15 Mayıs 2011 Pazar

Paris Notları #1 - Turistin Halet-i Ruhiyesi


Kişilik sahibi bir kentle ilişki kurmaya başlamak her zaman için özeldir. Kısa zamanda mimarisi ve bütünlüklü yapısıyla sizi içine almayı başarır ve düşüncelerinizi o kent üzerinden inşa etmeye başlarsınız. 4 gün kaldığım Paris'te gördüklerimden ziyade, bu kişilikli kent ile ilişkiye geçince kafamda şekillenen düşünceleri elimden geldiğince aktramak isityorum. Paris üzerine güzel bir hikaye arayanlar, bu yazı yerine Attila İlhan'ın Kaptan şiirini okuyup, Rue Lafayette'de dünden bugüne geçmenin hayallerini kurabilirler.

Barselona ile ilgili yazıma "bir turist şehri" diyerek başlamıştım. Paris ise, en az Barselona kadar turistin akın ettiği bir yer olmasına karşın bu tabiri kullanmanın uygun düşmeyeceği bir kent. Eğer bir şehirle ilişki kuracaksak, bir dönem Paris gibi sömürge imparatorluğu başkenti ünvanını kullanmış kibirli Londra ile akrabalık bağları olduğunu söyleyebiliriz. Yine de bu durum, "lordlar kamarası" ruhlu kentin turistlere yardım yataklık etmeye isteksiz olduğu anlamına gelmiyor. Şehirle turist kimliğinin ötesinde bir ilişki kurma şansım olmadığı için de, bu yazıya turist psikolojisine dair gözlemlerimle başlamak istiyorum.

Bir turistin olmazsa olmaz oyuncağı fotoğraf makinesi, Paris'te Eyfel Kulesi'nde poz vermek ise turist anayasasının değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelerinden birisi. Paris'e gidip gitmediğinizden kuşkulananlara verilecek en güzel cevap, yaşadığınızın ve yer değiştirme kabiliyetinizin olduğunun ispatı...

Peki, şehrin her alanında her şekilde çekilen yüzlerce fotoğraf neyi belgeliyor? Burada özel olarak Louvre ve D'orsay müzelerinde sanat eserlerinin yanında fotoğraf çektirenlere değinmek istiyorum, zira bunun altında kökü varoluşta bulunan psikolojik nedenlerin olduğuna inanıyorum. "Temsili kompleks" olarak da adlandırabileceğim bu bölümün okuyanların gözüne biraz zorlama gelebileceğinin farkındayım; ama bir deneme yapmakta fayda var. Bu denemede bana yine üstad Andre Bazin rehberlik edecek.


"Plastik sanatlar tarihine bakarsanız, çıkış noktasının estetik kaygılardan çok psikolojik isteklerden kaynaklandığını görürsünüz." Bazin'in "Sinema Nedir?" adlı kitabından alınan bu söz, Versay sarayından Louvre'a, Paris'i gezerken aklımızın bir köşesinde durmalı. Bu psikolojik isteklerin ne olduğu üzerine biraz daha kafa yoralım: "Resim ve yontu sanatında varlığın devam ettirilmesi amaçlanmıştır. Mumya, başlangıçta mevcut olan hayatın varlığının, onun temsili görünümünün yaratılmasına çalışılması esasına dayanmaktadır."

Ölümün kesin hüküm olarak boynuna asıldığı günden bu yana, insanın varoluş kaygısı son bulmuyor. Bu dünyada kalabilmek adına, en büyük otorite sahiplerinin dahi hemen her uygarlıkta plastik sanatlara yöneldiğini görmekteyiz. Otorite madalyonunun bir yüzünde boy boy heykel ve resimlerini yaptıran krallar ve soylular yer alrıken, diğer tarafa ise dinleri koymak mümkün olabilir(İslam'ı dışarıda tutaibliriz; ama İslam'ın heykel ve resimleri yasaklaması da plastik sanatların yarattığı psikolojik etkiden kaynaklanır). Bugünden baktığımızda ise, resim ve heykelin ölümsüz kılmayı başardığı yegane kişilerin, eseri veren sanatçılar olduklarını görüyoruz.


Konunun turistin fotoğrafla imtihanının çok dışına kaydığının farkındayım; ama sanatı yönlendiren yeni bir teknoloji, bu bağı kurmak için bana aradığım fırsat verecek. Andre Malraux, sinema için "plastik gerçekliğin ileri evrimi" nitelemesini kullanıyor. Biz bunu sanat bağlamından çıkarıp, fotoğraf ve video çekmenin altında yatan psikolojik kaygılara odaklanalım. Bir resmi fotoğraflamak, en basitinden sanatçının, eserine çerçeve ile koyduğu sınırları bir kenara bırakıp, esere (çoğu zaman fotoğraf makinesinin sahibini de içerir şekilde) yeni sınırlar koymak anlamını taşıyor. Bir anlamda, özne eser sahibi sanatçıdan fotoğrafı çektiren'e kayıyor ve fotoğraf sahibi, varoluşunu eser üzerinden tanımlamayı bir şekilde başarıyor.

Bu bulanık tabloyu berraklaştırabilmek için, turistin bu fotoğrafları nasıl kullanacağını da işin içine katmamız gerekiyor. Bu ana kadar anlattıklarım, sadece "Parise gittin ama, Louvre'u gördüğün ne malum? Louvre'a gittin ama, Venus de Milo'yu gördüğün ne malum?" diye aralıksız şekilde soru soran kuşkucu arkadaşların varlığıyla açıklanabilir. Sanıyorum turistlerin büyük çoğunluğunun bu tip arkadaşları yoktur. Onlar daha çok, kendi hikayelerini anlatmanın heyecanındalar ve şehir üzerine anlatacakları hikayenin eksiksiz olması için yaşadıkları her anı saklamak ihtiyacı hissediyorlar. Hikayeler canlı kaldığı sürece, biz de canlıyız ve bu canlı kalma hali için hafızamıza güvenemiyoruz. Her anı kristalleştirme imkanına sahip olan fotoğraf makinesi, bize o anıların da sonsuza kadar yaşayacağı hissini veriyor.

Konuya dair bir sonuç paragrafım yok. Bunu benim yerime Blade Runner filminin unutulmaz sahnesi yapacak:



"I've seen things you people wouldn't believe. Attack ships on fire off the shoulder of Orion. I watched C-beams glitter in the dark near the Tannhauser gate. All those moments will be lost in time, like tears in rain. Time to die."

Çeviri: Siz insanların inanmayacağı şeyler gördüm. Orion'ın omzunda yanan savaş gemileri. Tannhauser geçidinin yakınında, karanlıkta parıldayan C-ışınlarını izledim. Bütün bu anlar, yağmurdaki gözyaşları gibi zamanda kaybolacak. Ölüm vakti.

Dipnot: Yazıdaki fotoğraflar Paris'te tarafımdan çekilmiştir.

Hiç yorum yok: