Çocukluk
çağının kendine has bir dokunulmazlığı vardır. Çevremizi ilk defa hafızamıza
kaydetmeye başladığımız için, nesneler ve kişiler bizim için ilk hallerindedir.
Onların varlıklarını doğal kabul ederken, onları sorgulamaya ancak
onlarda yaşanan ilk değişiklikten sonra başlarız. Evimiz olarak kabul ettiğimiz
yerde yapılan değişikliklere sanıyorum bu nedenle daha duyarlı oluyoruz. Eğer
öyle olmasaydı, Montreal’li Arcade Fire grubunun binlerce kilometre uzakta,
banliyöleki değişim ve bu değişimin getirdiği yabancılaşmayı anlattıkları The
Suburbs bizim için bu kadar etkileyici olmazdı.
Arcade
Fire, bu albümde kendi çocukluk günlerine, çocukluk arkadışlarına ve birlikte
yaratııkları bağırış çağırışılara saf bir özlem duyduğunu belli ediyor. Bu
çocukların dönüştüğü “modern adam”dan son derece rahatsız; çünkü aynada, çocukluk
günlerinin aksine terk edilmiş bir adamın imgesi beliriyor. Modern adam, onlarca makine ve bilgisayarın
varlığına rağmen işini zamanında yapmayı başaramıyor, sevmek için geç kalıyor
ve yalnızlaşıyor. Zamanı mikro ve nano saniyelerin kesiniliğinde doğru gösteren
araç – gereçler, modern adam için aşkın doğru zamanını ölçemiyor.
Modern
adam her ne kadar sırasını beklemeyi bilse de, istenilenleri yapsa da,
hayallarine ulaşması mümkün değil. Arcade Fire grubu, vahşi kapitalist sistemin
yaratmak istediği modern adamın artık yalnızca bir numaraya dönüştüğünü görüyor
ve bu adama soruyor: “Peki, neden geceleri uyuyamıyorsun?” Peki modern adam
hangi numaraya mı dönüştü? Modern dünya
bize o kadar çok numara yükelmiş ki, içlerinden bir tanesini seçmek zor.
Vatandaşlık numarası, banka hesap numarası, IP adresi, cep telefonu numarası,
Q-Matic’lerden alınan sıra numarası, PIN kodları, şifreler, vs. vs. vs.
Yalnızlık
ve yabancılaşma, The Suburbs albümünün ruhuna işlemiş halde. Arcade Fire, bu
albümde yabancılaşmanın arkasındaki yatan kişiliğin yitirilmesine tam gerektiği
gibi dokunmayı başarmış; ancak sadece bireylerin kişiliksizleşmesi değil bu
albümde anlatılan. Arcade Fire’ın esas derdi, yaşam alanlarına uygulanan
tahribat sonucu ortaya çıkan kişilik yoksunu kentler. Kişinin kendisine
yabancılaşmasının temelinde mekana yabancılaşmanın yattığını, “Suburban War” şarkısı
şu sözlerle açıklıyor:
“This
town’s so strange they built it to change
And while we sleep we know the streets get rearranged
With my old friends it was so different then
And while we sleep we know the streets get rearranged
With my old friends it was so different then
Before
your war against the suburbs began”
(Bu
şehir çok tuhaf, onu değişsin diye inşa etmişler
Ve
biliyoruz ki biz uyurken sokaklar yeniden düzenleniyor
Eski
arkadaşlarımla birlikte, o zamanlar çok daha farklıydı
Senin
banliyölerle olan olan savaşın başlamadan önce)
Albümün
dinlemesi en keyifli parçalarından birisi olan Sprawl II, tektipleşmeye tepki
olarak alışveriş merkezlerine “ölü” sıfatını layık görüyor ve onları ardı sıra
yükselen dağlara benzetiyor. Ne yazık ki içine kıstırıldığımız anlamsız
değişimden kaçış bulamıyoruz. Modernizmin kaçınılmaz kuralı değişim; ancak işin
içinde herhangi bir ilerleme olmayınca hem kendi anlamını yitiriyor, hem de
çevresindeki değerlerin anlamını yok ediyor. Değişen zamanın yarattığı tahribatın boyutunu, ancak albümün içinde sık sık geçen savaş sözcüğü anlatabiliyor.
Arcade Fire'a göre, anlamını yitirenlerin arasında çocukluk da yatıyor. Kendi çocuklukları ile zamane çocuklarını karşılaştıran grup, yein çocuklardan yana oldukça dertli. Onlara göre çocuklar, bu hafızası silinen kentler içinde açgözlü ve çok bilmiş olarak yetişiyorlar.Oynadığı oyunları dahi bilmeyen bu yeni çocukların hepsinin aynı renkte olduğunu söylüyor Arcade Fire ve kentin yeni halini şu şekilde tanımlıyor: "İçinde hiç çocuk olmayan bir şehir (A City With No Children In)"
City with No Children şarkısında geçen "Özel hapishanesi içinde yaşayan bir milyarderin harap olmaya bıraktığı bir bahçe (A garden left for ruin by a billionare inside of a private prison)" tanımlaması, bana Orson Welles'in ünlü Citizen Kane filmini hatırlattı. Citizen Kane ile The Suburbs albümü arasında yapılan ufak bir karşılaştırma da, bize modern tahribatın içinde değişmeden kalan iki noktayı gösteriyor. Bunlardan ilki, para kazanınca hemen kendi özel hapishanelerini inşa etmeye başlayan açgözlü milyarderler. İkincisi, ve sanıyorum hiç değişmeyecek olan nokta ise, insanların Rosebud'a duydukları özlem.
Filmler ve albümlerle ilgili düşüncelerimi aktarırken “Zeitgeist” kavramını kullanmayı sevmemin Almanya’da yaşamamla herhangi bir ilgisi yok. Esasen, içinde yaşadığımız zamanı anlamanın ve güne dair merak ettiklerini, heyacanlarını ve kaygılarını bizlere aktarmanın, sanatçıların sorumluluklarının bir parçası olduğuna inanıyorum. The Suburbs, hafıza yoksunu kentlerin, zamanın ruhuna ev sahipliği yaptığı gerçeğini çok güzel bir dille anlatmayı başarmış. Kanımca, günü yakalama konusunda, adını anmadan derin bir nefes alma
ihityacı hissettiğim OK Computer’dan bu yana en başarılı albüm. 13 yıl önce
yayınlanan OK Computer, 2000’lere geçişin sancılarını anlatmaktaki başarısıyla
10 yıl önceki Zeitgeist’ı bizlere bugün de hissettirmeyi başarıyor. Eğer The
Suburbs de 10 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda bu özelliğini koruyabilirse,
bir klasik kazanmışız demektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder