehir Wuppertal ile olan ilişkisini keşfetmeye çalışıyor. Ancak, sokağa çıkan dans, sahnenin keskin çizgilerinden kurtularak kendine yeni bir ifade alanı buluyor. Adeta zincirlerini kırarak mekan ile, daha önce alışık olmadığımız yeni ilişkilere giriyor.

Sinema ve dansın ilişkisini, beden ve zihin arasındaki diyalektik mücadelenin kapsamı içinde tanımlamak mümkün. Benim zihin - beden arası ilişkim oldukça tek taraflı olduğu için dans, anlamakta ve anlatmakta zorlandığım bir dil. Burada sadece Pina'da sunulan performansları ağzım açık izlediğimi söylemekle yetineceğim. İşin sinema tarafında ise son büyük adımını Avatar ile atan 3 boyutlu sinema deneyiminin, alanı kullanmakta ne kadar ustalaşabileceğinin sinyallerini almanın heyecanı var. Filmin yeni kurgusunun eksiksiz bir kurgu olduğunu söylemek hata olur belki, 3D hala takip edilmesi zor filmler sunuyor; ancak sinemanın sunduğu yeni olanakları düşünmek için Pina kesinlikle ilham verici.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Adam Tanrı Beyler


Acropolis'teki Yunan tanrılarına rica etsek de biraz sıkışsalar, zira Atina'da onların yanına katılacak olan iki yeni basketbol tanrısı var.

Spanoulis'in ezeli rakip Olympiakos'a geçerek, Pao'lu taraftarların gururunu kırmasıyla başlanan sezonda, Gate 13'ü sırtında taşıyan bayrak adam Diamantidis, Pao'nun unutulmaz bir sezonu geride bırakmasını sağladı. Maç sırasında Murat Kosova'nın dediği gibi basitin güzelliğini bize her maç yeniden gösterirken, iyi bir oyun kurucunun bir takımı ne kadar yukarıya taşıyabilecğini bir kez daha ispatladı. Sezonun bir numaralı favorisi Barcelona'yı saf dışı bırakırken ortaya koydukları direnişin sahadaki temsilcisiydi, final-four'da da üstüne düşeni yaparak takımın tıkır tıkır işleyen bir makineye dönüşmesini sağladı.


Hakkını vermemiz gereken esas adam ise koç Obradoviç. Finale kadar giden yolda rakip koçlara bir gömlek fazla geldiğini zaten göstermişti, finalde David Blatt'i ekarte ederek rüştünü bir kez daha ispatladı. Acropolis'teki tanrılar sıkışmak istemediği takdirde, Obradoviç hakemlere uyguladığı taktiklerle onları da canlarından bezdirebilir, benden uyarması.

6 Mayıs 2011 Cuma

Övgü için Teşkkürler


Best away atmosphere

Besiktas. I didn’t play in the game [in 2009] but I was at the stadium and I spent a lot of the night watching their fans rather than the match!

Çeviri: En iyi deplasman atmosferi

Beşiktaş. (2009'daki) o maçta oynamadım ama stadyumdaydım ve gecenin çoğunu maç yerine taraftarları izleyerek geçirdim.

Rio Ferdinand'ın Manchester United'ın resmi sitesine verdiği röportajdan bir kısım. O akşam (2009) İnönü'de Rio Ferdinand'ın izlediği taraftarlardan biri de ben olduğum için blogda paylaşmak istedim, yoksa "En çok bağıran taraftar biziz" tarzında saçma bir ağız dalaşına girmek gibi bir niyetim yok. Bu arada Ferdinand'ın "En iyi deplasman Liverpool'da" gibi bir açıklama yapamayacağını ve politik bir cevap vermek adına Beşiktaş'ı seçmiş olabileceğini de ekleyelim. Her şeye karşın güne Ferdinand'dan bir övgüyle başlamak güzel bir duygu.

Kaynak:

http://www.manutd.com/en/News-And-Features/Features/2011/May/rio-champions-league-highlights.aspx