29 Nisan 2011 Cuma

Beşiktaş'ta Yerli Oyuncuların Durumu - Son Üç Sezon


Beşiktaş için sezonun bütün heyecanının bir Türkiye Kupası finalinden ibaret kaldığı bu günlerde Beşiktaş'ın sorunlarını tartışmak için oldukça fazla zamanımız var. Bu zamanı iyi kullanmak için futbola dair sorunlara şimdiden eğilmek gerekiyor. Son yıllarda Beşiktaş kadrosunda gördüğüm bir numaralı sorun yerli oyuncu kalitesinin düşüklüğü olduğu için, ilk olarak bu konuyu ele almaya karar verdim. Kısa geçmişte yaşanan gelişmelerin bugünü açıklamakta faydası olacağına inandığım için de, filmi biraz geriye sarıp 2008 yazına dönmek istiyorum.

Yılın en önemli turnuvası olan Euro 2008'e katılacak olan Türkiye'nin 23 kişilik kadrosu açıklandığında Beşiktaş'tan kadroda yer alan yalnızca iki isim vardı: Rüştü Reçber ve Gökhan Zan. 5 Türk oyuncuyla sahaya çıkmak zorunda olduğunuz bir ligde, milli takıma yalnızca iki oyuncu vererek mücadele ediyor olmak takımın yerli oyuncu sorununu açıkça ortaya koyuyordu. (Toraman konusunda bir itiraz gelebilir; ama karşı tez olarak milli takıma giden iki isimden birinin Gökhan Zan olduğunu hatırlatmak isterim.)


Ertuğrul Sağlam ile başlanacak olan sezon öncesinde, Beşiktaş'ın Türk oyuncularını gençler, yaşlılar ve rol oyuncuları olarak üçe bölmek mümkündü. Rüştü ve İbrahim Üzülmez yaşlılar grubunda yer alırken, Ertuğrul Sağlam; Serdar Özkan, Serdar Kurtuluş ve Batuhan Karadeniz gibi genç isimleri as oyuncular haline getirmeye çalışıyordu. (Yine Ertuğrul Sağlam'ın şans verdiği gençlerden İbrahim Kaş, bir önceki sezon sonu kontratı bittiği için bedava Getafe'ye gidecekti.)

Rol oyuncuları olarak adlandırdığım isimlerden Toraman ve Gökhan Zan'ın yerlerine Zapo ve Sivok transfer edilmişti. Ali Tandoğan, Tuna Üzümcü, Ekrem Dağ, Uğur İnceman, Hakan Arıkan ve Nobre ise bir türlü 11'in değişmez oyuncusu olabileceklerinin sinyalini vermeyen; ancak 5 Türk ile sahaya çıkma zorunluluğu nedeniyle kadroya katılan isimlerdi.

Kharkiv mağlubiyetinin ardından takımın başına geçen Mustafa Denizli ise devre arasında önemli hamleler yaptı. Rüştü, İbrahim Üzülmez ve sağ beke çektiği Toraman'ı as oyuncular ilan etti ve 4. as isim olarak Yusuf Şimşek'i kadroya kattı ve orta sahada Cisse - Ernst ikilisinin kullanılmasına imkan tanıdı. 5. Türk ise hemen her maç değişiyor ve genellikle seçim Nobre - Gökhan Zan - S.Özkan ve Ekrem Dağ arasında yapılıyordu. Bu oyuncuların farklı mevkilerde oynaması nedeniyle de saha içinde pek çok oyuncunun görevi her maç yeniden tanımlanıyordu.


Mustafa Denizli'nin sınırlı sayıda oyuncuyla, oyuncuların pozisyonlarını değiştirerek kurduğu sistem takımı 2009 yılında şampiyonluğa taşıdı. Sezon sonunda Ertuğrul Sağlam'ın rol oyuncularının pek çoğunun takımdan ayrıldığını gördük. Sağlam'ın takıma as oyuncular olarak monte etmek istediği gençler olan Serdar Özkan, Serdar Kurtuluş ve Batuhan Karadeniz ise Beşiktaş'ta rotasyona dahi girecek fiziksel ve mental olgunluğa erişemediler. Mevcut şartlar altında ilk 11'e 5. Türk oyuncuyu eklemek için transfer yapılması zorunlu hale geldi. Transfer edilmesi düşünülen isim Mehmet Topuz, transfer edilen isim ise Nihat Kahveci oldu. Gökhan Zan'ın da rotasyondan çıkmasıyla iyice daralan Türk oyuncu havuzundaki isimlerden Serdar Özkan, Nihat, Nobre ve Yusuf'tan birinin kadronun değişmezi olması gerekiyordu; ancak hiç biri bu yükü kaldıramadı. Sezonun Türk oyuncular adına tek kazancı rotasyona dahil olmayı başaran Necip Uysal'dı.

2010-11 sezonuna başlarken Türk oyuncu rotasyonundaki sıkıntıları iyice açığa çıkan Beşiktaş, vitrine kariyerli yabancı oyuncuları koyarken Türk oyuncu seçiminde Ertuğrul Sağlam'ın baş vurduğu Gençler + Yaşlılar + Rotasyon oyuncuları formülüne geri döndü. (Yine İ.Toraman'ı istisna olarak görebiliriz.) Sezon başında elimizde olan Türk oyuncuları 4-2-3-1 sistemine göre şu şekilde dizebiliriz:

Rüştü (Hakan/Cenk)

Ekrem(Erhan Güven/Rıdvan) - Toraman - Ersan - İ.Üzülmez(İsmail)

Aurelio - Necip

Nihat - Onur - Yusuf

Nobre(Fatih Tekke/Ali Kuçik)


Rotasyon için oyuncu sayısı ilk bakışta yeterli gibi gözükse de, takımın içinde bir adet as Türk oyuncunun dahi olmaması sorunun büyüklüğünü ortaya koyuyordu. Sezonun ilerlemesiyle birlikte takımın yaşlıları bir bir kadrodan ayrıldı ve 3 kaleciyle birlikte takımda yer alacağı kesin olan yalnızca 6 futbolcu kaldı(Ekrem, Toraman, İsmail, Necip, Aurelio, Nobre). 3 sezonun sonunda Beşiktaş'tan mili takım aday kadrosuna çağrılması beklenen isim sayısı 0(yazıyla sıfır).

Bütün bu tabloya rağmen Beşiktaş'ın umutlarını artıran bir nokta var ki, yazıyı üç yıl geriden başlatıp uzatmama neden oluyor. Mevcut kurallara göre ilk 11'de 5 adet Türk oyuncu oynatması gereken Beşiktaş'ın elinde 4 tane pırıl pırıl genç var: Cenk, Necip, Ersan ve İsmail. Yakın zamanda hepsi milli takım aday kadrosuna çağrılan bu dört ismi, Beşiktaş'ın ve milli takımın as oyuncuları haline getirmek yakın dönemdeki birinci önceliğimiz olmalıdır. İlerlemelerini devam ettirebilmeleri için takımda Türk alternatifler getirmenin ve rekabet ortamı yaratmanın faydalı olacağına inanıyorum.


Eğer bu 4 genci takıma as oyuncu olarak monte etmeyi başarabilirsek; Simao, Guti, Quaresma, x, y, z'den bağımsız olarak sürekli zirveyi kovalayan bir takım haline gelebiliriz. Guti'nin yerine 100'ün üzerine ülkeden alternatif bulmak mümkünken, bir Türk oyuncunun yeri ancak başka bir Türk'le dolduruluyor. Hatta Topuz-Nihat örneğinde olduğu gibi oyuncuların mevkileri ve oyun tarzları 180 derece farklı olabiliyor. Umarım üç yıl önce Serdar Özkan, İbrahim Kaş, Batuhan Karadeniz ve Serdar Kurtuluş ile yaşadığımız hayal kırıklığından gerekli dersleri çıkarmışızdır ve bu 4 gençle yeni hedeflere ilerlemek için gerekli adımları atmaya en kısa sürede başlarız. Sanıyorum o ilk adım Ersan Gülüm'ün bonservisini almak olacaktır.

26 Nisan 2011 Salı

Yeni Alman Dalgası


Başlık FAZ'ın internet sitesinden alınma. Alman medyası Stuttgart'ta Görges'in kazandığı şampiyonluk sonrasında gözünü tenise çevirdi. Aslında yükselişin ilk sinyalleri Miami'deki turnuvada Andrea Petkoviç'ten gelmişti. Petkoviç'in, Jankoviç ve Wozniacki'yi geçerek Miami'de yarı finale ulaşması dikkatleri üzerine çekti. Ardından ABD karşısında alınan 5:0'lık Fed Cup galibiyeti, Almanların yeni jenerasyon kadın tenisçilerine olan ilgiyi artırdı.

Stuttgart'a gelirken Almanların beklentileri Petkoviç'in üzerine yoğunlaşmıştı. Petkoviç, çeyrek finalde dünya bir numarası Wozniacki'ye elenerek bir rüyayı gerçekleştirme fırsatını kaybetti; ancak beklenmedik bir isim olan Julia Görges, Almanlara 1994'ten bu yana ilk kez şampiyon ünvanıyla kendi vatandaşlarını alkışlama imkanı sundu.


Ben ise Almanların beklentilerinden ziyade Caroline Wozniacki'nin toprak performansını görebilmek için WTA Stuttgart finaline gittim. Özellikle geçen yıl Roland Garros'da gösterdiği sağlam performansla finale çıkan Stosur'a karşı final oynaması halinde açıklarını daha iyi görebileceğini düşünüyordum. Finalin bir ayağında Wozniacki'nin olması bu anlamda beni sevindirdi; ancak finali 32. sıradaki bir raketle oynayacağı için maç öncesinde Wozniacki'nin kolay kazanacağı bir maç beklemeye başladım. Ne var ki Görges, oldukça konsantre başladığı finalin ilk setinde attığı ace'ler ve winner'larla kolay lokma olmadığını ispat etti.

Görges, Wozniacki'nin servislerinde basit hatalar yapmasa, ilk sette tie-break'e dahi ihtiyaç duymayacaktı. Tie-break'i kazanarak bu hatalarını telafi eden Görges, ikinci setin ilk oyununda Wozniacki'ye servis kırma puanı şansı tanıdı; ama servisine tutunmayı bildi. Wozniacki'nin yaşadığı moral bozukluğu, servis oyununu da kaybedip ikinci sette 0:3 geriye düşmesine neden oldu. Bu noktadan sonra aynı zamanda babası olan koçundan taktikler alan Danimarkalı, Görges'in back-hand'ine yüklenmeye başladı ve bir süreliğine sonuç alır gibi göründü. Görges, bu son atağa rağmen eline kadar gelen maçta rakibine servis kırma şansı tanımadı ve 7:6, 6:3'le şampiyonluğunu ilan etti.


Stuttgart'ta ise 1984'ten beri ilk kez 4 Alman kadın tenisçi çeyrek finale kalmış oldu. Süddeutsche Zeitung, bugünkü sayısında bu turnuvayı Almanlar için bir kilometre taşı ilan etmiş. WTA ilk sekizinden yedi ismin turnuvada boy gösterdiğini düşündüğünüzde bu başarının değeri daha fazla ortaya çıkıyor. Bu turnuvanın ardından, WTA sıralamasında en iyi dereceye sahip Alman olan Petkoviç 15. sıraya, şampiyon Görges ise 27. sıraya yükseldi. Henüz çok ciddiye alınacak derecelere sahip değiller belki; ancak 2011 sezonu hesaplamasında sırasıyla 8. ve 15. olmaları, bu sezon gösterdikleri gelişimi ispatlıyor. Buna kadınlar tenisinde yaşanan istikrarsızlığı ekleyince, Almanların umutlarını artırmakta haklı olduklarını görüyoruz.

WTA'de şu an için herhangi bir toprak kort üstadının bulunmuyor oluşunu; dünya bir numarası Wozniacki'nin toprakta istediği oyunu oynamakta, özellikle rakibi kortun dışına itecek çizgi vuruşlarında zorlandığını, geçiğimiz yıl Roland Garros'u kazanan Schiavone'nin 17 numaralı seri başı olarak Fransa Açık'a katılmış olduğunu hesaba katarak, yeni bir Alman grand slam şampiyonunu çok yakın sürede görme ihtimalimiz var diyorum. Almanlar ise bana göre daha temkinliler ve gazetelerde grand slam şampiyonluğu veya Steffi Graf gibi baskı yaratacak söz öbeklerini kullanmaktan kaçınıyorlar. Bundan sonra çıkışını devam ettiremese bile, kadınlarda son yılların en dandik toprak sezonu olacağa benzeyen 2011'de, bana her zaman Stuttgart'ı hatırlatacak güzel bir hikaye bıraktığı için Görges'e teşekkür ederim.

Not: Fotoğraflar wtatennis.com adresinden alınmıştır.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Hoşçakal Sevgili Ülkem


Turistlerin bir şehirde en çok ziyaret ettiği yerler arasında bir mezarlık olabilir mi? İçinde Moliere, Chopin, La Fontaine, Edith Piaf, Jim Morrison ve daha bir sürü ünlü ismin yattığı Pere Lachaise bu soruya akıl dışı bir şekilde "evet" yanıtını verdiriyor. Paris'te onlarca müze ve serginin yerine bana mezarlık ziyareti yaptıran ise, yukarıda saydığım isimlerden birisi değil. Ziyaretimin esas amacı, çoğu Paris'in yerlisi olan isimlerin yanında, Paris'te yattığı yeri yadırgayan bir adamı görmekti. Bizim topraklardan çıkan, sanatıyla var olan; ancak hayatı sürgünde biten bir efsane: Yılmaz Güney.


Yılmaz Güney dünyanın dört bir tarafından gelen turistlerin ilgisini yeterince çekmemiş olacak ki, girişte dağıtılan haritanın içindeki 100'ün üzerindeki ismin içinde onunki yer almıyor. Hal böyle olunca, koca mezarlıkta yerini bulmak da imkansız hale geliyor. Bu durumu fark edince, geri dönüp kapıdaki görevliye bütün isimlerin yer aldığı bir liste olup olmadığını soruyorum. Görevli, böyle bir listenin başka bir binada bulunduğunu ve o binanın da bugün kapalı olduğunu söylüyor. Anlayacağınız pek umut yok. Son bir deneme yaparak: "Ben Yılmaz Güney'in mezarını ziyaret etmek istiyordum?" diye soruyorum.

Görevli bana dönüyor ve "Hmmmm, Güney. Güney ve Kaya" dedikten sonra Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'nın mezarlarının olduğu yerleri işaretliyor. Adı listede yazmasa bile anlaşılan Çirkin Kral'ın soranı çok. Aynı zamanda Ahmet Kaya'nın da Pere Lachaise'de yattığını öğreniyorum. Onun mezarında yazan bir cümle insanın boğazını düğümlüyor ve ikili hakkında başka bir söz söylemeye gerek bırakmıyor: "Hoşçakal sevgili ülkem."

Bir sonraki ziyaretin memlekette olması dileğiyle...

Ekleme: Görevlinin Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'nın mezarlıktaki yerlerini işaretlediği harita


21 Nisan 2011 Perşembe

Barselona Kurgusu


Fotoğraftaki kalabalıktan da anlayabileceğiniz gibi Barselona bir turist şehri. O kadar ki, kentte hemşehrilerle beraber bir turist kitlesinin de kalıcı olarak yaşadığını düşündürüyor insana. Gelen turistlerin; otellerde, üstü açık otobüslerde, oyuncu değişikliği yaparcasına birbirlerinin yerlerini doldurdukları izlenimine kapılıyorsunuz.

Bu kalıcı turist kitlesini yaratmak için bütün Barselona kenti el ele vermiş, turistleri gerçeklik algısının dışına çıkarmaya çalışıyor. Park Güell'i dolduran Jonglörler, Uzak Doğu dövüş sanatları ustası kılığındaki adamlar, kastanyetli dansçılar ve La Rambla'nın canlı heykelleri... Yetmiş milletten insana, dünlerini ve yarınlarını unutturmak için bir araya gelmişler. Bugün ise, arkalarında güneşin battığı tepeler kadar uzakta kalmaya mahkum. Bu yazıyı yazarak ve dolayısıyla Barselona üzerine yeniden düşünerek, bir anlamda turistler arasında, gerçeklikten kaçmak amacıyla yapılmış yazılı olmayan antlaşmayı bozuyorum.


Barselona'nın iki katlı turist otobüsünde gezerken Barselona Turizm Merkezi'nin kurguladığı bir filmin içinde olduğum duygusundan bir türlü kurtulamadım. İki günlük seyahatimde Barselona'nın gerçeğine ulaşma şansım olmadığı için, bana sunulan "Barselona kurgusu"nu aktarmakla yetineceğim. Ama öncelikle, bu kurgu fikrinin nasıl kafama takıldığını daha iyi açıklayabilmek için sözü sinema yazarı Andre Bazin'e bırakmak istiyorum.

Andre Bazin (Sinema Nedir?):

"Kurgunun (montajın) kullanılma amacı, duyuların veya anlamların yaratımıdır. Bu sonuç öncellerin hiç birinde bulunmaz. Genç kızlar artı çiçek açan elma ağaçları eşittir umut. Anlam görüntüde değil, izleyicinin zihnine ilişkin olarak kurgulanmış görüntü gölgesindedir."

Turistlerin gerçeklikten kurtulma hayaline Barselona'nın neden bu kadar iyi örtüşüyor? Sıcak havayı bir kenara bırakıp Andre Bazin'in sözlerine dönelim ve kurguyu oluşturanların nasıl bir Barselona imajı sunmak istediklerine bakalım.

La Placa Catalunya'da başlayan otobüs yolculuğunda ilk gözümüze çarpanlar Gaudi'nin eserleri. 19. y.y. sonu ve 20. y.y.'ın başında yaşamış bu mimarın geometrinin, simetrinin katılığına isyan eden tavrı Barselona'nın özel bir kimliğe bürünmesini sağlamış. Başlıca ilham kaynakları doğa ve deniz olan mimar, dalgalar ve kıvrımlarla aydınlık, yeni bir dünyayı müjdeliyor. Mimariden anladığımı iddia edersem haddimi aşarım; ancak evimdeki diplomada yazan "hendese bilen" tabirine güvenerek sözü bırakmıyor ve Gaudi'nin basit geometrinin ötesini bilen gerçek bir matematik deha olduğunu ifade etmek istiyorum.


Gaudi, Barselona ve kurgu üçgenini açıklamak için doğru mekan ise La Sagrada Familia. Gaudi'nin sıradan bir kilise projesini devralarak, dünyanın en meşhur kilisesine dönüştürmeyi amaçladığı; ancak aradan geçen yüzyıla yakın süreye karşı henüz tamamlanmamış olan bu kilise, hem Barselona şehri hem de turistlerin tavrı için açıklayıcı veriler sunuyor. Kurgu içinde bize sunulan Barselona'nın eksiksiz olmasını isteyen biz turistler, La Sagrada Familia'yı görünce çelişkili duygulara kapılıyoruz. Öncelikle bu meşhur bina sayesinde herkese Barselona'da olduğumuzu ispatlayabileceğimiz için, fotoğraf makinelerimize heyecanla sarılıyor ve gerçeklikten ayrılmak için bir adım daha atıyoruz.

Ne yazık ki, henüz inşaat halindeki binadan sarkan demirler, tuğlalar ve yerdeki çimento torbaları canımızı sıkıyor. Çekim hatalarının olduğu sahneleri gördüğümüz filmlerde olduğu gibi, Barselona kurgusundan da çıkmak zorunda kalıyoruz. Chill-out müzikler ve İngilizce dublajlı otobüs de uzakta kalınca, kaçmaya çalıştığımız gerçeklik bizi kıskıvrak yakalıyor. Buraya kadar bize yaşadığımız yeri unutturan sıcak havanın, aslında güneş çarpmasına yol açabileceğine veya Barselona'da bu binaları inşa etmek için para döken zenginlerin, kaç insanı emeğin onuruyla yaşamaktan mahkum bıraktığına aklımız kayıyor birdenbire.

Birazdan La Sagrada Familia'daki Gaudi müzesinde, sömürü düzenine ve General Franco'ya karşı isyan eden anarşistler, Gaudi'nin projelerini yaktıkları için hain ilan edilecek ve bizler de İspanya İç Savaşı üzerine hiç düşünmeden, bağımlısı olduğumuz kurgu şehrimize geri dönüş yapacak ve içimizden "pis anarşistler" diyeceğiz. En azından kurgunun bizde yaratmak istediği hissiyat bu.

Binaya girmek için sırada beklerken, tepeden vinçlerle indirilen bir heykel (sanıyorum bir melek), La Dolce Vita filminin açılışında helikoptere bağlı şekilde dolaşan İsa heykelini hatırlatıyor ve kurguda yaşadığımız hissiyatını pekiştiriyor.

Not: Bu linke tıklayarak La Dolce Vita'nın açılış sahnesini izleyebilirsiniz.

Christ Over Rome - La Dolce Vita


Kurgunun görkemli finalinde yer alan La Rambla'da, gerçeğe dönüş için son bir kez şansımı deneyip, Katalunya'nın bağımsızlığını referanduma götürmek için oy toplamakta olan gruba yöneliyorum. Grubun içinde İngilizce bilen birini bulamayınca, kusursuz dublajlı otobüs kurgusunun sona erdiğini anlıyorum. Sonrasında yanıma gelen ve çok iyi olmasa da İngilizce bilen bir ekip üyesinden, yalnızca oylamanın gayrı resmi olduğunu öğrenebiliyorum. Bugüne kadar İspanya İç Savaşı'na dair gördüğüm en ilgi çekici hikaye olarak ise, bir İngiliz yönetmenin (Ken Loach) kurguladığı Ülke ve Özgürlük'ün (Land and Freedom) adını vermek zorundayım; çünkü Barselona'nın turistlere sunulan unutturmak amaçlı kurgusunda bu tarz hikayelere yer yok.

19 Nisan 2011 Salı

Kutsal Üçlü


Xavi


Messi


Iniesta

Camp Nou'nun ışıkları, korner kullanan Kutsal Üçlü'nün tepesinde Rönesans tablolarına benzer şekilde parlarken.

Not: Fotoğraflar Barcelona - Almeira maçında benim tarafımdan çekilmiştir.

9 Nisan 2011 Cumartesi

La Rambla'nın Yolları Taştan



İki günlüğüne Barselona'dayım, blogu da Manu Chao üstada emanet ediyorum. Camp Nou'dan izlenimleri dönünce burada bulabilirsiniz. Videoda tahmin ettiğiniz üzere "Rumba de Barcelona" yok (şayet böyle olsaydı kör gözün parmağına durumu yaşanırdı), eskilerden hoş bir seda olarak kalan Mala Vida'yı bulacaksınız.

7 Nisan 2011 Perşembe

Hocanın Dediği #2


Bir şehir efsanesi neredeyse. Sizin çok fazla kitap okuduğunuz söyleniyor.

"Yaşamım boyunca kendimi hep eksik hissederek yaşadım. Gerek bilgide gerek fiziksel yeterlilikte gerek topluma yapılan yardımlarda. Kendimi hep yetersiz gördüm ve daha iyisini yapabilir miyim sorusunu sormaktan vazgeçmedim. Okumanın bana bazı eksikliklerimi gidermede yararlı olacağı düşüncesiyle okuyorum. Eksikliğimi kapatmak, utanmamak için okuyorum. Aşağılanmamak için. Kötü bir davranışa muhatap olmamak için, kendimi korumak için okuyorum. Şu anda Katre-i Matem ve Mevlana’nın Mesnevisi’yle ilgileniyorum. Bir de Efendi kitabı."

Mustafa Akçay - Tavşanlı Linyitspor Teknik Direktörü

(Eurosport Türkiye'nin internet sitesinden alınmıştır.)

Yıllardır taşların sopaların eksik olmadığı, devletin "Büyük Birader(Big Brother)" edasıyla suçsuz taraftara işkence çektirip, suçluyu cezasız bırakarak ödüllendirdiği kokuşmuş futbol ortamımızda içimizi ısıtacak bir hikaye yazıyor Tavşanlı Linyitspor. Bu güzel hikayeyi de ancak yukarıdaki sözleri sarf eden güzel bir adam yazabilirdi zaten.

Not: Tavşanlı Linyitspor'un hikayesinin perde arkası, Four-Four-Two dergisinin şubat sayısında Ahmet Yavuz imzasıyla yayınlanmış. Flying Dutchman blogunda bu yazının bir örneğini bulabilirsiniz. "Bu hikaye Süper Lig'de sonlansın inşallah" temennisiyle okumanız tavsiye olunur.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Karakter Sınavı


Bu akşam, Beşiktaş sezona dair son iddiasını devam ettirebilmek adına Gaziantep karşısında olacak. Beşiktaş İnönü'de seyirci desteğinden yoksun, maça çıkacak stoper ve sağ bek belirsiz, Gaziantep an itibariyle Beşiktaş'tan daha iyi bir takıma sahip ve Türkiye Kupası; Beşiktaş'ın Avrupa Ligi'ne katılabilmek için son şansı. Bahsettiğim bütün konular güzel bir maç hikayesi yazmak için güzel sebepler oluşturuyor; ama beni hepsinden daha fazla ilgilendiren Beşiktaş'ın bu akşam vereceği karakter sınavı.

Nisan ayı itibariyle Beşiktaş'ın bu sezon kazanabileceği yalnızca bir kupa var. Bu kupa kazanıldığı zaman taraftarın rakiplerle dalga geçme hakkı yok; çünkü bu kupa 3 büyüklerin için yeterince "büyük" değil. O nedenle taraftarın daha çok umrunda olan Avrupa Ligi'ne katılım hakkı elde edebilmek. Bunu elde edemezsek de yeni yıldızların gelmeyeceğinden, eldeki yıldızların mutsuz olacağından korkanlar var.

Açıkçası yönetimin uzun vadeli planlar yapıp, önümüzdeki sezon için de bu doğrultuda gerçekçi bir hedefi (örn. Avrupa Ligi'nde son 16, 5 yıl içinde son 8'i kalmayı standart haline getiren bir takım) benimseyeceğini bilsem Avrupa Ligi'ne katılım hakkını daha çok önemserdim. Şu an için takımdan beklentim "ortada bir hedef varsa Beşiktaş hedefe ulaşır" söylemini gerçeğe çevirmeleri.

Bloga daha önce de yazdım; ama bugünkü sınavı anlatmak için bir kez daha açıklamakta fayda var. Beşiktaş kulübü kendi kimliğini her şeyden önce kazanmak üzerinden tanımlar. Farklı sınıflardan, farklı kökenlerden insanları buluşturan çatı, Beşiktaş'ın rakibi alt etme gücü üzerine inşa edilmiştir. Üç büyüklerden biri olmasının anlamı, belirli bir tarihte sona erecek yarışmayı kazanacak üç ana adaydan birisi olmanın ötesindedir. Müzesine yeni bir kupa eklediği zaman eskisinden daha büyük olmaz; çünkü büyüklüğün ölçü birimi, müzedeki gümüşlerin ağırlığını ölçen kilogram değildir. Büyüklük payesine; yarışa girdiği, hedefe koştuğu zaman zafere ulaşacak kudrete sahip olmasından ötürü layık görülmüştür.


Şimdi Türkiye Kupası'nı neden önemsediğimi, ve kazanma kimliğiyle ne ifade ettiğimi örnekleyerek açıklayayım. Bana göre, Trabzonspor'un bu sezon zirve yarışına başladığı yer Urfa'dır. GAP Arena'da oynanan kupa finalinde Fenerbahçe'yi yenmeleri, Trabzon'un kazanan kulüp imajını taraftarın, camianın ve rakiplerin gözünde yeniden canlandırdı. Çok benzer örnekleri 2004-05'te Galatasaray, 2005-06 sezonunda Beşiktaş ve 2002-03'te yine Trabzon verdiler. Sözünü ettiğim yıllarda şampiyonluk yarışının uzağında kalan takımlar, Türkiye Kupası'nı kazanarak kimliklerini yeniden hatırladılar ve sonraki sezon şampiyonluk yarışına sonuna kadar dahil oldular, hatta Galatasaray 2005-06'da mucizevi bir şampiyonluk kazandı.

Ligimizin "büyük" ünvanı olan takımlarının son yıllarda ligi kötü geçirdikleri; ancak Türkiye Kupası kazanarak tamamladıkları sezonların ardından aldıkları dereceler:

93/94 Beşiktaş: Sezonu 4. bitirmiş. Bir sonraki sezonun şampiyonu.
95/96 Galatasaray: Sezonu 4. bitirmiş. Bir sonraki sezonun şampiyonu.
97/98 Beşiktaş: Sezonu 6. bitirmiş. Bir sonraki sezonun ikincisi.
02/03 Trabzon: Sezonu 7. bitirmiş. Bir sonraki sezonun ikincisi.
04/05 Galatasaray: Sezonu 3. bitirmiş. Bir sonraki sezonun şampiyonu.
05/06 Beşiktaş: Sezonu liderin 29 puan gerisinde 3. bitirmiş. Bir sonraki sezonun ikincisi.
09/10 Trabzon: Sezonu 5. bitirmiş. 27. Hafta sonunda bu sezonun lideri.

Bu Türkiye Kupası denkleminde Fenerbahçe'nin işleri bozduğunu ve zirveye gitmek için kupa kazanmaya ihtiyaç duymadığını iddia edebilirsiniz; ama Türkiye Kupası'nı kazanamamanın Fenerbahçe'nin kimliğinde yarattığı tahribat da sanılandan büyük. Son beş yıl içinde, ikisi lig üçü kupa olmak üzere 5 final maçına çıktı Fenerbahçe ve bu 5 finali de kaybetti. Özellikle ligdeki büyük yenilgileri almasında, kupayı sürekli kaybetmenin getirdiği psikolojik baskının yarattığı kazanamama stresinin de etkisi var.

Beşiktaş'ın müzesine bir (hatta TFF Süper Kupası ile iki)kupa daha eklemek için yola çıkan takım, bu hedefe ulaşabilirse kazanan kimliğini yeniden elde etme yolunda önemli bir adım atar. Bu da önümüzdeki sezona iddialı başlayabilmek için takımdaki yıldızların kalmasından çok daha önemli bir gösterge olacaktır. En azından önümüzdeki yıla güler yüzle başlamak için Beşiktaş'ın elinde büyük bir fırsat var ve bu fırsatı kullanmak için bu akşam kazanan kulüp olma karakterini ortaya koyması gerekiyor.

4 Nisan 2011 Pazartesi

Bu El Cezire de Neyin Nesi?


Gündeme ilk olarak 11 Eylül olayları ve ABD'nin Afganistan harekatıyla gelen El-Cezire televizyonu, Arap baharıyla birlikte Orta Doğu'nun bir numaralı haber kaynağı haline geldiğini gösterdi. Ayaklanmalara dair haberlere, güvenilir kaynak olarak bilinen Batı merkezli pek çok medya kuruluşundan önce ulaşmayı başaran El Cezire'nin haberleri yansıtış biçimi de tarafını açıkça gösterdi. Peki, kendisi de bir emirlik olan Katar devletinin parasıyla kurulan bu kanal, neden halk hareketlerine bu kadar sempati duyuyor? Soru işaretlerini silecek bir yazı 1-7 Nisan tarihli Guardian Weekly gazetesinde Jason Burke imzasıyla yayınlanmış. Ben de burada Türkçe bir çevirisini paylaşmak istedim.

Katar'ın Arap Baharı Habercisi El-Cezire

1.7 milyonluk nüfusuyla Belçika büyüklüğünde bir körfez ülkesi olan Katar, son dönemde olağanüstü yüksek profilli bir rol oynuyor.

Arap veya çoğunluğu müslüman bir ülkeden gelen ilk savaş desteği olarak, 4 Katar savaş jetinin, Libya sahil şeridinde harekata başlayan koalisyon güçlerine katılacağı açıklandı. Bu hamle diplomatik olarak kritik bir öneme sahip. 1996'da kurulan El-Cezire televizyonu da Arap baharında kilit rol oynadı. Katar başkenti Doha'dan yayın yapan El-Cezire, bugün bölgedeki ve dünyadaki hakim Arapça haber merkezi konumuna geldi.

"El-Cezire: Arap Haber Kanalı Nasıl Dünyaya Meydan Okudu" kitabının yazarı Hugh Miles "(El-Cezire) önemli bir katalizör oldu" diyor. Diğer televizyon kararlı bu ayaklanmaları başlangıçta "aşırı tutucu eylemler" olarak nitelemişlerdi.


Hem El-Cezire'nin rolünün hem de Katar'ın jetleri gönderme kararının altında, ülkenin Arap Yarımadası'ndan çıkan bir mahmuza benzer konumu ve Emir Şeyh Hamad bin Khalifa Al Thani'nin İran ve Suudi Arabistan gibi büyük komşular karşısında bağımsızlığını koruma çabası yatıyor. 1995'te iktidara geçen Emir, incelikli bir strateji izlemeyi ciddi bir meydan okumaya tercih etti.

Katar, geniş petrol ve gaz rezervlerinin varlığına ve gelir vergisi ödemek zorunda olmayan vatandaşlarının yıllık ortalama 80000 dolarlık maaşlarına karşın savunması zor bir ülke. "Dış Politika (Foreign Policy)" dergisinin editörü Blake Hounshell'in açıklamaları şu şekilde: "İngiliz Harp Akademisi'nde eğitim gören Katar Emiri, Katar'ın esasen savunulması imkansız bir ülke olduğunun bilincinde. Bu nedenle Katar'ı daha güvenli hale getirmenin yollarını arıyor."

Emir'in ana stratejik varlıkları El-Cezire ve diplomasi. El-Cezire, devlet televizyonlarının tarzından sıyrılıp, hızla Arap dünyasının kültürel yelpazesine dahil olmayı başardı. Bölgedeki protestocular için El-Cezire kameraları güven duygusu yaratıyor ve bu nedenle haberden öte anlamlara geliyor. Suriye'de göstericiler "El-Cezire'yi istiyoruz." sloganları attılar. Yemen'in başkenti Sana'da elle yazılmış bir pankartta "El-Cezire bizim devrimimizin bir parçasıdır" yazıyordu.


Bu etki Katar için bazı problemler yarattı. Fas ve Bahreyn'de yasaklanan kanal, Ürdün ile de diplomatik sorunların yaşanmasına neden oldu. Afgansitan'da bir kamera ekibi, propaganda yaptıkları gerekçesiyle NATO önderliğindeki ordular tarafından tutuklandı. El-Cezire, hemen her Arap ülkesinde ve ABD'yi de içeren pek çok başka ülke tarafından kısıtlandı veya hedef alındı. Ancak kanal, sıradan insanlar arasında Emir'in büyük popülarite kazanmasını da sağladı. El - Cezire'nin İngilizce televizyon kanalının müdürü Al Anstey, hükümetlerle karşı karşıya geldikleri durumların kasıtlı olmadığını; bu haberlerin "yüzeye çıkan gerçekleri yansıtan muhabirlerden" geldiğini belirtiyor ve ekliyor: " Katar devleti tarafından finanse ediliyoruz; ama editoryal açıdan tamamen bağımsızız."

Katar diplomasisi geniş bir aralığa sahip. 2022 Dünya Kupası'na ev sahipliği yapma hakkını elde ederek planladıkları gibi dünyanın ilgisini üzerlerine çekmeyi başardılar. ABD'nin Al-Udeid'deki geniş hava üssüne ev sahipliği yapan Katar'ın ABD ve bölgenin geri kalanının aksine İsrail ile ilişkileri iyi durumda. Hamas ve Hizbullah ile temasları var, İran ile bir petrol arazisini paylaşıyorlar ve Suudi Arabistan ile de dost kalmaya özen gösteriyorlar.


Katar, komşuları ile karşılaştırıldığında ılımlı bir ülke olarak görülüyor. Toplum içinde içki içmek veya sarhoş olmak yasaklansa da, alkol kullanmak yasa dışı değil. Eşcinsellik yasa dışı; ancak kanunlar pragmatik şekilde uygulanıyor. Parti kurmak yasak ve Uluslararası Af Örgütü'ne göre, Mart ayında bir insan hakları örgütünün kurucusu göz altına alındı. Bazılarına ilginç gelebilir; ancak El-Cezire bu tutuklamayı haber yaptı.

Kanalın bölge üzerindeki etkisi, görece ılımlı olsa da, otokratik Katar liderinin umduğundan bile çok etki yapmış olabilir. Miles'ın dediğine göre, "Geçtiğimiz on yılda El-Cezire, Arapları insan ve yurttaş hakları ile demokrasi konularında herkesten daha fazla eğitti. Bugün bütün Arap dünyasında, dünyada neler olup bittiğine dair nitelikli tartışmalar yapabilirsiniz. Bu büyük bir değişim."

Bütün bunlara karşın Arap baharı El-Cezire için "yabancı" haber olarak kalmaya devam ediyor. Doha'da yaşayan insan hakları aktivisti Dr. Jennifer Reeg, "Katar, isitkrara ciddi bir tehdidin bulunmadığı ve çok az yerel gerilimin yaşandığı özel bir ülke" yorumunda bulunuyor.

2 Nisan 2011 Cumartesi

Dikkat! Bu Bir İhbardır


Yeni yasa sayesinde bu yıl içinde oynanan maçlarda şiddet yaratacak pek çok eylemde bulunduğumu öğrenmiş oldum. Şimdi kendimi ihbar etmek için bu eylemlerimi sıralıyorum ve federasyonun bu eylemlere bir daha sebep olmamam için aldığı önlemleri merak ediyorum.

1) Öncelikle olaylı Beşiktaş - Bursa maçını Hamburg'da Digiturk webtv'den izlemek suretiyle sebebiyet verdiğim olaylar yüzünden Beşiktaş - Gaziantepspor maçını stadyumdan izleme hakkım seyircisiz oynama cezası ile elimden alındı. Bu maç Almanya'da Christmas tatiline denk geldiği için benim ligde takımımı canlı izleme şansım olan az sayıdaki maçtan biriydi. Yeni yasaya göre benim Almanya'dan telefon edip, Beşiktaşlı ve Bursasporlu fanatiklerin bıçaklarını bırakmaları talimatını vermem mi gerekiyor? Federasyonun bu konuda bana karşı yeni yaptırımları olacak mı?

2) Bahsettiğim Gaziantep maçı ligde izleme şansım olan tek maçtı; çünkü Türkiye'de lig fikstürü 10 gün öncesine kadar açıklanmadığı için uygun fiyatla uçak ve otel ayarlayıp Almanya'dan maça gelme şansım yok. Ama ben şiddet eylemlerime devam etmek adına günü ve saati UEFA tarafından iki ay önce belirlenen Beşiktaş - Dynamo Kiev maçına bilet aldım. Bileti alırken de elektronik olanını talep etmeyerek suça meyyal olduğumu hemen belli ettim. Gerçi Biletix'den bilet almak için isim, soy isim, T.C. Kimlik No, kredi kartı gibi bütün bilgilerimi paylaştım ve bileti teslim alırken de zorunlu tutulduğu için kimliğimi gösterdim; ama sanıyorum bilet elektronik olmadığı için bütün bu bilgilerimi federasyondan saklamayı başardım.


3) Beşiktaş - Dynamo Kiev maçında işlediğim bir diğer şiddete yönelik eylem de İstanbul'da aldığım kitap ve dergilerle stada giriş yapma girişimimdi. Gece otobüsle İstanbul'dan ayrılacağım ve Emniyet'in kararıyla Taksim'de otobüs şirketlerine emanet çanta bırakmak yasak olduğu için İstiklal'den aldığım kitapları çantamla stada soktum. Kitap ve dergilerim tam 3 ayrı polis tarafından incelendi ve Ş.Ligi'nin resmi dergisi Champions'ı gören bir polis bana derginin pornografik olup olmadığını sordu. Bütün bu saçmalıklara 10 dakika katlandıktan sonra stada girebildim. Şiddet yasasının ardından Şansal Büyüka Lig Tv'de "Biz bu işi terbiye, eğitim ve kültür ile beceremedik. Dinsizin hakkından imansız gelir" diyerek savundu. Eğer polisin terbiyeli, eğitimli ve kültürlü uygulaması buysa, yeni yasayla gelen "imansız" uygulamayla benim stada girme şansım yok.

4) Suçlarımın en büyüğünü ise sona sakladım. Evet itiraf ediyorum, maça girmeden önce Beşiktaş Çarşısı'nda tavuk külbastının yanına tadını özlediğim için 50 cl'lik Efes bira ısmarladım. Allah'tan maç öncesi stad gişesinde bekleyen tinerci çocuklar "abi bozuklukları ver de maça girelim" diyerek beni tatlı dille gasp ettiler de, ben de kimsenin kafasını yarmadım. Almanya ve İngiltere'de 10'a yakın maça gitmiş birisi olarak, burada bizim maçlara oranla en az 3 kat fazla alkol tüketen taraftarların neden şiddet yaratmadıklarını ise çözebilmiş değilim. "Yoksa şiddetin sebebi alkol değil mi?" sorusunu sorarsam Pandora'nın kutusunu mu açmış olurum?

5) Ben mevcut günahlarımla stada girme şansına zaten sahip değilim; ama stada girmeyi başaranlar artık yerine oturacakmış. Kusura bakmasınlar ama benim gittiğim maçlarda yerimde bir kişi değil, rakiplere söverek kendini maça hazırlayan 50 kişilik bir taraftar grubu oturuyor. Ben bu durumu şikayet ettiğimde güvenlik benim yerimde duran kişinin yerini değiştirip beni adamın 49 arkadaşının arasına mı atacak? Bu durumda devlet bana özel koruma sağlamayı taahhüt ediyor mu? Ayrıca bu durum yalnızca yerimi öğrenebildiğim maçlar için geçerli; çünkü bazen bilet kontrol eden görevliler bileti ortadan ikiye bölerek bana teslim ediyor ve haliyle benim yerimi öğrenmem de mümkün olamıyor.


Bir de ırkçılığa karşı yeni düzenleme getirmişler. Türkiye'nin bir şehrinde doğmayı (ve o şehrin takımında futbol oynamayı)terör örgütü üyesi olmakla eş sayan Bursa taraftarlarına karşı yaptırımda bulunmak için yasada eksik olan neydi acaba? Kanımca "teröre yardım" suçundan yargılanması gereken Bursa taraftarı, "benim ırkçım, senin ırkçın" mantığıyla kollanmadı mı? Aynı takım sezon sonu şampiyon olduğunda kim bu suçu dile getirdi? Aynı taraftar grubu bu yıl İstanbul'da oynanan Beşiktaş maçında bir kez daha, bu sefer Ermenilere karşı ırkçı tezahüratta bulundu gözünüzün önünde ve siz tek cezayı Hamburg'dan maçı izleyen şahsıma kestiniz. Irkçı tezahüratlara olduğu gibi sokakta gün ortası adam bıçaklayanlara da ceza veremediniz.

Ben de oturmuş neler saçmalıyorum. Ermeni olduğu ve fikirlerini gazete çıkararak açıkladığı için öldürülen bir insanın katillerini bulmaktan aciz devlet, stadyumda yapılan tezahüratın peşine mi düşecek? Olsa olsa cinayete karşı "Hepimiz Ermeniyiz" pankartı açanları "Türklüğe hakaret" suçundan içeri alırlar. Ne de olsa yaptıkları yapacaklarının teminatı.

"Endüstriyel futbol ile birlikte taraftar müşteri haline dönüştürülüyor." diyerek isyan ediyordum; ama yanılmışım. Endüstriyel futbolun ağababaları, taraftar hakkında yolunacak kazdan daha ciddi bir görüşe sahip değil. Mevcut durumda bana yeni sezonda maça girmek için devlet tarafından uygulanacak yeni şiddet eylemlerini beklemekten başka bir seçeneğim kalmadı.