“Günahıyla Sevabıyla Terrence Malick” başlıklı yazının
sonunda, dini vurguları ön plana çıkan filmlerin neden gün geçtikçe sinema
dünyasında daha fazla yer kapladığını sorgulamak gerektiğini yazmıştım. Bu konu
üzerine bazı görüşlerimi aktarmak ve daha önemlisi de konuya dair bulduğum
kaynakları bir araya toplamak amacıyla yeni bir yazı hazırlamaya karar verdim.
Öncelikle, dini vurguları ön plana çıkan filmlerin
yükselişine dair örnekler verelim. 2011 Cannes Film Festivali’ne Tree of Life
ve Melancholia’nın dini temaları damga vururken, bir önceki yıl Altın Palmiye’yi
kazanan Weerasethakul’un Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor filmi de, doğal
dinlerin ve özellike Budizm’in etkilerini içermekteydi. Din ve sinema ilişkisi
elbette son iki yılda ortaya çıkmadı. Özellikle korku türünde kendine güvenli
bir sığınak bulan din, ana akım sinemanın içinde de zaman zaman mesihvari
hikayelerle ortaya çıkmaktaydı. Ancak, belki de ilk defa, yeni bir dil arayan
sinemanın din ile olan içli dışlılığı zamanın ruhuyla uyum gösteriyor.
Zamanın ruhunu açıklamak için Jürgen Habermas’tan bir alıntı
yapacağım. Doğalcılık ve Din Arasında Felsefi Denemeler adlı kitabının giriş
yazısında Habermas, çağımızın entelektüel durumunu iki karşıt eğilimin
nitelediğinden bahseder. Bunların birincisi doğalcı dünya görüşünün
yaygınlaşması, ikincisi de dini taassupların (bağnazlıkların) siyasi etkisinin
artışıdır. Burada doğalcı dünya görüşünün metafizik açıklamaları kabul etmeyen,
cevapları bilimde arayan anlayış olarak okumak faydalı olacaktır. Habermas;
dinsel geleneklerin, bilimsel ve teknik gelişmelerin getirdiği kültürel ve
toplumsal rasyonelleşmeyle kaydedilen ilerlemelerin içinde derin hasarlara yol
açtığı, toplumsal ve bireysel birlikte yaşamamızın boyutlarını unutulmaya karşı
korumakta olduğunu iddia eder.
Rasyonelleşme ile
gelen ilelerlemenin yarattığı derin hasarlarla Habermas’ın vurgulamak
istedikleri nelerdir? Bu hasarların en önde gelenlerini, sisteme olan
inançsızlık ve kayıtsızlık olarak görüyorum. Modernleşme sürecindeortaya çıkan
ideolojiler zaman içerisinde felaketler yaratan uygulamalarla kitleleri
umutsuzluğa ittiler. Yunanistan’da yaşanan ekonomik kriz, yakın dönemde
demokrasiye olan inançsızlığın önemli bir örneğini gösterdiler. Merkel ve
Sarkozy, dünyaya pazarlamaya çalıştıkları demokrasiye ne kadar inançsız olduklarını, Papandreu’nun
referandum kararına verdikleri tepkiyle belli ettiler. Onlara göre demokrasi,
halk karar vermediği ve şirketlerin çıkarları korunduğu sürece doğru bir
sistem. Sistemi kullanarak iktidara gelenlerin dahi inanmadığı bir sistemden
kitleler nasıl umutlu olsun?
İnsanoğlu ne zaman yaşamım umutsuzluğuna kendisini kaptırsa,
umudun kapsının aralanması için gözlerini sanata çevirir. Modernleşmenin
geldiği son noktadan bunalan kitlelerin hisleri, bu yazıya konu ettiğimiz iki
filmde de görülebilir. Malick sinemasında modernizm karşıtlığı her filmde
kendini gösterir; ancak en belirgin metaforlar makinelerin çıkardığı
gürültülerdir. Days of Heaven’da, sanayi kentinde yükselen sesler bizi cinayet
işleyecek ruh haline büründürür. The Tree of Life filminde ise uçak gürültüleri,
babanın oğlunun ölüm haberini duymasını engellemektedir. Amcam Önceki
Hayatlarını Hatırlıyor filminde ise, zamanında ülkesindeki komünistleri öldüren
bir adamın hayatının son günlerini görürüz. Sitemin üzerine yüklediği hırs ve
tutkulardan kurtulmak, dinginlik ve huzura kavuşmak için doğaya dönmek teşvik
edilir. İnsanın doğayla olan bütnüleşmesinin gerekliliği, insan doğa arasında
cinsel ilişki kurulması üzerinden açıklanır.
