28 Kasım 2011 Pazartesi

Gegen Die Wand: Griden Beyaza, Siyahın Bütün Tonları


Cahit   Köken: Ar. Söyleyiş: (ca:hit) Cinsiyet: Erkek
Çok çalışan, çaba gösteren kimse.

TDK sözlüğünün yardımıyla öğrendiğimiz kadarıyla Duvara Karşı, isminin anlamını unutan bir adamın hikayesi.  Hikaye, karısının ölümünün ardından umudunu ve yaşama olan ilgisini kaybeden bu fazla Alman az Türk’ün, evden kaçmaya çalışan yarı Alman yarı Türk bir kızla tanışmasıyla başlıyor. İkilinin hayatlarının kesişmesine neden olan  ise yakın zamanlardaki intihar teşebbüsleridir.

Yaşamlarına son vermek isteyen iki insanın buluşmasından sonra yaşananlara geçmeden önce, bu intihar teşebbüslerinin aralarındaki farka bakmak karakterleri tanımak açısından faydalı olacaktır. Eylemlerinin sonuçları onları aynı yere getirse de, intihar kararlarının arkasında taban tabana zıt motivasyonlar yatıyor. Sibel,  bu eyleme ailesini cezalandırmak amacıyla kalkışmıştır. Esasen yaşamak ve özgür olmak istediğini Cahit’e açıklar, zaten cezalandırma duygusunun olması dahi başlı başına yaşamak istediğinin göstergesidir. Cahit ise, aşk acısını karısının ölümüyle tattığı halde, eylemi romantizmden uzaktır. Eyleminin, yaşamın adaletsizliği veya saçmalığına dair bir mesaj verme amacı yoktur, çevresinde de cezalandırabileceği kimse yoktur. Hayata dair umutlarını kaybetmiş, bir anlamda nihilizmi benimsemiştir. Eylemi de bu nihilizm çerçevesinde bilinçsizdir, zira Camus’nün de belirttiği gibi “Yaşamın saçma olduğunu söylemek için bile, bilinç canlı kalmak zorundadır.”


İkili, Sibel’in aile baskısından kurtulmak için Cahit’e yaptığı sahte evlilik teklifiyle bir araya gelir. Cahit, önce bu teklifi reddeder; ancak Sibel’in ikinci intihar teşebüsünün ardından bir şekilde bu evliliğe ikna olur. Sibel’in bileğini sararak onun hayatını kurtarması, Cahit’in hayata karşı verdiği ilk geri dönüş sinyalidir. Ancak, yeniden var olabilmek için kat etmesi gereken çok yol vardır. Bu yol esasen bir kimlik kazanma sürecidir. Cahit’i hikayenin başında tamamiyle kimilksiz kalmış bir halde görürüz. Türkçesini çoktan çöpe atmış ve asimile olmuştur; ancak Alman kültürü ve toplumuyla da ilişkisi yoktur. Erkekliğini önemsemez, Maren’in ilk sevişme teklifini reddeder. Zamanında dinlediği albümleri vardır; ama psikolog sorduğunda bunları hatırlamaz. Tuttuğu bir futbol takımı dahi yoktur. (Halbuki kült kulüp St. Pauli'nin mahallesinde yaşar, örneğin yaşama daha bağlı olan Maren'i bir sahnede FCSP kazağıyla görürüz.) Cahit,  Almanya'da asimile olmakla birlikte, sonuçta herkes için bir “yabancı” haline gelmiştir. Evlilik öncesinde evinin duvarındaki graffitilere tezat bir şekilde damatlığıyla durup bira içtiği fotoğraf, onun bu uyumsuzluğunu çok güzel göstermektedir.  

Sibel ile tanışmasının ardından Cahit’in yeniden kimlik kazanma süreci başlar. Öncelikle erkekliğini kazanarak yeniden sevişmeye başlar. (Sibel ile değil; çünkü bu evlilik hikayeye bir çözüm veya mutlu son olarak hizmet etmez.) Sibel ile “Temple of Love” dinledikleri sahnede punk günlerini  hatırlar ve “Punk is not dead” diye bağırır. (Ölen karısı Katharina’nın fotoğraflarından onun punk yaşam tarzını benimsediğini görürüz.) Maren’in ona daha iyi sevişmeye başladığını söylediği sahnede ikili tavla oynamaktadır. Bu Cahit’in Türk kültürüyle kendi isteğiyle ilişki kurduğu ilk sahnedir. Bütün bu iyiye gidişe karşın, kimlik kazanma süreci elbette ki sorunsuz ilerlemez.

Alman ulus devletinin “benim gibi ol ya da yok ol” baskısıyla dışladığı Türklerin, kendi mikro egemenlik alanlarını kurdukları mekanlarda Cahit hep hor görülür. Sahte evlilik planlarını duyan Türk otobüs şoförü onu otobüsten kovar. Kız isteme sahnesinde ailenin sempatisini kazanamaz, abinin gözleri hep onun üzerindedir. Rakı sofrasını terk ederek güzelim biber dolmalarını çöpe attırır. Türk işi diskoda Sibel’e asılan bir adam ve onun tayfasından dayak yer. Kimlik kazanma denemesindeki başarısızlıklara karşın, Cahit’in hayata bağlanmasını sağlayan aşkının saflığı olur. Başta, karısına ihanet olacağı için karşı koymaya çalıştığı aşk ve kıskançlık, onu istemsiz de olsa cinayet işlemeye kadar vardıracaktır. Sibel’in onu bekleyeceğini söyleyerek ona verdiği umut, Cahit’in hayatına hapishane de tutunmasını sağlar. Hapishane çıkışında Cahit, kendine güvenini yeniden kazanmış bir şekilde Sibel'i aramaya koyulur.


Film boyunca, Sibel’in pişmanlıkla sonuçlanan özgür yaşam uğruna denemeleri, Cahit’in hayatının yeniden anlam kazanmasıyla paralel şekilde ilerler. Sibel’in filmde dört intihar teşebbüsü vardır ve hepsi de ayrı motivasyonlara sahiptir. Ailesini cezalandırdığı ilk denemenin kısa bir süre sonrasında Cahit’i sahte evliliğe ikna etmek için intiharı yine bir araç olarak kullanır. Üçüncü intihara kadar geçen sürede Sibel kurallarını kendi koyduğu bir evcilik oyunu oynamaya kalkışır; ama hayatta insanlarla olan her temasın karşımızdakilerde de bir iz bıraktığını acı bir biçimde fark eder. Üçüncü intihar teşebbüsü başına gelenler yüzünden kendini cezalandırma amacı taşır. Sibel’in mahvolan hayatında devam edebilmek son bir şansı da Türkiye’ye gelmektir. Onu Türkiye’de yabancılaştıran ise Alman kökeninden çok, kuzeni Selma’nın işkolikliğidir. Sibel, hayatta kafana göre yaşamanın gerçekçi bir seçenek olmadığını acı bir biçimde öğrenecektir. Sonunda, gözünü korkutan ve kaçabilmek için ailesini geride bıraktığı evlilik hayatına razı olacaktır.

Fatih Akın’ın bu filmdeki önemli başarılarından birisi de, varoluş sorgulamasını yavaş tempolu filmlerin ve pipolu adamların dünyasından çıkarıp, gerçek kaybedenlerin yaşamları üzerinden anlatabilmesidir. Hikayesine romantik bir kavuşmayla sonlandırmamayı tercih eder Fatih Akın. Bu, başından bu yana peşine düştüğü kimliğini arama hikayesinin ikinci plana düşmesini engeller. Film seyircisine siyahın bütün tonlarını gösterdikten sonra, Cahit’in kendini gerçekleştirebilmek için Hamburg’un soğuk ve gri dünyasından sıyırlıp, memleketi Mersin’in sıcak ve güneşli gökyüzünde kökenlerini aramak için yola çıkmasıyla son bulur.  

Fatih Akın, politik doğruculuk derdinde olmadan ve kitlelere ulaşmak adına otosansür uygulamadan, hikayesini bütün sertliğiyle izleyicisine taşıyor. Duvara Karşı, hemen her sahnesiyle yönetmenin hislerini yansıtan bir film. Kendi başlarına ayrıksı duran sahnelere bir bütünlük kazandıran da Fatih Akın’ın dünyası. Filmi izlerken Fatih Akın’ın, evinde onlarca boş bira kutusuyla uyanmışlığı olduğuna da,  “Yine mi Çiçek” eşliğinde rakı içmekten hoşlandığına da inanıyoruz. Hapisten çıkan Cahit’in güneş gözlüklerini taktıktan sonraki “cool” duruşuna seyirci gibi onun da hayranlık duyduğunu hissediyoruz. Ve tabii ki, “Ağla Sevdam” dinlerken bileklerini kesecek kadar kenidini kaybettiğini de.

Fatih Akın sınırlarda gezen bütün bu hislerini samimiyetle seyircisine aktardığı için, biz de hikayenin absürdlüklerini hoş görüyoruz ve Fatih Akın’ın öyküsüne çizdiği çerçeveden hoşnut kalıyoruz.  Aklımızda en çok; Selim Sesler ve ekibi ile İdil Üner eşliğinde, Türk Sanat Müziği’yle Fatih Akın’ın İstanbul’a ilan-ı aşk ettiği sahnelerin kalması, bu samimiyetin en güzel ispatı. Ben de bu samimiyeti bozmadan, “dağlar şen olsun” diyerek bu yazıyı noktalıyor ve sizi İdil Üner’in hoş sedasıyla ve İstanbul’un silüetiyle baş başa bırakıyorum.


Herkes sevdiğine böyle mi yanar
Ah ben yarsız kaldım efendim aman
Düşmanlar kör olsun
Ben perişan oldum efendim aman
Dağlar şen olsun
                                                                                                     

Hiç yorum yok: