11 Kasım 2010 Perşembe
Ball-boy'luktan şampiyonluğa: "Welcome Home Roger Federer"
Bir hafta önce Roger Federer'in kendi evinde dördüncü şampiyonluğunu ilan ettiği Basel ATP tenis turnuvasının çeyrek finallerini izleme şansım olmuştu. Bu yazıda, geçen haftadan aklımda kalan notları paylaşmak ve Federer'in doğduğu şehir olan Basel'deki turnuvayla olan ilişkisi üzerinden spor kültürü üzerine bir kaç görüş aktarmak istiyorum.
ATP Basel'in en önemli hikayesi elbette Roger Federer. Bugün Federer ismi tenis kortlarının sınırlarını fazlasıyla aşmış durumda. Fotoğrafı, 2000'li yılların en önemli imgelerinden biri konumunda, Michael Schumacher ile birlikte geçtiğimiz on yılın en büyük spor efsanelerinden birisi. İsmi mükemmellik, hayranlık, takdir gibi kelimeleri çağrıştırdığı için olsa gerek, küresel ölçekli pek çok şirketin reklamlarında kullanmayı tercih ettiği bir yüz. Doğduğu şehirdeki tenis turnuvasını 4. kez kazanmayı başaran majesteleri için bu turnuvanın çok daha farklı anlamlar içerdiği açık. Zaten çeyrek final maçı sonunda verdiği röportajda keyfinin yerinde olduğu her halinden belli oluyordu. Sonuçta her turnuvada korta çıkarken pek çok ünvanı sayılıyor; ama "Welcome Home Roger Federer" diye çağrıldığı tek turnuva bu. Dilerseniz Basel ATP turnuvasının bir efsanenin doğuşuna nasıl katkıda bulunduğu üzerinde biraz duralım.
Basel benim aklımda spor tarihinin en büyük efsanelerinden birini gördüğüm yer olarak kalacak; ama bu turnuvayı özel kılan, turnuvanın Federer için de aynı anlamı ifade etmesi. Top toplayıcı (ball-boy) olarak görev yaparken John McEnroe, Boris Becker, Stefan Edberg gibi tenis efsanelerini yakından izleme şansı bulmasının, Fedex'in bu oyuna aşık olmasına büyük bir katkı yaptığı aşikar. İsviçre ve Türkiye'nin başta mali olmak üzere diğer pek çok farklılığını hesaba katmadan örnekleme yapmak afaki kalabilir (sonuçta double whopper menünün 13 euro olduğu bir ülkeden bahsediyoruz); ama Türkiye'den neden dünya çapında spor yıldızları yetişmediği üzerine kafa yorarken Federer - Basel ATP örneğine göz atmakta fayda var.
Bu örnekten hareketle, ülkelerde düzenlenen uluslararası spor turnuvalarının iki temel faydasına göz atmak istiyorum. Birincisi turnuvaların genç sporculara hedef koyma imkanı tanıması. Küçük yaşlarda çocukların kendilerine hedefler koymalarında rol modellerin taşıdığı önem oldukça fazla. Konunun uzmanı olmamakla birlikte, eğitim gönüllülerinde çalıştığım dönemde konuyla ilgili kişisel gözlemler yapma şansına da eriştiğim için bu cümleyi gönül rahatlığıyla kurabilirim. Federer'in çocukluk günlerine dönersek, ball-boy olarak görev yaptığı turnuvada okuldan beş on arkadaşının onun ismini bağırmasının Roger'ın hoşuna gittiğini tahmin edebiliriz.(Arkamda oturan bir grup çocuk, ball-boy olan arkadaşları salona girince tezahürat yaptıkları için bu örneği vermeyi tercih ettim) Ama Roger'ın o turnuvadan en çok aklında kalan sanıyorum McEnroe, Becker veya bir başka efsane salona girdiği vakit salonda kopan alkış fırtınasıdır. Kendinizi o çocuğun yerine koyarsanız, Federer'in bugüne kadar bir çok başarıya imza attığı kariyerine başlamasının en önemli motivasyonlarından birisinin kendi şehrinde düzenlenen tenis turnuvası olduğunu sanıyorum siz de fark edersiniz. 5 -10 arkadaşının tezahüratından binlercesine ulaşmak bir çocuğu hedefler koymaya itmek için fazlasıyla yeterli bir sebep olsa gerek. 40 yıldır düzenlenen bir turnuva, yüzlerce top toplayan çocukta bu kıvılcımı yakıp, birinin dahi profesyonel olarak bu sporda başarılı olmasını sağladıysa başarılıdır. Hele ki Federer gibi bir efsaneyi çıkarmakta katkısı olduysa...
Turnuvaların bir diğer faydası ise bir ülkede spor kültürünün yerleşmesine olan katkıları. Bugün Federer salona girdiğinde alkışlamayı sonuna kadar hak eden İsviçreliler, aynı alkışları zamanında diğer ülkelerden gelen efsanelere de cömertçe sundukları için bugün böylesine önemli bir dünya yıldızına sahipler. Eski turnuvaları izlemedim; ama geçtiğimiz cuma günü Djokovic, Roddick gibi isimlere gösterdikleri sevgiden bu çıkarımı yapabiliyorum. Sporda başarı elde etmenin yolunun alın teri dökmek olduğunu bilen ve buna saygı duyan seyirciler, bir yandan da içten içe 30 yıl boyunca kendi efsanelerini alkışlamanın özlemini çektiler ve Federer seyircilerin bu özlemine karşılık verdi. Oyunun efsanelerine saygı duyarken aslında kendi efsanelerini yaratmak için gerekli kültürel ortamı da yaratmışlardı. Ball-boy Roger Federer, kazanacağı grand slam'lerin ardından nasıl bir takdir göreceğini çocuk yaşta anlamıştı.
Türkiye'nin büyük organizasyonlara ev sahipliği yapması ve bu organizasyonların medyanın katkısıyla kamuoyunda heyecan yaratması spor kültürünün gelişmesi için hayati denilebilecek bir önem arz ediyor. Tenis özelinde elimizde büyük bir fırsat var; çünkü 2011 WTA sezon sonu finali İstanbul'da düzenlenecek. Bu turnuvayı tenisin gelişimi için bir fırsat sayacaksak harekete geçmeliyiz; çünkü ülkenizde uluslararası bir organizasyon düzenlemek 1992 Barselona heyecanını kesinlikle yaratacağınız anlamına gelmiyor. 2010 Basketbol Şampiyonası'ndan aklınızda Rus dansçıların sahaya çıkıp çıkmaması ve "maddi manevi" tartışmaları dışında ne kaldı? Ben, ileride bir S. Williams veya Federer çıkarmak için bu organizasyonu sahiplenmenin ve heyecanını mümkün olduğunca fazla insana yaymanın önemini, Federer'in Basel'de "bir ayrı" parıldayan gözlerinde görme şansına eriştim. Umarım bir gün bizler de, örneğin İstanbul'da, bir dünya yıldızına "evine hoşgeldin" deme şansına erişiriz.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder