15 Ekim 2012 Pazartesi

A Milli Takım – “Türk Milli Takımı Brezilya’ya Gidemiyor Mu?”



2010 Dünya Kupası vuvuzela ve ahtapot Paul ile olduğu kadar, 4-2-3-1 dizilişinin diğer dizilişlere olan üstünlüğü ile de hatırlanacak. Bu kupayı ilk üç sırada tamamlayan İspanya, Hollanda ve Almanya’nın, çeşitli farklılıklarla benimsediği bu diziliş, santraforların ve onların arkalarındaki üçlülerinin etkinliğinin belirleyici faktör olmasını sağlamıştı. Forvet arkalarında konumlanan bu üçlülerin ön plana çıkmalarında; hücum oyuncularının defans dörtlülerinin pozisyonlarını kaybetmeleri için maç boyunca sürdürdükleri topsuz hareketler; Xavi, Iniesta, Mesut Özil, Müller, Sneijder ve Robben gibi oyuncuların bireysel yetenekleri kadar önemli bir rol oynamıştı. Topsuz oyunun hala belirleyici olduğunu, Romanya’dan yediğimiz golde Marica’nın orta sahaya doğru yaptığı koşu ile bir kez daha gördük. Koşu sonrasında stoperin onu kovalaması defansta boşluk yaratı ve o boşluğa doğru yapılan koşu, Volkan’ın hatasıyla birleşip maçın tek golünü meydana getirdi.

4-2-3-1’in futbolda egemen hale gelmesinin arkasında basit bir matematik yatıyor. Dört bant üzerinde oynanan sistem orta saha oyuncularının hücum alanına yaklaşmasını ve santraforların alan boşaltmak için yaptıkları koşulardan 4-4-2 sisteminde olduğu gibi bir değil üç oyuncunun faydalanmasını sağlıyor. Oyunun gün geçtikçe artan hızına uyum sağlayıp hareketin edenlerin ve iki hamle sonrasını önceden hesaplayabilenlerin avantaj elde etmelerini sağlayan bu diziliş, bugün Real Madrid, Bayern Münih, Dortmund, Chelsea, Manchester United, Arsenal gibi pek çok üst düzey takımın tercihi haline geldi.

Santraforun arkasındaki üç oyuncunun da tempolu oynaması gerektiği için, dizilişteki değişim doğal olarak 10 numara olarak bilinen oyuncuların rollerinde de değişimi beraberinde getirdi. Örneğin, Real Madrid’in eski 10 numarası Zidane ile merkez kanat olarak da nitelenen yeni 10 numara Mesut Özil’in topla buluştukları bölgeler arasında yapılacak bir karşılaştırma, oyundaki değişimin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır. Milli takımda Arda’nın rolü üzerine konuşurken, bu detaya dikkat etmek gerektiği için bu değişimi ayrıca not etmek istedim.

Milli takımın sorunlarını tespit edebilmek için, 4-2-3-1 dizilişi üzerine bu uzunca girişe ihtiyaç var. Girişte paylaştığım notlar, öncelikle Abdullah Avcı’nın neden bu düzeni tercih ettiğini anlamamızı sağlayacaktır. 3-0 mağlup olarak Euro 2012’ye gitme şansımızı kaybettiğimiz Hırvatistan maçında 4-3-3 dizilişiyle sahadaydık. Hücum organizasyonlarımızı gerçekleştirmek için hücumda Arda – Burak – Hamit’in etkinliğine, orta sahada da Selçuk İnan – Emre Belözoğlu’nun yaratıcılığına güvenen düzen, oyun merkezinin rakip sahanın çok gerisinde kaldığı, hücumda çoğalamayan bir milli takım yaratmıştı. Abdullah Avcı bunu aşabilmek için Arda’nın merkez kanat rolüne soyunduğu ve üç skor katkısı verilen oyuncu tarafından desteklenen bir yapıyı tercih etti. Almanya’nın 2010 Dünya Kupası’nda kullandığı Mesut +  Podolski – Klose - Müller dörtlüsüne benzetilebilecek yeni yapı, hazırlık maçlarında Umut, Sercan ve Burak’ın birlikte oynarlarken skora katkı vermeleriyle bizleri ümitlendirdi.

Elemelerde üç maç sonunda 3 puanda kalmamız ise, yazın oluşan ümitlerimizi tükenme noktasına getirdi. İç sahada Romanya’ya kaybedilen maçı, deplasmandaki Romanya veya içerideki Hollanda maçlarında telafi edemediğimiz takdirde, üst üste üçüncü Dünya Kupası’nı kaçıracağız. Turnuvaya bir buçuk yıldan fazla bir süre varken içine düştüğümüz karamsar tablodan çıkabilmek için, öncelikle planların neden tutmadığına göz atmak gerekiyor. 4-2-3-1’i mükemmelleştirme amacındaki Nationalmannschaft’ın oyuncularının rolleri ile bizim oyuncuların rollerini karşılaştırmak, bu konuda bize faydalı veriler sunabilir. Bu karşılaştırmayı yaptığımda, stoperlerimizin hem oyunu yönlendirmede hem de rakibi karşılamada güçsüz kalmalarının, Khedira – Mehmet Topal farkının ve hücum üçlümüzün top kontrol etme, boş alan yaratma ve pas trafiğine katılmada etkisiz kalmalarının temel farkları yarattığını düşünüyorum.


Almanya’nın elindeki oyuncuların bireysel kaliteleri ile yapılacak bir kıyaslamadan ziyade, elimden geldiğince oyuncularımızın biçilen rollere uygunluğunu sorgulamak istiyorum. Bunun için de örneğin, Gökhan Gönül ile Philipp Lahm arasındaki devamlılık, oyun temposu ve skora doğrudan etki gibi unsurlarda gözlemlenebilecek kalite farkını, oyun içinde kendilerine biçilen benzer role uygunlukları nedeniyle göz ardı etmek gerekiyor. Zaten bek oyuncularımız, 4-2-3-1’de kendilerine çizilen role uygun şekilde hareket ederek bize pek problem çıkarmıyorlar. Romanya maçının ikinci dakikasında Hasan Ali’nin Sercan – Arda ve Emre üçlüsüyle birlikte geliştirdiği sol kanat akını, ortanın etkisizliğini bir kenara bırakırsak maç içindeki olumlu hareketlerimizden biriydi. Arda’nın merkez kanat rolüne uygun biçimde, özellikle sol kanadı etkili işletmesi de Hasan Ali’nin olumlu bir görüntü vermesini sağladı.

Mehmet Topal – Khedira karşılaştırmasında ise, özel bir rol üstlenen iki oyuncu arasındaki kalite farkından bahsetmeden, oyunun gidişatına olan etkilerini değerlendiremeyiz. Günümüz futbolunda kıymeti en az bilinen oyunculardan birisi olduğunu düşündüğüm Khedira, sahadaki her çime ayak basmaya gayret eden oyun yapısıyla Alman takımının makine düzeninde işlemesine en çok katkı yapan oyuncuların başında geliyor. Defansta ve hücumda gerek kanat gerekse merkezden gerçekleştirilen bütün organizasyonlarda takımının bir kişi fazla olmasını sağlayan Khedira, defanstan orta sahaya taşıdığı topları kanatta bekleyen Mesut ile buluşturunca görevini tamamladığına inanmayan, yeri geldiğinde stoperlerden biriyle eşleşip rakip defans hattını ceza sahasına iterek Schweinsteiger’e, yeri geldiğinde kanattaki oyuncu sayısını dörde çıkararak bir oyuncunun kale çizgisine inmesini sağlayan, en az dört ciğer gerektiren bir oyun tarzına sahip. Buna karşılık Mehmet Topal, toplu oyunda hiç görünmemesi, pas trafiğine katılmaması, öte yandan da hücuma çıkan beklerin kademesine geçerek defansı üçlememesi nedeniyle milli takıma katkısı oldukça sınırlı bir oyuncu görünümünde. Topal eleme maçlarında, kendisine 4-2-3-1 düzeninde verilen role hiç uygun olmadığının işaretlerini verdi. Hiddink’in Mehmet Topal’ı oynatmaması ciddi bir eleştiri konusuydu; ancak onun bu performansı Hiddink’e biraz haksızlık ettiğimizi düşünmeme yol açıyor.

Almanya’nın zaten zirvedeki kadrosunu bir seviye daha yükselten hamle Hummels’in ilk 11’e dahil olmasıydı. Almanya böylece fizik kalitesinden ödün vermeden defans ve orta saha arasında bağlantıyı güçlendirmeyi başardı. Türkiye yıllarca stoperlerinin pas yeteneğinin sınırlı olmaları nedeniyle oyun kurmakta zorlanan bir takım oldu. Semih Kaya, bu anlamda bize nefes aldıracak bir oyun tarzına sahip. Ne var ki Semih, Hummels gibi takımın hücumcularının topsuz koşularından fayda sağlamasını sağlayacak oyun görüşüne sahip değil. Zaten pek çok ana sorunu olan takımımızda Emre’nin defans orta saha bağlantısını sağlaması nedeniyle Semih’in katkısı çok önemli görünmüyor. Buna karşılık, Semih’in stoper pozisyonu için fizik yetersizliği, rakiplerin bire bir avantaj yakalamasına neden oluyor. Romanya maçında Ömer Toprak da pek parlak bir performans gösteremedi; ancak Marica’nın özellikle Semih ile eşleştiğinde takımın ileri çıkmasını çok kolaylaştırdığına, nihayetinde skoru değiştiren hamleyi yaptığına şahit olduk.

Maçın incelemesine dönelim. Ortalardaki isabetsizlik konusunu, Romanya’nın stoperlerinin üstün performansını da takdir ederek inceleme altına almak gerekir. Sorunun oyuncuların doğru alanlarda bulunmamalarından mı, ortaların zamanlamalarının yanlış olmasından mı, yoksa topsuz koşularla rakibin dengesini bozamamaktan mı kaynaklandığını görebilmek için, kornerle sonuçlanan bir sağ kanat akınında oyuncuların rollerini inceleyelim.  6 kişinin aktif olarak katıldığı bu akının hazırlayıcısı olan Emre, ara pasını Arda’nın sola koşarak orta sahayı boşaltmasına borçluydu. Arda koşusunu ceza sahasında sağ bek ile eşleşerek tamamladı. Ortayı yapan Gökhan Gönül de, aynı Arda’nın Emre’ye yaptığı gibi, Hamit’in sağ kanattan sahanın ortasına yaptığı koşudan yararlandı. Umut’un ön direğe yaptığı koşuyla birlikte Sercan da ceza sahasına girerek ikinci stoperle eşleşti. Maçın içindeki az sayıdaki etkili hücumlarımızdan birini, hem yukarıda saydığım etkenler, hem de oyuncularımızın hiçbirinin rakiplerine bire bir üstünlük sağlayamamaları nedeniyle gole çeviremedik.

Almanya’nın benzer bir aksiyonu golle sonuçlandıracağını söylemek gerçekçi olur. Bunu söylerken, Alman oyuncuların rakiplerine kaşı bire bir üstünlüklerinden ziyade oyun temposunu öncelikli görüyorum. Maalesef oyun ve pas tempomuzun yerlerde sürünmesi, doğru hamlelerin hücumda beklenen sonuçları vermesinin önüne geçiyor. Kanat akınlarında kale çizgisi hizasına bir türlü gelemememizin ve ceza sahası dışından şut imkanları yaratmakta çok yetersiz kalmamızın ardında da bu yavaşlık yatıyor.  Pozisyon kıtlığı yaşamamızda ise bu hantallık kadar; Sercan, Umut ve Mehmet Topal’ın pas trafiğine hemen hemen hiç katılmamalarının da payı var. Abdullah Avcı 3 hücumcu tercih ettiği sistemdeki sorunu görerek yeni bir pas seçeneği yaratmak için Hamit’i ilk 11’e yerleştirmişti; ancak bu da çözüm getirmedi. Ayrıca, Hamit ile Umut’un kanat akınlarında stoperleri paylaşamamaları, dörtlü defansı bozamamaları hücum etkinliğimizi iyice kısıtladı.


Biz hücumda bu kadar etkisizken, Romanya oyunun merkezindeki stoperleri ve orta saha oyuncularının oluşturdukları hatlar orta alanı kontrol altına almayı başardı. Maçın kilit oyuncusu ise yukarıda belirttiğim gibi Marica’ydı. Stoper ikilisini bütün maç boyunca meşgul eden Marica, kontrol ettiği toplarla takım arkadaşlarının defans arkası koşular yapmasını sağladı. Romanya’yı hiçbir alanda rakipten fazla oyuncuyla karşılayamayan ve pas kanallarını kapatamayan Türkiye, savunmada rakibine göre pozisyon alıp onların hamlelerini bekledi.

Macaristan maçı öncesinde, zaten az sayıda alternatifimizin olduğu kadroda iyice daralma yaşadık. Arda’nın merkez kanat rolünün alternatifi olacak bir oyuncunun olmaması maç öncesi en ciddi sıkıntımız. Boş alan yaratmaya dayalı 4-2-3-1 düzenine tempomuz yetmediği için zaten ayak uyduramamışken, işleyen az sayıdaki parçalardan birisinin de dışarıda kalması umutları iyice azaltıyor. Yine de, bu maçtan çıkacak bir galibiyetin bir anda tabloyu değiştirme ihtimalinin olduğunu aklımızda tutmamız gerekiyor. Bu eksiklikler belki, alanı genişleten kanat oyuncularına dönmemizi ve Hamit-Emre- Nuri gibi pas alışkanlığı olan bir üçlü ile 4-2-3-1 ile 4-3-3 kırması bir düzende daha fazla şans yaratabiliriz.

Son paragrafta başlığı neden tırnak işareti içine aldığımı açıklamak isterim. Bu yazının başlığını 1949 yılında basılmış Türkspor dergisinden aldım. O dönem Suriye’yi 7-0 yenerek 1950 Dünya Kupası’na katılma hakkı elde eden takımımızın, Türkiye Futbol Federasyonu Brezilya’ya seyahatin getirdiği maddi külfeti taşıyamayacağı için turnuvaya katılamayacağı konuşuluyordu. Türkspor dergisindeki yazı, bu sorunun çözüleceğine dair iyi niyetini belirterek sonlanıyor. Geçmiş katılımlarımıza bakanlar, bu iyi niyetin karşılıksız kaldığını bilecektir. 63 yıl sonra bugün, Türkiye’nin en büyük ‘sektör’lerdinden biri haline gelen futbolun federasyonunu bir para babası yönetiyor ve Suriye ile bir futbol maçı yapma ihtimalimiz Kaf Dağı’nın ardında. Soru ise her nasılsa aynı kalmış. Ben de o gün yazılan yazının iyi niyetine sadık kalarak “Hayır, gidiyor” demek istiyorum. Umarım milli takımımız da böyle düşünüyordur.

Not: Fotoğraflar ntvspor.net internet adresinden alınmıştır. 4-2-3-1 ve futbol hakkındaki pek çok bilgi için zonalmarking.net adresi referans olarak kullanılmış ve kullanılacaktır.

Hiç yorum yok: