11 Aralık 2009 Cuma

Nana - Emile Zola

Emile Zola'nın Fransa'nın İkinci İmparatorluk dönemini incelemek üzere kaleme aldığı yirmi romanlık dizisinin en meşhur kitaplarından birisi olan Nana, kadın bedenine hapsolan bir toplumun portresini çizmekte. Liberal bir yazar olarak III. Napolyon dönemine muhalefet eden Zola, bu yapıtında da dönemin basit hazlara ve pahalı zavklere düşkün toplum yapısını bir fahişenin hayatı üzerinden tenkit ediyor. Yazarın görevinin bir bilim adamına benzer şekilde karakterleri belirli bir toplumsal yapının içinde gözlemlemek olduğuna inanan ve Zola'nın kurucusu olduğu natüralizm akımının etkilerini bu eserde görmek mümkün. Güzelliği ile etrafındaki herkesin beğenisini kazanan Nana'nın hizmet(!) verdiği yüksek sosyete üzerinden incelemeye alınan III. Napolyon dönemi ve yine Nana karakteri üzerinden sorgulanan erotizm ile kadın bedeninin kitabın temel konularını oluşturduğunu görmekteyiz.



Roman boyunca Nana'nın çevresinde dolanan karakterlerin hemen hepsi ait oldukları toplumsal sınıfı yansıtan birer ayna işlevi görüyor. Aristokrasi ve Kilise birlikteliğinin çürüyüşüne, oldukça dindar bir kişi olan ancak Nana'ya aşık olarak sahip olduğu maddi manevi bütün değerleri yitiren Kont Muffat'nın hayatı üzerinden tanık olmaktayız. Alman asıllı banker Steiner'in de Nana'ya olan hayranlığı iflasına yol açıyor. Steiner iflas ederken en büyük zararı emekçi kitlelerin gördüğünü tahmin etmek ise zor olmasa gerek. Yüksek sosyetenin ahlaksal çöküşüne bir başka örneği ise yine bir coquette* olan Rose Mignon'un hayatı oluşturmakta. Rose Mignon'un kocası bütün hikaye boyunca karısının başka erkeklerle beraber olmasından rahatsızlık duymuyor; aksine karısının birlikte olacağı erkekleri ayarlıyor. III. Napolyon dönemindeki Fransız yüksek sosyetesi, romanda geçen bütün bu örneklerle birlikte içgüdülerin ahlak karşısında zafer kazandığı bir sınıf olarak tanıtılıyor.

Romanın natüralizm akımının çerçevesi içinde şiirsel anlatımlardan kaçınması ve yazarın hikayeye mesafeli tutumu, romanın bir dönemin tahlili olma iddiasını güçlendiriyor. Hikayenin geçtiği 1860'ların son dönemlerinde Fransa'nın çalkantılı bir politik yaşamı var. Fransız Devrimi sonrasında iki kez denenen cumhuriyet bizzat halk tarafından seçilen III. Napolyon tarafından askıya alınıyor. Özellikle katolik ve muhafazakar kitlelerin desteğini arkasına alan ikinci imparatorluk yönetimi, Bismarck yönetiminde yeni yükselen bir güç olan Prusya'nın tehdidi altında sancılı günler geçirmekte. Bismarck'ın varlığının Fransa'da yarattığı huzursuzluk, özellikle sosyetenin ileri gelenlerinin bir araya geldiği toplantılarda dile getiriliyor. Nana, çiçek hastalığından dolayı bütün güzelliğini kaybederek yaşama veda ederken sokaklarda "Berlin'e Berlin'e" diye bağıran insanların varlığı, aslında İkinci İmparatorluk dönemi'nin çöküşüne dair bir metafor. Berlin'i almak için savaşa çıkan Fransızlar, 1871'de Alman ordularını Paris'te gördüklerinde ikinci imparatorluk dönemi de sona eriyor.

Bütün bu toplumsal arka planın yanında, okuyucuya esas olarak sorgulatılmak istenen ise erotizmin (veya kadın bedeninin) yol açtığı ilişkiler ve erotizmin ahlak ile olan çelişkisi. Nana, bütün erkeklerin arzulayacağı güzelliğe sahip bir karakter olarak bütün roman boyunca erkeklerin (ve de kadınların) başını döndürüyor; iflaslara, hırsızlığa ve ölümlere yol açarak adeta bütün toplumun ahlaki değerlerini ve varlığını sömürüyor. Aslında bedeninden başka hiç bir sermayesi olmayan bir kadın Nana, ancak cinsellik içgüdüsünün yarattığı engel olunamaz kargaşa ve şiddet ortamı Nana'nın korkunç bir iktidar sahibesi olmasını sağlıyor. Erotizmde beden bedene bir ilişkinin zorunluluğu, bir çok erkeğin içgüdülerinin zihinlerini ele geçirmesine neden oluyor. Bütün erkekler Nana'nın bedeni üzerinde iktidar kurmanın hevesinde; ancak Nana'nın bedensel gücü nihayetinde bütün erkekleri Nana'ya tutsak ediyor.

Cinselliğin yol açtığı şiddeti sindirmenin ve kadın bedeni üzerine iktidar kurmanın etkin yolu olan evlilik, aynı zamanda Nana'nın en büyük düşmanı. Hayatının en sıkıntılı dönemini bir oyuncuyla evlendiği dönemde yaşıyor ve kontların arkadaşlık ettiği bir kadından polislerin kovaladığı bir fahişeye dönüşüyor. Evliliğin ahlaki zincirlerinden kurtulduktan sonra ise bedeninin gücünü kullanarak yeniden tüm Paris'in gıptayla baktığı kadın haline geliyor ve diğer evliliklerin ahlaki bağlarını da paramparça ediyor. Çevresinde dolanan yüksek sosyeteden erkekler Nana'nın bedenine egemen olabilmek adına Nana'yla evlenmek istiyorlar. Bu uğurda bütün servetlerini ve ömürlerini harcıyorlar; ancak nafile.

Dün bloga eklediğim fotoğraflar aslında bu yazının bir parçasını oluşturmakta. O fotoğrafların sahibeleri benim Nana'nın yerine hayal ettiğim isimler. ( Hele BB'nin oynadığı bir Nana filmi çekilse ne kadar güzel olurdu) Yazıyı okurken kadın bedeninin düzeni alt üst eden yapısı üzerine düşünmek isteyenler yazıyı okurken fotoğrafları da incelesinler; çünkü fotoğraflardaki isimlerin bazıları da aynı Nana'nın tiyatro sahnesine çıkışında olduğu gibi yetenek yoksunluğuyla ve yalnızca bedenleriyle sahnede var olmakla eleştirilmişti. Yukarıdaki portre ise Nana'nın Edouard Manet'nin hayal gücünde yarattığı imgelemi gösteriyor. Dönemlerin güzellik anlayışını nasıl değiştirdiğini de bu karşılaştırma ile anlayabilirsiniz.

*yosma, koket

Hiç yorum yok: