28 Haziran 2011 Salı

İspanya 2 - 0 İsviçre (U21): Tiki Taka Projesi Devam Ediyor


Cumartesi günü İspanya ile İsviçre arasında oynanan 21 yaş altı Avrupa Şampiyonası finalini yerinde izlemek için Aarhus kentine gittim. Stadyumun önündeki taraftar mağazasından anı olarak bir Danimarka atkısı alırken, yanımdaki kız bir İspanya bayrağı almak istedi. Satıcının cevabı, maçtan önce oluşan atmosferi gören kimseyi şaşırtmayacak cinstendi: "İspanya bayrağı kalmadı. Aslında, İspanya'yla ilgili hiç hediyelik eşya kalmadı."

Tarihte tarafsız izleyiciler tarafından bu kadar çok benimsenen ikinci bir milli takım var mıdır, merak ediyorum. İspanyollara duyulan bu sevginin kaynağı ise kuşkusuz FC Barcelona ve kusursuza yakın şekilde sahaya koydukları pasa dayalı ve hücuma dönük futbol anlayışı. Stadyuma gelen taraftarların üzerindeki Barcelona formalarının sayısı Blaugrana'ya, sahada olmadığı bir maçta en çok forması giyilen takım unvanını kazandırmış olabilir. Anlaşılan Danimarkalılar, İspanya ümit milli takımının finale kalmasını, tiki-taka futboluna sevgilerini sunmak için bir fırsat olarak görmüşler.

İspanya'yı durdurmak gibi zorlu bir göreve soyunan takım İsviçre. Finale kalarak 2012 olimpiyatlarına katılım hakkını elde eden İsviçreliler, finale gelene kadar gol dahi yemediler. Buna rağmen finali kazanmaları büyük bir sürpriz olarak görülecek. Bu sürprizi gerçekleştirmek için Arnavut kökenli yıldızları Xherdan (Shaqiri)Şakiri'ye güveniyorlar. Bir de akıllarının bir köşesinde, A milli takımlar düzeyinde bir resmi maçta İspanya canavarını dize getiren son takım olduklarını akıllarının bir köşesinde tutuyorlardır.

Artık sahaya dönme vakti. İki takım da 4-2-3-1 dizilişiyle sahaya çıkıyor. İspanya A milli takımının asimetrik dizilişini bir kenara koyarsak, sanıyorum Euro 2012'de de sıklıkla göreceğimiz diziliş bu olacak. Alışılageldik şekilde topa hakim olan takım İspanya; ancak büyük yaş kategorilerinde gördüğümüz kusursuzluğun biraz uzağındalar. İlk 30 dakikada Adrian'ın cılız şutu dışında pozisyon üretemiyorlar. Gole ilk yaklaşan takım ise beklenenin aksine İsviçre oluyor. Şakiri, ceza sahası içinde topla buluştuktan sonra rakibinden sıyrılıp topu sağ üst köşeye gönderiyor, De Gea reflekslerinin ne kadar iyi olduğunu ispat eden bir kurtarışla takımının skorda geriye düşmesinin önüne geçiyor.



Düşük tempoda devam eden ve 0-0 biteceğe benzeyen ilk yarının sonuna doğru İspanya, geçiş (transition) oyunlarını ne kadar iyi oynadığını ve boş alanları bulmakta ne kadar usta olduklarını gösteren bir gole imza atıyor. Orta sahada üstünlüğü ele geçiren İspanyollar, Mata ile bir anda topu ters kanada açıyorlar. Ters kanada çevrilen topla buluşan sol bek Didac Vila topu, harika bir zamanlamayla ceza sahasına giren Ander Herrera'ya doğru ortalıyor ve Herrera topu kafayla ağlara gönderiyor. Pres sırasında ters kanadı boşaltan İsviçre, bunun bedelini 4 savunmacıyla beklerken çaresizce gol yiyerek ödüyor. Kafa golünün İspanya'dan alıştığımız gollere benzemediğini not düşelim.

Tiki-taka futbolunun temsilcileri skorda öne geçtikten sonra durumu tersine çevirmenin rakipler için ne kadar zor olduğu, futbolu takip eden herkesin malumu. İsviçreli oyuncular da bunun farkındalar ve İspanya'nın presi nedeniyle orta sahayı geçmekte zorlandıkça yüzleri düşmeye başlıyor. Yapılan oyuncu değişiklerinin sahada herhangi bir sonuç vermediğini görüyoruz. Yine de 70'li dakikalarda iki duran top pozisyonunda fırsat yakalıyorlar. Şakiri'nin ceza sahasına kestiği toplar, İspanyolların adam paylaşımı yapamamaları üzerine tehlikeye dönüşüyor. Özellikle stoper Timm Klose'nin kafa vuruşunda direğin yanından dışarıya çıkan top, maçın kırılma anını oluşturuyor.



Maçta son sözü söyleyecek olan ise, "Made in La Masia" etiketiyle sahaya çıkan ve kalitesini ortaya koyan Thiago Alcantara. 81. dakikada oyuncu değişikliği yapılırken bir an konsantrasyonunu kaybeden İsviçre kalecisi Sommer'i 40 metreden avlayarak maça son noktayı koydu. 1994 yılında Brezilya ile Dünya Kupası şampiyonu olan babası Mazinho'dan aldığı genlerden ötürü, La Masia kültürünün getirdiği "basit mükemmeldir" felsefesini bazen bir kenara bırakıp şova dönük oynamaktan hoşlanıyor. Önümüzdeki yıl Xavi ve Iniesta'nın yedeği olarak verilen görevi yerine getirecek yeteneğe sahip. Bir adım ötesine geçip bu isimlerden formayı kapabilecek mi? Bu yıl için zor gözükse dahi ilerisi için olumlu sinyaller veriyor. Bu arada Thiago'yu sahada ikinci kez canlı olarak izledim ve ikinci maçta da golünü atmayı başardı, bu nedenle kendisiyle aramda özel bir bağ oluştuğunu da eklemem gerekiyor. (Kendisini ilk olarak Nisan ayında oynanan Almeria maçında Camp Nou'da izlemiştim.)

Maçın sonunda beklendiği gibi kupa kaptan Javi Martinez'in ellerinde havaya kalktı. Tiki taka oyununa pek yatkın olmayan, daha çok klasik tip bir ön libero olan Javi Martinez'in fiziki mücadeleden çekinmeyen yapısı ve savaşçı oyun kimliği kaptanlığa yakışıyor. Viking ruhlu oyuncunun Danimarka'da kupayı kaldırması da ayrıca hoş bir ayrıntıydı. Iker Muniain ve orta sahanın parlayan yıldızı Ander Herrera'yı da eklediğimizde, Athletic Bilbao önümüzdeki sezon izlemeye değer bir kadroya sahip görünüyor.

İspanya kadrosunun genel anlamda kalitesini ortaya koymak için oynayan isimlerden önce yedek kulübesine bakmak lazım. Bojan Krkic, 2007 yılında u-17 seviyesinde şampiyon olurken sırtında taşıdığı takımda bugün yedek beklemek zorunda. Yanında bekleyen diğer isimlerden bazıları Parejo, Jeffren, Diego Capel ve Azpilicueta. Sahadaki isimlerden Juan Mata, şimdiden Valencia gibi Şampiyonlar Ligi seviyesindeki bir takımın en büyük yıldızı konumunda. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde, 2010 Dünya Kupası'nın ardından yazdığım Bir proje olarak İspanya kadrosu yazısındaki tiki taka projesinin yola tam gaz devam ettiğini görüyorum. A takıma gelirken sadece oyunun inceliklerini değil, kazanma geleneğini de öğrenen genç ekibin son hedefi ise, önümüzdeki yıl olimpiyat altın madalyasını İspanya'ya götürmek olacak.

14 Haziran 2011 Salı

Ali: Angst Essen Seele Auf


"Alman sinemasının rönesansından söz edildiğini duydunuz mu? Gerçekten de, yıllar yılı Hitler faşizminin korkunç baskısından kurtulup hala kendine gelememiş, yeni esin kaynakları yaratamamış, kopyacılıkta, ucuzlukta gömülüp kalmış olan bir sinema, son beş altı yılda olağanüstü bir atılım gösterdi, tüm dünyada kendisinden söz ettirdi. Bu yeni doğuşun özellikle 3 yaratıcısı var. İsimleri Rainer Werner Fassbinder, Werner Herzog ve Volker Schlöndroff bunların."

Attila Dorsay'ın Sinema ve Çağımız adlı kitabında Alman Yeni Dalgası'ndan övgü dolu sözlerle bahsetmesini sağlayan yönetmenlerin başında R.W. Fassbinder geliyor. Fassbinder'in, 2. Dünya Savaşı sonrası Alman toplumundan kesitler sunduğu Angst Essen Seele Auf filmi, Yeni Dalga'nın belirgin özelliklerini yansıtan provokatif bir film.

Almanya'ya işçilik yapmaya gelen bir Arap ile yaşlı bir Alman kadının aşkını anlatan Ali: Angst Essen Seele Auf filmi, bir bar sahnesiyle açılıyor. Bar, Ali'nin kendisini tüm Almanya'da evinde hissettiği tek yer olduğu için önemli. Ali'nin Arap kökenli arkadaşları bu barda bir araya geliyorlar ve kuskus yapmayı bilen bar sahibi olan kadın dışında herhangi bir Alman'a rastlamıyoruz. Yağmurlu bir gecede bu bara giriş yapan Fr. Kurowski, açılış sahnesinde filmin geri kalanına tezat oluşturacak şekilde mekanın tek yabancısı konumunda. Ali ile Fr. Kurowski arasında "Kara Çingene" şarkısı eşliğinde ettikleri dansla başlayan ilişki boyunca durum tamamen tersine dönecek.


Bar sahnesinin ardından, ana karakterleri tanımaya başlıyoruz. "Gastarbeiter" Ali, küçük bir odada altı kişiyle birlikte yaşamak zorunda. Ali, içinde bulunduğu durumu şu cümleyle özetliyor: "Araplar Almanya'da insan değil."

Fr. Kurowski'nin vefat eden eşi Polonya'dan gelmiş, babası ise Hitler'in partisine üyeymiş. Fr. Kurowski, bu durumu meşru kılmak için "Hemen herkes Hitler'in partisindeydi." diyor. Nasyonel Sosyalizm'in, savaş sonrası Almanya toplumuna olan etkileri de şu diyalogla vurgulanıyor:

"- Hitler'i biliyor musun?
- Hitler, evet. "

Fassbinder ve Alman Yeni Dalgası'nın mensupları, filmlerinde provokatif olmayı tercih ediyorlardı ve en önemli konuları üçüncü Reich ile yüzleşmekti. Sanatçılar olarak kendilerini, Nazi döneminin savaş sonrası Alman toplumuna olan etkilerini göstermekle sorumlu hissediyorlardı. "Ali: Angst Essen Seele Auf" filminde Fassbinder, toplumu incelemek için Fr. Kurowski'nin toplum içindeki ilişkilerini kullanıyor. Evliliğin ardından toplumda oluşan tepkileri incelemek için, aşağıda sıralanan örneklere odaklanalım:


1. Aile: Evlilik kararının aileye açıklanmasının ardından, Fr. Kurowski'nin çocuklarından biri televizyon ekranını parçalıyor, bir diğeri annesine "orospu" diyor ve ailede kimse bu evliliği kabullenemiyor.

2. Bakkal: Bakkal, Ali'nin istediği margarin markasını bilmiyor; ancak markayı anlamamasını Ali'nin yabancı olmasına bağlayıp, "önce Almanca öğren, sonra gel" diyerek Ali'yi dükkanından kovuyor.

3. Komşular: Ali komşular tarafından pislik olarak görülüyor. Merdivenlerin eskisine oranla daha kirli olduğunu iddia ediyorlar.

4. Eve gelen arkadaş: Fr. Kurowski'den yardım isteyen kadın, Ali'yi görünce korkarak evden uzaklaşıyor.

5. İş arkadaşları: Ali ile evlendikten sonra iş yerinde Fr. Kurowski ile kimse konuşmuyor. Bırakın konuşmalarına cevap vermeyi, kadınla aynı mekan dahi paylaşılmıyor.

Fr. Kurowski'nin çevresindeki hiç kimse Ali'yi toplumun içine kabul etmeye yanaşmıyor. Sarı sandalyelerle aklımıza kazınan sahnede Fr. Kurowski: "Bazen dünyada seninle yalnız başıma yaşamayı arzuluyorum" diyerek insanların ona uyguladığı baskıların onu nasıl yorduğunu dile getiriyor. En sonunda ikili tatile çıkmaya karar veriyorlar.

Tatil sonrasında, Fr. Kurowski'nin karşılaştığı sosyal problemlerin içeriği değişiyor. Fr. Kurowski artık toplumun ondan tek taraflı olarak faydalanmasına karşı savunmasız durumda. Şimdi bu faydalanma örneklerine göz atalım:


1. Aile: Fr. Kurowski, aileyle ilişkileri yeniden kurmak adına, öğleden sonra bir ile beş arasında torununa bakmaya razı oluyor.

2. Bakkal: Ekonomi üzerinden tanımlanan ilişkisi nedeniyle pragmatik davranması gereken bakkal, müşterilerine her gün göstermesi gereken güler yüzü, Fr. Kurowski'ye bir lütufta bulunurcasına gösteriyor.

3. Komşular: Evliliği nedeniyle tavır koydukları Fr. Kurowski ile yeniden konuşmaya, Fr. Kurowski'nin bodrum katındaki yerini onlara bırakmasıyla ve Ali'nin onların eşyalarını taşımaya yardımcı olmasıyla başlıyorlar.

4. İş Arkadaşları: Fr. Kurowski, iş arkadaşlarıyla yeniden bir araya gelmek için, daha önce maruz kaldığı ayrımcılığın bir parçası haline geliyor. Ayrımcılığın bir parçası olarak eve davet etmeyi başardığı arkadaşları, Ali'yi bir insandan ziyade bir eşya gibi görüyorlar ve Fr. Kurowski bu duruma da müsaade ediyor.

Fr. Kurowski bu tavizleri sayesinde topluma yeniden kabul ediliyor; ancak bu tavizleri Ali'nin canını sıkmaya başlıyor. Bu durum, Ali'nin yeniden bara ve eski ilişkilerine dönmesine, yani adım adım evliliğin sona ermesine neden oluyor. Ali, kalan günlerini "kif kif" felsefesiyle geçirmeye başlıyor.


Filmin sonu ise izleyiciye romantik bir sürpriz yaşatıyor. Ali'yi geri kazanmak için bara bir kez daha gelen Fr. Kurowski, ilk gece olduğu gibi Kara Çingene parçasının çalınmasını istiyor. Filmin başındaki dans tekrarlanırken, Ali bir anda yere yığılıveriyor. Hastanede umutsuz bir şekilde sonlanan hikayede, hasta yatağında yatan Ali'nin fiziksel üstünlüğü kayboluyor. Aşk üzerine yeniden düşünmemizi sağlayan çift, filmin sonunda ilk kez toplumsal ve fiziksel farklılıklarından arınmış şekilde el ele tutuşuyorlar.

Filmin yorumuna bir alıntı ile başlamıştık, yine bir alıntıyla yazıya son vermek istiyorum. Tuncel Kurtiz, Altyazı dergisine verdiği bir röportajda Angst Essen Seele Auf filminin baş rolünde oynamaktan neden kaçtığını anlatıyor.

"Altyazı: Sizin dünya sinemasından pek çok yönetmeni takip ettiğinizi biliyoruz, Fassbinder de yakından takip ettiğiniz yönetmenlerden biri, değil mi?

Tuncel Kurtiz: Tabii, az daha bir filminde oynayacaktım hatta, ama korktum, gidemedim. Bir filminin seçmelerine çağrılmıştım, bir Türk oyuncu arıyormuş, yanlış hatırlamıyorsam “Her Türk’ün Adı Ali”ydi filmin adı. Gidecektim de. Ama bilenler, tanıyanlar, öyle bir anlattılar ki, yok efendim bütün ekibe isim takıyormuş, hep kız isimleri. Sana da “Leyla” der diye takılıyorlar. Ben de biraz maço ve sert bir adamım, korktum kendimden. Ben giremeyeceğim o toplumun içine dedim. Belki gitseydim de seçmezdi, bilmiyorum. Sonra Tunuslu’yu seçti, filmin adı da Korku Ruhu Kemirir oldu. Ondan sonra yavaş yavaş Fassbinder filmlerini gördük tabii. Vay anasını dedim ya, böyle büyük bir adama çağırdılar beni, gitmedim. Ama hep hayranlıkla izledim tabii Fassbinder’i. "


Altyazı dergisinin 87. sayısındaki Tuncel Kurtiz söyleşisinden alınmıştır.

7 Haziran 2011 Salı

Irk Kavgası Fransa'yı Hüzünlendirdi


Son dönemde Fransa'da futbola dair iç karartan bir kota tartışması yaşandı. Son dönemde Paris gezisi üzerine pek çok not aktarmışken, Arap Baharı'nda olduğu gibi konuyu, içine futbolun da dahil olduğu bir haberi paylaşmak istiyorum. Guardian Weekly gazetesinde "Race row leaves France bleu" başlığıyla ve David Hytner imzasıyla yayınlanan haberde, Fransız futbol akademilerinde eğitim aldıktan sonra Kamerun milli takımında oynamayı seçen Tottenham'lı ikili Assou-Ekotto ve Bassong'un konuya dair görüşlerine yer verilmiş.

Irk Kavgası Fransa'yı Hüzünlendirdi

Son beş yıldır İngiltere'de yaşıyor olmasına karşın Assou-Ekotto'nun inanmakta zorlandığı bir durum var. Aynı durum üç yıldır ülkede olan Sebastian Bassong için de geçerli. Fransa doğumlu Kamerun milli takım oyuncuları, takım arkadaşlarına nereli olduklarını sorduklarında, aldıkları cevap Fransa'da yaşayanların sinirlerine dokunacak türden.

Assou-Ekotto, "Tabii ki Britanyalı olduklarını söylüyorlar" diyor. "Önceleri kökenlerinden utandıklarını düşünüyordum; çünkü benim geldiğim yer olan Fransa'da, örneğin bir damla Fas kanı taşıyorsanız dahi, onu ölümüne savunursunuz. Afrikalı olmaktan gurur duyarsınız."

"Ama burada, durum farklı. Belki insanlar ebeveynlerinin Fildişi Sahilleri, Nijerya veya herhangi bir yerden geldiğini söylerler, ama burada olmaktan gurur duyarlar ve Fransa'dan farklı olarak toplum bunu kabullenmiştir. Aynı soruyu Fransa'da sorarsanız, insanlar size 'Kongolu, Malili veya Kamerunluyum' derler; çünkü aidiyet duygusu yok."


Fransa futbolu, federasyon yetkilileri ile milli takım teknik direktörü Laurent Blanc ve milli takım çalıştırıcıları arasındaki bir görüşmenin içeriğinin basına sızmasıyla ortaya çıkan skandal ile çalkalanıyor. Masada, Fransa akademilerinden yetişip, kökenlerinin dayandığı ülkelerin milli takımları için oynamayı seçen çifte vatandaşlık sahibi oyuncular konusu vardı. Bir Clairefontaine ürünü ve eski bir Fransa ümit milli takım oyuncusu olan Bassong'un ismi özellikle belirtilmişti.

Konuşmanın içeriğinin kamuoyu tarafından öğrenilmesi infial yarattı; çünkü Fransa Futbol Federasyonu'nun teknik sorumlusu François Blaquart'ın "çözümü", Fransız eğitim merkezleri ve akademilerine girecek olan 12-13 yaşlarındaki beyaz olmayan oyuncuların sayısını sınırlandırmayı içeriyordu. Siyahi ve Arap gençlerin sayısının %30'u geçmeyeceği bir kota konulacağı iddia edildi. Blaquart an itibariyle görevinden alınmış durumda.

Bassong, kopan fırtınanın içinde adının geçiyor olmasından rahatsız; ancak tartışmanın içinde yer alan görüşlerden duyduğu rahatsızlık çok daha fazla. Bassong, Blaquart'ın kota önerisinin "delice" olduğunu ifade ediyor. Fransa spor bakanının da söylediği gibi, öneri aynı zamanda " yasa dışı, akıl almaz ve sporun ilkeleriyle de bağdaşmıyor."

Bu durumun yarattığı genel hoşnutsuzluk aynı zamanda daha temel soruların gündeme gelmesine neden oldu. Bu soruların en önemlisi de, Assou-Ekotto ve Bassong gibi Fransa'da doğup büyüyen gençlerin neden kendilerini toplumdan (ve milli takımdan) kopuk gördükleri.


Assou-Ekotto, "Bu olaya şaşırdım; ama şok olduğumu söyleyemem, zira bu Fransız toplumunun benim gördüğüm haliyle bir yansıması" diyor. "Bensize başka bir soru sorayım. Stadyumda kendi milli marşları söylenirken insanların yuhaladıkları ve ıslıkladıkları başka bir ülke sayabilir misiniz? Bu, Fransa'da her zaman yaşanıyor. Kalabalığı oluşturan yabancılar değil, sözüm ona Fransızlar; ama devlet ile insanlar arasında bir kopukluk var ve onlar da bunu yapıyor. Ve hala, bir şeyler yanlış giderken yabancıları ön plana çıkarıyorlar."

"Fransa'nın tam kalbinde, Fransa'nın sömürge ilişkisi sayesinde kendini zenginleştirdiği gerçeğine karşın, eski sömürgelerinin kız ve erkek evlatlarını topluma uyduramama veya uydurmaya dair isteksizlik sorunu yatıyor. Bu durumu kabullenmek zor ve Fransa'da işlerin yolunda gitmemesinin temelinde bu yatıyor."


Bassong, "Fransa'da, örneğin, koca bir sakalınız varsa, iş bulmanın İngiltere'den daha zor olmadığını söylersem bu bir yalan olur." diyor ve ekliyor: "Gerçek bu. İngiltere bu konularda daha açık ve insanlar, nasıl giyinirlerse giyinsinler veya nereden gelirlerse gelsinler burada bir şansları olduğunu biliyorlar."

"İngiltere'de insanlar daha açık görüşlü, bu nedenle İngiltere'de oynayan Fransız oyuncular Fransa'ya dönmek istemiyorlar. İngilizlerin düşünce biçimi... Seni her hangi bir şey için yargılamıyorlar. Bir bankaya gittiğinde, dövmesi olan birinin çalıştığı görebiliyorsun. Fransa'da bunu göremezsin. Fransız toplumunun yabancılara olan yaklaşımları üzerine hala çalışması gerekiyor."

FIFA kurallarına göre, oyuncular resmi bir milli maç oynayıncaya kadar milli takım değiştirme hakkına sahipler. Bu durumun en stresli hal aldığı yer ise Fransa.

Bassong'un görüşleri şu şekilde: "Kendime neden böyle olduğunu soruyorum ve onları kesinlikle anlıyorum. Bir Fransa Futbol Federasyonu üyesi olarak, kendi yetiştirdiğin bir oyuncunun seni terk etmesinin bir sorun olduğunu görebiliyorsun. Bunun üzerine neden konuşma ihtiyacı hissettiklerini de anlıyorum; ama bu derin bir mesele ve yalnızca futbol ile ilgili değil."

Kaynak: Guardian Weekly / 20-26 Mayıs 2011

Hoşgeldin Gökhan


Bir St. Pauli taraftarı olarak, HSV maçlarına gitmekten pek haz etmesem de, milli takımımızın genç yıldızlarından birini sezon boyu izleme fırsatı bulmak beni heyecanlandırıyor. Bu transferle birlikte Stellingen yolu seneye de gözüktü. Hoşgeldin Gökhan Töre, umarım bu sezon Bundesliga'da senin yükseliş hikayene şahitlik ederim.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Paris Notları #3 - Tanrılar, Melekler ve Şeytanlar


Paris Notları'nın son bölümünü açan resim, Napolyon'un karısı Josephine'e taç giydirdiği töreni temsil ediyor.(Resmi üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz)Versay Sarayı ve ulus-devlet kavramı üzerine gözlemlerim ikinci yazının bütününü oluşturmuştu. Son yazıda ise; Louvre, Orsay, Notre Dame ve Cinematheque Français üzerinden, Paris'in tanrıları, melekleri ve şeytanları içeren yüzüne bakmak istiyorum. İkinci ve üçüncü yazılar arasındaki geçişi sağlamak için ise, sanıyorum bu resimden daha ideal bir çözüm bulunamazdı. Tanrılar, melekler ve şeytanların iç içe yer aldığı ve Fransa tarihinin dönüm noktalarından birisini anlatan bu resmin birer kopyasını, hem Versay sarayı hem de Louvre'da görebilirsiniz.

Başta eski Mısır, Roma ve Yunan uygarlıkları olmak üzere, pek çok uygarlığın kutsal kişiliklerinin Paris'te buluştukları adres Louvre müzesi. Burjuva devrimlerinin ardından Batı'da (ABD ve Batı Avrupa'da) kurulan yeni rejimlerin, antik Yunan ve Roma uygarlıklarını meşruiyet zemini olarak kullandıklarını biliyoruz. Zaten siyaset ve felsefe kavramlarının Antik Yunan'da doğmuş olması, yakın çağı başlatan rejimlerin neden bu kültürlerin mirasçısı olma savını kullandıklarını açıklıyor.


Louvre müzesini gezerken, bütün göz alıcılığına karşın aklımda en çok, sömürgeci imparatorlukların "antik erdemler" üzerine kurulan devlet idealinin tanrısal maskesinin içine gizlenen şeytan kaldı. Sömürgeci devletlerin kendilerini bütün uygarlıkların efendisi ilan etme hastalıklarından beslenen şeytan, dünyanın dört bir yanından alenen çaldığı sanat eserlerini kibirle sergilemekteydi. Bu geçmişiyle Londra'daki British Museum ile yakın akraba olan müzenin, paha biçilemez sanat eserleriyle sunduğu gövde gösterisi, benim için kibar bir hırsızlık gösterisinden öte bir anlam ifade etmedi. Hal böyle olunca, antik Yunan heykeli olmasına rağmen, Afrodit yerine Romalıların tanrısı Venüs'ün ismi verilen talihsiz Venus de Milo'nun kolunun kanadının kırık oluşunu da, çektiği vatan hasretine bağladım. Umarım kendisi bir gün esaretten kurtulup, doğduğu ada olan Milo'ya geri dönme şansını bulur.

Daha yazmayayım diyordum; ama dayanamadım. Sömürge imparatorluğunun verdiği güçle dünyanın dört bir tarafından çaldığı sanat eserlerini Louvre'a koyarak övünen; ama bugün banliyölerde yaşayan göçmenlerden şikayet eden Fransızların ikiyüzlülüğü mide bulandıracak cinsten.


Hazır şeytanlardan söz açmışken, Bouguereau'nun Orsay müzesinde sergilenen eseri ile Dante'nin cehenemmine girelim. 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başına denk gelen dönemde üretilen sanat eserlerinin sergilendiği Orsay'da, Doğu-Batı ilişkileri sömürgecilikten oryantalizme doğru kayıyor. Bu müzedeki kısa gezimizi, başlığa uygun şekilde, meleklerin adeta dokunuşlarıyla renk verdikleri bir Renoir tablosunu şeytanların karşısına koyarak noktalayalım.


Notre Dame kilisesine geçmeden önce, Paris'in tanrıdan sonraki (belki de önceki) mutlak hakimi Napolyon Bonapart'ın ismini bir kez daha anmak gerekecek. Paris'ten bahsederken, Austerlitz savaşında kaçan Avusturyalıların bıraktıkları topları eritip, Paris'in orta yerine zafer anıtı olarak diken bir ismi anmamak olur mu?

Kilisede, bağış kutularına atılan bozuk paraların çıkardığı sesler bende, Notre Dame'ın Paris için önemini Napolyon'un sözleriyle aktarma isteği yarattı: "Toplum, fırsatların eşitsizliği; fırsatların eşitsizliği de din olmadan var olamazlardı. Bir adam, karnını tıka basa doyuran bir diğerinin yanında açlıktan ölürken, bir otorite ona 'Tanrı böyle istedi' demedikçe, onu bu farklılığı kabullenmeye zorlamak imkansızdır."

Kiliseyi sadece ses kurgusuna emanet etmeyip, aklımda kalan bir imge üzerine de iki kelam edeyim. Kilise, saray ve müzelerinde tanrılarla şeytanların fink attığı Paris'te, meleklerin saflığını da yalnızca, Notre Dame'da mum yakıp dua eden kadının yalvaran bakışlarında gördüm. Napolyon'un, dinin fırsat eşitsizliğini meşru kıldığına dair görüşüne katılmakla birlikte, sorumluluğu inanan insanların üzerine atmanın da saçmalık olduğunu düşünüyorum.


Champs-Élysées'yi görünce "Aaa, burası A Bout de Souffle filminde Jean Seberg'in 'International Herald Tribune' sattığı yer" diyen bir insan evladı olarak, Paris yazılarına son noktayı kendi kilisem olarak gördüğüm "Cinematheque Français" ile koymam gerekiyor; zira Paris ile ilgili bu kadar yazdıktan sonra sinemaya dair bir şeyler eklememek, kilisem tarafından aforoz edilmeme yol açabilir. Hele ki Cinematheque'de,benim için sinema dininin tanrılarından biri sayılan Stanley Kubrick için açılan sergiye katılmışken. Fear and Desire'dan Eyes Wide Shut'a, Kubrick'in filmografisinin kronolojik sırasına göre düzenlenen sergide, her bir detaya yeniden hayran olup, odamın kapısını süsleyen dev bir 2001 posteri aldığımda, ibadetimi tamamlamak için tek bir eksiğim kalmıştı.

Tanrısı, şeytanı ve meleği eksik olmayan bu genç sanatın aşıklarından birinin, Paris'te yerine getirmesi farz olan görevlerinin sonuncusu için, Pere Lachaise mezarlığını Paris yolculuğumun son durağı yaptım. Gördüğüm manzarada, memleketinde şeytan ilan edilip sürgüne yollanan Adanalı Çirkin Kral, güzellik tanrıçası Milolu Venüs ile aynı kentte vatan hasreti çekiyordu.

İlgili Yazılar:

Hoşçakal Sevgili Ülkem

Paris Notları#1 - Turistin Halet-i Ruhiyesi

Paris Notları #2 - Versay ve Ulus Devlet

2 Haziran 2011 Perşembe

Paris Notları #2 - Versay ve Ulus-Devlet


Paris Notları'nın ikinci bölümünde, Paris'in meşhur mekanları üzerinden düşünceler üretmeye devam etmek istiyorum. Bu bölümde, kısa gezim sırasında Fransa'nın bugünü ve geçmişi üzerine çıkardığım notları, Versay'dan aklımda kalanlar ile birleştireceğim.

Paris notlarına başlamadan önce, Fransa'nın bugünü üzerine fikir beyan eden iki yazı yayınladım. Bunlardan birincisi, 2008 yılında Altın Palmiye'yi kazanan Entre Les Murs filmine dairdi. İkincisi ise 1998 Dünya Kupası'nın efsane isimlerinden Lilian Thuram'ın Fransa'nın bugünü üzerine aktardığı notlardan oluşmaktaydı. Paris'in dillere destan saray ve müzelerine değinmeden önce, sokaklarda ve metrolarda gözümüze çarpan yeni toplumsal yapıyı irdelemek gerekiyor ve bu konuyu detaylandırmak için geçmişte yayınladığım yazılardan çıkardığım bazı notlara başvuracağım.

Cannes'dan büyük ödülle dönen Entre les Murs, farklı etnik kökenlerden gelen çocukların okuduğu bir okulda geçen hikayesiyle Fransa'nın yaşadığı sosyal değişime ışık tutuyordu. Bu sosyal değişime ve kültürel çeşitliliğin izlerine, Paris'te ilk bindiğiniz tren olan ve havalimanından şehir merkezine gelen banliyö treninde rastlayacaksınız. Entre les Murs filminin eleştirisini yaptığım yazıda, Truffaut'nun 400 Darbe'de resmettiği sınıf ile yeni sınıfları karşılaştırmış ve yeni sınıfa apayrı bir çeşitliliğin hakim olduğunu belirtmişim. 60'ların başına damga vuran Fransız Yeni Dalgası ile 2008 tarihli Entre les Murs arasında yaptığım bu karşılaştırmada, aradaki zaman farkının önemi, Thuram'ın röportajına dönerek daha iyi açıklanabilir: "Sömürgecilik sona ereli şunun şurasında elli yıl oldu."


Prens lakaplı siyahi futbolcu Lilian Thuram'ın röportajında, Fransa'ya dair yerinde tespitler var. Yazının başında Fransa'nın dünü ve bugünü hakkında konuşacağımı belirtmişken, bu röportajdan bir iki alıntı daha yapmanın faydalı olacağını düşünüyorum:

"Ulusal kimlik tartışmasında sizi en çok rahatsız eden ne?

Fransa'nın kimliği, onu tanımlayan siyasal projesidir: Özgürlük, eşitlik, kardeşlik arzusu. Dolayısıyla, bu tartışma tamamen fuzuliydi. Mesele, tartışmanın örtülü olarak içerdiği, ima ettiği kötü niyette...

Neyi kastediyorsunuz?

Sarkozy, insanları kompartımanlara alıp etiketliyor. Fransız kimliğini en küçük ortak paydaya indirgemeyi ve bazı toplulukları damgalamayı amaçlıyor."


Yazının bu noktasına kadar Versay sarayı, Louvre ve D'Orsay müzeleri gibi Paris'in meşhur mekanlarına değinmediğimin farkındayım. Kişisel görüşüm, bu mekanların Paris ve Fransa için neleri simgelediğini daha iyi anlayabilmek için bu girizgaha ihtiyaç olduğudur. Fransa'nın bugününü anlamak için dününe bir bakış atmaya ihtiyaç var ve bu ihtiyacı karşılamak için öncelikle Versay üzerine düşünmek yerinde olur.

787 hektarlık bir alana yayılan sarayın, eşsiz güzellikteki bahçelerinde ve Marie Antoinette'in vaktini geçirdiği Trianon saraylarının sarı-pembe sıcaklığı içinde gezinirken, tarihte cenneti yeryüzüne indiren bir azınlığın var olduğu anlaşılıyor. Tabii ki, bu azınlığın yeryüzünde cenneti tatması için halkın ödediği bedeller de hatırlanıyor. O bedeller ki, Thuram'ın değindiği gibi, Fransa'ya kendini tanımlaması için üç ilke üzerine kurulan yeni bir siyasi proje kazandırdı: Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerinin üzerinde yükselen 1789 Devrimi.


Versay'ın hikayesi Fransız Devrimi ile birlikte sona ermiyor. Devlette devamlılık esatır misali, Fransa diğer ülkelerin devlet başkanlarını karşılamak için hala bu sarayı kullanıyor. Versay'da, Louis Philippe'in 1837 yılında düzenlediği, Fransa tarihinin en önemli 33 savaşının resimlerinin bulunduğu oda, Fransa tarihini öğrenmek için muazzam bir kaynak. Devrimin yarattığı kargaşadan bir imparatorluk yaratan ve bahsettiğim odaya 7 zafer tablosu sığdıran Napolyon'un kişi kültü de, resim ve heykeller ile Versay'da yaşamaya devam ediyor.

Versay'da hatırası yaşatılan yalnızca Napolyon değil. Versay, Fransa'nın ulus-devlet ilkelerini dayandırdığı felsefi, kültürel, bilimsel ve askeri alanlarda başarılar elde eden, fikir üreten bütün kişiliklerin heykellerinin saklandığı bir saray olarak, "turistin halet-i ruhiyesi" yazısında değindiğim varoluşa dair psikolojik istkeleri, bireyin özelinden çıkarıp bütün bir ulus için referans haline getiriyor. Ulus-devlet, bireyin sonraki nesillere kendi benliğini aktarabilmesi için, ideolojik altyapı oluşturan bir kurum işlevi kazanıyor. Ulus-devletin, üreten bireyler üzerinden ilerlediği ve bireylerin amaçlarını kolektif olarak bu ortak kültüre hizmet etmek olarak belirlediği modernist düşünce yapısını, Fransa için Versay simgeliyor.

Bir dönem Fransa'yı siyasi ve kültürel dünyanın zirvesine taşıyan sömürgeci imparatorluğun ideolojik altyapısını oluşturan ulus-devlet ve milliyetçiliğe topyekün anlam yükleme çabası, bugünün Fransa'sını içinden çıkılmaz sosyal sorunlara itiyor. Devrimin yarattığı siyasal projenin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik üzerine kurulduğundan bihaber yöneticiler, milliyetçiliğin yarattığı küstah üstünlük iddialarının yok edici etkilerini, üretim ve paylaşıma öncelik veren bir toplum modeli yaratmanın üzerinde tutuyorlar.


Kişisel görüşüm, sorunların içinden çıkabilmek için öncelikle milliyetçiliğin yapıcı ve yıkıcı etkilerinin farkına varıp, bireyin kendisine değer atfedilen bir toplum yapısına ve hakça bir düzene geçiş yapmanın gerekli olduğudur. Versay'da; bilim, kültür ve felsefe üzerine verdikleri eserlerle kendilerini üretim üzerinden tanımlayarak tarihe geçenlerin heykellerinin, askeri başarılar elde ederek, bir anlamda ülkenin yıkıcı gücünü övünç kaynağı haline getirenlerin heykellerinin yanından ayrılması ile işe başlanabilir.

Paris sokaklarından uyarı niteliğinde son bir not aktarayım. Duvarlarda aşırı sağcı Marine Le Pen'in başkanlık seçimi için hazırlattığı afişler şimdiden yerini almış durumda. Strauss-Kahn'ın yaşadığı skandal sonrası krize giren Sosyalist Parti, Sarko ve Le Pen hanımefendi ile yarışacak kalibrede bir aday çıkaramaz ise, Fransa'da sağ ile aşırı sağ arasında geçecek bir seçim süreci yakındır.

İlgili Yazılar:

Entre les Murs - Duvarlardan Taşan Sorunlar

Irkçılığa Karşı Lilian Thuram

Hadi Gel, Ay Karanlık


AY KARANLIK

Maviye
Maviye çalar gözlerin,
Yangın mavisine
Rüzgarda asi,
Körsem,
Senden gayrısına yoksam,
Bozuksam,
Can benim, düş benim,
Ellere nesi?
Hadi gel,
Ay karanlık...

İtten aç,
Yılandan çıplak,
Vurgun ve bela
Gelip durmuşsam kapına
Var mı ki doymazlığım?
İlle de ille
Sevmelerim,
Sevmelerim gibisi?
Oturmuş yazıcılar
Fermanım yazar
N'olur gel,
Ay karanlık...

Dört yanım puşt zulası,
Dost yüzlü,
Dost gülücüklü
Cıgaramdan yanar.
Alnım öperler,
Suskun, hayın, çıyansı.
Dört yanım puşt zulası,
Dönerim dönerim çıkmaz.
Ey leylim gecede ölesim tutmuş,
Etme gel,
Ay karanlık...

Ahmed Arif

Bugün şair Ahmed Arif'in aramızdan ayrılışının 20. yıl dönümü. "Gözlerin hani?" diye sorduğu, cıgara dumanına bulanmış dizeleriyle canımızı "garip, suskun, paramparça" kılan Anadolu şairine vefa borcumu ödemek için doğru bir gün olsa gerek.


Vefa göstermek için elini benden çabuk tutan ise "Çarşı" olmuş. Ahmed Arif'in dizelerine bolca göndermelerde bulunan bir taraftar grubuna da bu yakışırdı zaten. Elbette, onlarca değerli şair arasında, Ahmed Arif'e ayrı bir saygı durşunda bulunulmasının da bir nedeni var. Ahmed Arif'in sevda tanımlamaları, Beşiktaşlıların takımları için hissettiğine yakındır diyerek sözü bitirirsem, bir şeyler eksik kalır. Gerek tezahüratlarda, gerekse pankartlarda yer alan dizeleri ve üslubuyla Beşiktaş sevdamıza dahil olmuştur Ahmed Arif. Bu yılın meşhur tezahüratı "gücüne güç katmaya geldik", iç içe geçmişlik halinin güzel bir örneğidir; zira bu tezahüratta yer alan "bir umudum sende anlıyor musun?" dizesi Ahmed Arif'in Anadolu şiirinden alınmıştır.

Son bir not: Eğer bugün Ersan Adem Gülüm'ün transferi hakkında neler hisssettiğimizi anlamak istiyorsanız; kademe, tandem, oyun kuran stoper, pozisyon alma vs. demeden önce Ahmed Arif şiirlerine göz atın derim.


Ve son bir fotoğraf: Seyircisiz maç için hazırlanan "Yokluğun cehennemin öbür adıdır" pankartı. Ahmed Arif'in "Hasretinden prangalar eskittim" şiirinden ciğerimizi yakan bir dize, Beşiktaş'a olan aşkımızı anlatıyor. Senden gayrısına yokuz ulan!