Sistemin getirdiği çıkışsızlığın yönelttiği yeni arayışlar
modernizmi tahrip ederken, modernizmde oluşan gediklerin içinden dinler de giriş
yaptılar. Bu girişin arkasındaki nedenlerden birisi, modernleşmenin sınır
tanımaksızın ilerlemesine karşı doğanın hala denetime alınamaması ve alınacak
gibi de görünmemesi. Fukuşima nükleer santralinin deprem sonrası hasar görmesi
ve sonrasında Almanya’da 2022 yılına kadar bütün nükleer santrallerin
kapatılmasına dair karar alınması, bir noktada doğanın mutlak hakimiyetinin
kabulü anlamına geliyordu. Zaten örnek aldığımız iki film de, dini referansları
kadar belirgin şekilde doğaya olumluluk atfetmektedirler.
Toplumsal sorunların her geçen gün daha çok ilgisizlikle
karşılandığı kültür ve sanat dünyasında, önümüzdeki yıllarda dini referansları bolca
bulacağımız kanaatindeyim. Peki dindarların ve sekülerlerin birbirlerini dinleyecekleri
bir zemin sinema tarafından yaratılabilir mi? Modern toplumlarda çoğunlukla
seküler eğilimleriyle bilinen sanat dalları olası bir uzlaşmanın öncülüğünü mü
yapıyor? Belki de en önemlisi, böyle bir uzlaşma zemini mümkün mü ve buna
gerçekten ihiyacımız var mı? Yazının başında elimizde cevapsız bir soru varken,
sorular soruları doğurdu ve cevaplar yine eksik kaldı. Yine de bu durumdan
pişman değilim; bazen zihnimizi açmak için sorulara yanıtlardan daha çok
ihityacımız oluyor.
Dipnot - Yazıyı din ile zamanın ruhunun bağlantısına dair
sorularla bitirmişken, geçtiğimiz hafta Gündüz Vassaf’ın Radikal’de çıkan
yazısındaki bazı soruları da burada paylaşmak istiyorum:
"Zengin yoksul farkı açılırken, kapitalizmin işsiz bıraktığı,
sokağa mahkum ettiği, aç koyduğu, intihara sürüklediği insanların ızdırabı
karşısında neden din adamları sessiz? Düzene, sermayenin vurdum duymazlığını,
sermayedara bekçilik eden siyasetçiyi tasvip mi ediyorlar? Her şeyin fiyatının
bilinip değerinin bilinmediği günümüzde neden din adamları suskun? Doğal afet
kurbanlarına tanrıdan rahmet dileyenler, neden söz etmezler düzenin
mağdurlarından? Neden görmezden gelirler, neden sahiplenmezler, adalet adına,
fırsat eşitliği adına, siyasetin sermayeden arınması adına, dünyaya yayılan “%99
biziz” Occupy Wall Street hareketinden?"
Kaynakça:
Jürgen Habermas - Doğalcılık ve Din Arasında, YKY Yayınları
Gündüz Vassaf - Dinlerde Ahlak Sorunu, radikal.com.tr
Bernd Ulrich, Wir haben die Wahl, Die Zeit - 10.11.2011
Kaynakça:
Jürgen Habermas - Doğalcılık ve Din Arasında, YKY Yayınları
Gündüz Vassaf - Dinlerde Ahlak Sorunu, radikal.com.tr
Bernd Ulrich, Wir haben die Wahl, Die Zeit - 10.11.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder