Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2010 Pazar

Pablo Neruda - Kuruntular Kitabı


DENİZ KIZI İLE SARHOŞLARIN MASALI

Bütün herifler içerdeydi
girdiğinde o çırılçıplak
herifler içiyordu, ona tükürmeye başladılar
daha yeni çıkmıştı nehirden, bir şey anlamıyordu
yolunu yitirmiş bir deniz kızıydı
küfürler aktı parıldayan teninde
açık saçık sözler yağdılar altın memelerine
ağlamadı çünkü bilmiyordu ağlamayı
çıplaktı çünkü bilmiyordu giysileri
dağladılar gövdesini sigaralar, yanık mantarlarla
yuvarladılar meyhanede kahkahalar atarak
konuşmadı çünkü bilmiyordu konuşmayı
uzak bir aşkın rengindeydi gözleri
kolları ikiz safirlerdi
dudakları titriyordu mercan ışığında
sonunda çekip gitti kapıdan
güçbela girdiği nehirde tertemiz oldu
yağmurda beyaz bir taş gibi pırıl pırıl yine
yüzdü bakmadan arkasına
yüzdü hiçliğe, yüzdü ölümüne.

Pablo Neruda

20. yüzyılın efsane şairlerinden Pablo Neruda'nın Kuruntular Kitabı Can Yayınları tarafından piyasaya sürüldü. Bu giriş cümlesinde yıllarca sosyalizmin bayraktarlığını yapan Pablo Neruda ile piyasa kelimelerini yan yana getirmek ne kadar beni rahatsız etse de, onun şiirlerini okuma fırsatı verdiği için Can Yayınları'na teşekkür etmem gerekiyor. Neruda'nın sosyalist söylemlerinden ziyade aşk, yalnızlık, gurbet gibi temalara ağırlık verdiği kitapta onun mizah anlayışını sevenler için de bolca keyif veren malzeme mevcut.

Şiirlerin okuyucusuyla arasında kurduğu bağın romanlara, filmlere göre daha kişisel olduğuna inandığım için kitapla ilgili uzun bir yorum yazmaya gerek görmüyorum. Yukarıya taşıdığım "Deniz Kızı ile Sarhoşların Masalı" şiirini sevdiyseniz kitabın geri kalanını da okumanızı tavsiye ederim. "Uzak bir aşkın rengindeydi gözleri", böyle dizeler yoruma gerek bırakmıyor zaten. Neruda'yı sevenlere Il Postino filmini de tavsiye edip yazıyı sonlandırıyorum.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Kırmızı Pazartesi - Gabriel Garcia Marquez


"Bana bir ön yargı verin dünyayı yerinden oynatayım."

Bazı yazarların kendisini o kadar belli eden bir üslupları vardır ki, sanırsınız ki yazdıkları bütün öyküler aslında aynı mekan ve zamanda geçiyor ve bütün karakterler de birbirlerini tanıyorlar. Türk edebiyatında bana bu hissiyatı en çok yaşatan isim Yaşar Kemal'dir örneğin. Dünya edebiyatında benzer bir üsluba sahip olan isim ise şüphesiz Gabriel Garcia Marquez.

Kendisi de yazarken benzer bir hisse kapılıyor olmalı ki, Kırmızı Pazartesi öyküsüne Yüzyıllık Yalnızlık'ın unutulmaz karakteri Auerilano Buendia'yı(gerçi romanda aynı isimli birden fazla karakter vardı) mağlup eden bir generalin oğlunu dahil etmiş. Zafer kazanmış generalin oğlu kasabaya farklı coğrafyadan gelen Bayardo San Roman'ın, evlenmek istediği Angela Vicario'nun bakire olmaması nedeniyle Angela'yı evine geri bırakması üzerine Vicario kardeşler namus cinayeti işlemeye karar veriyorlar. Maktul Santiago Nasar'ın Angela Vicario'yla ilişkiye girip girmediği ise kimse tarafından bilinmiyor. Düğünün yapıldığı geceden sonra sabah 5'e karşı tüm kasabanın bildiği ise o sabah cinayetin işleneceği. Buna karşın kimsen cinayeti engellemek için pek de gönüllü davranmıyor.

Marquez'in yarattığı tek mekan ve zaman hissiyatında, Güney Amerika'nın ortak konularına değinmesinin önemi büyük. Özellikle dinin insanların hayatları üzerindeki etkisi bu öyküde de belirgin şekilde hissediliyor. Bekaretin cinayet işlemeye varacak kadar önemli bir mevzu haline gelmesinde, bu coğrafyadaki Katoliklik etkisini göz ardı edemeyiz. Pek çok ailenin birbiriyle akraba olması (örneğin öyküyü birinci ağızdan anlatan karakterin hem katiller hem de maktul ile akraba olması) ve herkesin birbirini tanıdığı mekanlarda geçen hikayeler de diğer Marquez öykülerini hatırlatıyor. Kırmızı Pazartesi gibi oldukça kısa bir öyküde bu kadar çok karakterin başarılı bir şekilde öyküye katılması ise Marquez'in ustalığının bir işareti.

Kırmızı Pazartesi öyküsünde mekanın ve toplum hayatının dışında Gabriel Garcia Marquez karakteristiklerine rastlamak da pekala mümkün. Aşık olunan güzellikte ve şefkatli fahişeler, Pedro Vicario'nun işeme probleminde olduğu gibi ufak ayrıntıların detaylı bir biçimde anlatılarak hafızaya kazınması, yıllarca yazılan ve cevap alınamayan mektuplar, Marquez'e has mizah algısı (cinayeti engellemek için Vicario kardeşlerin ellerinden bıçakları alan albayın, cinayet sontasında "Hay allah! Demek başka bıçaklar almışlar" demesi gibi) Marquez'in roman üslubunu özleyenlere ilaç gibi geliyor.

Bu kadar çok ortak Marquez özelliğine karşın, öykü Marquez'in meşhur büyülü gerçekliğinden bir nebze uzak bir çizgide kalıyor. Herkesin bildiği bir cinayeti kimsenin engelleyememesi gerçekliğin dışında bir durum gibi gözükse de, Marquez'in diğer romanlarından farklı olarak doğaüstü olayların öykünün gelişiminde herhangi bir rolü yok. Öyküdeki her karakter kendince bir nedene inanarak kardeşlerin cinayeti işlemeyeceğine ikna oluyor. Gelişmelere kimsenin müdahale etmemesinde, Vicario kardeşlerin cinayet işlemeyeceğine dair inanç kadar, Nasar'ın Arap kökenli ve zengin olmasının yarattığı ırkçı bir tepki de var. Yine dinin etkisiyle yönetilen halkın namus cinayeti işlenmesini haklı bulduğu gerçeğini de atlamamak lazım. Marquez ise, Nasar'a cinayet günü giydirdiği beyaz gömlekle tarafını belli ediyor.

119 sayfalık bu kısa öykü, Yüzyıllık Yalnızlık ve Kolera Günlerinde Aşk gibi Marquez şaheserlerini okuyup tadı damağında kalan okurlar için Marquez'le bir hafta sonu daha kaçamak yapmak için ideal görünüyor. Eğer bahsettiğim romanlardan birini okumadıysanız, bu kısa öyküden önce o romanlara bakıp Gabriel Garcia Marquez'in üslubuyla tanışmanızda fayda var.

27 Ağustos 2010 Cuma

Bereketli Topraklar Üzerinde - Orhan Kemal


"Kul acımaz bunlara, Allah acımaz. Allah'ın un unuttuğu insanlardır bunlar! Peygamberler kitaplar dolusu sabır, tevekkül, kanaat getirmişlerdir bunlara. Hiç bir işe yaramayan, hiç bir işe yaramayacak olan sabır, tevekkül, kanaat"

Yaşar Kemal ve Kemal Tahir ile birlikte edebiyatımızın üç Kemal'inden birisi olan Orhan Kemal'in, toplumcu roman geleneğimizin en güzel örneklerinden birini oluşturan Bereketli Topraklar Üzerinde romanını okuma fırsatı buldum. Erden Kıral'ın da sinemaya aktararak ölümsüzleştirdiği bu roman, Yaşar Kemal'den dinlemeye aşina olduğumuz Çukurova topraklarının bereketini artırmak için emek verip karşılığında hiç bir şey alamayan ırgatların hazin öyküsünü anlatıyor. İzninizle burada roman hakkında bir kaç kelam etmek niyetindeyim.

Bir Orta Anadolu köyünden çıkarak Çukurova'ya iş aramaya gelen 3 arkadaşın, şehrin dinamikleri içinde var olma savaşı verdikleri Bereketli Topraklar Üzerinde romanı, köyden çıkan arkadaşların benimsedikleri değerlerin şehirde nasıl tepetaklak olduğunu gözler önüne seriyor. Bir hemşehrilerinin fabrika sahibi olduğunu öğrenen arkadaşlar üç beş lira fazla daha kazanabilmek adına Çukurova'nın yolunu tutuyorlar; ancak geldiklerinde anlıyorlar ki, şehirde hemşehrilik bir değer ifade etmiyor. En sonunda arkadaşların ikisi, berbat çalışma koşullarından dolayı hasta olan arkadaşları Hasan'ı arkalarında bırakarak köyde önem verdikleri değerleri kendilerinin de arkalarında bıraktıklarını gösteriyorlar. Sonrasında sömürünün her çeşidine şahit olacakları bir Çukurova serüveni başlıyor ikili için. Oyunu kurallarına göre oynamasını bilen Yusuf ayakta kalırken, nefsine hakim olamayan Pehlivan Ali cehaletinin bedelini canıyla ödüyor.

Orhan Kemal gerçekçi ve toplumcu roman anlayışını benimsediği için, romanda kelime oyunları veya sembollere yer vermeden doğrudan halkın derdini anlatmaya koyuluyor. Romanda gördüğümüz hiç bir karakter olduklarının ötesinde anlamlar içermiyor. Ezenler ve ezilenler arasındaki ayırım net bir biçimde yapılmış durumda ve karakterler hep bu sömürü düzenindeki sınıfsal rollerine uygun şekilde hareket ediyorlar. Kızına, aldığı toka ve tarağı veremeden vefat eden Hasan'ın dramatik hikayesinin dışında, karakterler iyi ve kötü olarak ayrılırken belirgin bir ahlakçı tutumda hissediliyor. Mal sahibi olmamasına karşın ırgatların sömürüsüne ön ayak olan ırgat başı, kızlarının fahişelik yapmasına aldırmayacak kadar gurursuz bir karakter. Yine işçilerden ailesine sadık olanı hayatta kalmayı başarırken, cinsel dürtülerinin peşinden koşan Pehlivan Ali hayatını kaybediyor.


Hikayeyi bir kenara bırakıp, Orhan Kemal'in tartışmaya açmayı hedeflediği sömürü düzeni üzerinde duralım. Romandaki üç beş kuruş kazanmanın derdindeki garibanların gerçekçi hali, ideolojik kalıpların ötesine geçemeyen solcuların gerektiğinde barikatlardan fırlayıp emeği için savaşan güçlü proleter imajının yanında çok daha etkileyici duruyor. Türkiye'de işçilerin sınıf bilinci kazanması için ne kadar çok yol katedilmesi gerektiğinin canlı bir örneği Bereketli Topraklar Üzerinde. Bunu bir kenara koyarsak, bu romanda esas olarak işçilerin haklarını savunamadıkları zaman nasıl sefalete sürüklendiklerinin hikayesi var. Sigortanın önemini, sendika kurmanın faydalarını, insanların temel eğitim ve sağlık haklarından faydalanmalarının gerekliliğini romandaki somut örnekler üzerinden anlatmak oldukça kolaylaşıyor.

İşçi sınıfının örgütlü olmamasının yol açtığı sorunlara kitaptan bir örnek verelim. Kurtlu ekmeklerle, içinde taşlar gezen pilavlar yemeye mahkum bırakılan işçilerden sesini yükselten bir iki kişi, arkalarında örgütlü bir destek bulamadıkları için işlerinden atılıyorlar. Bu arada yapılan haksızlıklar arttıkça öfkeden gözü dönen bu iki işçi de çareyi hasadı yakmakta buluyorlar. Örgütsüz bu isyan yüzünden hem işçilerin insanlıkla bağdaşmayan sömürüsü devam ediyor, hem de emeğin sonunda üretim gerçekleşmediği için bey - ağa da istediğini alamamış oluyor.

Sömürünün gerek kol gücüyle olsun gerek cinsel yolla olsun her türlüsüne maruz kalan bu garibanların, Allah'ın verdiğiyle yetinmeyi şiar edinmiş feodal zihniyetten gelmiş olmaları da sorunu çözümsüz hale getiren başlıca sebeplerden birisi. İktidar olarak muhtardan başkasını tanımamış olan köylüler, şehirde kendilerine egemen olan iktidar odaklarının altında ezilmelerine tek çözüm olarak bu iktidar odaklarıyla işbirliği yapmayı bulabiliyorlar. Özellikle bu iktidara sahip olanların çaresiz kadınları nasıl kullandıklarına şahit oluyoruz.

Bereketli Topraklar Üzerinde romanını okudukça, ülkemizin son yıllarda içine düştüğü kısır siyasi atmosferden neden kurtulamadığımızı bir kez daha anlamış oldum. Kültür yaşantımızda varlığını her geçen gün kaybeden toplumcu söylem; siyasi alanlarda da kendine yer bulamadıkça, insanların emeğinin onuruyla yaşama hakkını gözetmek yerine kendi iktidar koltuklarını korumak adına kimlik sorunlarının ardına sığınan siyasetçiler gündem belirledikçe, memleketin çatışmanın ve kutuplaşmanın eşiğinde yaşaması da kaçınılmazdır. Bu gündemi değiştirecek yeni Orhan Kemallere şiddetle ihtiyacımız var.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Körlük - Jose Saramago


"Körlük biraz da bu, hiç bir umudun kalmadığı bir dünyada yaşamak"

Nobel ödüllü 87 yaşındaki yazar Jose Saramago'nun Körlük romanı, duyarsız bir toplumun yol açtığı sorunlara dikkat çekmek amacıyla kaleme alınmış. Saramago'nun; iktidarın oluşumu, yönetimdekilerin haksız uygulmaları ve bu uygulamalara tepkisiz kalan insanların portresini çizdiği romanını okurken, kendisinin 1974'teki Karanfil Devrimi'ne kadar iktidarını katolik kilisesinin ilkelerine dayandırdığını iddia eden sömürgeci bir devlette yaşadığını dikkate almakta fayda var. Örneğin bu diktatörlük rejimi, kitapta dinin körlüğüne yapılan göndermenin önemli bir nedeni olabilir. Saramago'nun 1969'dan beri Komünist Parti üyesi olduğunu da ekleyelim.

Romanın değindiği konular üzerine fikir yürütmeden önce romanı yazmak için Saramago'yu motive eden nedenler üzerine biraz kafa yoralım. Burada romanın ana fikrinden ziyade, körlük metaforunun neden kullanıldığına değinmek istiyorum. Romandaki yazar karakterinin söylediklerinden çıkaracağımız üzere, muhtemel bir körlük salgının ortaya çıkmasında Saramago'yu en çok korkutan, yazarın işlevselliğini kaybetmesi olmuş. Bu salgının yarattığı ilkel koşullarda duyguların betimlenmesinin gereksizliğini de düşünürsek, Saramago'nun okunamama korkusunun her insanın bilinç altında yer alan kör olma korkusunun dahi önüne geçtiğine inanıyorum.

Körlük kitabı, kitaptan uyarlanarak çekilen filmin gösterime girmesinin ardından, körleri aciz gösterdiği gerekçesiyle Amerika'da körler federasyonu başkanının eleştirilerine maruz kalmış. Sonradan körleşmenin bir gerçeklikten ziyade bir metafor olarak kullanıldığı roman için bu eleştirilerin çok geçerli olduğuna inanmıyorum. Yine de, pek çok ayrımcı ve aşağılayıcı davranışın kökeninde korkularımızın yattığını hesaba kattığımızda körlerin bu hassasiyetini dikkate almak gerektiği kanaatindeyim.

Yazarla ilgili görüşlerime üslupla ilgili bir kaç tespitte bulunarak son noktayı koyalım. Romanda geçen diyaloglarda, uzun çizgiler yerine virgüllerin tercih edilmesiyle sağlanan devamlılık sayesinde, okuyucu atmosferin içine daha kolay girebiliyor; ancak bu tercih nedeniyle ön plana çıkması gerekn sözlere yeterince vurgu yapılamadığına inandığımı eklemeliyim. Saramago'nun bir diğer karakteristiği olan karakterlerine isim vermeme tercihi de bu romanda ayrıca anlamlı olmuş. Romandan bir alıntı yaparak meramımı anlatayım: "Kör insanların bir isme ihtiyacı yoktur. Ben yalnızca sesimden oluşuyorum, gerisi önemli değil."

Körlük romanının içeriğine döndüğümüz vakit, Saramago'nun temel eleştirisinin, çevresinde yaşananlara tepki vermeyen, yani olan biteni göremeyen bir toplumun gün geçtikçe ilkelliğe itilmesi olduğunu görüyoruz. Elektrik şebekeleri, kanalizasyonları, yarattığı kültür ile çağdaş yaşamın ana mekanı olan kentlerin, körlük halinden dolayı, yabanıllığa teslim olmuş haliyle karşılaşıyoruz bu romanda. Uygarlıktan ilkelliğe doğru adım adım geriye gidilirken, toplumu ayakta tutan temeller de birer birer kayboluyor. Ahlak gün geçtikçe aşınıyor ve en sonunda eski bir tımarhane olarak belirlenen yeni yaşam alanında, temel ihtiyaçlar üzerine yerleşen yeni bir iktidar kuruluyor. Silahlı bir kaç adamın gönderilen yemeklere el koyarak kurduğu iktidar, korkudan eli kolu bağlanan körler tarafından kabul görüyor. Yemeklere karşılık olarak koğuşlardaki kadınlara tecavüz edilmesi de, toplumsal çöküşün son halkasını oluşturuyor.

Bütün bu tersine evrim sürecinden kurtuluşu sağlayacak olan ise, görme yetisini kaybetmeyen tek kişi olan doktorun karısıdır. Kadının farkına vardığı gerçek, hayatta kalmak ve bu ilkelliğe karşı durmak için örgütlenmenin zorunlu olduğudur. Örgütlenmenin ilk biçimi olan aile kavramına yapılan olumlu atıflar da bunun bir göstergesi. Hikayede yeni bir aileyi oluşturan insanlar, anne rolünü oynayan doktorun karısının önderliğinde hayatta kalmayı başarırlar. Saramago Körlük romanında, kadınlara doğanın verdiği yaratıcı rolü, toplumda yeni bir düzen yaratma yükümlülüğü olarak yeniden yorumlamış; bu arada umudun var olduğu bir dünya düzeni için örgütlenmenin gerekliliğini vurgulamayı da ihmal etmemiş. Yine romandan anlamlı bir cümle ile bitirelim: "Örgütlenmek bir bakıma görmek demektir."

16 Şubat 2010 Salı

Otomatik Portakal - Anthony Burgess

Stanley Kubrick'in sinema perdesine taşıyarak ölümsüzleştirdiği Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) kitabı, 20. yüzyılın klasik eserlerinden birisi. Geceleri çetelerin hüküm sürdüğü sokaklar ve güvenliğin kalmadığı kentteki çetelerden birine üye olan Alex'in sancılı büyüme sürecinin anlatıldığı kitap, şiddetin doğallığı ve bunun devlet otoritesiyle bastırılmasının muhtemel sonuçları üzerinde duruyor.

Alex, ergenlik çağındaki her genç gibi kendini toplumda kabul ettirmek istemektedir. Bu varoluşunu ispatlamak için ise şiddeti kendine yöntem olarak seçmiştir. Geceleri yaşlı insanları pataklamak, dükkanları soymak ve hanelere girip kadınlara tecavüz etmek Alex'in ve çetesinin gündelik uğraşları arasındadır. Farklılaşmak adına kendine özgü argo bir dil geliştiren ve arkadaşlarıyla bu dili kullanan Alex, çetede liderlik arayışına girince grup üyeleri tarafından dışlanır. Liderliğini ispatlamak için tedbiri elden bırakması da tutuklanmasına sebep olur.

Alex, devlet tarafından ehlileştirildikten ve şiddet uygulama refleksini yitirdikten sonra toplumun içine yeniden salındığında ise, varoluşunu ispatlayabildiği yegane insanların geçmişte şiddet uyguladığı insanlar olduğunun farkına varır. Ailesi onun varlığına katlanamadığı için, Alex'in yerine başka birini evlerine almış, adeta 30'lu yaşlarındaki bu adamı evlat edinmişlerdir. Politikacılar ise, onu kendi kişiliğinden bağımsız olarak bir politika malzemesi olarak görmektedirler, onun yok olmasının yaratacağı sansasyonel etkiyi, var olmasına tercih etmektedirler.

Anthony Burgess'in, Alex'in yaşadıkları üzerinden tartışmaya açtığı kavramların ilki, sistemin tek tipleştirdiği ve doğal reflekslerini yok ettiği insanlardır. Burgess, kitabın başlığına Otomatik Portakal başlığını koymasının nedenini şöyle açıklıyor: "...ona (insana) mekanik bir varlığa göre kanunlar ve kurallar dayatma girişimine karşı kalemden kılıcımı kaldırıyorum." Burgess kitabında, makinleşen insanlardan oluşan bir toplumun bireylerinin, özgür iradeyle hareket etmelerinin imkansızlığına değiniyor. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da totaliter sistemlere ilerleniyor. Bu ilerleyişte kaçınılmaz bir çatışma söz konusu: Hukukun soyutluğu şiddeti artıran bir unsur olarak ortaya çıkarken, artan şiddet toplumsal mutabakatın oluşmasını önlüyor ve soyut hukuka daha geniş alanlar açıyor. Sorunun kaynağında ise ahlaki değerlerin unutulması yatıyor; çünkü bu boşluğu doldurmak adına devletin hukuki (Alex'in tutuklanması) ve gayrı hukuki uygulamaları (Alex'in polislerce dövülmesi) devreye giriyor.

Tartışmamız gereken diğer bir sorun da şiddetin yok edilmesinin ne kadar gerekli olduğu. Şiddetin içgüdülerimizle olan ayrılamaz ilişkisi göz önüne alındığında, şiddetin devlet tarafından yok edilmesi durumunda, doğal hazlarını kaybetmesi söz konusu olacaktır. Ayrıca insanın müzikten edebiyata, sanatsal yaratım sürecinin de sekteye uğrayacağını öngörmek gerekiyor. Alex'in tedavi sırasında izlediği filmleri televizyon başında her gün izleyen bizler, ister istemez bir çaresizlik hissine kapılmaktayız. Düzenin değişmezliğine olan inancın yaratım sürecine vurduğu sektenin sonuçlarını çevremizde şimdiden görüyoruz; ancak elimizden Alex'in sorduğu gibi "Ee, ne olacak şimdi?" diye sormaktan başka bir şey de gelmiyor.

İnsan hakları, özgürlük ve demokrasinin yılmaz savunucusu olduğunu iddia ettiği halde, dünyanın liderliğini ele geçirmek adına atom bombası kullanarak, yani ahlak dışı bir yöntemle egemen haline gelen ABD'nin siyasal uygulamalarını gördüğümüzde, şiddetin dünya üzerinde güç elde etmenin bir numaralı yöntemi olarak baki kaldığını görüyoruz. Sürekli gelişmeyi kendine hedef seçen insanoğlu, şiddetin azaldığı bir dünyada yaşamayı düşünürken, atom bombasını icat etmekten, Nazileri iktidara getirmekten de geri kalmıyor. Bu ilerleme sürecinde insanoğlu, yok etme ve saldırganlık iç güdüsünü ehlileştirebilir mi? Sanıyorum bunun gerçekleşmesi için, çevrenin baskısıyla oluşan toplumsal ahlakın yerine, bireylerin kendi seçimleriyle oluşturdukları bireysel ahlakın geçmesine ihtiyaç var.

Kaynak:
Otomatik Portakal - Anthony Burgess, İş Bankası Yayınları
Şiddet- Cogito Dergisi Sayı 6-7, Yapı Kredi Yayınları

7 Şubat 2010 Pazar

Benim Sinemalarım - Füruzan


"Benim Sinemalarım değil elbet" diye düşündü Nesibe.


Dönem arasında kendime kitap seçmek amacıyla uğradığım Dost Kitabevi'nde, Füruzan'ın huzur veren dilinin çekiciliğine kendimi kaptırıp Benim Sinemalarım kitabına yöneldim. Kitabın kapağında sarı fon üzerinde Marilyn Monroe'nun işveli bakan gözlerini ve ve dudak üstü benin de görünce, bu kitabı almamak imkansız hale geldi. Böylece bir hafta boyunca Füruzan'la İstanbul'un kenar semtlerinde yaptığım yolculuk da başlamış oldu.


Kapak resmi, esasında sinema ile bozulan gerçeklik algımıza bir gönderme niteliği taşıyor. Godard'ın da bir mektubunda "hayatımızdan kaçmak için aşmamız gereken duvar" olarak tanımladığı sinema, "Benim Sinemalarım" öyküsünün merkezindeki Nesibe için de benzer bir şekilde tanımlanıyor. Yoksulluğu ve bu zorlu hayatın ailesinde oluşturduğu sevgi yoksunluğunu unutmak adına sinemalara giden Nesibe, evinden kaçıp Beyoğlu'nun "onun olmayan" sinemalarını gördüğünde, sınıf farkının kimi zaman hayaller kurmasını dahi engellediğini fark ediyor.


Kitap, Benim Sinemalarım isimli öykünün yanında Temizlik Kolu, Seyyid, Bir Evin Dıştan Görünüşü, Günübirlik Adada ve Kış Gelmeden isimli toplam 6 hikayeden oluşuyor. İstanbul'un işçi sınıfına mensup insanlarının, ailelerinin niye yaşadıklarını bilmedikleri; ancak yaşamak zorunda olmanın kavgasını verdikleri hikayeler. Bu hüzne bulanmış, bir yanı eksik kalmış hikayelerin paylaştığı hissiyat ise yitirilmişe veya yakında yitirilecek olana özlem. Bir diğer deyişle, ezilen sınıfın zincirleri nedeniyle neleri kaybettiklerini görmekteyiz.


Benim Sinemalarım'da Nesibe saf bir sevgi duyduğu erkekle birlikte olma, bir hayat kurma şansını boynuna asılan yük olan namus kavramına feda ediyor. Temizlik Kolu'nda göçmen büyükanne yitirdiği evlatlarını unutamazken, Seyyid bir gün sonra Almanya'ya işçi olarak gidecek olan ağabeyinin yokluğuna, gurbete geldiği İstanbul'da alışmak zorunda. Bir Evin Dıştan Görünüşü, memuriyetin getirdiği atalet ve yerinde sayma yüzünden yitirilen yıllara yorgun bir bakışı içeriyor, Ada'da hizmetçilik yapan Cennet kenar semtlerdeki evine ve ona ziyarete gelemeyen annesine hasret. Yitirilmişlik duygusu, gurbet ve yalnızlıkla iç içe geçmiş olarak yansıtılıyor ve böylece okuyucunun ana karakterlerle özdeşlik kurması da kolaylaşıyor.


Öykülerin pek çoğunda, kendilerine sunulanla yetinmek istemeyen, ailenin tutucu yapısı içinde kendini ifade edemeyen bireyler çözümü kaçışta arıyor. Bu umuda yolculuk öykülerinin ucu açık bırakılmış; ancak karakterlerin bugüne kadar yaşadıklarının, bundan sonra yaşayacaklarının teminatı olduğunu bilenler için tünelin ucunda ışık da gözükmüyor. Öyküler içinde ışığı gördüğümüz anlar, saf bir anlatımla sunulan çocuklar. Ana karakterler de genellikle 10'lu yaşlarında, çocukluk ile yetişkinlik arasında sıkışmış durumdalar. Birçoğunun saf çocukluk aşkları, objelerin onlara hatırlattığı esas çocukluk çağlarına dair özlemleri var. Büyüklerin dünyasına girdikleri vakit, sarı kanatlı kelebeklere benzeyen bu hayaller de parçalanıyor. Büyüklerin dünyasını temsil eden ise aileler. Aileler, yoksulluğun pençesinde gün be gün eriyen anne babalardan oluşuyor. Dış dünyadan korkan, risk almak istemeyen ailelerin, ki bazen bu aileler ebeveynlerin ölümleri ardından küçük kardeşlerini sahiplenen ağabey ve ablalardan oluşuyor, çocuklarını ihtiyaç duydukları dayanışma ve sevgiden yoksun bırakmaları onarılması mümkün olmayan yaralar açıyor.


Öykülerin düşünsel ve dilsel zenginliği, anın durduğu hissine kapıldığımız betimlemelerle birleşince, öyküleri okurken muhtemel filmlerini kafamızda canlandırmamız da oldukça kolaylaşıyor. Benim Sinemalarım öyküsü zaten 1990 yılında beyazperdeye aktarılmış, diğer öyküler de rahatlıkla senaryolaştırılabilir, sanıyorum beni Füruzan'ın öykülerine çeken en önemli unsur da bu. Kitabı okuduğum anlarda aklımdan çıkmayan bir Sezen Aksu şarkısı olan İstanbul Hatırası'nın bir mısrası da, bu kaybetmeye mahkum karakterlerin ortak özlemlerini yineliyor: "Bir hayat daha olmalı"

11 Aralık 2009 Cuma

Nana - Emile Zola

Emile Zola'nın Fransa'nın İkinci İmparatorluk dönemini incelemek üzere kaleme aldığı yirmi romanlık dizisinin en meşhur kitaplarından birisi olan Nana, kadın bedenine hapsolan bir toplumun portresini çizmekte. Liberal bir yazar olarak III. Napolyon dönemine muhalefet eden Zola, bu yapıtında da dönemin basit hazlara ve pahalı zavklere düşkün toplum yapısını bir fahişenin hayatı üzerinden tenkit ediyor. Yazarın görevinin bir bilim adamına benzer şekilde karakterleri belirli bir toplumsal yapının içinde gözlemlemek olduğuna inanan ve Zola'nın kurucusu olduğu natüralizm akımının etkilerini bu eserde görmek mümkün. Güzelliği ile etrafındaki herkesin beğenisini kazanan Nana'nın hizmet(!) verdiği yüksek sosyete üzerinden incelemeye alınan III. Napolyon dönemi ve yine Nana karakteri üzerinden sorgulanan erotizm ile kadın bedeninin kitabın temel konularını oluşturduğunu görmekteyiz.



Roman boyunca Nana'nın çevresinde dolanan karakterlerin hemen hepsi ait oldukları toplumsal sınıfı yansıtan birer ayna işlevi görüyor. Aristokrasi ve Kilise birlikteliğinin çürüyüşüne, oldukça dindar bir kişi olan ancak Nana'ya aşık olarak sahip olduğu maddi manevi bütün değerleri yitiren Kont Muffat'nın hayatı üzerinden tanık olmaktayız. Alman asıllı banker Steiner'in de Nana'ya olan hayranlığı iflasına yol açıyor. Steiner iflas ederken en büyük zararı emekçi kitlelerin gördüğünü tahmin etmek ise zor olmasa gerek. Yüksek sosyetenin ahlaksal çöküşüne bir başka örneği ise yine bir coquette* olan Rose Mignon'un hayatı oluşturmakta. Rose Mignon'un kocası bütün hikaye boyunca karısının başka erkeklerle beraber olmasından rahatsızlık duymuyor; aksine karısının birlikte olacağı erkekleri ayarlıyor. III. Napolyon dönemindeki Fransız yüksek sosyetesi, romanda geçen bütün bu örneklerle birlikte içgüdülerin ahlak karşısında zafer kazandığı bir sınıf olarak tanıtılıyor.

Romanın natüralizm akımının çerçevesi içinde şiirsel anlatımlardan kaçınması ve yazarın hikayeye mesafeli tutumu, romanın bir dönemin tahlili olma iddiasını güçlendiriyor. Hikayenin geçtiği 1860'ların son dönemlerinde Fransa'nın çalkantılı bir politik yaşamı var. Fransız Devrimi sonrasında iki kez denenen cumhuriyet bizzat halk tarafından seçilen III. Napolyon tarafından askıya alınıyor. Özellikle katolik ve muhafazakar kitlelerin desteğini arkasına alan ikinci imparatorluk yönetimi, Bismarck yönetiminde yeni yükselen bir güç olan Prusya'nın tehdidi altında sancılı günler geçirmekte. Bismarck'ın varlığının Fransa'da yarattığı huzursuzluk, özellikle sosyetenin ileri gelenlerinin bir araya geldiği toplantılarda dile getiriliyor. Nana, çiçek hastalığından dolayı bütün güzelliğini kaybederek yaşama veda ederken sokaklarda "Berlin'e Berlin'e" diye bağıran insanların varlığı, aslında İkinci İmparatorluk dönemi'nin çöküşüne dair bir metafor. Berlin'i almak için savaşa çıkan Fransızlar, 1871'de Alman ordularını Paris'te gördüklerinde ikinci imparatorluk dönemi de sona eriyor.

Bütün bu toplumsal arka planın yanında, okuyucuya esas olarak sorgulatılmak istenen ise erotizmin (veya kadın bedeninin) yol açtığı ilişkiler ve erotizmin ahlak ile olan çelişkisi. Nana, bütün erkeklerin arzulayacağı güzelliğe sahip bir karakter olarak bütün roman boyunca erkeklerin (ve de kadınların) başını döndürüyor; iflaslara, hırsızlığa ve ölümlere yol açarak adeta bütün toplumun ahlaki değerlerini ve varlığını sömürüyor. Aslında bedeninden başka hiç bir sermayesi olmayan bir kadın Nana, ancak cinsellik içgüdüsünün yarattığı engel olunamaz kargaşa ve şiddet ortamı Nana'nın korkunç bir iktidar sahibesi olmasını sağlıyor. Erotizmde beden bedene bir ilişkinin zorunluluğu, bir çok erkeğin içgüdülerinin zihinlerini ele geçirmesine neden oluyor. Bütün erkekler Nana'nın bedeni üzerinde iktidar kurmanın hevesinde; ancak Nana'nın bedensel gücü nihayetinde bütün erkekleri Nana'ya tutsak ediyor.

Cinselliğin yol açtığı şiddeti sindirmenin ve kadın bedeni üzerine iktidar kurmanın etkin yolu olan evlilik, aynı zamanda Nana'nın en büyük düşmanı. Hayatının en sıkıntılı dönemini bir oyuncuyla evlendiği dönemde yaşıyor ve kontların arkadaşlık ettiği bir kadından polislerin kovaladığı bir fahişeye dönüşüyor. Evliliğin ahlaki zincirlerinden kurtulduktan sonra ise bedeninin gücünü kullanarak yeniden tüm Paris'in gıptayla baktığı kadın haline geliyor ve diğer evliliklerin ahlaki bağlarını da paramparça ediyor. Çevresinde dolanan yüksek sosyeteden erkekler Nana'nın bedenine egemen olabilmek adına Nana'yla evlenmek istiyorlar. Bu uğurda bütün servetlerini ve ömürlerini harcıyorlar; ancak nafile.

Dün bloga eklediğim fotoğraflar aslında bu yazının bir parçasını oluşturmakta. O fotoğrafların sahibeleri benim Nana'nın yerine hayal ettiğim isimler. ( Hele BB'nin oynadığı bir Nana filmi çekilse ne kadar güzel olurdu) Yazıyı okurken kadın bedeninin düzeni alt üst eden yapısı üzerine düşünmek isteyenler yazıyı okurken fotoğrafları da incelesinler; çünkü fotoğraflardaki isimlerin bazıları da aynı Nana'nın tiyatro sahnesine çıkışında olduğu gibi yetenek yoksunluğuyla ve yalnızca bedenleriyle sahnede var olmakla eleştirilmişti. Yukarıdaki portre ise Nana'nın Edouard Manet'nin hayal gücünde yarattığı imgelemi gösteriyor. Dönemlerin güzellik anlayışını nasıl değiştirdiğini de bu karşılaştırma ile anlayabilirsiniz.

*yosma, koket

7 Kasım 2009 Cumartesi

EŞKİNGİDİŞLİ


Hiçbir zaman bulamadım, eskilerde bulduğumu yenilerde. Hep eski kitapları tercih ettim ben. Zaten eskilerden yeni kitaplara sıra gelmedi daha. Bu durumumun nedeni soğuk savaşın sona ermesiyle gelen düşünce kıtlığından mıdır, yoksa gençliğin sebep olduğu kendi dönemini hor görmeden mı kaynaklanıyor bilmiyorum, açıkçası. Biraz geç kalmış olsam da okumak için ,vakit kaybetmeden Cengiz Aytmatov'un Elveda Gülsarı kitabından bahsetmek istiyorum.

Kitaba geçmeden önce çok kısa bir alıntıyla da olsa Aytmatov'un edebiyat hakkındaki görüşlerini belirtmek gerekiyor. "Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatma, eserlerini, kendi milli gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatıyorum fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın, milli hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu milli olanın ötesine doğru genişletmek ve evrensel olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar tipik insanı ortaya koyma ustalığına erişen yazardır." diyor yazarımız. Bu alıntıya yer yer değinerek romanla ilgili bir kaç şeyden bahsedeceğim

Hikaye hayatlarının son zamanlarını yaşayan köylü bir adamla onun atının yolcuğuyla başlıyor. Atın yani Gülsarı'nın rahatsızlanmasıyla hatırlıyor karakterimiz gençlik günlerini. Daha hikayenin başında Aytmatov ayrıntılı ve gerçekçi betimlemeleriyle okuyucunun hikayenin akışına kapılmasını sağlıyor. Yolculuk sırasında Gülsarı'nın fenalaşmasını anlatırken: "...Atın uzun süredir zorlanan kalbi soğuk ve aralıklı vuruşlarla çarpıyor, boyunduruk altında soluk alması gittikçe güçleşiyordu. Koşum takımının yan ve arka kayışları iki yanına çarpıyor, yan böğürlerini sıyırıp kesiyor, hamutun altında, sol yanında da sivri bir şey durmadan batıp duruyordu. Bunun bir çengel ucu ya da hamutun keçe sargısını delip çıkmış bir çivinin ucu olması pek mümkündü..." Yazarın betimlemelerdeki başarısında kendisinin uzun yıllar köy yaşamı sürmesinin payı hemen göze çarpmaktadır. Ana karakter çobanlık yaptığı sırada okuyucu sıradan bir çobanın yaşadıklarını, endişelerini rahatlıkla gözlemleyebilmektedir. "Şimdilik her şey yolunda gidiyordu. Tanabay'a düşen sürü hiç de kötü değildi: iki ya da üç kere kuzulamış anaç koyunlar. Sürü beş yüz baştı ve bu da o kadar kere dert ve tasa anlamına geliyordu. Kuzulamadan sonra da bu dertler iki mislini aşkın olacaktı." Hikayenin teknik kısmıyla ilgili son olarak (ve zaten az olan okuyucu arkadaşlarımı sıkmadan) Aytmatov hikayeyi zamanlarken kitabı bölümlere ayırmayı tercih etmiş. Böylelikle ana karakterin geçmiş zamanına geçerken okuyucu zorlanmamakta ve hikayeden kopmamaktadır.

Bir kaç teknik ayrıntıdan sonra asıl anlatmak istediğim noktalara değinmek istiyorum. Kırgızistan'da geçen hikayede kırsal yaşamın tüm ayrıntılarına demin verdiğim örneklerle belirtmiştim. Ama bence yazarın asıl başarısı bu yaşamı anlatırken o zamanki toplum düzenini yalın bir şekilde aktarabilmesidir. Başka bir deyişle hikayede komunizmin egemen olduğu bir toplumdan bahsedilmektedir. Köylerin düzeni kolhozlar, kollektif tarım çiftlikleri tarafından sağlanmaktadır. Sözü çok uzatmadan hikayenin iki temel ve evrensel sorunu işlediğini belirtmem gerek: Yaşlılık ve Komunizm'in pratikteki problemleri. Yazar bu iki konuyu ana karakterin yaşamında birleştirmiştir. Karakterimiz gençken ateşle savunduğu düşüncelerin, pratikte pek çok hatalar barındırdığını anlar ve geçmişte sahip olduğu ama şimdi değerini anladığı eski değerlere özlem duyar.

Sonuç olarak yazarımız kırgız bir köylünün hayatından çıkarak evrensel bir tip yaratmıştır. Böylece Elveda Gülsarı Aymatov'un iyi yazarlığa ulaşmasını sağlayan ilk yapıtı olmuştur.

2 Ekim 2009 Cuma

Parasız Yatılı - Füruzan


- Geciktik mi acaba? Çocukların çoğu gelmiş.
Hademe kadın ilgisiz,
- Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.

İstanbul'a yaptığım her ziyarette sürekli olarak uğradığım yerlerden biri de Yapı Kredi Kültür Yayınları'nın İstiklal Caddesi'ndeki kitabevidir. Sizi kitaplarla başbaşa bırakan huzurlu bir atmosferi vardır bu kitabevinin. Yaşar Kemal'in Demirciler Çarşısı Cinayeti romanını ve ilk Cogito dergimi aldığım bu yere yaptığım en son ziyarette beni kapağındaki kızın masum ifadesiyle kendine çeken Füruzan'ın Parasız Yatılı isimli kitabı oldu. Okuduktan sonra anladım ki bu güzel kitabevinden kötü bir kitap almak gerçekten imkansız.

Füruzan, kitabını oluşturan 12 kısa öyküsünde gerek taşradan kente taşınarak gerekse bir evdeki bir ölümün ardından yeni hayatlarına alışmaya çalışan insanların hüzünlü hikayelerini sade ve samimi bir dille okuyucusuna aktarıyor. Pek çoğu yoksullukla veya toplumdaki sınıflı yapının getirdiği sorunlarla boğuşan karakterleri bu dünyaya sessizce tutunmaya çalışan "kaybedenler" olarak tanımlayabiliriz. Yalnızca beldiye haritalarında kente dahil olan ancak kent hayatından soğuk bir keskinlikle dışlanan varoşlarda yaşayan insanların hikayeleri akıcı bir şekilde anlatılıyor bu kitapta. Füruzan'ın kelimelerle oluşturduğu ahenk bir nehrin usulca akışına benziyor, okuyucusunu alıp yeni diyarlara sürükleyen. Yine Füruzan'dan alıntı yaparak bu öykülerin cana can katılarak yazılmış olduğunu söyleyebilirim.

Edirne'nin Köprüleri benim öyküler arasında en beğendiğim oldu. Bunda kuşkusuz benim ailemin de öyküde anlatılan gibi Balkan göçmeni bir aile olmasının da etkisi var. Hala Adile'nin gerek tavır gerekse konuşmalarının benim ailemde tanıdığım insanlara oldukça benzediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bu da Füruzan'ın gözlem gücünü ortaya koyuyor. Bir başka ilginç tesadüf de bu hikayeyi okurken İstanbul - Gümülcine (Yunanistan) arasında bir otobüs seyahatinde olmamdı. Kitabı Trakya topraklarında dolaştırarak bu ailenin göçtükleri topraklara duydukları özlemi bir nebze giderebildiysem ne mutlu bana.

Kitapla ilgili değinmek istediğim son nokta da Füruzan'ın kullandığı dilin sinema uyarlamaları için çok elverişli olması. Füruzan'ın 'Benim Sinemalarım' ve 'Gecenin Öteki Yüzü' isimli romanlarının filmleri de yapılmış durumda. Ben Parasız Yatılı kitabında değinilen konuların son dönem Türk sinemasıyla oldukçe fazla ortak konu içerdiğini düşünüyorum. Ortak bir sinema akımından bahsedemesek de son dönemde sıklıkla Taşra - Kent arasındaki sıkışan hayatlar ve varoşlara gelip kentte aradığını bulamayan insanlar ortak bir öge olarak Türk sinemasında mevcut. Örnek olarak Nuri Bilge Ceylan'ın Kasaba, Uzak, Üç Maymun; Zeki Demirkubuz'un Masumiyet ve Kader; Derviş Zaim'in Tabutta Rövaşata filmlerini gösterebiliriz. Umarım Füruzan'ın Parasız Yatılı kitabındaki öyküler de Türk yönetmenlerinden ilgi görür ve bu öykülerden birini sinema perdesinde görebiliriz.