27 Ekim 2010 Çarşamba

Acı Kaybımız


Yaptığı bütün tahminleri tutturmasıyla futbol dünyasını hayrete düşüren çok bacaklı dostumuz ahtapot Paul'ü kaybetmiş bulunuyoruz. Külleri İspanya'nın Carballino şehrinde bir müzede saklanacak olan Paul, maçları önceden tahmin edebilmesinin sırrını da yanında götürerek aramızdan ayrıldı. Sevenlerinin ve tüm uluslararası futbol camiasının başı sağ olsun.

Schuster Ne Oynatıyor?

Kayıp bir yıl olarak geride bırakılan 2009-2010 sezonunun ardından önemli transferler ve yeni bir hocayla anlaşan Beşiktaş yeni bir yola gireceğini belli ediyordu. Yaz aylarında Schuster'in özellikle Real Madrid'de oynattığı diziliş üzerinden Beşiktaş'ın geleceğini ön görmeye çalışıyorduk; ama takımı görmeden yorum yapmak biraz boşa kürek sallamak anlamına geliyordu. Şimdi aradan geçen 3 ay içinde elimizde pek çok veri birikse de, gerek sakatlıklar gerekse farklı dizilişler yüzünden pek çok Beşiktaşlının kafası yazın olduğundan çok daha karışık görünüyor.

Bunun üzerine bir de defansın önde kurulmasından ve Schuster'in gerek futbolculuk dönemindeki şöhreti, gerekse teknik direktörlük kariyerinde Real Madrid'de şampiyonluk görmesinden dolayı bilinç altında yapılan eşleştirmelerle gelen "Rijkaard gibi mi olacak?" tartışmasını eklediğimizde durum iyice arapsaçına dönüyor. Modern futbol, hücum futbolu ve önde baskı gibi cilalı kavramlar temelsiz şekilde yorumlara aktarılıyor ve bu durum yenilgilerle zayıflayan sinirlere yapılan fazla yükleme nedeniyle ortamı gerginleştiriyor. Sonuç olarak da bizi çözümsüzlüğe sevk ediyor. Bu yazıda bir dakikalığına kafamı akvaryumdan çıkarıp Schuster'in üç ayda futbol felsefesi adına yaptıklarını incelemek ve sorunun kaynağına dair kendimce bir tespitte bulunmak isityorum.

Bugün modern futbola ait olduğunu iddia ettiğimiz dizilişler 1990'larda ofsayt kuralında yapılan değişiklerden (pasif ofsayt ve aynı çizgideki oyuncunun ofsayt olmaması)sonra ortaya çıkmıştır. 4'lü defanstan sonra futbolun ikinci miladı ofsayt kuralındaki değişiklikten ötürü genişleyen aktif alanı etkili kullanma ile ilgilidir. Yeni dizilişlerin pek çoğu da 4-4-2 ve 4-3-3'ten türemişlerdir; ancak 4-4-2'nin 90'lar öncesi sabit versiyonunu İngiltere dışında kullanan takım kalmamasının nedeni, alanı daha iyi savunabilmek için sahayı 4'e bölen 4-2-3-1, 4-3-1-2 gibi sistemelerin tercih edilmesidir. Dünyanın en iyi box-to-box orta sahaları Gerrard ve Lampard'a sahip olan İngiltere'nin sistemi, aktif alan oyuncuların kontrol edemeyeceği kadar geniş olduğu için çalışmamaktadır. Dizilişi açıklamaya çalışırken üç veya dört rakam kullanmamızın nedeni çift ön libero, klasik on numara veya santrafor, kanat kullanımından ziyade, savunma bloklarını kaç hatta kurduğunuzla ilgilidir. Beşiktaş'ın önde Quaresma veya Nobre'yle başlayan, ön alanda Ernst ve(ya) Necip'le devam eden, arkaya geçen toplarda ilk olarak Aurelio, Fink (Necip - Ernst- Guti orta sahasında ise Ernst) sonrasında ise stoperlerin tmeelini oluşturduğu diziliş 4 bloktan oluşmaktadır ve bu nedenle sistemi 4-4-2 veya 4-3-3 diye açıklamak biraz yanlış olur. Tamamen yanlış değil, sonuçta bütün dizilişler 4-3-3 ve 4-4-2 türevi; ama modern futbolda dört bloktan bahsetmemizin nedeni bu, ön libero yaratıcı orta saha vs. önemli değil. Dizilişin geri kalanının belirlenmesi için tabii ki önemli; ama 3 ve 4 rakamlı sistemeleri birbirinden ayıran temel olarak oyunu kaç alana böldüğünüzde yatar.


Benzer şekilde Nobre ve Bobo'nun yan yana oynaması da hücum hattına her zaman 1 yerine 2 yazmamızı gerektirmez. Eğer Nobre Porto maçında olduğu gibi hücum presi beklere yapıyor, Bobo'da oyun boyunca merkezdeki görevinden ayrılmıyor ve takım onun etrafında diziliyorsa bu yine merkez forvetli sistemdir 4-2-3-1 sonundaki 1'de merkez forvetle oynadığınız anlamına gelir. Kayseri'de şartlar gereği sahaya sürdüğümüz takım dışında Schuster geldiğinden beri (ve hatta Real Madrid'de de) merkez forvetli ve alanı (Rijkaard'dan farklı olarak) 4 savunma hattına bölen dizilişleri tercih ediyor, bu nedenle dizilişi asimetrik 4-2-3-1 olarak adlandırıyorum. Ama birisi dizilişi izah edip 4-1-2-3 veya 4-2-1-3 olarak da adlandırabilir. Bir başka örnek vermek gerekirse Schuster Real'deyken de Raul ve Van Nistelrooy aynı anda sahadaydı; ama sistem merkez forvet etrafında (ve 4 savunma hattı olarak) kurulduğu için gerek İspanya'da gerek (bahsettiğim Champions dergisi gibi) UEFA kaynaklarında diziliş 4-2-3-1 olarak adlandırılıyordu. Barca'nın, Rijkaard'ın ve Hollanda ekolünün 4-3-3'ü ise hücumda oyuncuların pozisyonlarının sabit olmadığı dizilişleri anlatmak için kullanılıyor.

Taktik dizlişte rakamlara fazla takılmanın lüzumu yok, önemli olan sistemin felsefesi ve Schuster bunu başından beri değiştirmedi. Savunmada önde baskı yaparak rakibi dengesiz yakalama ve hücumda alanı enlemesine genişletip topla oynama becerisine sahip bir merkez oyuncunun etrafında rakibi dengesiz yakalama üzerine kurulu bu sistem. Forvette Quaresma veya Nobre'nin olması dizilişi değiştirmiyor, merkez santrafor hep Bobo (Brezilya'nın Fabiano - Robinho ikilisi gibi, forvet sayısı iki ama hücum tek forvet düzenine göre şekilleniyor) ve Nobre veya Q7 rakibin bekine pres yaparak 4 kademeli baskıyı başlatıyor. Enlemesine genişlemek için hücuma iki bek birden katılıyor ve defansta orta sahanın önünde oynayan isim kalıyor.(Aurelio, Fink veya Ernst) Bu anlamda 4-2-3-1 veya 4-3-1-2, 4-1-2-1-2 adlandırmaları farklı taktik anlayışları getirmiyor.

Guti'nin yokluğunda merkezde oyunu kuracak Tabata ve Onur verimli olmadı, bu çözülebilir bir sorun. Ama Quaresma geldiğinde dahi takımın kalanı hücumda bu kadar hareketsiz kalırsa sonuca gidemeyiz. Hücum hareketsiz olduğu takdirde "Oynamak için pres yapmayan, pres yapmak için oynayan" takım görüntüsü veriyoruz. Dediğim gibi istediğiniz dizilişi yazın, sonuçta oyun felsefesini değiştiren bir durum yok ve sistemde arıza çıkaran hücumdaki hareketsizlik. Beşiktaş'ın rakamlara ve isimlere boğulan tartışmalardan çok bu hareketsizliğe nasıl çözüm getirebileceğine dair çözüm arayışlarına ihtiyacı var.

25 Ekim 2010 Pazartesi

AI a.k.a the Answer


İnanasım gelmiyor ama kaynaklar "Allen Iverson Beşiktaş'ta!" diyor. Allen ıverson, nam-ı diğer The Answer bizim Beşiktaş'ta. 2001 NBA MVP, 4 kez sayı kralı, 11 kez all-star, Hall of Fame'e girmesi kesin; ama tüm bunların ötesinde dizlere uzanan şortlar, cornrows saçlar, dövmeler ve aksesuarlarla Jordan sonrası NBA'in adeta yaratıcısı olan Allen Iverson Akatlar'da cross-over yapacak, hem de Beşiktaş formasıyla. NBA'de steps kuralını bile değiştirtti bu adam. Türk spor tarihinin en büyük transferi olur, bir daha yanına yaklaşan olur mu onu da bilmiyorum açıkçası. Gelsin hiç bir şey oynamasın, sadece o formayı giyip bir cross-over yapsın bir de rakip potaya trade-mark turnikelerinden birini bıraksın yeter. Üniversitedeki bar kavgalarından annesiyle olan özel ilişkisine, kıyafetleri yüzünden aldığı cezalara, amerikan futbolu ile basketbol arasında yaptığı seçime kadar yüzlerce satırlık bir yazıyı hak ediyor Iverson; ama şu an olayın şokundan daha fazla yazmam imkansız. Geçen yıl Aralık ayında Philly'e döndüğü için sevindiğim adam Beşiktaş'a geliyor, buna sevinmek denemez ki artık. Ben Türkiye'ye dönene kadar tüketmeyin o 3 numaralı hummel formaları, o bana yeter.

22 Ekim 2010 Cuma

The Social Network: Yeni çağın milyarderlerinin "profili"


Filmi görmeyenler için ilk notu düşmekte fayda var: Bu film facebook nasıl kuruldu sorusunun gerçeğe en yakın cevabını aramıyor. Ama giriş cümlesine bakıp hayal kırıklığına uğramayın; çünkü bu filmde ana hikayeden daha fazlası var. Peki, Fincher facebook'un kuruluşunu değil de neyi anlatmak istiyor? Bu yazının amacı da zaten bunun üzerine kafa yormak. Filmi izlemeyenler için yazının bundan sonrası can sıkıcı olabilir, zira filmin içeriğine dair pek çok konu da aşağıda yer almaktadır.(Elin Amerikalısı olsa spoiler deyip işin içinden çıkıverirdi.) Filme gidip gitmeme konusunda kararsız olanlara da kendi adıma Inglourious Basterds'dan bu yana gördüğüm en iyi Amerikan filmi olduğunu söyleyebilirim. Tabii karar yine sizlere ait.

The Social Network, 5 (aslında 4; çünkü birinden iki tane var)karakter üzerinden Amerika'nın ve Dünya'nın yeni zenginlerinin, yani yeni güç sahiplerinin muhtemel profillerini inceliyor. Takım elbise ve kravatları bir kenara koyup, yatırımcılarla yapılan görüşmelerde uyuyakalıp, kartvizitine "I'm CEO,bitch" yazdıran Mark Zuckerberg ve onun yolundan gitmesi muhtemel yeni milyarderler nasıl bir profile sahip olacak, bu sorunun cevabı aranıyor.


Bu soruyu yanıtlamak için önce esas oğlanımız Mark Zuckerberg'in karakterini incelemeye almalıyız. Harvard'da bilgisayar mühendisliği okuyan ve bu işten anladığını gösterircesine hacker'lık da yapan Mark Zuckerberg'i tanımak için, filmin başlangıcında Mark'tan ayrılarak, bu bilgisayar kurdunda facebook'u kurma motivasyonunu bilinçsiz bir şekilde oluşturan Erica arasında geçen diyaloga bakmakta fayda var. Bu diyalog önemli; çünkü konuşmanın sonunda gelen ayrılıkla birlikte Mark'ın kafasında facebook'u kurma ve kendisini (Erica'ya) ispat etme isteği oluşuyor. Daha önce soyut olan kendini kabul ettirme motivasyonu Erica ile birlikte somutlaşıyor ve bu durum süper zeka Mark'ın harekete geçmesini sağlıyor.

MARK
It’s about exclusivity.

ERICA
God… what is?

MARK
The final clubs. And that’s how you distinguish yourself. The Phoenix is the most diverse. The Fly Club, Roosevelt punched the Porc.

ERICA
Which one?

MARK
The Porcellian, the Porc, it’s the best of the best.

ERICA
I actually meant which Roosevelt.

MARK
Theodore.

ERICA
Okay, well, which is the easiest one to get into?

MARK
Hm.

ERICA
What?

MARK
Why would you ask me that?

ERICA
I was just asking.

MARK
You asked me which one was the easiest to get into because you think that’s where I have the best chance.


Konuşmadaki tavrından Mark'ın kenidini ispat etmeye ne kadar muhtaç olduğu anlaşılıyor. İlk andan itibaren ayrıcalıklı olmanın peşinde koşan bu karakterin girişimciliğinin arkasında yatan hırsını henüz ilk sahnede anlıyoruz. Bu noktadan itibaren Mark bize megalomanlığı nedeniyle kız arkadaşından ayrılan, sosyal ilişkiler kurmakta zorlanan, çevresi tarafından sıkça "asshole" olarak nitelenen bir süperzeka olarak tanıtılıyor. Bunları bir kenara koyduğumuz vakit ise, sosyal hiyerarşinin en üst basamaklarında yer alanların (Vinkelwoss kardeşler) dahi hayal etmekte zorlandıkları seviyelere çıkmayı ve milyarder olmayı başarıyor. Kar kış demeden giydiği terlikleri ve polarıyla, takım elbiseli gençlerin dünyası olarak görülen Harvard'daki bütün öğrencilerin hayallerinin dahi ötesine geçebilen yegane isim Mark Zuckerberg. Başlangıçta ayrıcalıklı olmak için bir yol olarak gördüğü Phoneix Club'ı satın alıp kendi ping pong salonuna çevirebileceğini söylediği konuşma geldiği noktadan dolayı yaşadığı tatminin açık göstergesi. Özetle Mark Zuckerberg, sempati besleyeceğiniz bir kişilik değil ve bu durum filmi Hollywood klişelerinden ayırıyor. Yalnız kahraman sürekli olarak sadakat, karşındakilere saygı duyma gibi etik değerler üzerinden sorgulanıyor, en azından Fincher seyircisinin bu sorgulamayı yapmasını bekliyor. Bu rolde Jesse Eisenberg'den oldukça iyi bir performans görüyoruz ve bunun filmin başarısına büyük bir etkisi var.


Yeni zenginlerin sorgulanması elbette bu tek karakter üzerinden yapılmıyor, ona yardımcı olan 3 karakter daha var. Öncelikle "I was your only friend" cümlesiyle akılda kalan Eduardo Severin'den bahsedelim. Harvard ekonomi mezunu olmasına karşın, girişimcilik konusunda yanındaki cevheri fark edemeyip hala Phoneix Club gibi toplumda bazı sınıfsal ayrıcalıkları elde etmek için tavuk besleme, kış soğuğunda donla bekleme gibi hiyerarşik olarak sisteme girenlerin ezildiği yapılarda şansını zorluyor. Victoria's Secret' 5 milyon dolara sattığı için intihar eden adam örneğindeki gibi iyi bir işi olacak belki ama gerekli dikkate ve belki de hırsa sahip olmadığı için kaybediyor. Senaryonun dayandığı kitabın yazılışı sırasında Eduardo Severin ile görüşülmüş; bu da hikaye boyunca bu karaktere sempati beslememizi bir nebze açıklıyor. İkinci yardımcı karakterimiz Sean Parker ise vasıfsız bir parti çocuğu; ancak Amerikan rüyasının altın kuralı olan girişimcilik ruhuna sahip. Onun kaybettiği nokta ise başta da değindiğimiz vasıfsız parti çocukluğunun getirdiği hataya müsait kişiliği. Halkayı tamamlayan "Winklevii" kardeşler ise zenginlik için gerekli sosyal statüye ve kazanmak için gerekli hırsa fazlasıyla (kürek takımı) sahipler; ancak onlar da kaybetmeyi akıllarına getirmedikleri için kaybediyorlar.

Filmden kişisel olarak çıkardığım sonuç, önümüzdeki yıllarda kurulacak olan yeni burjuvazinin artık melon şapkalar ve takım elbiselerle temsil edilmeseler dahi, ben-merkezci ve açıkgöz tavırlarıyla kolaylıkla akranlarının arasında fark edilecek olmalarıdır. Bunu bir kenara koyup, filmin son sahnesi üzerinde de biraz duralım. Dünyanın en genç dolar milyarderi Mark Zuckerberg'in filmin sonunda eski kız arkadaşı Erica'nın onu facebook üzerinden arkadaş olarak kabul etmesini beklemesini nasıl yorumlamalıyız? Yalnızlık mı? Mark, dünyanın en genç milyarderi olmayı başarmış ama hala iktidarından emin değil mi? Fincher'ın parayla saadet olmaz mesajı mı?


"Facebook'un sahibi'nin gerçek arkadaşı yok." Sanıyorum bu ironik cümleyle Fincher'ın anlatmak istediği pek çok şey var. Gerçek hayatta insanlarla iletişim kurmakta zorlanan Mark Zuckerberg'in sanal ortamın en popüler sosyal paylaşım sitesini kurmasının tesadüfi olmadığının altı çiziliyor. Gerçeklik üzerinden kendi yeteneğini ispatlayamayan Zuckerberg, sanal alem yardımıyla dünyanın en zenginleri listesine girmeyi başarıyor; çünkü kapitalist düzende aynı onun gibi milyonlarca kişinin hayatın gerçeklerinden kaçmaya (bazen internet, bazen seks ve partiler yoluyla) ihtiyacı var. Mark'ın facebook'u kullandığını gördüğümüz tek sahnede düştüğü yalnızlığın tesadüfi olmaktan ziyade bir gerçeklik-sanallık tartışması yaratmak için tasarlandığına inanıyorum.

İki dava süreciyle ilgili ciddi ve sıkıcı olması öngörülebilir bu film, Fincher'dan görmeye alışmadığımız biçimde çok diyaloglu, hızlı tempoda ve sıcak tonlarda ilerliyor. Fincher'ın, Seven'da yataktan fırlayan yarı ölülerin karanlık tonlarından üniversite partilerinde öpüşen kızlara yaptığı geçiş şaşırtıcı gelebilir; ama iki dava üzerinden yapılan geri dönüşlere (flash back), yönetmenin Seven ve Zodiac gibi filmlerindeki gibi olaylara dayanarak ilerleyen kurgularından oldukça aşinayız. Filmin başarılı kurgusunu överken 4 karakter üzerinden ilerleyen senaryonun yazarı Alan Sorkin'in de hakkını vermem gerekiyor. Fincher bu sağlam senaryonun üzerinden ustalığını göstermiş. Kendi adıma California'daki gece kulübü sahnesini ve Zuckerberg'in facemash projesiyle Harvard'daki partinin çapraz kurgulandığı sahneye bayıldım. Ayrıca, dava sürecinden facebook'un kuruluş hikayesine yapılan bütün geçişlere özellikle dikkat etmenizi öneririm; çünkü pek çoğu usta işi olduklarını belli eder cinsten.


Filmle ilgili eklemek istediğim son not ise izleyenlerin filmin kurmaca olduğunu akıldan çıkarmayın ve Fincher'ın Zuckerberg'in kişisel hikayesi kadar (hatta belki de daha fazla) yeni dönemin muhtemel güç sahipleri hakkında akıl yürütmek istediğini görmesini istemek olacak. Örneğin, Fincher konusuna değinirken stereotiplerden fazlasıyla yararlanıyor. Asosyal ama kafası çalışan bir inek, Amerikan gençlik filmlerinden fırlama iki kabadayı(tabii Harvard'ın kabadayısı bile ayrı bir centilmen) ve paranın kokusunu alan alemci bir çocuk karakterler kurmaca değilse bu kadar kolay yanyana gelemezler.

Zamanın ruhunu yakalayan The Social Network'de, sanatçının çağına bakma sorumluluğunu layıkıyla yerine getiriyor Fincher. Bu "zeitgeist" yaratımı, aynı zamanda Facebook'un kullanıldığı yegane alan.(relationship status, wall, vs.) 5 yıl öncesini anlatan bu hikayenin bir de kitaptan uyarlama olması internet tabanlı hayatımızın nasıl hızlı yaşandığının bir kanıtı adeta. O vakit ben de zamanın ruhuna uygun hareket edip film için "like" diyerek başparmağımı havaya kaldırıyorum.

21 Ekim 2010 Perşembe

Beşiktaş 1-3 Porto: Şapkayı Önümüze Koyma Vakti


Almanya'da 90 dakikasını izleyebildiğim ilk maç bu olduğu ve haftalardır yazamadığım pek çok detay da biriktiği için bu maç yazısı genel bir değerlendirmeye kayacak. Zaten Beşiktaşlı oyuncuların yaptığı basit iki hatanın skor üzerinde ciddi etkisi bulunduğundan, maçı ikinci plana atmak daha doğru bir tercih olacaktır. Rakamlar arasında kaybolmamaya dikkat ederek ve haddimi aşarak Beşiktaş'ın sürekli değişen taktiği üzerine bir iki kelam etmek niyetindeyim.

İzlediğim kadarıyla Schuster'in maçın skoruna göre değişiklik yapmayı seven, müdahaleden çekinmeyen bir yapısı var. Elindeki alternatifler üzerinden oluşturulabilecek en iyi takımı kurup sahaya sürmeyi, rakibe göre takım kurmaya tercih ediyor. Bu iki cümleden çıkarmamız gereken sonuç Schuster'in belirli bir taktiksel dizilişten çok belirli bir felsefeye bağlı kalmaya çalıştığıdır. Schuster, Dünya Kupası'nda açıkça görüldüğü gibi dünyanın yeni trendi olan 4-2-3-1 dizilişinin "pres yaparak topu çal, kazandığın topu etkili kullan" felsefesini benimsiyor. Guti ve Quaresma'nın yokluğunda 4-2-3-1'den vazgeçip çift forvetli bir sisteme geçtiğini görüyoruz; ama moda tabirile "defansif hücumcu(defensive forward)" Nobre'nin varlığı Schuster'in temel felsefesi hakkında bize önemli bir bilgi veriyor.


Her daim okumaya özen gösterdiğim ve referans olarak da bolca kullandığım Champions dergisinin bu ayki sayısında 4-2-3-1 trendi üzerine oldukça açıklayıcı bir yazı var. Yukarıda ana fikrine değindiğim 4-2-3-1 sisteminin kurucusu olan Juanma Lillo'nun sistemi nasıl açıkladığını görelim:(çeviri şahsıma aittir)

"Niyetim baskı yaparak topu ön alanda çalmaktı. 4-2-3-1, dört forvetle oynamak için bulabildiğim en simetrik yoldu. Önde forvetlerin olmasının getirdiği büyük avantajlardan biri forvetlerin önde olması orta saha ve defansın da öne çıkmasını sağlıyordu, yani bu durumdan herkes yararlanıyordu."

"Ama (bu sistem için) mutlaka doğru oyunculara sahip olmanız gerekir. Oyucular oldukça hareketli olmak ve topu kazandıkları zaman oynamak zorundalar. Unutmayalım ki oynamak için baskı yapıyorlar, baskı yapmak için oynamıyorlar.(You have to remember that they're pressuring to play, not playing to pressure)"


Şimdi bu sözler üzerinden Porto maçına dönelim ve bireysel hataları bir kenara koyup neyin eksik olduğu üzerine kafa yoralım; ama öncesinde yukarıdaki sözlere bir ekleme yapmak istiyorum. Topu kazandıkları zaman oynayan ve hareketli oyunculardan oluşan bu ideal takımın aynı zamanda uyumlu hareket etmesi gerekiyor. Bu ekin ardından yukarıdaki cümlelerin satır başlarını ayırarak maç yorumuna geçebiliriz.

Beşiktaş'ın bu sezon kullandığı sistemin vazgeçilmez unsuru önde baskı kurmak. "Ağır defansla önde oynanmaz" gibi yüzeysel yorumları bir kenara bırakalım. Eğer öndeki oyuncularla baskıyı başlatıp orta sahada gerekli alan paylaşımını yapabiliyorsanız rakibin arkaya etkili top atmasını önleyebilirsiniz. Beşiktaş'ın bu konuda genel olarak iyi iş çıkardığını ve Hulk'ın Hakan'dan seken şutu dışında orta sahanın geçilmediğini gördük.


Buna karşın maçı 3-1 kaybetmemizin nedenini bireysel hatalarla birlikte Lillo'nun son cümlesinde aramamız gerekiyor. Baskıyı oyunu oynamak için kuruyorsunuz, eğer baskının getirdiği başarıyla kazanılan topu etkili kullanacak ayaklara sahip değilseniz bu başarının bir anlamı kalmıyor. Zira hareketli olmanız, takım olarak uyumlu olmadığınız takdirde size bir avantaj sağlamıyor. Futbolda sonuca gidebilmenin belirleyici olduğunu, ikinci yarının ilk on dakikasında 10 kişi kalan Porto'ya kurulan baskının sonuçsuz kalması ve Zapo'nun hatasının skoru 2-0'a getirmesiyle bir kez daha gördük. Zaten oyun salt baskı kurmak için oynansaydı Nobre, Bobo'dan daha değerli bir santrafor olurdu.

Oynanan açık futbol ve bireysel hataların sıklığı gözleri defansa çevirse de, yukarıdan da anlayacağımız gibi bu sakatlıklar dönemindeki esas sorun hücum hattında yaşanıyor. Sezon başında Beşiktaş ile ilgili yazdığım ön değerlendirme yazısında hücuma yerli takviyesi yapılması gerektiğini söylemiştim. Hücumcu istemememin nedeni bugünkü gibi rotasyonun daraldığı günlerde kanatlarda sıkıntı yaşamamaktı; ancak şu anki sorunlu görüntüden alternatif hücumcu ile çıkmamız biraz zor. Beşiktaş'ın üst üste mağlubiyetlerle gelinen noktadan kurtulmak için sistem içi çözümlerin yanında biraz sihir üretmeye de ihtiyacı olduğu açık. Belki bu kadar taktik yazısının üstüne hoş durmayacak; ama bugün geldiğimiz noktada Quaresma ve Guti'nin sisteme katkısından çok bu sihir üretimini aradığımı itiraf etmem gerekiyor. Bahsettiğim sihri takımının üçüncü golünü çatala takarken kullanan Hulk'ın da Q7 gibi üç yıl içinde İnönü'ye daimi ikamet adresi haline getirmesini ümit ediyorum.(Not: Bu adamı Japonya liginde bulan scout'a da Altın Top misali özel bir ödül vermek gerek.)

20 Ekim 2010 Çarşamba

Kendini Bulmaya Başlayan Bir Takım


Alexander Moodle'a bir hoşgeldin (ya da hoşbulduk :) Uzun zaman eksik kalan Fenerbahçe yazıları daha bir dolu artık. ) selamı çakarak bir kaç not yazmak istedim Fenerbahçe-Konyaspor maçıyla ilgili. Fırsat olup dökemedim, yazdığım bir kaç anektodu.

İlk söylemem gereken şey, heralde takımın ideal kadrosuna geç de olsa kavuşmuş olduğuydu. Önceliği Mehmet Topuz'un mevkisini vermek istedim; zira sokaktan herhangi birini çevirsen şu an bulunduğu pozisyonda oynaması gerektiğini söylerdi bize. Aykut Kocaman olmaya gerek yok, bunu keşfetmek için. Ayrıca Konya galibiyetinin çok abartıldığını düşünüyorum. Maçın kazanılmasındaki birinci etken Fenerbahçe'nin fizik üstünlüğü oldu, bence. Konyalı oyunculara bakıyorum, özellikle Veli ve Adnan dikkatimi çekti; hiç mi salonda çalışma yapmamış, bu oyuncular? Demin sokaktan çevirdiğim kişi bunlardan daha fiziklidir, kanımca. Maçın ilk dakikalarında ise Konyaspor'un sıkı savunmasından kaynaklı uzun süre şut hanesinde "0" vardı, Fenerbahçe'nin. Bir de bu sene anlaşıldı ki Fenerbahçe'yi kanatları uçurucak. Stoch-Dia ikilisi devreye girdi, bu sıkıntılı anlarda ve özellikle Anadolu maçlarında Fenerbahçe'yi sırtlayacak isimler olacak, diye düşünüyorum. Fakat bunu ciddi bir derbi (Avrupa maçı olmadığı için değinmiyorum.) maçında olacağını çok da beklemiyorum. Stoch için değil de Dia için daha çok hızı ve fiziğiyle oyuncu geçtiğini söyleyebilirim. Teknik kapasitesini yeterli bulmuyorum, açıkçası. Maçın kahramanları Emre ve Semih'e gelirsek; Emre fizik gücünü yükselttikçe takımda parlıyor ve takımı hırsıyla ateşliyor. Bana eskiden Tuncay'ın üstlendiği rölü üstlenmiş gibi geliyor. Semih gibi bir oyuncu Dünya'da yok heralde. Herhangi bir yıldız oyuncuyu alın, bu kadar yedek bekletin ve sanki hiçbir şey olmamış gibi çıksın, bir de yeri olmayan bir mevki de harikalar yaratsın. İnanması güç bir oyuncu şu "Genç Semih". Şunu da belirtmeliyim ki Semih-Stoch ikilisi çok yakıştı, Fenerbahçe'ye. Umarım, Aykut Hoca yine unutmaz Nöbetçi Gölcü'nün marifetlerini. Bu kadar olumlu gelişmenin yanında, olumsuzları da saymak lazım. Fenerbahçe'nin savunma ve hücum hatları arasındaki boşluk göze batmasa da yine en büyük sıkıntı. Bunun yanına bir de Yobo'yla Lugano'nun birbirlerine alanlarını boşaltarak ve riskli şekilde yardıma gelmeleri defansın göbeğinde boş alan yaratmakta. İçeriye topsuz koşu yapan her oyuncu, top ceza sahası yakınındayken tehlike yaratıyor. Bu arada Anadolu statlarının çimleri yine kendini belli ediyor. Konyaspor coşkulu taraftarına hiç yakışmayan bir zemin. Patates tarlası gibiydi, pazar akşamı yine.



Derbi Öncesi Fenerbahçe

Yobo, Caner, Stoch, Dia, Niang... Yedek kulübesi transferleri olan İlhan ve Serkan haricinde tüm bu transferlerin ilk kez birlikte oynadığı, Alex'siz, onun yerine oynayan Özer'in 15. dakikada Konyasporlu kasaplara kurban edildiği ve artık klasikleşmiş gollü bir Konya galibiyetiyle sonuçlanan bir maç izledik.

Aylardır farklı sebeplerle Fenerbahçe maç yazısı yazamamıştım. Bazen gerçekten yazı yazmanın da ötesinde, hakkında konuşmak bile istemediğim bir dizi Fenerbahçe maçı oynandı. Bunların çoğu sezon başına; Avrupa'dan galibiyet alamadan elendiğimiz, ligde arka arkaya önemli saydığımız maçları (Trabzon, Kayseri, Beşiktaş) kazanamadığımız döneme denk geliyor. O zamandan bugüne ne değişti de Fenerbahçe son 3 haftada 13 gol atarak Galatasaray derbisini beklemeye başladı ona bakmak lazım.

Geriden başlayalım. Kişiliğiyle, dengesizliğiyle, riskli oyunuyla Fenerbahçe defansında olmayı hak etmediğini düşündüğüm ve sezon başında takımdan ayrılması gerektiğini söylediğim Bilica'nın yerine, basit ve hatasız oynayan, sahada sadece işini yapmaya odaklı, Premier Ligde Everton'da 200'ün üstünde maça çıkmış Joseph Yobo transferi, Fenerbahçe için ilaç gibi geldi. Zaten kiralık transferine hiç sıcak bakmayan ve yakın zamandan hatırlayabildiğim kadarıyla Marcio Nobre ve Alper Akıcı hariç kiralık adam almayan yönetim, Nobre'den sonra 2. kez bir kiralık transferde nokta atışı yaptı diyebilirim.

Benim için 2. önemli olay, hep yazdığım ve söylediğim gibi Fenerbahçe'de yeri olması gerektiğine inanmadığım Cristian Baroni'yi takımdan kesip Mehmet Topuz'un onun yerinde denenmesi oldu. Onun performansını beğenen de beğenmeyen de oldu doğal olarak. Benim ise görüşüm belli. Ligin ilk haftasındaki 4-0'lık Antalyaspor maçından sonra, o maçta sağ kanat oynayan Mehmet hakkında şunu yazmışım: "O bölgede oynarsa Fenerbahçe orta sahası yumuşar diyemiyorum; çünkü halihazırda o bölgenin zaten sert olmamasının sebebi o işi yapması gereken Cristian Baroni..." Zamanla o bölgede oynamaya alışacağına ve daha fazla mücadelenin içinde yer alarak kendini geliştireceğine inanıyorum.

Gelelim kanatlara... Transfer dönemi sürecinde benim hayalimdeki Fenerbahçe 11'i şöyleydi: Volkan - Gökhan Lugano İlhan/Bekir Santos - Mehmet Emre - Dia Alex Stoch - Yabancı Forvet. Alabileceğimiz Türk stoper (ya da Serdar Taşçı gibi geleceğine ihtimal vermediğim Türk asıllı Alman oyuncu) olmadığı için 2 yabancı hakkımızı stoperde harcamayız ve oraya İlhan ya da Bekir'i monte edebiliriz; maçına göre de Alex-Özer değişir, Bilica ilk 11 oynar diye düşünüyordum. Çünkü uzun yıllar sonra ilk kez 2 kanadımız da gerçekten kanat oyuncularıydı ve genç yaşta olmalarına ve bazı Fenerbahçelilerin beklentilerini karşılayan transferler olmamalarına rağmen oyunları merakla bekleniyordu. Stoch'u zaten sezon başından beri izliyoruz. Dia da özellikle Beşiktaş ve Kasımpaşa maçlarıyla birlikte bu maçta da ne kadar çabuk, hızlı, etkili ve asistçi bir oyuncu olduğunu gösterdi. Kendisiyle ilgili duyduğum endişe, arkasında oynayan Gökhan'a defansta yeterli desteği verip veremeyeceği. Çünkü Stoch da bazen bu sıkıntıyı arkasındaki oyuncuya yaşatıyor. Kapalı ve sert oynayan rakiplere karşı ise Dia konusunda çok endişe duymuyorum; çünkü bunu Ziya Doğan'ın Konyaspor'undan daha ileri düzeyde yapan bir takım tanımıyorum.

Maçın kahramanı Emre'ydi. Niang içinse söylenecek tek şey, Pierre van Hooijdonk ayrıldıktan sonra niye gelmedin ulan Allahsız!

Çok formda bir halde Galatasaray maçına çıkıyoruz ve Moist gibi tüm Galatasaraylıların canını sıkan sorunlu Galatasaray yönetimi, derbiye 4 gün kala Galatasaray'da işleri iyice çıkmaza soktu bana göre. Bu saatten sonra ne olur, Galatasaray'ın bana göre çok da kötü olmayan kadrosunu kim adam eder bilmiyorum ama bu sıkıntılı durum beni derbi öncesi tedirgin ediyor. Canım sıkkın olduğunda ara sıra izlediğim bir video vardır: Galatasaray'ın UEFA'yı aldığı dönem, Sami Yen'de Samuel Johnson'ın abuk bir frikik golüyle 1-0 kazandığımız derbi öncesinde röportaj yapılan tüm Galatasaraylıların fark beklentisini ve Osman Tanburacı'nın "Bu maçta her şey olur, sadece bir şey olmaz. Fenerbahçe kazanamaz." türü laflarını ve maç sonundaki pişkinliğini izledikçe eğlenirdim. Şu an durum o kadar rencide edici olmasa da oraya doğru gidiyor. 10 yıldır Kadıköy'de perişan olan, teknik direktörsüz, formsuz bir Galatasaray, son 3 maçında 13 gol atmış Fenerbahçe'ye bu sezon da "sürpriz" yapamazsa bir daha uzun bir süre zor diye düşünüyorum. Güzel, hakemsiz, sorunsuz bir derbi olsun, sürprize de yer olmasın :)

"Allah Yardımcınız Olsun!!"


Şimdiye kadar kötü gidişten direk yönetimi sorumlu tutmamıştım. İyi yaptıkları işler olduğunu düşünüyordum. Ne olduğunu bilmediğimiz ama senelerdir herkesin bahsettiği Futbol ve Sportif A.Ş.'nin birleşmesi, Riva'nın kullanılması, yeni stadın inşaatı... Hepsini bu yönetim başardı. 2012'ye belli bir ekonomik düzeyde girilmesi hedeflendi, bunu uygulayabilmek için Keita'yı bile gözden çıkardılar. GSMobile, GS+Bonus gibi uygulamalar ekonomik anlamda ciddi katkı sağlayacak cinstendi. Galatasaray Store'ların sayısı (en azından Ankara'da) bir hayli azalsa da iyi reklamlar yapıp büyük bir ürün satışına ulaştılar.

Hadi bunlara başarı demeyelim; kim gelecek de hayallerimizin yönetimini oluşturacaktı ki? Zırt pırt yönetim değiştirmektense baştakini bir şekilde adam etmek gerekiyor bence.

Ama her şey bir kenara, pazar günü yapılan toplantıda Rijkaard'ı değil de Servet gibi hainleri ve Galatasaray'da ne aradığı bilinmeyen futbolcuları göndermek yönetimin benim gözümdeki son şansıydı. Elbette ki yönetimden böyle hedefleri olan kararlar beklemek hayalcilik olurdu. Çıkacak kararın "şunu da hemen idare ediverelim de muhalefet sussun" mantığıyla alınacağı belliydi.

Fatih Terim özentisi Hikmet Karaman gelmiş, rezil ettiğimiz Hagi gelmiş, yeniçerilerden şikayet ettiğimiz takımın sportif direktörü yeniçerilerin beybabası Hakan Şükür olmuş, ya da Osmanlı misali, III. İmparator Fatih Terim Dönemi'ni veya II. Islahat Dönemi'ni yaşamışız ne farkeder? Zihniyete bak, Galatasaray'a kimler gelmiş kimler geçmiş. Bu teknik direktörler hep de bize gelince salıveriyorlar işlerini! Hagi, Gerets, Kalli, Skibbe, Bülent, Rijkaard... Ne talihsiz takımmışız arkadaş! Futbolcu madenimiz var, teknik direktörler yüzünden harcanıyor altın jenerasyonlar!

Geçtiğimiz senelere bakıp da hala Rijkaard'ı gönderebilen bir yönetimden ne beklesek boş bu saatten sonra. Sırf "elden gitti gidiyor" dediği koltuğu tutmak için arkası güçlü Hakan Şükür'ü "sportif direktör" yapmaya kalktınız, ne iş yapıyorsa Türkiye'de sportif direktör... Futbolculara "abilik", işler kötü gitti mi teknik direktörü yollamaya yarayan bir maşa. Hagi ile beraber gelse sezon sonu gazetede göreceklerimizi şimdiden söyleyeyim: "Hagi ile Hakan Şükür arasında soğukluk var. Oyuncular Hagi'yi istemiyor. Hakan teknik direktör olacak." Sizdeki vizyonu "seveyim" ben, ey yönetim.

Umarım dımdızlak kalırsınız ortada da olağanüstü genel kurul yolu gözükür size. Derbiye üç kala -kazanacağımızdan değil ama- bu takımı hocasız bırakmak rezilliğini çok az insan başarabilirdi. Gönderdiğin hocaya bak, Rijkaard! Kimler reddetmiş seni? Fatih Terim, Hakan Şükür, Hagi ve -dikkat!- Hikmet Karaman! Daha büyük rezillik!

Buraya da yazıyorum, iki seneye izleriz "beğenmediğimiz Rijkaard neler yapıyor, yaaa!" diye yaşlı yorumcu amcaları. Löw'e, Hiddink'e, del Bosque'ye dediğimiz gibi. Kendimizi avutmak için "Burası Türkiye, burada tutmaz onların sistemi" deriz, tamamdır. Sıyrıldık işin içinden işte. Bu kadar kolay her şey, zoru denemeyiz biz kolayı varken.

Olağanüstü genel kurul mu toplanır, tekrar Hagi'ye mi dönülür, ne olur bilemiyorum. Ama seçime gidilirse, yeni yönetim gelirse, değişen ne olacak? Mehmet Cansun, Özhan Canaydın ve Adnan Polat yönetimleri mi size her şeyin çok güzel olacağının garantisini veriyor yönetim değişince? Kim memnun olmuş yönetiminden bu ülkede iki sene üst üste? "Türkiye burası, burada sürekli yönetim olmaz." Dışarda kafasını çalıştıran, sesini "doğru" çıkaran taraftar olmazsa, bu ülkede hiçbir şey olmaz, o gelir bu gider, biz de bu kaosu izler dururuz.

Siz tribünde Sapara kovalayan Ayhan'a, dünya yansa umurunda olmayan Servet'e değil de Rijkaard'a keserseniz faturayı; "gerçek bir megalomanı", İmparator'u isterseniz yerine, "Allah yardımcınız olsun!" Ne haliniz varsa görün.

19 Ekim 2010 Salı

Hepimiz Başımız Dik Yürüyoruz, Çünkü Boğazımıza Kadar Boka Battık


Maltepe Tramvay İstasyonu'nun tam karşısında Tempo Tiyatro. Doksan küsür kişilik küçük bir salona (daha doğrusu atölyeye) sahip. Ayrıca pek çok tiyatro grubuna da ev sahipliği yapıyor, bu salon. İlk defa uğrama fırsatım oldu; ama son olmayacağı kesin. Geçtiğimiz pazar ise Tiyatro Ayakbağı oyuncuları vardı ve sahnede Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü oyunu sahnelenmekteydi. Hafif tanıtıcı bir giriş yapmış olsam da, Devlet Tiyatrolarından biraz bunalmış olanlara daha amatör ama oyunlara daha yakın olabilecekleri bir alternatif sunmak istedim.


Oyun hakkında biraz bilgi vermek istiyorum şimdi. Nobel ödüllü Dario Fo'nun bu komedisi, aslında trajik bir olaya dayanmaktadır: 12 Aralık 1969 yılında İtalya'nın Milano kentinde patlayan iki büyük bombanın onaltı kişiyi öldürmesinin ardından polis Guiseppe Pinelli adındaki bir anarşisti elinde hiç bir delil bulunmamasına rağmen tutuklar. Emniyet müdürlüğünün dördüncü karındaki sorgu sırasında anarşist pencereden düşerek ölür. Polis, olayın kaza sonusu gerçekleştiğini bildirir. Oyun, bu gerçek olayı temel alarak bir süre sonra aynı emniyet müdürlüğüne bir delinin gelmesiyle başlar ve bahsi geçen "kaza sonucu" ölümün perde arkası ironik bir şekilde ortaya çıkar. Oyunun ilk bilgilendirme kısmını, yani gerçek olayın anlatımı yapılırken neredeyse kendimi ana haber bültenini dinliyorum sanıyordum ki anlatıcının halen kulaklarımı çınlatan kahkahası oyuna dönebilmemi sağladı. Fakat asıl beni hayallerimden uyandıran ana karakter deli oldu. Gerçekten başarılı bir sunumla karşılaştığım ana karakter, deli izleyiciye Fo'nun anlatmak istediği Anarşizm penceresinden modern demokratik devletlerin eleştirisini çok net ve oldukça komik bir şekilde aktarabilmiş. Oyuna girmeden Fo'nun oyunu hakkında az bir bilgiye sahip olsam da skandal ve devlet otoritesi kavramları arasındaki bağlantıyı bu kadar güzel bir biçimde karşımda bulabileceğimi hiç tahmin etmezdim. Oyun sırasında da kahkaların oyunun mesajının önüne geçebileceği gibi bir endişeye kapılsam da oyun çıkışı dostlarla yaptığım kısa değerlendirme sonrası yersiz bir korkuya kapıldığımı farkettim. Tekrar tekrar izleyebileceğim bu oyunun değerlendirmesini güzel bir alıntıyla bitirmek de farz oldu sanırım.

"Gazeteci: Bu sefer sizinle hemfikirim müdür bey... Bence böyle bir skandal, polisin prestijini yükseltir sadece. Vatandaş, mükemmel bir devletle yönetileceğini düşünecektir. Daha az adaletsizliğin olduğu adaletli bir düzen içerisinde...

Deli: Öyle ya... bu yeterli olur ! İnsanlar gerçek adaleti mi talep ediyorlar. Biz de onlara daha az adaletsizliği sunarak hoşnut ederiz. İşçiler "bu vahşi sömürünün utancı yeter" diye bağırdıklarında, biz bu vahşi sömürüyü daha aza indiririz ve özellikle utançlarını hafifletiriz, ama sömürü hep devam eder. fabrikarlardaki iş kazalarından gebermek istemediklerinde, bu kazaları önleme yönetmeliklerinden birkaçını değiştiririz, dulların için de fazladan birkaç ödül koyarız. Sınırsız bir toplum istediklerinde farklılıkları göze batmayacak şekilde düzenleriz! Devrim istediklerinde... reformlar yaparız... bol bol reformlar... reforma boğarız ortalığı... ya da reform sözleri vererek boğarız ortalığı , zaten bunları asla vermeyeceğiz !"

18 Ekim 2010 Pazartesi

Vizyon...


Ülkenin vizyonu vizyonsuzluk. Gecenin rezilliği sahadaki takım kadar tribünlerdeki taraftarlardı da. Rijkaard geldiğinde "vizyon, vizyon..." diye böbürlenen taraftar "İmparator Fatih Terim" diye bağırıyor.

Takımdaki sorun nedir, kimsenin sorguladığı yok. İlk hedef her zamanki gibi teknik direktör. Baros'u ayırıp, sahada geriye kalan herkesi çöp torbasına sokuşturup bir kenara atmak lazımken, anlamsız bir uğultu yükseliyor tribünlerden. Taraftarın takıma vermesi gereken en önemli mesaj bir taraflarını yırtarcasına Baros diye bağırmaktı halbuki. Belki sahadaki ruhsuzlar biraz olsun utanırlardı.


Okan, Tugay, Bülent, Popescu, Hagi, Arif, Hakan Şükür gibi oyuncuları getiren, yetiştiren bir kulüptü bu. Sayısız genci çıkarıp, uzun seneler gözü kapalı güvenebilirdik. Okan Buruk daha gencecik bir oyuncuyken, ayağının kırılması bizim için büyük bir kayıptı. Çünkü keyfi oynamazlardı. Her maç ne bekleyeceğimizi bilirdik onlardan.

Aydın Yılmaz ve Barış Özbek gibi ağıza bir parmak bal çalıp sonra kaypak ve karaktersiz bir şekilde bu takımda vakit geçiren adamlara yer yoktu. Mustafa Sarp gibi hedefi olmayan, 6 ay parlayıp sonra saha içinde maç seyreden adamlar bu takımda hiç barınamazdı bundan 10 sene önce. Ya da Mehmet Topal gibi, önce oynarmış gibi yapıp, Valencia'ya kapak atma fırsatı önüne gelene kadar kılını kıpırdatmayan adamlar da olmadı hiç.

Hakan Şükür gibi, Arda Turan gibi, Servet Çetin gibi, sallantıdaki teknik direktörü yollamak adına saha içinde hayalet misali dolanan adamlar da yoktu eskiden. Hepsi son 10 sene içerisinde başladı bu takımı kontrol etmeye, takımın kaderini çizmeye.


Arda Turan Galatasaray'ın ve Türkiye'nin en önemli futbol figürü olabilecek bir potansiyele sahipken, elinde Galatasaray'dan oyuncu -hatta hoca- gönderecek gücü, "küstüm oynamıyorum" diyecek lüksü buldu. El oğlu Mesut'a makul ve mantıklı bir kariyer planlaması çizerken, biz Arda'yı, yönetim olarak, taraftar olarak, medya olarak, kafası karışmış, ne yapacağı belli olmayan bir el bombasına çevirdik. Biz Arda'ya bir maç küfredip, sonraki maç özür dileyecek yüzü bulduk kendimizde.

Zamanında Ilie, Filipescu, Taffarel, Hagi, Jardel gibi yabancılar alınırken, Lukunku'lar, Cristian'lar gördük. Şimdi de Adnan Sezgin'in büyücüsü Pino gelir oldu. 3 koca sezonda Monaco'da 60 maçı anca oynamış Pino'yu, televizyonlar "Bordeaux maçında çok iyi oynamıştı, o maçı da zaten Bordeaux aldı" diyerek tanıttı, yazık! Tek başına maç alan adamdı Keita; deplasmanda oynamıyor, dendi. Şimdi Sami Yen'de maç alacak adam da kalmadı.

Bu arada doğru yapılmaya çalışılan işer de oldu. Gerets, Baros, Kewell, Keita, Skibbe, Rijkaard gibi hamleler yaptı bu takım. Hepsi mantıklı, üzerinde düşünülmüş hareketlerdi. "Vizyon" sloganlarıyla başlayan bu hareketlerin hepsi yeniçeri mantığıyla kesilip atıldı.


Gerets gibi bir adam yollandı, yerine Kalli geldi; eskiye pek meraklıyız ya. Skibbe döneminde Boekamp yollandı, Ümit Davala yollandı, bir teknik direktörü işinden soğutmak için her şey denendi. "Vizyon"dan "bizim evladımız" modeline dönülüp, bu takımın en önemli sembolleri Bülent Korkmaz ve Hagi gibi isimler rezil edildi. Medyaya, skor taraftarına kurban verildi.


Takımda nice derin kanserler varken, Keita'nın disiplini battı camiamıza. Şimdi ise Servet Çetin denen karaktersiz, milyonlarca insanın önünde kendi teknik direktörüne "ayar veriyor" kendince. Apaçık itiraf ediyor; "Bana güvenmedi, ben de oynamadım."

Yine televizyonlarda, gazetelerde, internette "Galatasaray'da değişim" lafları dolanıyor. Ne değişiminden bahsediyorsunuz? Galatasaray'daki kısır döngünün yeni bir devridir sadece yaklaşmakta olan şey. Tugay diyen de var, Abdullah Avcı da. Hagi'de, Bülent Korkmaz'da görmemişiz gibi aynı filmi. Hangi değişimden bahsediyorsunuz?


Tabii bir de taraftarın istediği Fatih Terim! Galatasaray'ın 2000'lerin başındaki momentumunu koruması için bulunmaz bir şanstan, Lucescu'dan olduk Fatih Terim yüzünden. O gün bu gündür, 8 senedir beli doğrulamadı bu takımın.

4 yönetim ve sayısız teknik direktör geçti bu takımdan geçtiğimiz 10 sene içerisinde. Eğer değişim Rijkaard'ı yollayıp, Tugay'ı, Fatih Terim'i getirmekse; değişim yönetimi istifaya çağırıp, yaldızlı isimlerle propaganda yapan yeni bir yönetimi seçmekse, yani senelerdir çektiğimiz çileyi yeniden başa sarmaksa, ben almayayım.


Sürekli değiştik değişmesine de, değişirken kimsenin arkasında durmayı bilemedik. Hagi'nin adı "Hırsızlar!" lafıyla yazılır oldu, leş kargalarına meydan verip "Gitsin, takımı ne hale getirdi" dedik, gönderdik. Yönetimler önümüze atıldı, Fatih Terim gelecek diye onları da gönderdik. Milyonlarca taraftar, teknik direktörüne gözü dönmüşcesine "istifa" diye bağırırken, hangi yönetimin gücü, cesareti yeter ki devam etmeye? Teknik direktör gider, sonra sıra yönetime gelir. Maksat, değişelim.

Bu berbat enkazın en büyük sebebi bitmek bilmeyen "değişimimiz" zaten. Artık bir durup düşünmemiz gerek. Gerçekten değişmek mi istiyoruz? Öyleyse bu "değişimler" süresince hiç kullanmadığımız "istikrar" kelimesinin anlamı üzerine biraz kafa yormak gerek.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Yaşayarak Öğrenme


İnternetin yaşamımızı tümüyle kontrol altına aldığı şu günlerde, yaşadığınız yerde ne olup bittiğini anlamak için başvurulacak bir numaralı kaynak hala gazeteler. İnternet sayfalarının yanıp sönen ışıkları, sağdan soldan fırtlayan reklamları arasında konuyu anlama çabası göstermek yerine, sessiz sakin bir vakit bulduğumda bana okuyacağım konuya yoğunlaşma şansı verdiği için ciddi hususlarda her zaman gazeteleri tercih ederim. Almanya'nın doğusu ile batısının yeniden birleştiği 3 Ekim tarihinde cumhurbaşkanı Wulff'un "Artık İslam'da Almanya'ya aittir" sözleri üzerine başlayan tartışmalar da bu ciddi hususların başında geldiği için konuyu Alman gazetelerinden öğrenmeye karar verdim.

Maalesef bu araştırmayı yaparken atladığım bir başka konu vardı ki, o da gazetelerin hiç de tarafsız yayın kuruluşları olmamasıydı. Bu meselenin bana sorun çıkaracağını uçakta yaşadığım bir başka olaydan çıkarmam gerekirdi aslında. Hamburg uçağında yanımda oturan Alman öğretmenin "Hürriyet" Turkish Daily News gazetesini bana gösterip "Hürriyet Kemalist mi yoksa İslamist mi?" diye sormasının ardından, "Aslında ikisi de değil ama İslamcı gazeteler radikal sınırları zorladığı için ister istemez Kemalist sınıfına giriyor; ama hükümet gazetenin patronu Aydın Doğan'ı milyar dolarlık vergi borcuyla korkuttuğu için vs. vs. vs." diye bir açıklama yapmak yerine kısa yoldan "Kemalist" dediğimde, gazetelerin nasıl çeşitlilik gösterebileceklerini de anlamıştım.

Bu diyaloğu Hamburg'a indikten sonra unutmuş olmalıyım ki, geldikten sonra Alman gazetelerinin politik tutumları hakkında bir araştırma yapma gereği görmedim. Almanca kursuna bir sanat haberi götürmem gerektiği vakit yaptığım araştırmada Marilyn Monroe'nun günlükleri ile ilgili bir habere rastladığım için de Die Welt gazetesini satın aldım. Bu tanışıklığın yarattığı sempatiyle de Almanya - Türkiye maçı ve "İslam Almanya'ya aittir" tartışmasını takip etmek için gazetenin pazar sayısını da edindim. Belki Almancam biraz daha iyi olsa kapaktaki haberleri okuyarak gazete hakkında biraz fikir sahibi olabilirdim; ama sınırlı bilgim buna engel oldu. (E peki gazeteyi nasıl okuyorsun diyenler için not: Şu andaki Almanca düzeyim gramer kalıplarını ve cümle kuruluşlarını bilecek düzeyde; ama kelime bilgim sınırlı olduğu için yazılanları sözlük yardımıyla anlıyorum)

Sekiz sütuna manşeti "İslam bize ait mi - yoksa? (Der Islam gehört zu uns - oder?)" şeklinde çıkan gazetenin ilk sayfasını sağcı Alman politikacılarının İslam sözcüğünden duydukları korkunun tezahürleri kaplamış durumda. İktidardaki Hristiyan Demokrat CDU'nun üyesi Volker Bouffier (ki bu şahsın iç sayfada kendisinin bilgi düzeyini gösteren bir röportajı da mevcut) "(İslamiyet'in Almanya'ya ait olması için)Önce İslam modern yaşamla uyumlu olmalı ve 21. yüzyılda laik bir devletin standartlarına erişebilmeli" gibi nereden tutsan elinde kalacak bir açıklama yapmış. İslam kültürünü, Almanya'ya vize almak için gelen 3. dünya ülkesi proleterlerinden ibaret sanan, kendisini de büyük elçiliğin vize memuru ilan eden Bouffier, sanki İslam'ın Almanya'dan kabul görme ihtiyacı varmış gibi bir de İslam'a modern yaşama uyma yükümlülüğü getiriyor. Bir de İslam laik bir devletle uyumlu hale gelmeliymiş. 1937'de Türkiye laik bir devlet haline geldiğinde babalarının kuşağı Yahudi avlamaktan dış gelişmelere pek önem vermemiş olacak ki, Bouffier beyin Türkiye'de laikliğin Almanya'dan önce hayata geçtiğinden haberi yok. Ayrıca gören de sanacak ki laiklik Hristiyan kiliselerinin desteğiyle Avrupa'da kabul gördü. Röportajında sanki engizisyon mahkemelerini Yavuz Sultan Selim kurmuş gibi Hristiyanlık ve Hümanizma'yı aynı cümle içinde rahatlıkla kullanan ve "Tabii Müslümanı da, dinsizi de bizim vatandaşımızdır" diye Tayyipvari bir egemen kültür - alt kültür çatışması yaratan Bouffier'in en büyük hayali vatandaşlık vereceği "öteki" kültüre mensup insanlara yüz soruluk Almanya testi yapmak.

Cumhurbaşkanı Wulff'un açıklamasının uzun versiyonu şu şekilde: " Hristiyanlık şüphesiz Almanya'ya aittir. Yahudilik şüphesiz(!) Almanya'ya aittir. Bu bizim Hristiyan - Yahudi tarihimizden gelmektedir. Ancak, günümüzde İslam'da Almanya'ya aittir." Tayyip Erdoğan bu açıklama hakkında "adam haklı beyler" mealine gelen "Bir gerçeği dile getirmiş" yorumunu yapmış. Ama Almanya'nın sağ görüşlü politikacılarının bu basit gerçeği görmeye dahi tahamülleri yok. CDU'nun din kardeşi CSU'dan Hermann "Kimse buradan İslamı Almanya'ya entegre etmek istediğimiz sonucunu çıkarmasın" açıklamasıyla 21. yüzyıl Nazisi Sarrazin'in korkularını paylaştığını göstermiş.

Bu açıklamalarla sinirim tepeme çıktığı için Bouffier'in röportajının yanındaki papazın açıklamalarını okuyamadım, eminim okusaydım ondan da pek çok özlü söz çıkarırdım. Sözün özü, gazete okumak ciddi iştir. Araştırmadan aldığınız takdirde sinir kriziyle sonuçlanabilecek derecede büyük yan etkileri olabilir. Die Welt'i gönül rahatlığıyla çöpe attıktan sonra Die Zeit'a geçiş yapmak niyetindeyim, umarım beni yanıltmazlar. Yine umarım ki bir daha hayat boyu sağcıların sığ görüşlü yorumlarını okumak zorunda kalmam. İyi haber: Buradaki sağcıların ve statükocuların da bizim ülkemizden zerre kadar farkı yok. Türkiye'nin dışına çıkınca ülkemizin kazanımlarını çok daha iyi görebilirsiniz.

15 Ekim 2010 Cuma

Güzel Haberler Var Anadolu'dan


Sıkıntılı bir süreçten geçen Türk Futbolu'na bu akşam iyi bir maç seyrettirdikleri için, Bursaspor-Kardemir Karabük takımlarına teşekkürü bir borç bilerek yazıma başlıyorum. Pek çoğu takımlarında forma şansı bulamayan, formsuz bir ilk onbirle sahaya çıkan ve temposuzluğu kendine adeta taktik belirlemiş milli takımımızın teknik heyetinin de bu maçı izlemiş olmasını ümit ediyorum. Bütün Türk Futbolu bitmiş bir tek futbolcunun sakatlığıyla uğraşır olmuşken, Anadolu cephesinden gelen bu maç ümitlerimizi az da olsa canlı tutmayı başardı.

Yukarıdaki yorumlarıma maçın ikinci yarısının etkisinin pek fazla olmadığını belirterek maç yorumuna dönersek; Maça iki takımda inanılmaz derecede iyi başladı ve özellikle Bursaspor'un organize ve hızlı atakları gerçekten baş döndürücüydü. Ertuğrul Hoca takımını yalnızca taktiksel olarak değil aynı zamanda da mental olarak her maça çok iyi hazırladığı aşikar. Çok fazla devamlılığı olmayan ilk onbir de her zaman kendine yer bulamayan Turgay bugün attığı iki golle hocasını mahçup etmedi. Ayrıca fiziği ve yer tutuşuyla iyi bir forvet olduğunu ve bugün üç büyüklerimizde bile olmayan bir forvet kimliğini sahaya koydu. Burada Turgay'dan bahsetmişken Sercan'dan bahsetmemek olmaz. Sercan başarılı top hakimiyeti ve son vuruşları olmasının yanında gerçekten bileklerine hakim bir santrafor olmasıyla milli takımda en azından şu golcü yokluğunda yer bulmasını bekliyordum. Yine maç yorumundan uzaklaştığımı farkederek biraz da Karabük'ten bahsetmek istiyorum. Sadece temsil ettiği değerlerle bile sempatimi kazanabilecek olan Karabük'ü bugün ilk defa izlediğim maçı sonunda futbol açısından da pek çok gönlü fethedeceği belli. Özellikle Fenerbahçe maçlarından bildiğim Cernat takımın maestro'su olmuş Tozo, Sernic ile birlikte takımın yıldızı haline gelmiş. Özellikle Cernat çıktıktan sonra Tozo ve Sernic'in oyuna katkılarıyla Karabük ayakta kalabildi. Ayağa paslarla oyuna hakim olmaya çalışan Karabükspor'un ofansif ve defansif anlamda en sıkıntılı kısmı kanatları heralde. Maç boyunca ne kanat oyuncuları kanada çizgiye inip orta açabildiler ne de bekler defansta başarılıydılar. Yücel Hoca heralde Volkan Şen'in eksikliğine ve Ozan İpek'in formsuzluğuna güvenerek bekleri biraz daha defansın ortasına yaklaştırmış; ama genç İsmail'i pek takip edememiş galiba. 19'luk yıldız adayı Bursaspor'da oynadığı ikinci (ya da üçüncü maçı bu) maçında kendini taraftara ve futbolseverlere sevdirmeyi bildi. Karabük'ün bir başka sıkıntısı da tabiri caizse Mehmet Yıldız sendromu. Emenike'ye yirmi otuz hatta kırk metreden atılan başarısız paslar oyuncunun da maça içerisindeki konsantrasyonunu yerle bir etti. Keşke kanatlardan bindirmelerle ya da ayağa paslarla buluşturabilselerdi Emenike'yi !






Maçın ikinci yarısı ise ilk yarıya oranla çok sönüktü. Cernat'ın eksikliğinde teknik anlamda rakibinin çok gerisinde olan Karabükspor'un kapanması, ilk yarıdaki yüksek tempo oyunu ikinci yarıda sıkıcı denebilecek bir seviyeye getirdi. Sercan'ın oyuna girmesiyle Bursaspor'un sağ kanattan içeriye girişleri daha etkili olabilirdi; ama Yücel Hoca'nın defansı zaten göbekte kalabalık olduğu için Sercan'ın bireysel ataklarını bertaraf edebildiler. Fakat Sercan pek çok pozisyonda uyumuş Karabük defansı tarafından kaçırılsa da Bursaspor'lu oyuncular bu şansları pek kullanamadı. Tecrübesizliği ise Karabük'ü galibiyete götürecek olan golden ya da gollerden etti diyebiliriz. Pek çok golle sonuçlanabilecek atak zaman geçirme amacıyla boşa harcandı.


Uzun zamandır böyle güzel bir maç izlememiştik, Anadolu stadlarında. Bu maç Kardemir'in ligde başarılı olacağını ve Bursapor'lu oyuncuların da milli takım teknik heyeti tarafından göz ardı edilmesinin ne kadar hatalı olduğunu gösterdi, biz futbolseverlere.




Rüya Gerçek Oluyor



Cmuartesi öğlen saat 15:30'da benim için özel bir maç var: St. Pauli - Nürnberg. Meşhur Transfermarkt.de kaynağına göre Bundesliga'nın en düşük piyasa değerine sahip 3 takımından ikisinin mücadelesinin nesi özel diye soruyorsanız:

a) yukarıdaki videoyu hiç izlememişsinizdir.

b) futbolda hala piyasa değerinin ötesinde (hatta piyasa kavramına tamamen karşı)kulüpler bulunduğunun farkında değilsinizdir.

c) Nürnberg'de İlkay Gündoğan ve Mehmet Ekici isimli iki Türk gencinin büyük sükse yaptığını bilmiyorsunuzdur.

d) An itibariyle 9. ve 11. sıralarda bulunana bu takımların altındaki Bayern Münih, W.Bremen, Schalke ve Stuttgart'ın düşme ihitmali neredeyse 0 olduğu için bu maçın küme düşmeme adına stresli bir maç olduğunu görmemişsinizdir.

e) Futbolla hiç ilginiz yoktur.

Yukarıdaki şıklardan e'yi işaretlemeyenlerle birlikte yazıya devam etmek istiyorum. Bundesliga'daki bütün takımların tanıtıldığı Bundesliga Spezial dergisinde St. Pauli şu kelimeyle tanımlanıyor: Kultclub. Takımın içindeki tanınır tek isim olan Asamoah'ın transferini "hem futbolcu hem de kişilik olarak bize uygun" olarak tanımlayan teknik direktör Stanislawski'nin kişilikten kastı gece hayatı olmayan, uysal birisi değil elbet. O daha çok Asamoah'ın Almanya milli takımında oynayan ilk siyahi oyuncu olarak kalıpları kıran kişiliğinden bahsediyor. Zaten St. Pauli ve Reeperbahn bölgesini azıcık bilenler taraftarın asıl gece hayatı olmayan adama sırt çevireceklerini tahmin edebilirler.

Hamburg'un gece kulüpleriyle meşhur bölgesi Reeperbahn'da varyete tiyatrosu işleten eşcinsel bir başkana sahip olan St. Pauli'nin taraftarlarının Che Guevara bayrakları sallayarak endüstriyel futbola karşı durmaları takdir topluyor ve benim de kulübe ciddi anlamda sempati beslememe sebep oluyor; ama "endüstriyel futbola karşı" tişörtlerini 25 Euro'dan sattıkları acı gerçeğini de bir kenara koymak gerek.

Neyse efendim, niyetim St. Pauli nasıl bir takımdır konulu bir tanıtım yazısı yazmak değil. Merak edenler google amcaya sorarlar, o zaten her şeyin doğrusunu biliyor. Şimdi benim için biletimi ikiye katlayıp cüzdana koyma ve "That's the way we like it, we like it, we like it, ooooooooooooooo" diye bağırarak 4 aylık rüyamın gerçek olacağı günü bekleme vaktidir. Maçtan sonra yaşananlarla ilgili detaylı bir yazıyı burada bulabilirsiniz.

14 Ekim 2010 Perşembe

Turquaze


Hamburg'a gelmeden önce bir Türk filmini Türkiye'deki gösteriminden önce izleme şansı bulacağım aklımın ucundan dahi geçmiyordu, bu nedenle Hamburg Film Festivali'nde gösterilen Turkuaz filminin beni fazlasıyla şaşırttığını söyleyebilirim. Beni daha fazla şaşırtan ise filmin İstanbul Boğazı'ndaki rakı-balık sahnesiyle bana İstanbul'u özletmeyi başarmasıydı. (Ömrümün son 16 yılını Ankara'da geçirdiğimi de satır arasına eklemeliyim) Bu durumun benim rakı sevdam kadar, Belçika'da doğup büyüyen yönetmen Kadir Balcı'nın filmin bütününde duyguları ön plana çıkaran tavrından kaynaklandığını düşünüyorum.

Turkuaz, Belçika'da yaşayan göçmen bir Türk ailesinin, babanın ölümü ve annenin İstanbul'a dönüşü üzerine sarsılan düzeninin dış etkenlere de bağlı olarak yeniden kuruluşunu ele alıyor. Ailenin 4 üyesinin de Belçika'daki göçmenlerin 4 farklı jenerasyonunu temsil ettiklerini görüyoruz. Anne Türkiye'den Belçika'ya göçen ilk jenerasyonun temsilcisi olarak babanın vefatıyla birlikte Türkiye'ye dönmeyi seçiyor; çünkü Belçika'da ailesi dışında herhangi bir kişiye veya kavrama kendini Türkiye'deki komşuları kadar ait hissetmiyor. Bir otomobil tamirhanesinde işçilik yapan ve evin büyük ağabeyi olan Ediz ise karısı ile birlikte 2. jenerasyon göçmenleri yansıtıyor. Kendisini tamamıyla Türkiye'ye ait hisseden ve aileden gelen gelenekleri sürdürmeye çalışan, muhtemelen gençlik zamanında dil öğrenemediği için iyi eğitim alamayan, sevdiği Belçikalı kadınla evlenemeyen Ediz ataerkil ve milliyetçi bir duruşa sahip. 3. jenerasyonu yansıtan Timur aynı zamanda Sara ile yaşadığı aşk ile hikayenin ana kahramanı. Dil sorunu yaşamadığı için Belçika'ya daha iyi entegre olduğunu ve Türkiye ile olan bağlarını da koparmadığını görüyoruz. Küçük kardeş Bora ise, ne Türkiye'ye ne Belçika'ya ait olamayan, Türkçe konuşamayan; ama Belçikalılarca da kabul edilmeyen, Mesut Özil olamadığı takdirde hayat boyu sorunlarla boğuşması muhtemel son kuşağın bir ürünü.


Film, babanın bando şefi olma hayalini anlatması ile başlıyor ve sonuna kadar da Belçikalı orta-üst sınıfın ve kapalı toplum yapısını benimseyen Türk göçmenlerinin ön yargılarına değiniyor. Bahsettiğim açılışta "Türk bando şefi" tamlamasını duyan Almanların ön yargılarından dolayı attıkları kahkahalar da kurmaca olan filmin gerçekliğe ne kadar yaklaşabildiğini gösterir nitelikteydi. Babasının bu hayalini gerçekleştirmek isteyen Timur'un ismini kabullenmek istemeyen bando şefi ("sana Tim diyelim") ve sevgilisi Sara'nın ailesinin trompet ve gitar çalan bu çocuğun ilk defa opera gördüğünü iddia etmesi Belçika'daki orta-üst sınıfın ön yargılarına güzel örnekler oluşturuyor.

Bu ön yargıların farklı boyuttaki benzerlerini de babanın ölümünün ardından Ediz'in reisliğini üstlendiği Türk ailesinden görmek mümkün. "Gavur gelin" istemeyen Ediz'in bu önyargılı tavrında babadan gelen gelenekleri yaşatma isteğinin ötesine geçen yaşadığı topluma uyum sağlayamama (veya meşhur sözcüğü kullanırsak entegrasyon) sorunun yattığını görüyoruz. Filmin gerçekliğe dair iddiasını kuvvetlendirmek için, gösterimin sonunda soruları yanıtlayan yönetmen Kadir Çelik'in, filmin yüzde 60 oranında otobiyografik olduğunu söylediğini ve sinema eğitimi aldığı yıllarda sınıfın tek öğrencisi olarak Timur'un yaşadığı sıkıntılara benzer pek çok hadise yaşadığını izleyicilere aktardığını da ekleyeyim.


Avrupa'da yaşayan Türk göçmenlere dair bu kadar söz etmesine karşın filmin merkezinde politik bir duruştan ziyade bireysel bir aşk hikayesi yer alıyor. Karanlık tonların görüntülerdeki ağırlığı ve yüzlere yapılan yakın çekimlerle seyircinin ciddi şekilde duygular üzerine yoğunlaşmasını hedefleyen, zirveyi de yine seyirciyi yönlendiren bir müzik kullanımıyla yapan filmde bu yönlendirmenin ideolojik bir düşünce veya bir tavırdan ziyade dramatik aşk hikayesine doğru olduğunu görmek bir nebze olsun ferahlatıcı. Eğer filmin bu dramatik duygusuna kapılmışsanız, finalde Zeki Müren'in sesinden "yıldızların altında"yı dinlerken gözyaşlarınıza hakim olamayabilirsiniz. Bu finalin arka planında, aynı Abdullah İbrahim'in oryantal notalarına Belçika bandosunun hevesle katılması gibi, sanatın kültürler arası çelişkinin yerine uyumu yerleştirecek yegane araç olduğuna dair bir mesaj içerdiğini de düşünüyorum.

Son olarak, festivaldeki gösterimin sonunda yönetmen Kadir Balcı'nın aktardıklarına değinmek istiyorum. Türkiye'dekiler için iyi haber filmin Türkiye'de de gösterime girecek olması; ancak tarih henüz kesin değildi. Yönetmen, benim duygulardaki gelgitler nedeniyle filmin Fatih Akın filmlerine benzediğine dair iddiamı da "o kadar sarsıcı bir film değil" diyerek yanıtladı. Bunun dışında filme gelen ve Almanya'da yaşayan bir Türk'ün filmi, zaten hayatında aynı şeyleri sıkça gördüğü için beğenmediğini belirteyim. Kendi adıma Kadir Balcı'nın, olayları herkes bilse de bunu sinemaya taşıma sorumluluğunu yerine getirdiği için önemli bir iş başardığını düşünüyorum.

10 Ekim 2010 Pazar

Almanya 3-0 Türkiye: Almanya'dan Yansıyanlar


Bu ağır mağlubiyetin ardından yazıyı yazmak biraz zor geldiğinden dolayı yaşanan gecikme için özür dilerim; ama Almanya'da bu yazıyı yazmanın Türkiye'de yazmaktan daha zor olduğu konusunda bana hak vereceğinizi umuyorum. Maçın üzerinden iki gün geçtiği ve maçın Türkiye'de "Sabri neden sol bek oynar?", "Aurelio'nun neden takımda yedeği yok?", "Almanya doğumlu olsam Hiddink bana da 11'de yer bulur muydu?" gibi sorularla fazlasıyla tartışıldığını bildiğim için daha çok maçın Almanya'daki yansımalarını aktarmak istiyorum.

Burada (Hamburg) iki gündür, başta yukarıdaki Merkel'li fotoğraf olmak üzere Mesut Özil'in fotoğrafları gazetelerin birinci sayfalarını kaplamış durumda. Bild gibi sansasyon seven gazeteler golden sonra sevinmemesini ön plana çıkarırken; Die Welt, Frankfurter A.Z. gibi ciddi gazeteler bu fotoğrafla birlikte Hristiyan Demokrat Cumhurbaşkanı Wulff'un geçtiğimiz günlerde yaptığı "İslam Almanya'ya aittir" açıklaması üzerinden entegrasyon tartışmalarını yürütmekteler. Bu entegrasyon tartışmalarını bir başka yazıda aktaracağımın sözünü verip az buçuk Almancamla die Welt gazetesinin pazar ekindeki maç yorumlarını bloga taşımak istiyorum. Niyetim gazetenin çevirisini yapmaktan çok Almanya'da gündeme taşınanları sizlerle paylaşmak.


Die Welt'in pazar günü spor ekinde bu maça dair iki haber yer alıyor. Birincisi doğrudan maç üzerineyken, ikincisi Almanya Futbol Federasyonu başkanıyla entegrasyon üzerine yapılan bir röportajı içeriyor. Maç üzerine olan haberin başlığı: "Yenilmezliğe doğru giden yolda". Almanlar bize karşı aldıkları bu net galibiyetin ardından eleme grubunu rafa kaldırıp 2012'yi tartışmaya başladılar bile. Maçla ilgili yer alan detaylar Mesut Özil üzerine. Mesut'un "Gol attığıma tabii ki sevindim; ama atalarımın ülkesine olan saygımdan dolayı sevinç gösterisinde bulunmadım." açıklaması hemen her gazetede olduğu gibi die Welt'de de yer alıyor. 40000 kadar Türk taraftarın maça gelip onu dayanılmaz derecede güçlü şekilde ıslıkladığını belirtmeden de geçmiyorlar. Bu maçtaki rahat galibiyette, Dünya kupası'ndaki 4-1'lik İngiltere ve 4-0'lık Arjantin maçlarında kazanılan tecrübenin büyük yeri olduğuna inanıyorlar.

Grup safhasında rahatlayan Almanların kafasında şu an yalnızca tek takım bulunuyor: İspanya. Hedefleri bu genç takımı son iki turnuvada şampiyonluğu elde eden İspanyollar'ın seviyesine çıkarabilmek. Kadro zenginliği ve Schweinsteiger'in yokluğunda kazanılan bu galibiyet onları oldukça umutlandırdı. Ballack'ın Dünya Kupası'na gidememesine karşın gücünden bir şey kaybetmeyen bu takımın Schweinsteiger'siz de kazanması onların her pozisyonda yeterli alternatifleri olduğuna inandırmış. Haklı da sayılırlar; ama istisnai tek isim balık gözlü kahraman Mesut.


23 yaşındaki Khedira ve 21 yaşındaki Mesut, Kroos, Badstuber ve Müller'i ilk 11 oynatarak maçı kazanan Almanlardan bizim de öğrenmemiz gereken şeyler olduğu açık. Kadroya çağrılan 21 oyuncunun 14'ünün 25 yaşın altında olduğu gerçeğine karşın, bu durumu sadece gençleştirmenin başarı getirdiği iddiasıyla yorumlamamak gerekiyor. Özellikle Klose ve Podolski'nin milli takım ve kulüp performansları arasındaki fark, buradaki kenetlenmişlik halinin ve güven hissinin oyunculara yaptığı pozitif katkının önemli bir göstergesi. Bu arada Klose attığı ilk golle ilgili olarak: "Burada biraz şanslıydım. Bayern'de olsa direkten dönüp arkama düşecek olan top burada tam kafama isabet etti" açıklamasını yapmış.

Maç üzerine olan haberi burada noktalayıp federasyon başkanının açıklamalarına geçmek istiyorum. "Göçmen ailelerinden gelen Mesut, Khedira ve Boateng'in milli takımda oynadığını düşündüğümüzde, futbolun entegrasyon için sihirli bir formül bulduğunu söyleyebilir miyiz?" sorusu üzerine başkan Theo Zwanziger bunun sihirden çok futbolun temelindeki takım olma duygusu ile açıklanması gerektiğini söylüyor. Göçmen ailelerinden gelen çocukların hayatlarında fırsat eşitliğine ilk kez futbol oynarken sahip olduklarına vurgu yapmış. Futbolun göçmenlerin entegrasyonunda etkili bir silah olarak kullanılması gerektiğini savunan başkan, çocuklara futbolun kulüplerin yerine okullarda oynatılmasıyla daha çok göçmen çocuğu kazanabileceklerine inanıyor ve önceliği kadın futboluna veriyor. Kadınlar takımındaki Kosova asıllı milli oyuncu Fatmire Bajramaj'ın ağabeyinin desteğiyle babasından gizli olarak futbol oynadığını; şimdi ise babasının kızıyla gurur duyduğunu eklemiş.


Röportaja bu kadar geniş yer vermemin sebebi ise benzer politikaların Türkiye'de de uygulanabileceğini ve bu durumun Sabri'nin sol bek oynamasından daha fazla tartışılması gerektiğini düşünüyor olmam. İnanıyorum ki benzer uygulamalarla kendini Türkiye'ye ispat edebilen kadınlar ve farklı etnik kökenden insanlarla alacağımız galibiyetler bize bu 3-0'lık ağır mağlubiyeti daha kolay unutturacaktır. Bugün girişteki fotoğrafın Almanlara 3-0'lık bir galibiyetin çok ötesinde bir sevinç yarattığını görmem bana bunları daha da fazla inanarak söyletiyor.

3 Ekim 2010 Pazar

Hamburger SV 2-1 Kaiserslautern: Bu bir maç yazısı değildir


Muhabiriniz Yaz Helvası Hamburg'dan bildiriyor. Yazı ve fotoğraflar şahsıma ait olup, izinsiz kullanılması halinde vs. vs. vs.

Yazıma başlarken Hamburg'dan hepinize sevgiler sunuyorum. Çarşamba akşamı geldiğim şehirde 3 gün içinde yaşadıklarımdan kısaca bahsedip, burada izlediğim ilk maç olan HSV gegen(vs.) FCK maçının değerlendirmesine geçeceğim. Uğraştığım ve halen uğraşmakta olduğum formalitelerden bahsedip sıkıcı bir yazı oluşturmaya niyetim yok, o nedenle yazının önemli bir kısmı perşembe günü izlediğim Beşiktaş - Rapid Wien ve cumartesi izlediğim HSV maçlarının öncesi ve sonrasından oluşuyor.

İki maçın da benim için ortak duygusu yalnızlıktı. Buradan Hamburg'da yalnız ve çaresiz bir hayat sürdüğüm sonucu çıkmasın, buraya Erasmus için gelen İTÜ'lü dostlar başta olmak üzere pek çok kişiyle muhabbetteyim ve bu anlamda işler yolunda gidiyor. Ayrıca organizasyonlara tek başıma katılmaya da fazlasıyla alıştığım için maça tek başına gitmeyi kafaya takacak birisi de değilim(iyi mi kötü mü tartışılır; ama o başka bir yazının konusu). Bahsetmek istediğim daha çok topluluğu bir araya getiren ortaklık hissine bürünememekten ötürü duyulan bir yalnızlık. İki maçın özelinde duyduğum bu hissiyatın, toplumsal hayatta hem Almanya'daki Türk nüfusu için hem de ülkemizdeki Kürt kökenli vatandaşlar için karşılığı olduğunu ve bu nedenle de bahsedilmesi gerektiğine inanıyorum. Hamburg'un içinde, benim yaşadığım yer olan Harburg'un iki konu için de adeta bir toplumsal laboratuvar niteliği taşıması nedeniyle sene içinde pek çok kez değineceğim bu konuları şimdilik bir kenara koyup maç tecrübelerimi aktarmaya başlıyorum.

Ankara'dan Hamburg'a gelmiş olmanın getirdiği 15 küsur derecelik sıcaklık farkının ve uçak yolculuğunun getirdiği şok hissini atlattıktan sonra ilk işim Beşiktaş - Rapid Wien maçının gösterildiği bir yer bulmaktı. Maçın Almanya'nın resmi yayın kuruluşu SKY tarafından yayınlandığını öğrendikten sonra sigara dumanından boğulmanın muhtemel olduğu bir Türk Kahvehanesi'ne gitmek yerine SKY yayını olan bir pub bulmaya karar verdim. SKY yayını olan pub'larda "SKY" yazılı levhaların asılıyor olması da işimi hayli kolaylaştırdı açıkçası. İki buçuk kelimelik Almancamla kapalı televizyonu açtırıp SKY sports'a ayarlatmayı da başarınca keyfim yerine gelmişti ki...


Maçların dönüşümlü gösterileceği haberiyle yıkıldım. Öyle 2-3 maç da değil hani, gol olunca bağlanılan toplam 6-7 maçtan bahsediyorum. Bunun yanına oturduğum mekanda sigaranın serbest olması ve Almanya'da sigara içmenin serbest olduğu yerlerde yemek verilmemesi nedeniyle guruldayan midem de eklenince keyfim büsbütün kaçtı. Buna rağmen o saatten sonra başka yer aramak faydasız olduğu için Beşiktaş atkımı boynuma takıp yayının R.Wien - Beşiktaş maçına dönmesini beklemeye başladım. Bahsettiğim yalnızlık duygusunu ilk hissettiğim an da buydu sanıyorum: Maçla ilgisiz onlarca Almanın ortasında Beşiktaş atkısıyla yayının bizim maça dönmesini bekleyen, adeta "resimdeki yedi farkı bulunuz" bulmacasındaki cevaplardan biri gibi duran, mekan ile uyumsuz bir adam. Quaresma'nın sakatlandığını gördüğümde, ani bir hareketle masada duran çiçekli vazoyu devirişimi garsona açıklayamamın sebebi yetersiz Almancam kadar bu uyumsuzlukta da yatıyordu. Aynı şekilde "Summerwine" şarksının Almanca cover'ı da yalnızca beni güldürüyordu.

Yayın sırasında Beşiktaş maçına 7-8 kere yer verildi. İlk seferde Q7'nin direkten dönen topunu, ikincide ise sakatlandığı pozisyonu gördüm. İkinci yarının başında golü de yememizle birlikte ekran başında ben iyice gerilirken Almanlar Dortmund'un 1-0 geriye düşmesini konuşuyorlardı. Neyse ki Rapid kalecisinin Hakan Arıkan'dan görmeye alıştığımız türdeki hatasıyla Holosko'nun ve hemen ardından Bobo'nun bulduğu goller Europa League grup seviyesinde zorlanmayacağımızı gösterdi. Bu arada muhabbet kurduğum Hamburg taraftarından Hamburger SV maç biletlerinin nerede satıldığını sorarak cumartesi hazırlığımı yaptım; ama onun bana sorduğu soru yanıtsız kaldı: "Warum (Nuri) Şahin spielt nicht für die Türkei" (Neden Nuri Şahin Türk milli takımında oynamıyor?)


Cumartesi günü okul tarafından yapılan Hamburg gezisi uzadığı için Hamburg - Kaiserslautern maçının başlangıcına anca yetiştim. Yüzlerce kişinin arasında benim oturduğum koltuğun boş durması, yalnızca benim gibi Türkiye'den gelen bir futbol sever için inanılması güç bir olaydı. Yine de koltuğa oturunca bir hafta önce Beşiktaş - Antalya maçına yetişmek için İstiklal ve Gümüşsuyu'nu koşarak geçerken geç kalmamak için yaşadığım panikle, bu maça gelirken ki rahatlığımı kıyaslayınca kapıldığım hüzün bir futbol maçının oturulan koltuktan daha önemli unsurları olduğunu gösteriyordu. Bayern'e iki gol atarak sezona sansasyonel bir giriş yapan Lakiç'in şık frikik golü Kaiserslautern'i öne geçirdi; ama maçın hakimi olan HSV, Gojko Kacar ve Chuopo Moting ile bulduğu gollerle maçı 2-1 kazanmasını bildi. 4-4-2 oynayan ve hücumda Elia - Ze Roberto kanat ikilisinin aksiyonlarından medet uman HSV'yi yıl içinde bol ol yazacağım için bu yazıda detaya girmeye gerek yok. Kaiserslautern ise golü korumaya çalışan Anadolu takımı kimliğinden fazlasını gösteremedi ve yenilmeyi hak etti. Lakiç'ten sonra en dikkat çeken oyuncuları ise defansta görev yapan 20 numaralı Rodnei'ydi. 2006 Dünya Kupası için yapılan Imtech Arena'nın ise harika bir stad olduğunu söylemem gerekiyor.

Pek çok etkinliğin düzenlendiği bu kentte bloga yazacak pek çok mevzu olacak gibi görünüyor. Örneğin şu an devam etmekte olan Hamburg Film Festivali kısa sürede buradaki yerini alacak; ancak şimdilik Hamburg ve maç notlarım bu kadar. Yeniden görüşünceye kadar esen kalınız.

1 Ekim 2010 Cuma

Hayırsız Mâlubiyet


Mâlubiyetin hayırlısı olur mu demeyin. 2-1'lik, 1-0'lık yenilgidense 4-5 fark yemeyi tercih ederdim. Çünkü kısa vadede sorun çözebilecek en basit şey sağlam bir şok olurdu takım için.

Teknik kararlardan oyunculara kadar, neresinden tutarsanız elinizde kalıyor bu takım. Cana'nın oyundan alınması ne demek? Barış'ın sahada kalması hangi düşünceyle yapılıyor?

Ayhan ve Serkan'ın bu hafta ne vaziyette olacaklarını söylemiştim zaten. Küme düşen takım da kırk yılda bir iyi bir oyun oynuyor. İBB maçı da öyle bir maçtı işte.

Son zamanların en skandal hakemliğini yapan Aytekin Durmaz'a da bir selam çakmak gerek, ama yine de "hakem olmasa bu maçı çatır çatır kazanırdık" dedirtecek bir takımımız yok. Gökhan Zan Emenike karşısında dünya aleme rezil oldu. Omzu yiyen yerde, koşmak yok. Top kimdeyse o oyuncunun etrafında 40 metre çapında bir boşluk oluşuveriyor. Karabük çatır çatır tek pas yaparken bizim verdiğimiz tüm pasların diğer ucunda bitiveriyorlar. Adam gibi basacak, top kazanacak güçten yoksunuz.

Trabzon'un 6 attığı Sivas'a, Beşiktaş'ın 4'lediği Karabük'e maç veriyoruz, Kadıköy'de Fener'i mi yeneceğiz de ilk ikiye gireceğiz? Bakalım daha ne kepazelikler bekleyecek bizi derbilerde... Şükrediyorum sağda solda Fenerli insanlar görüp de dalga konusu olmayacağım diye.

Bu sezon da burada biter... Sırıta sırıta Gökhan Zan'ı izleriz biz de.

Forma Koleksiyonu




İnsan neden forma koleksiyonu yapar, bunun neresi eğlenceli ve cazip gelmektedir, futbolla çok haşır neşir olmayan ya da koleksiyon işine hiç bulaşmamış olanların anlayabileceği cevapları olan sorular değildir. Ekşi Sözlük'ten ayanux, bunu "Kimine göre gereksiz, fakat benim için delicesine bir tutku, bir hastalık olan saplantı. bir diğer açıdan ise hobi.." olarak tanımlamış, altına imzamı atabilirim.
İlk formam, annemin muhtemelen pazardan aldığı, "Emlak Bankası" reklamlı sarı Fenerbahçe formasıydı. Yanlış hatırlamıyorsam 97-98 sezonuna denk geliyor olmalı. Daha sonra aldığım, çoğu replika olan (malum, geçen yaza kadar öğrenci adamdım, orijinal formalar da pahalı, sadece Fenerbahçe formalarımın orijinal olmasına dikkat ediyorum) tüm formaların bir şekilde sempati duyduğum ve benim için özel olan takım (Boca Juniors, Adana Demirspor...) futbolcu (Arshavin, Messi, Solskjaer...) ya da hem bu kriterleri sağlayan, hem de sevdiğim renk ve dizayna sahip kült formalardan (Ajax'ın Abn Amro reklamlı, 23 numaralı Van der Vaart forması ve Henrik Larssonlu Celtic forması gibi) oluşmasını amaçladım. Arkadaş arasında "Bir kere giydiği formayı bir daha giymez" şeklinde magazinsel geyiklere malzeme olsam da, spor mağazalarına girdiğimde beni heyecanlandıran, ya da turistik sahil beldelerimizdeki dükkanlarda, turist kızlardan sonra en çok ilgimi çeken şeydir vitrindeki formalar ve bunun iyi-kötü koleksiyonunu yapmak da benim için gerçek bir tutkudur.
Blogumuzun patronu Yaz Helvası'nı Hamburg'a uğurlamadan önce kısa bir forma muhabbeti yapmıştık. O konuşmanın ardından, hakkında bir şeyler karalamak istediğim bir konuydu. Tabii bir de Hamburg'dan dönerken, Alaman çikolatası yerine istediğim St.Pauli formasını hatırlatmak amaçlı bir yazı olsun :)