Haftanın notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Haftanın notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Haziran 2010 Perşembe

Haftanın Notları #10


"Körlük" isimli romanı hakkındaki düşüncelerimi yazdığım yazıdan bir hafta sonra Jose Saramago'nun ölüm haberiyle karşılaşmak benim için gerçekten üzücü oldu. Herhalde bundan daha üzücü olan ise Saramago'nun ölüm haberinin Vatikan'ın açıklamalarıyla gündeme gelmesiydi. Körlük yazısında da belirttiğim gibi, Portekiz'de ikitdarını Katolik ilkelerine dayandırdığını iddia eden bir diktatörlüğe karşı duran bir düşünürün, dinin baskı rejimlerine meşruiyet sağlayan yapısına karşı durması kişisel fikrimce gayet normaldir. Dinin bir vicdan meselesi olmaktan çıkıp, kültürel tanınma adı altında yeniden siyasi egemenlik sahası oluşturmaya çalıştığı günümüz toplumunun durumundan duyduğu üzüntü, Saramago'nun ömründen bir kaç yıl götürmüş olabilir. Yine bir diğer üzücü haber de İlhan Selçuk'un vefatıydı, onu da bu yazıda anmadan geçmeyelim.


Cannes ile ilgili bir değerlendirme yazısı yazmayı uzun süredir düşünüyordum, en sonunda haftanın notlarına eklemeye karar verdim. Tabii bu değerlendirme filmleri izleme şansı bulmam mümkün olmadığı için genel görüntüye dair olacak. Bu yıl Kiarostami, Leigh, Inarritu ve Kitano dışında tanınmış yönetmenlerin bulunmadığı yarışma bölümüne seçilen filmlere bakarak, Cannes jürisinin yenilikçiliği seçtiğini görebiliriz. Yine yarışma bölümüne seçilen 5 Uzakdoğu ve 4 Fransız filmi, önümüzdeki yıl bu sinemalar üzerine daha fazla konuşacağımızı gösteriyor. Zaten büyük ödül Tayland'lı yönetmen Weerasethakul'a, en iyi yönetmen ve grand prix ödülleri de Fransız filmlerine gitti. Seçimler arasında yalnızca bir ABD filmi olması, Amerikan film endüstrisinin nicelikte üretken görünmesine karşın değer üretiminde gerilerde kaldığını gösteriyor.


Açıkçası bu sezon için daha fazla NBA yazısı koyacağımızı düşünüyordum; ama kısmet olmadı. İlk haftanın notlarında açılışını duyurduğumuz NBA'in kapanışını da bir diğer haftanın notlarında yapalım. Fotoğrafta gördüğümüz Kobe Bryant, LA Lakers formasıyla beşinci yüzüğü de takmayı başararak şu an dünya üzerindeki en iyi basketbolcu olduğunu dosta düşmana ispatladı. Bu konudaki en büyük rakibi LeBron James ise, yetenek olarak gerisinde kalmadığı Kobe'nin mental olgunluğuna henüz erişemediği için bu sezon da şampiyonluk hayaline erken veda etti. Karşılaştırmayı salt şampiyonluklar üzerinden yapmak anlamsız olur; çünkü Gasol'ün performansı bizlere bir kez daha gösterdi ki iyi uzunun olmadan şampiyonluk kazanılmaz. (İstisnayı bozan tek takım olan MJ'li Bulls'u saygıyla analım)Bir de play-off'lar öncesi herkesin çok az şans tanıdığı; ancak Rajon Rondo'nun enerjisi ve karakterli oyun anlayışıyla finale gelmeyi başaran Boston'ı tebrik edelim. Eğer Allen veya Pierce 3-4 yıl önceki skorer kimliğinde olsaydı son maçı kazanıp şampiyon olabilirlerdi. NBA'de oldukça heyecanlı bir ölü sezon yaşanacak, sanıyorum bu dönemde bizler de (bakın biz diyorum) bloga daha çok NBA yazısı koyacağız.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Haftanın Notları #9


Uzun bir zamandır ara verdiğim Haftanın Notları'na özel bir hafta sayesinde yeniden dönüş yaptım. Haftanın özel olmasının nedenine gelince: Çarşamba günü dünyanın en prestijli film festivali olan Cannes Film Festivali başlıyor. Özellikle Berlin ve Venedik gibi diğer büyük festivallerin etkisinin azaldığı bugünlerde Cannes Film Festivali, önümüzdeki yıl sinemada tartışılacakların bir numaralı belirleyicisi konumunda. Yarışmaya katılmaya hak kazanan bütün filmler önümüzdeki dönemde konuşulacaktır; ancak ben şimdiden Doug Liman'ın Fair Game, Kiarostami'nin Certified Copy ve Mike Leigh'nin Another Year filmlerini beklemeye başladım. Aday yönetmenlere baktığımda ise, altın palmiye ödülünün 5 yıllık aranın ardından Avrupa dışından bir yönetmene gitmesinin kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyorum. Geçtiğimiz yıl en iyi film ödülünü alan Das Weisse Band ve Grand Prix ödülünün sahibi Un Prophete filmleri, sinemaseverleri fazlasıyla tatmin eden yapımlardı. Bakalım bu yıl Tim Burton'un başkanlığındaki jürinin seçimleri nasıl karşılanacak.


Temsilcilerimiz Efes Pilsen ve Fenerbahçe'nin sönük performansları nedeniyle Euroleague'e olan ilgi de biraz düştü açıkçası, bu nedenle sezon içinde yer vermeyi fazlasıyla ihmal ettiğimiz organizasyonlardan biri oldu. Geçtiğimiz haftasonu oynanan Final Four'da gülen taraf ise sezonun büyük favorisi Barcelona oldu. Navarro ve Rubio'nun önderliğinde sezonu mutlu sonla tamamlayan Barcelona'da genç koç Pascual'ın da hakkını vermek gerekiyor. Oldukça kısa vadede oluşturduğu bu başarıya aç takımı sezon sonuna kadar formda tuttu ve sürprizlere izin vermeyerek kupaya ulaşmasını bildi. Sezonun en büyük alkışını hak eden takım ise kuşkusuz Partizan'dı. Altyapı profesörü Dusko Vujosevic'in önderliğinde ve taraftarının inanılmaz desteğiyle, mütevazi bütçelerine karşın final-four oynamasını bildiler. Bununla da yetinmeyip Final Four'da oynadıkları iki maçı da uzatmalara götürdüler. Bence Barcelona ile birlikte sezonun en büyük alkşını almayı hak ediyorlar.


Haftanın notlarında son sırayı yazılarına uzun bir ara verdiğim tenis alıyor. Yukarıda gördüğünüz fotoğraf çekilen bir Porsche reklamı değil. Justine Henin, favori zemini olan toprakta sezonun ilk turnuva şampiyonluğuna bir hafta önce Stuttgart'da ulaştı ve Roland Garros öncesi rakiplerine önemli bir mesaj verdi. Serena Williams'ın sakatlık sonrası formsuz oluşunu da hesaba kattığımızda, Henin için geri dönüşünü taçlandıracak bir Roland Garros zaferi ufukta görünüyor. Jelena Jankovic de toprakta oynanan iki turnuvada iki final gördü ve geri dönüş için olumlu sinyaller verdi.

Erkekler tarafına baktığımızda ise olumsuz sinyaller veren bir isim var, o da Roger Federer. Onun Grand Slam'ler haricindeki turnuvalarda ciddi konsantrasyon kaybı yaşadığını biliyorduk; ancak bu kadar formsuz olması gerçekten düşündürücü. Öte yandan toprak kortların efendisi Nadal gösterdiği iyi performans sonrası Roland Garros'yu iple çekiyor. Ve tabii pek çok yeni hikaye görmek isteyen tenisseverler de Nadal ile birlikte ipin bir ucundan tutmuş durumda.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Haftanın Notları #8


Sevgililer Günü'nde saç sakal birbirine karışmış şekilde bilgisayarda FM oynayıp, televizyonda bir futbol maçından diğerine zaplayarak vakit öldürüyorsanız, sizin sorununuz:

a) Biranızın eksik olmasıdır. Zahmet edip buzdolabına kadar giderseniz tek eksiğinizi de giderip daha keyifli dakikalar geçirebilirsiniz. Bir de çerez falan varsa tadından yenmez; ama şimdi kalkıp mutfağa gitmek de zor iş tabii.

b) Jefferson Airplane dinlememenizdir. Eğer dinleseydiniz şu sözleri duyup bir şeyleri değiştirmeye çalışabilirdiniz:

don't you want somebody to love?
don't you need somebody to love?
wouldn't you love somebody to love?
you better find somebody to love . . . love!

Amerika'nın en prestijli film ödülleri olan Akademi Ödülleri'nin bu yılki adayları açıklandı. En iyi film için bu yıl geçtiğimiz yılların aksine on aday var; ancak esas favoriler en iyi yönetmen dalında da adaylık alan filmler olacaktır. Bu beş filmi değerlendirdiğimizde, genellikle Amerika'nın güncel sorunlarına değinen filmler olduklarını görmekteyiz. Irak Savaşı'nı üstü açık (The Hurt Locker) ve üstü kapalı (Avatar) anlatımlarla anlatan iki filmin yanında ekonomik krizin etkilerini gösteren Up in the Air ve Harlem'de ikinci çocuğuna hamile kalan bir genç kızın hikayesini anlatan Precious, Oscar için yarışan iddialı filmler. Bunların yanında QT'nin son alamet-i farikası Inglourious Basterds da dış kulvardan atakta bulunarak Oscar'ı kapmaya çalışacak. Akademi'nin tercihlerini, güncel sorunlardan veya yetenekli yönetmenlerden yana mı kullanacağını, yoksa kendisine para kazandıracak yapımlara mı yöneleceğini göreceğiz. Benim kendilerinden tek ricam ise, yönetmenlik yeteneğinin oldukça sınırlı olduğuna inandığım James Cameron'a, Tarantino veya Reitman gibi yetenekli isimlerin önünde ikinci en iyi yönetmen Oscar'ını vermemeleri.

Şampiyonlar Ligi heyecanı da bu hafta ile birlikte yeniden başlıyor. Avrupa'nın ve hatta Dünya'nın en prestijli kulüpler arası turnuvasında bu sezon eşleşmelerin 4'ünü bu hafta, diğer 4'ünü ise önümüzdeki hafta izleme şansı bulacağız. Bu hafta izleyeceğimiz eşleşmeler şöyle:

Salı

Lyon - Real Madrid

Milan- Manchester United

Çarşamba

Porto - Arsenal

Bayern München - Fiorentina

Eşleşmeler içinde en ilginç hikayelerden biri Lyon- Real Madrid maçına ait; zira 2005-06 yılında Lyon'un sahasında oynanan son maçı Lyon 3-0 gibi net bir skorla kazanmıştı. Maçın gollerini atan Carew,Juninho ve Wiltord yarın sahada olmayacaklar; ancak sezon başı yüklüce bir transfer ücreti karşılığında Real Madrid'e geçen Karim Benzema'nın eski takımına karşı nasıl bir performans göstereceği merak konusu.

26 Ocak 2010 Salı

Haftanın Notları #7


Bu haftanın notlarını Avustralya'dan açıyoruz. Geçtiğimiz pazartesi başlayan Avustralya Açık tenis turnuvasının ilk haftası boyunca tenise duyduğumuz özlemi giderdik ve şampiyonluk adaylarının oyun tarzlarını ve form durumlarını görme fırsatı yakaladık.

Erkekler tablosunun üst tarafında turnuva öncesi beklediğim iki çeyrek final eşleşmesi gerçekleşti. Federer-Davydenko maçı Nadal'ın elenmesinin ardından tam bir erken final havasında geçecek. Özellikle Davydenko, şu andaki tabloya bakarak kariyerinin ilk grand slam şampiyonluğu şansının eline geçtiğini düşünecektirr. Djokovic-Tsonga maçının da turnuvada şu ana kadar gördüğümüz en çekişmeli maçlardan biri olacağını düşünüyorum. Tsonga beş setlik maçlarla kör topal ilerliyor; ancak yakaladığı form ile henüz seri başı bir rakibe karşı oynamayan Djokovic'i saf dışı edebilir.

Tablonun alt kısmında ise önemli sürprizler oldu ve benim turnuva öncesi yaptığım tahminler de tutmadı. Nadal'ın burada geri döneceğini düşünüyordum; ancak diz sakatlığı onu yine yarı yolda bıraktı. Yeni sezonun başında da sakatlığının tam olarak düzelmemesi tenisseverleri gerçekten korkuttu; bu büyük şampiyonu en kısa sürede yeinden sağlıklı olarak görmek en büyük dileğimiz.

Murray-Nadal maçında atlanmaması gereken nokta ise Murray'nin inanılmaz formu. Nadal sağlıklı olsaydı dahi, Murray'nin bu form ile maçı vereceğine pek ihtimal vermiyordum, zaten setlerde de 2-0'lık üstünlüğü yakalamıştı. Murray, turnuvanın erkeklerdeki en büyük sürprizi Marin Cilic'i geçmeyi başarırsa finalde üst taraftan gelen rakibini bekleyecek. Fileye gelmekten kaçınmayan ofansif oyun anlayışı ile sempati kazanan İskoç, tıpkı Davydenko gibi ilk grand slam şampiyonluğunu kazanmanın hayallerini kurmaya başladı.


Kadınlar tarafında ise tam anlamıyla Justine Henin fırtınası esiyor. İki yıllık aradan sonra tenise geri dönen Henin, ikinci turda Dementieva'yı eledikten sonra diğer rakiplerine de şans tanımayarak yarı finale kadar yükseldi. Clijsters'ın Amerika Açık'ta yaptığını tekrarlayarak wild card ile şampiyonluk kazanmayı hedefleyen Henin'ın Williams kardeşlerden birisi ile oynayacağı bir final beklentisi içine girdik bile. Bunu önlemek için ise son 6 isim arasında bulunan iki Çinli'nin ve Azarenka'nın şansı var. Bu isimlerin sürpriz yapamaması halinde yarı finaldeki Williams kardeşler düellosunu ve finalde Williams kardeş-Henin maçları tadına doyum olmaz maçlar olacaktır. Hayal kırıklığı yaratanlar ise 10'a yakın favori isimle katılan; ancak yarı finali dahi göremeyen Ruslar ve kimsenin bir yılda ne olduğunu anlamadığı İvanovic&Jankovic ikilisi.



Avustralya'dan çıktığımız yolculukta ikinci durağımız Angola. Turnuvada çeyrek final maçları geride kaldı ve yarı final eşleşmeleri Mısır-Cezayir ve Nijerya-Gana olarak belirlendi. Mısır-Cezayir karşılaşması Dünya Kupası play-off maçının rövanşı olarak ilgi çekici bir hikayenin devamını getirdi. Turnuvanın en komple futbolunu oynayan takım olduğunu düşündüğüm Mısır, bu fiziksel olduğu kadar psikolojik engel de taşıyan eşleşmeyi geçebilecek mi, yoksa Cezayir finale giderek Dünya Kupası öncesi dikkatleri üzerine mi çekecek, hep birlikte göreceğiz.
Dünya Kupası finalisti iki takım Gana ve Nijerya yarı finaldeler; ancak oynadıkları futbol ilerisi için pek ümit vaad etmiyor. Orta sahaları oyun kurmak açısından oldukça zayıf görünüyor, özellikle pres ile karşılaştıklarında çabuk dağılıyorlar. Aynı kategoriye yarı finali göremeyen Fildişi Sahili'ni de dahil edebiliriz. Kadro kalitesi olarak bu ekiplerin altında yer alan Mısır ise, teknik kapasitesi daha yüksek bir takım olduğu için bu turnuvada üçüncü kez şampiyonluğa ilerliyor. Afrika'da düzenlenecek ilk Dünya Kupası'nda sürpriz bir sonuca imza atmak bu ekiplerin biraz daha üstüne koymaları gerekiyor. Son olarak, çeyrek finalde elenen Zambiya'nın oynadığı pozitif futbol ile futbolseverlerin kalbini kazandığını da ekleyelim.

8 Ocak 2010 Cuma

Haftanın Notları #6



Bu haftanın notlarına, kara kıtanın güneyindeki kara yazgılı bir ülkeye yolculuk yaparak başlıyoruz. Bu pazar günü başlayacak Afrika Uluslar Kupası'nın ev sahibi ülkesi olan Angola, esasında yer altı zenginlikleri, özellikle de elmas ve petrol açısından dünyanın en önemli ülkelerinden birisi konumunda. Ne yazık ki bu zenginlik, sömürünün kapısını araladığı için, onlara refah ve mutlulluk yerine ölüm ve iç savaşı getirmiş.

1975 yılına kadar bir Portekiz sömürgesi olan Angola, Portekiz'de diktatör Salazar'ın devrilmesinin ardından bağımsızlığını kazanıyor. Ancak bu bağımsızlık ülkeye huzur getirmiyor, aksine 27 yıl sürecek olan bir iç savaşın başlangıcına yol açıyor. İç savaşın başlamasında iç dinamikler etkili olsa da, sahip olduğu doğal zenginlikler nedeniyle egemen güçler hemen savaşa dahil oluyor ve kayıplar gittikçe artıyor. CIA World Factbook'a göre bu iç savaşta ölenlerin sayısı 1,5 milyona, göç etmek zorunda kalan insanların sayısı ise 4 milyona yaklaşıyor. MPLA (Doğu Bloğu destekli) ve UNITA (ABD destekli) arasında devam eden iç savaş, 2002 yılında UNITA liderinin ölmesi üzerine son buluyor. Bugün itibariyle Angola, nüfusunun %43'ü 14 yaş ve altında olmasına rağmen, dünyada ölün oranı en yüksek 2. ülke durumunda. Bunun da temel sebebi ülkede sıklıkla görülen salgın hastalıklar ve ülke içinde barış sağlansa da çevre ülkelere sığınmış bulunan UNITA üyeleri ile devam eden çatışmalar.

Bütün bu koşullar göz önüne alındığında, Afrika Uluslar Kupası'nın Angola'nın yeni bir sayfa açması için önemli bir fırsat olarak değerlendirebiliriz; ancak gerçekçi olmak gerekirse önemli yer altı zenginliklerine sahip bu ülke daha uzun yıllar sömürünün kıskacında acı çekecek gibi görünüyor.





'Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. “Bence bir ama istersen evleniriz,” dedim. O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Bir başka zaman da söylediğim gibi, “Bunun bir anlamı yok, ama herhalde sevmiyorumdur.” diye karşılık verdim.'


Yabancı - Albert Camus

Haftanın Notları'nda sıra kara kıta doğumlu bir yazarı anmaya geldi. Pazartesi günü, yani 6 Ocak 2010, Cezayir doğumlu Fransız yazar Albert Camus'nün 50. ölüm yıl dönümüydü. Yaşamı, ölümle, yani yoklukla, sonlanan bir süreç olduğu için 'saçma' bulan ve kendisi itiraz etse de varoluşçu felsefenin önemli bir ismi olarak kabul edilen Camus; özellikle Yabancı, Düşüş ve Veba isimli eserleri ile tanınıyor. 1957 yılında Nobel edebiyat ödülünü kazandığını ve hayatının bir döneminde kalecilik yaptığını da notlarımız arasına ekleyelim ve ölüm yıldönümü vesilesiyle Camus'ye bir saygı duruşunda bulunalım.





Son paragrafı ise Tenis'e ayıralım. 2009 yılının kadınlar tenisinde sönük geçtiğini geçen yılın değerlendirmesini yaptığım yazılarda sıkça belirtmiştim. Bu yıla dair en büyük umudum da Belçikalı iki yıldız ismin dönüş kararlarını almalarıydı. Clijsters zaten geçen yıl sonu yaptığı dönüş sonrası katıldığı Amerika Açık'ı kazanarak iddiasını ortaya koymuştu. Bu yıl geri dönen Justine Henin'de aynı seviyeye çıkabileceğinin ilk sinyallerini sezonun ilk WTA turnuvasında gösterdi ve finale kaldı. Peki bu ilk finalde rakibi kim olacak diye sorarsanız, ben size iki Belçikalı'nın finali olduğunu söyleyeyim, gerisini siz tahmin edin. Sol taraftaki fotoğraf da ipucu verebilir. Gelecek hafta başlayacak olan Avusturalya Açık tenis turnuvası için şimdiden benim ve benim gibi tenis severlerin ağzı sulanmaya başladı bile.

18 Aralık 2009 Cuma

Haftanın Notları #5


Henüz ilk yazılarımdan birinde de belirttiğim gibi bu blogda politikanın mümkün olduğunca az konuşulmasından yanayım; ama ülkemizde o kadar acı verici olaylar oluyor ki haftanın notları isimli bir yazı yazarken yaşanan adaletsizliklere değinmemeye vicdanım elvermiyor. Dün tekel işçilerinin "haklarını aramak" gibi sermayedarların kabul edemeyeceği bir "provokasyon"a imza atmalarının ardından polisin uyguladığı hunharca saldırıya şahit olduk. Bugün de gaz ölçüm cihazı almayarak 19 işçinin ölümüne sebebiyet veren maden ocağı sahibinin yargı önüne çıkmasına dahi gerek duyulmadan bu zat serbest bırakıldı. Bir kez daha yazayım, bu olayların önüne geçebilmek için bütün sendikaların ve meslek örgütlerinin ortak bir hareketle haklarını talep etmeleri gerekir. Bugün hakları ellerinden alınmak istenen insanların direnişine destek vermek için bütün meslek örgütleri ve sendikaların ortak hareket etmeleri zorunludur. Bunu açıklamak için Ahmet Taner Kışlalı'nın Siyasal Sistemler isimli kitabından bir alıntı yapalım:


"Çoğulcu bir demokraside para işveren için ne ise, örgüt de işçi için odur. Sağlıklı bir güç dengesinin oluşabilmesi, iki tarafın da elindeki mücadele aracını eşit koşullarda kullanmasına bağlıdır. Paranın siyasal amaçlarla kullanılmasına kapıları açarken, örgütlenmeye sınırlar getirirseniz, denge bozulur. Servet sahipleri siyasal yaşamda ağır basmaya başlarlar. Çıkarlarını ve görüşlerini savunamayan toplum kesimleri ise bunalıma itilmiş olur. Toplum çalkantılara gebe hale gelir."




Haftanın notlarında ikinci sırayı açıklanan Altın Küre adaylıkları alıyor. Filmlerin pek çoğunu izleme şansı bulamadığım için yorum yapamıyorum, Inglourious Basterds'ı listede gördüğüm için sevindiğimi söyleyebilirim. En iyi film ve en iyi oyuncu ödüllerine baktığımda bu yıl George Clooney'nin yılı olacakmış gibi bir izlenime kapıldım; ancak büyük usta Morgan Freeman, kankası Clint Eastwood'un yönettiği Invictus filmindeki Mandela performansıyla şovu Clooney'den çalan isim olabilir. Ayrıca geçen yıl The Reader ve Revolutionary Road filmlerindeki performanslarıyla en iyi kadın oyuncu ve en iyi yardımcı kadın oyuncu ödüllerine layık görülen dönemin en iyi kadın oyuncularından (bence bu unvanı Cate Blanchett ile paylaşır) Kate Winslet'ı anmak istedim; zira bu yıl kadın oyuncu adaylıklarında Helen Mirren dışında güçlü bir isme rastlayamadım, yeni çıkan isimlerin performanslarını da merak ettim açıkçası. Yabancı film adaylıklarının güçlü isimleri ise Cannes Film Festivali'nde gösterilen Das Weisse Band (Haneke), Los Abrazos Rotos (Almodovar) ve Un Prophete (Audiard) filmleri.


Gerçi bu hafta gerçekleşen bir olay değil, bu transfer Philadelphia'yı dipten kurtarmaya da yetmedi. Yine de Iverson'ın Philly'e dönüşü son günlerde duyduğum en güzel haberlerden biriydi. MVP ödülü ve sayı krallıklarıyla dolu Philadelphia kariyerine bir de NBA finali sığdıran; ancak Shaq'e toslayan The Answer, 76ers'dan ayrıldıktan sonra bir türlü parkelerde huzur bulamadı. Onu bir efsane haline getiren ise kazandığı ödüllerden bağımsız olarak NBA'de yarattığı değişim elbette. Uzun şortlar, cornrows saçlar ve taktığı kolluk ve bilekliklerle bir hip-hop ikonu haline gelen Iverson, günümüzün süper yıldızlarının pek çoğunun imajlarını da etkilemiş durumda. Bu yıl onun çaylak sezonu olan 96 yılında giyilen formalara çok benzeyen bir dizayna sahip olan Sixers formasıyla Wachovia Center'a çıktığı ilk maçta da sahanın ortasındaki amblemi öperek minnet duygusunu gösterdi.

20 Kasım 2009 Cuma

Haftanın Notları #4


i get up at seven, yeah, and i go to work at nine

i got no time for living, yeah, i'm working all the time

seems to me i could live my life

a lot better than i think i am

i guess that's why they call me the working man

Yukarıdaki sözler blog'un sağ sütununa koyduğum şarkı listesinin de başında yer alan Rush grubunun Working Man adlı şarkısından alınma. Son günlerde neden sıklıkla dinlediğimi blog yazarları iyi bilirler, zira kendileri de aynı dertten muzdarip. Haftanın notlarına başlarken bütün hafta boyunca bizlere bu zulmü yaşatan herkesi en iyi(!) dileklerimle selamlıyorum. Yazılara bir haftadan uzun bir süre ara vermek zorunda kalmıştım, bu arada blogu yazılarıyla güzelleştiren herkese buradan teşekkürlerimi sunarım. Hele moist'un rage against the music yazısının başına koyduğu Evil Empire fotoğrafı tek kelimeyle enfesti:)


Bu fotoğraf FM'nin bünyede yarattığı rahatlama anlarının önemli bir örneği olsa gerek. Zorlu geçen haftanın sonunda Bernebau'da alınan 3-1'lik galibiyetten daha mutluluk verici ne olabilir ki :)Tabii her FM'cinin büyük başarıları vardır ve her birini de bu sayfaya taşıyacak değiliz; ama FM'nin dertlere derman olduğunu göstermek için güzel bir örnek olduğundan moist'un yazısının üztüne iliştireyim dedim. Goller Uğur, Nihat ve Holosko'dan, kontra atak futbolunun nadide zaferlerinden birisi.



Eğer milli takımımız play-off'lara kalabilseydi, bu hafta bizler açısından çok daha renkli geçebilirdi; ancak onun yerine Dünya Kupası için son altı bilet için verilen kora kor mücadeleleri uzaktan izlemekle yetindik. Örneğin, Henry'nin eliyle topu düzelterek yaptığı asistle Dünya Kupası'ndan elenmiş olsaydık, gündem bu kadar sakin olur muydu sizce? Fotoğrafta yüzsüzce sırıtan Henry, o anda hayatı boyunca bu hareketle hatırlanacağını pek de aklına getirmiyor anlaşılan. İrlanda'ya yapılan bu haksızlık için bu dakikadan sonra yapılacak bir şey yok ne yazık ki; ancak FIFA'nın bu pozisyonda bir kale arkası hakemi bulunmasının nasıl büyük bir hatayı önleyebileceğini görmüş olması ileride bu hataların engellenmesi adına önemli bir adım olabilir. İçimizdeki İrlanda'lı olarak bu ülkeye verdiğim desteği de "İrlanda'nın Elvis'i" olarak bilinen Rory Gallagher'ın Philby parçasını listeye koyarak gösterdiğimi düşünüyorum. Elimden daha fazlası da gelmiyor zaten.





Bu fotoğrafı 2 no'lu Haftanın Notları'nda da bulabilirsiniz, geleceği gören bir fotoğraf olması nedeniyle tekrar yayınlamaya karar verdim, zira fotoğraftaki ikili artık McLaren'de takım arkadaşı olacaklar. O yazımda İngilizlerin Schumacher sonrası dönemde rüzgarı arkalarına aldığından bahsetmiştim. McLaren yöneticileri muhtemelen beni duydular ki Mercedes'in kendi takımını kurmasından sonra Button'la anlaşıp yeni sezona tamamı İngilizlerden oluşan bir takımla girmeye karar verdiler. Mercedes yöneticileri de bu milliyetçi dalgayı başlatarak yeni sezonda Mercedes GP adıyla yarışacak olan takımın pilotlarını Nico Rosberg ve Nick Heidfeld olarak belirlemişlerdi. İzleyebidiğim 10 yıllık F1 döneminde hem takımın hem de iki pilotun aynı milliyetten olduğu bir takım hatırlamıyorum, yeni sezonda ise iki iddialı takım bu yapıya sahip olacak. Açıkçası Mercedes'in ayrılık kararına oldukça üzüldüm, yıllardan beri McLaren Mercedes olarak desteklediğim takım ortadan ikiye ayrıldı, benim yeni sezon için düşlediğim Hamilton- Vettel pilot ikilisi ve McLaren - Mercedes İngiliz - Alman ortaklığında oluşan enternasyonel yapı da milliyetçi akıma kurban gitti. Bu iki takımın rakibi Ferrari ise yeni sezonda salsa soslu latin pilotları Alonso ve Massa ile sahne alacak.




Yazının son bölümünü de Melih ve Ahmet Gökçek ikilisine ayırmam gerek, zira çirkefliği kendine yöntem bellemiş bu isimler kirli ellerini spora attıklarından bu yana her gün ayrı bir skandala yol açmaktalar. Aslında onlara bir anlamda teşekkür etmemiz gerek; çünkü ahlaksızlık gibi tarifi soyutluğundan ötürü oldukça zor olan bir kavramı her geçen gün daha da somutlaştırıyorlar. İleride çocuklarınıza Melih Gökçek gibi olmayın demek onları uyarmanız yeterli olacaktır. İnsan emeğini hiçe saydıklarını ve attıkları imzalara ne kadar sadık olduklarını geçen haftanın başında Hikmet Karaman'a yaptıklarıyla bir kez daha ispat ettiler. İmzanın kendi dönemlerinden önce atılmış olması onlara bu saygısızlığı yapma hakkını asla vermez; çünkü kulübün başkanlığına talip olan bir kişi, o kulübün geçmiş yükümlülüklerini de yerine getireceğini taahhüt etmek zorundadır, aksi söz konusu dahi olamaz. Bu konuda esas sorgulanması gereken teknik direktörlerin sendikal haklarını hangi nedenden ötürü kullanamadıklarıdır. Örneğin Fatih Terim istifa toplantısında anlattığı icraatlarının yanında neden bir Antrenörler sendikası kurmayı bu dönem boyunca aklına getirmemiştir? Bu olay bütün teknik direktörlere, sporculara ve genel anlamda toplumun bütün emekçi kesimlerine ders niteliğindedir. Eğer demoratik toplum yapısında üretim araçlarını ellerinde bulundurmayan kitleler dayanışma içinde olmazlar ise haklarını savunamazlar. Ne yazık ki toplumlar içerisinde her zaman Melih ve Ahmet Gökçek gibi toplumun kanını emerek beslenen sülükler var olacaktır, onlara karşı hakça bir mücadele verebilmek için sivil toplum ve sendikalar toplum yaşantısında söz sahibi olmalıdır.

10 Kasım 2009 Salı

Haftanın Notları #3


Ne şairane mevsimdi eskiden sonbahar
Bahçeleri talan eden bir deli rüzgardı
Kırılan dal düşen yaprak şaşkın uçan kuşlar
Eskiden sonbaharın bir güzelliği

Gel gör ki Atatürk'ün ölümünden bu yana
Sonbahar dahi bir başka geliyor
Vatan gerçeklerini hatırlatıp insana
Türk yüreklerimizi burka burka geliyor

Cahit Sıtkı Tarancı - Atatürk'ü Düşünürken

10 Kasım'lar Atatürk'ün ölümünden bu yana bir parça hüznü de beraberinde getiriyor; ancak onun koyduğu hedefleri de bizlere her yıl yeniden hatırlatıyor. Bu yılmaz devrimcinin akılcılık ve bilimsellik üzerine kurduğu, çağını yakalayan bir toplum yaratablime iddiasını gerçeklerştirmek için var gücümüzle çalışacağımızı bu anlamlı gün vesilesiyle vurgulayalım.


Beşiktaş Türkiye Basketbol Ligi'nde Türk Telekom'u devirip 4'te 4 yaptı ve zirveye kuruldu; ama problemlerin başlaması uzun sürmedi. Beşiktaşlı basketbolcular paralarının yatırılmamasını protesto etmek amacıyla bu günkü antrenmana çıkmadılar. Antep'ten 8.5 milyon euro'ya Japon kırması Brezilyalı almak için basketbol şubesinin paralarına el koymaktan çekinmeyen yönetim, alışılagelen "yönetememe" geleneğini sürdürerek bir krize daha yol açtı. Hafta sonunda oynanacak olan kritik Efes Pilsen maçı öncesi bu sorun çözülür mü bilinmez ama benim bildiğim kadarıyla Tabata'ya verilen para ile Euroleague'de çeyrek final hedefleyen bir takım kurmak mümkün. Benim bu yazıda değinmek istediğim isim ise Beşiktaş'ın 37 yaşındaki kaptanı Haluk Yıldırım. 16 yıllık basketbol kariyerinde Ülkerspor'un Harun Erdenay'lı kadrosunun sembol isimlerinden biri olduktan sonra kanser hastalığına yakalanan ancak bu hayat mücadelesini de kazanan Haluk'un Beşiktaş'ta kaptanlık yapıyor olamsından bir Beşiktaşlı olarak gurur duyuyorum. Onu parkede gördüğüm zaman aklıma Beşiktaş'ın ismine Cola Turka eklenerek lekelenmemiş dönemdeki El-Amin'li unutulmaz kadrosu geliyor. (Fotoğrafta arka planda yer alan Kerem Tunçeri'nin de kaptan olarak Beşiktaşlı'ların gönlünde ayrı bir yeri var, onu da bir gün yeniden siyah-beyazlı formayla görmek isterim.)


Bu haftanın notlarında basketbolun yaşlı kurtlarına saygılarımızı sunmaya devam edelim. Bugün itibariyle Batı Konferansı'nın zirvesinde sezon sonunda play-off'a kalmasına dahi şüpheyle bakılan Phoneix Suns yer alıyor ve bunu çok büyük ölçüde oyun kurucuları Steve Nash'e borçlular. (2000'ler denilince akıllarına gelen pek çok güzel anıda olduğu gibi). 35 yaşındaki Nash dün geceyi 21 sayı 20 asist gibi akıl almaz bir performansla noktaladı ve rakiplerine "Ben hala buradayım" mesajını verdi. Batı liderliğine oynamaları biraz zor görünse de Nash'in önderliğinde iyi bir play-off derecesi yapabilirler. John Stockton'ın kariyerinin sonuna yetişebilen bizim neslin aklına oyun kurucu denince ilk gelen isim kuşkusuz futbol aşığı bu Kanadalı olacak. Bu arada fotoğrafın özellikle Dallas mavericks'in sahibi Cuban için manidar olduğunu belirtmem gerek. Nash'in biten kontratını yenilememesi onun belki de o çok istediği şampiyonluğu hiç kazanamamasına neden olacak. Fotoğraftaki ikili beraber oynasaydı özellikle Lakers hanedanının sona ermesiyle kendi hükümdarlıklarını başalatabilirlerdi; ama olmadı. Nash ise şampiyonluk yüzüğüne erişememesine karşın iki sezon üst üste aldığı MVP ödülleriyle ve onun liderliğinde Suns'ın oynadığı keyifli basketbol ile NBA tarihinin her zaman hatırlanan isimlerinden biri haline geldi.


*Son bir not da futboldan. Diyarbakır - Galatasaray maşında Arda'nın attığı gol öncesinde ayağı kayıp yere düşen ve yerde çırpınan oyuncuyu görünce futbolun gerçekliğinin hiç bir zaman bilgisayar oyunlarında yakalanamayacağını bir kere daha anladım. Islak zeminde kayan ayakların yarattığı anlık değişimlerin tadını bilgisayar ekranında bıkmadan yorulmadan koşabilen oyuncuların yarattığı sanal dünyada bulabilmek olanaksız. Rakibinizin yaşadığı duruma üzülebildiğiniz veya kendi oyuncununzun yaptığı hataların insan olamasından kaynaklandığını anlayabildiğiniz noktada bu oyunun insancıllığını kavrayabilirsiniz. Sanal dünyanın yaratmış olduğu kazanmak-kaybetmek üzerine kurulan sistem futbolun gerçeklerini ört bas etmekte ve futbolu (ve genel olarak sporu) kapitalizmin istediği biçimde salt bir tüketim malzemesi haline getirmekte. İnanıyorum ki gerçek bir futbolseverler olmanın rolü bu oyunun öznesinin insan olduğunu hiç bir zaman unutmamaktan geçiyor.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Haftanın Notları #2: Hoşgeldin NBA


  • Dün akşam itibariyle NBA yeni sezonu başladı ve bizlere de üzerine geyik yapmak için yeni bir konu açılmış oldu. LeBron, Kobe gibi adamlar varken kariyerinin sonuna gelmiş bu iki adamın fotğrafının burada ne işi var diye sorabilirsiniz. Hemen açıklayayım. Bu sezonun başlangıcında şampiyonluk için beş takımın ismi ön plana çıkıyor. Zaten bu beş takım son üç yılın final maçlarında boy gösteren takımlar. Bana kalırsa Lakers (Gasol), Celtics (Garnett) ve Magic (Howard) önemli uzunlarının varlığıyla bir adım öne çıkıyorlar. Bugüne kadar NBA tarihinde pota altından skor üretebilen uzunu olmadan şampiyonluk yaşayan yalnızca iki takım var: Golden State Warriors (1975 - Rick Barry'li kadro) ve Chicago Bulls ( 1991,1992,1993,1996,1997,1998 - Majesteleri Michael Jordan ve Pippen'lı efsane takım). Bu takımların hemen altında yer alan San Antonio ve Cleveland'ın kaderleri ise fotoğraftaki iki efsane uzunun sağlık ve form durumlarına bağlı. Jordan sonrası dönem olan 1999-2007 yılları arasındaki her finalde Duncan veya Shaq'in liderliğindeki takımlardan biri vardı ve bu takımlar 9 finalin 8'inde şampiyonluğa ulaştı. 4 kez Duncan'lı Spurs, 3 kez Lakers ve bir kez de Miami'de olmak üzere 4 kez de Shaq'ın takımları şampiyon oldu. Bu fotoğrafla hem benim NBA maçlarını takip etmeye başladığım yılları bir kez daha anmak hem de şampiyonluk yolunda uzunların önemini vurgulamak istedim. Nasıl olsa Kobe, LeBron, Howard gibi isimlerin fotoğraflarını sezon içinde sıkça koyacağız.




  • Geçen hafta yazamadık ama blog kayıtlarına geçmesinde fayda var: F1'de şampiyonluğu Brawn GP'de yarışan Jenson Button kazandı. Kariyerinin başlangıcında Williams'dayken yetenek vaad eden bir genç olarak gösterilen Jenson Button, 2003 yılında Benetton Renault'daki koltuğunu Alonso'ya kaybettikten sonra düşüşe geçti. Aynı yıl BAR takımına geçen Button yıllar içinde istikrarsız bir grafik sergiledi ve İnglilizlerin heyecanla beklediği yeni F1 yıldızı olma konumunu da Lewis Hamilton'a kaybetti. (Zaten kendisi adına üretilen "push the button" yazılı tişörtlerden ne kadar tırt bir takıma gittiğini anlamalıydı). Bütün bu nedenlerle yukarıda Hamilton'ı geride bıraktığı fotoğraf oldukça anlamlı Button için. Vaktiyle BAR takımı satın alan ancak istediği hedeflere ulaşamayan Honda takımı kapatma kararı aldığında takımı devralan Ross Brawn'ın başlattığı devrim Button'ın da kariyerinin dönüm noktası oldu. Henüz ilk sezonunda Brawn GP takımlar şampiyonasını kazanırken, Button da takım arkadaşı Barrichello ile girdiği şampiyonluk yarışından da galip ayrıldı ve kariyerinin 9. sezonunda beklenmedik bir şampiyonluğa ulaştı. İngilizler'de Schumacher sonrası dönemde F1 rüzgarını kendi lehlerine çevirmeye başardılar diyebiliriz. Bakalım bu sezon kırmızı giyecek olan Alonso, şampiyonluğun adresini değiştirebilecek mi?



  • Amerikan Basketbol Ligi'nin yanı sıra TBL'de start aldı; ancak zamanında taraftar gelsin diye Ülker'in basketbol şubesini kapatıp 3 büyüklere destek olmasının basketbol dünyasına verdiği zararları sezon başında gördük. Basketbol maçlarına basketbol bilen seyirci yerine yalnızca futboldan anlayan (onu da ne kadar anladıkları şüpheli) ve kulübü desteklemek için gelen seyirci ve yönetim analyışı öncelikle geçen sezon sonunda ilk defa şampiyon olan takımın meydan dayağı yemesine sebebiyet verdi, bu sezon başında da Türk basketbolunu yıllardır görmediği çirkin tartışmaların odağı haline getirdi. Aziz Yıldırım kalkıp 30 yıldır Türk basketbolunun temel direği olan Efes Pilsen kulübüne "basketbola ne hizmetleri var ki" diyebilecek kadar ileri gitti. Hem de ironik biçimde kendi takımında altyapısından yetişen bir oyuncuyu (Semih - Ülker'den gelen oyuncuları saymıyorum) ve Efes altyapısından yetişen iki oyuncuyu (Ömer ve Mirsad) bulundurmaktayken. Bununla da yetinmeyip yıllardır hem milli takımda hem de Ülker ve Efes'te oynadığı yürekten oyun ve beyefendi kişilğiyle (ayrıca da Ted Kolejliler'den yetişmiştir, onun için laf ettirmem) sembol olmuş Kerem Gönlüm'ü ve bütün Efes takımını kasten doping yapmakla suçladı ve Cumhurbaşakanlığı Kupası finalinde taraftarlar "5 mg" yazılı pankartlar açtı. Kerem'in kasten doping yaptığına asla inanmamakla birlikte, bulunan yasaklı maddeden dolayı cezasını da zaten federasyonun vereceği ortadayken, "rakibimin açığını buldum ya bırakmayayım, saygıyı ve hoşgörüyü boşver" diyen bu kulüp anlayışını Fenerbahçe'ye yakıştıramasam da Aziz Yıldırım'a pekala yakıştırdım. İki yıl önce Ülker kulübü varken ve Ermal kelliğe karşı kullandığı ilaçta yasak madde bulunması nedeniyle ceza alırken yaşananlarda Ülker'in tartışmalara katılmadığı zamanları, milli oyunculara ve kulüplere saygı duyulduğu günleri hatırladığımda üzülmeden yapamıyorum. Bu tartışmalardan sonra anladım ki Efes Pilsen Türk basketbolunun son kalesi konumunda, olur da şubeyi kapatmaya karar verirlerse Türk basketbolu da aynı futbol gibi kısır çekişmelerin doldurduğu çirkin düzene teslim olacak ve başarılı sporcular ve kadrolar yetiştirmemiz de hayal olacak. Fotoğraftaki arkadaşların da bir zahmet tribünleri gerçek basketbolseverlere bırakmasını diliyorum. Futbol sahalarında istedikleri gibi hakemlerin kafasını yarıp dilediklerine küfür edebilirler, burası onun yeri değil. Diğer kulüplerin taraftarları (GS, BJK) da zaten salonlara rakip takımlara küfür edebilecekleri derbi maçları dışında uğramıyorlar. Ülker'in bu hamlesi basketbola ne kattı, ben anlayabilmiş değilim.




7 Ekim 2009 Çarşamba

Haftanın Notları #1


  • Bu haftanın notlarına tenisten "güzel mi güzel" bir haberi aktararak başlayalım. Maria Sharapova bu yılın ilk turnuva zaferini Tokyo Açık tenis turnuvasında kazandı. Turnuvanın prestijinden ziyade Maria Sharapova'nın dönüşü haberin önemini artırdı. Kadınlar tenisi Justine Henin'in ayrılmasından sonra ciddi bir krize girdi. Jankovic, Ivanovic, Safina gibi yeni yıldızların istikrarsızlığı, Williams kardeşlerin artık hangisinin kazanacağını merak bile etmediğimiz finalleri kadınlar tenisinin iyice gözden düşmesine neden oldu. "Anne" Kim Clijsters'ın markete süt almaya giderken uğrayıp kazandığı Amerika Açık da artık kadın tenisinin süper yıldızlara ihtiyacı olduğunu ispatladı. Kadın tenisinin son yıllarda çıkardığı en önemli süper yıldız Maria Sharapova bu turnuvayı kazanarak WTA sıralamasında 15. sıraya yerleşti. Umarım bu zaferi onun geri dönüşünün başlangıcı olur ve kadınlar tenisi yeniden saygınlığına kavuşur.


  • Ankaraspor küme düşürülürken İ.Melih Gökçek Galatasaray - Ankaragücü maçında pişmiş kelle gibi sırıtmakla meşguldu. Emek harcamadan sahip olunanların kaybı da insanları pek üzmüyor anlaşılan. Belediye kulüplerinin futbola hiç bir hizmette bulunmadıklarına ve önceliği amatör branşlara vermesi gerektiğine inanıyorum; ama belediyeler başlarındaki basiretsiz yöneticilerin reklam ajansı olarak hizmet verdiği sürece amatör branşlara destek hayalden öteye geçmez.


  • Fenerbahçe 8'de 8 yaptı, bloga yazan çıkmadı. Sanıyorum Fenerbahçe taraftarı sorunlarla boğuşunca daha mutlu oluyor. Şaka bir yana Fenerbahçe 10. haftadaki derbiyi kazanması halinde henüz ligin başında önemli bir puan farkı elde edecek. Bu senenin über kadrosunu kuran Galatasary'da orta sahanın ortasında veya geride oynanayan oyuncuların pas yapamaması ve geriye koşamaması gibi sıkıntılar baş gösterdi. Ben derbi lafıyla fitilin ucunu ateşleyeyim yazar arkadaşlar da buradan devam etsin istedim.


  • Bülent Uygun Sivasspor'u bıraktı. Bir mucizeyi yaratıp tarihe geçmek üzereydi, biraz kendi hataları biraz da düzeni değiştirememesi sebebiyle başaramadı. Bülent Uygun, Champions dergisinin umut vaadeden teknik direktörler listesinde yer almakla kalmamış, maç öncesi mehter marşı dinletmesiyle de manşete oturmuştu. Bundan sonra bu başarının üstüne çıkabilecek mi göreceğiz, ama futbol camiasının balık hafızalı olduğunu unutmaması gerek. Müstakbel kulübünde, "ben Sivas'tayken" açıklamaları yaparsa bileti erken kesilir.


  • Bursa'da haftaya çarşamba günü Türkiye - Ermenistan maçı var. Terörist Diyarbakır halkına stadı dar eden Bursalı bozkurtlardan Ermenilere de geçit vermemesini, sonra da Bizans tekfuruna karşı olan mücadelelerinde gazalarının mübarek olmasını temenni ederim. ( Dalga geçtiğimi anlamayanlar varsa Fanatizm başlığı altındaki yazıları okumalarını rica ederim.)


  • Fernando Alonso sonunda hayaline kavuştu ve Ferrari'yle 3 yıllık anlaşma imzaladı. Schumacher sonrası dönem için hazırlıklarını iyi yapan takımım McLaren Hamilton - Alonso ikilisiyle önümüzdeki yıllar şampiyonluklara ambargo koyacak bir ekip oluşturmuştu; ancak takım içi sorunlar ve Hamilton - Alonso çekişmesi bu hayallerimizi suya düşürdü. Şimdi zamanının iki düşman kardeşi, F1 şampiyonluğu için çekişirken, F1'in en büyük rekabeti olan Ferrari - McLaren çekişmesini de doruğa çıkaracak. Bu arada Tokyo'da yapılan yarışı kazanan Sebastian Vettel az olan şampiyonluk umudunu korudu. Buradan McLaren yönetimine sesleniyorum, yarış bilmez çakma Finli Heikki Kovalainen'i bırakıp Vettel'i alın kardeşim, adamın yeteneği ortada. Zaten Kubica'yı Renault'ya kaptırdınız.

    Polonya'da düzenlenen Avrupa Kadınlar Voleybol Şampiyonası'nı İtalya kazandı. Olimpiyatlar'da ilk dörde takım sokamayan Avrupa kıtasında şampiyonluğun prestiji de haliyle azaldı. Olimpiyatlarda şampiyon olurken 8 maçta yalnızca 1 set veren ve deyim yerindeyse uzay voleybolu oynayan Brezilya'nın seviyesinin çok uzağında bir voleybol kalitesi vardı. Milli takımımız kötü başladığı turnuvayı 5. kapatarak fena olmayan bir dereceyle bitirdi. 2003'ün efsane kadrosundan bir tek Neslihan'ı barındıran ekip bir skorer daha çıkarabilirse 2011'de başarıyı yakalayabilir. Bu arada milli takımın pasörü 1990 doğumlu Naz Aydemir'e "niye Fener'e gittin" diye sitem edip Eczacıbaşı'ndaki güzel günlerinin anısına koyduğumuz Wikipedia'daki fotoğrafı ile yazıyı bitirelim.