19 Aralık 2009 Cumartesi

Aç bakalım evladım, ne varmış televizyonda

İzninizle, son paragraflara kadar hafif bir üslupla saçmalama hakkımı kullanarak açıyorum 'ilk yazım'ı.

Bihter, Behlül, Nihal, eski isimler, yeni elbiseler, ve zamansız mevcudiyetiyle 'aşk' denen şey her hafta üç saatlik dozlar halinde iştahla tüketiliyor. Fark ettiğim şu: Söz konusu diziyle Cannes'da yarışan bir festival filmi arasındaki yegâne ayrılık, dizinin arka plan müzikleri. Zira fonda müzik akıp gitmekte, izleyiciyi dizinin yeknesaklığını fark etmekten alıkoymakta iken, karakterler yalnızca uzun uzun oturuyor, yakın -gerçekten yakın- plan çekimlerde yüz ifadelerinde gözle görülür bir değişiklik olmaksızın yaşamlarına devam ediyor, hiç olmadı canhıraş çığlıklar eşliğinde uzun ve buhranlı sinir krizleri geçiriyorlar. Aşk-ı Memnu, Adem'in çocukları olan biz zavallı ölümlülerin Nahid Sırrı Örik'in demesiyle 'et ve sinir tarafımızı', güzelliği seyretmeye olan ihtiyacımızı tatmin etmeye devam ediyor. O devam ededursun, sanırım şüphesiz hepimiz biliyoruz ki eğitimli üniversite gençleri bu diziden gerçekten nefret ediyor; yalnızca hayatın hazırladığı sayısız elim tesadüfün bir sonucu olarak dizinin bütün bölümlerini izlemiş bulunuyorlar.


Peki eğitimli bir insan televizyonda ne izler? Bu sorunun yanıtı kuşkusuz How I Met Your Mother'la başlayıp Dexter'la devam eden o ışıklı yolda aranmalıdır. Özellikle yurtta yaşıyor olmanın televizyon-insan ilişkisi üzerindeki yıpratıcı etkileri, üniversite gençlerini söz konusu yabancı dizileri hap gibi ardı ardına internetten izlemeye mahkum ediyor; ki bu durum benim içimi gerçekten de hiç açmıyor. 'Dizi' denilen şeyin, ismiyle müsemma, belirli bölümleri arasına bir bekleyiş süresi, bir merak hissi, bir 'arkası yarın' heyecanı katılmadığında, izlenme amacının kaybolduğunu düşünüyor, bu noktada kendimi o eski Dallas'ları, Charlie'nin Melekleri'ni, Küçük Ev'leri ve nicelerini anmaktan alıkoyamıyorum. (Malum, o dönemde henüz yaşamıyor olmama karşın, bu ülkede doğmanın doğal bir getirisi olarak 80'lerin yabancı dizilerine olan özlemi genlerimde yerleşik halde bulunduruyorum.)


Peki Türk dizilerini yine de sevmek, her şeye rağmen bir ümitle sevmek isteyen günümüz genç insanı çareyi hangi türbede, hangi camiin dört duvarı arasında aramalıdır? İşte bu noktada ismi 'Ezel' olan ve hızla kültleşen diziyi anmak lazımdır. Son dönemde rast geldiğiniz bir insan, 'Abi, ben de normalde izlemem ama bu hakkaten iyi' diyorsa, dünyada kendisinden bu şekilde bahsedilebilecek trilyonlarca şey olmasına karşın, o kişi yüzde doksan ihtimalle Ezel'den söz ediyordur. Üzülerek söylemek zorundayım ki, dizide 'gerzekler için felsefe' tadında yapılagelen 'edebi ve derin' sohbetler ve monologlar, kişide 'ağzına zorla sokulan mamayı anında geri püskürten bebek' tepkisi verme isteğini doğuruyor. Ha, bu bir kıyas meselesiyse Ezel'in yeri şu anda zaten birincilikten başkası değildir; fakat birçok kötü işin arasında en iyisi olması, bir işin iyi olduğunun kanıtı olamaz şüphesiz. Tuncel Kurtiz, bir başka meselenin konusudur; onu izlemek de bir başka zevktir, orası ayrı.

Dizi konusunu kapatmadan söylemek gerek: LOST, sevenleri tarafından hala tevekkülle beklenmekte, nice gönül dostu dizinin son sezonlarda düşer gibi yapan temposunu zirveye çıkarıp havai fişeklerle patlayarak biteceğinin hayaliyle uykuya dalarken rüyalarında 4, 8, 15, 16 diye sayıklamaktadır.

Peki ya 'Haberler'? Bu isim artık bir kara mizah timsali, veya 'ironi'nin kusursuz bir tek kelimelik açıklaması olarak sözlüklerde yerini alabilir; zira 'Haberler', halkı haber değeri taşıyan herhangi bir şeyle dünya ahret karşı karşıya getirmemek adına ant içmiş gibi yayına devam etmekte. Ana haber bülteni denilen ve zaten uzunca bir süre evvelden beri amacını ve yolunu unutmuş programlar -eğer gerçek haberleri vermek gibi bir amaç herhangi bir vakit vardı ise-; son dönemlerde parlak renkler ve korku filmi müzikleri eşliğinde verilen ölüm, çatışma, türlü hayvan gripleri ve ayar veren siyasetçi görüntüleriyle, bir epilepsi hastasının korkulu rüyası olmaktan ziyade başka bir şeyi anımsatmıyor bana.


Şahsi kanaatim, dönemin en başarılı programlarını Disko-Medya-Muhabbet Kralları üçlüsünün oluşturduğu yönünde. Muhteşem değiller; ama içinde gerçek çabanın ve özellikle de malumatfuruş köşesinde dişe dokunur mizahın; ve ne olursa olsun 'Fog the system' demeyi seçen bir adamın olduğu programı, en azından bugün burada eleştirmeyeceğim. Okan Bayülgen sevgisinin hele ki üniversiteli gençlerde dogmatik bir kabule dönüşmüş olması, belki başka bir yazının konusu olur. Ama onu da ben yazmayacağım. :)


Acun Ilıcalı, Mehmet Ali Erbil, Seda Sayan, Saba Tümer, ve daha birçok değerli televizyon insanı hâlâ o camın içinde oynarken, evlenenler, yemek yiyenler, ajdar olanlar, şarkı söyleyen on beş yaşındaki seksi küçük kızlar ekrandan bize güzel yüzleriyle gülümsemeye devam ediyor. Onları tabii ki kaçırmadan izliyoruz ve yalvarıyoruz; bizi bu zevk-ü sefadan mahrum bırakmasınlar. İp cambazları, alev yutanlar, halkadan atlayan kaplanlar, cüceler ve devler, iki suratlı acuzeler de yakında sizlere katılacak ve muhteşem sirkimiz Ankara'dan harekete başlayacak.


Neden tüm bunları yazdığım sorusuna cevap vermeyi deneyerek bitireyim. Televizyonu eleştirel gözlerle hiç izlemedim ve onu hep bir afyon gibi keyifle damardan aldım. Zevk duyduklarımı inkar etmedim, kaliteyle karşılaşınca şaşırarak üzerine atladım; ve yalnızca ve yalnızca belgesel izlemedim hayır ama National Geographic'ten daima zevk aldım. :)

Televizyonun fayda ve zararlarını tartışmak değil de istediğim, aşikar olan bir şey var. O camın içinde dönen türlü renk ve insan hayaletleri bir büyü gibi kendine çekip yapıştırıyor insanı, ve o hayaletler yer, içer, sevişir, evlenir, hatta cinayet işler ve ölürken, ben tüm bu eylemlerin karşısında eylemsizliğin son haddinde oturuyorum. Televizyon açık ve ses gümbürdüyorken insan farkına varmıyor olsa gerek; fakat televizyonu kapattığımda karşımda onca cümbüşten kalanın yalnızca beyaz bir ekran olmasına hâlâ şaşırıyorum. Bir başka deyişle, bir tuşa basmakla etrafımdaki herkesi yok edebiliyorum. Güzel, değil mi?

İnternet de girince şimdi işin içine, -şimdi dediğim bi on beş yıl oluyor- arada bir pencereyi açıp salgın bir hastalığın herkesi kırdığı gelecekteki dünyada yaşıyormuşum gibi, 'İnsanlar nerede?!' diye bağırasım geliyor.


Korkarım bir gün elektrikler kesilecek, ve aynı anda hepimiz, fişten çekilir gibi, huzurla öleceğiz.





Not: Sevgili Yaz Helvası, konsepte uymadı, julia'nın sırrı bana kaldı. Belki böylesi daha güzel oldu:)

2 yorum:

Yaz Helvası dedi ki...

Kesinlikle blog'un gördüğü en güzel ilk yazı oldu, beklediğimize de değmiş açıkçası; çok teşekkürler. "Cannes'da yarışan bir festival filmi" ile ilgili kafanda oluşan olumsuz imgeyi de ilk yazının hatrına es geçeyim bari:)

Tuncel Baba ile ilgili bir yazı da bloga koyarım artık; ama şu an için diyebileceğim, onu izlemenin zevkini çıkarmak için bir de Yılmaz Güney'in Sürü ve Umut filmlerine bak.

Julia'nın sırrı da şimdilik sende kalsın, yalnız bu sırrı öğrenene kadar blogda sana "the shrimp" diye hitap ederim, bilmiş ol.

julia dedi ki...

Öncelikle teşekkür edeyim:)

İnanıyorum ki kader artık bana Yılmaz Güney filmlerini izlemeyi nasip edecek! Sen bana başlamak için bir tane dvd getirirsen, hayır demem Yaz Helvası :)

Cannes olayı da işin şakası, entel film klişelerine bir gönderme. Durağan planlar, düşünen adamlar, olaysız geçen uzun vakitler...

Sevgiler:)