27 Aralık 2009 Pazar

Ekmek Arası Doğum Günü

Hayatta hep beklediğimiz ya da istediğimiz şeyler gerçekleşmeyebilir. Zor zamanlarımız da sıkıntılı günlerimiz de olabilir. Belki üst üste kötü olaylar da bulabilir, bizi. Çok önemli bir günümüzü istediğimiz gibi yaşayamayabiliriz, dün gece ki gibi. Fakat bu günleri aşabilmenin ve küçük bir an bile olsa gülümsemenin tek yolu gerçek dostlara sahip olmak, bence. Bu konuda kendimi çok şanslı sayıyorum.
İyi ki doğdun Moist. Nice Yıllara...

Yılın En'leri #3: Spor Ödülleri Adayları


1.Yılın Sporcusu: Usain Bolt


Berlin'de ikamet edenler, 2008 Olimpiyatları öncesinde, bir yıl sonra kentlerinde düzenlenecek olan Dünya Atletizm Şampiyonası'nda doğaya meydan okuyan bir adamla karşılaşacaklarını muhtmelen bilmiyorlardı. 2008 yazında dünyaya ismini ezberleten "thunderbolt", adeta dalga geçerek kırdığı inanılması güç rekorları bu yıl bir kez daha yeniledi ve sporların temeli olan atletizm yarışmalarının yeniden gündeme oturmasını sağladı. Ne kadar iyi olduğundan kuşkulanan varsa, 9.71'le tarihin en iyi üçüncü derecesini yapan; ama bu derecesiyle gümüş madalyada kalan Tyson Gay'e sorabilirler. Bolt'un insanlığın limitlerini hangi noktaya çekeceğini tüm sporseverler olarak heyecanla bekliyoruz. Bu arada hiç bahsetmediğimiz bir "ufak ayrıntı" da bu yıl Bolt'un 200 metre dünya rekorunu da geliştirmiş olması.



2. Yılın spor olayı: Federer'in 15. Grand Slam Şampiyonluğu

Evet, Bolt inanılması güç bir işe imza atarak hem 100 hem de 200 metre dünya rekorlarını kırdı; ama biz bu filmi esas geçen sene gördüğümüzde küçük dilimizi yutmuştuk, bu yıl zaten bir beklenti vardı. Bu nedenle yılın spor olayı adayımı Federer'den yana kullandım. Aslında geçen yılın kabus gibi geçmesinin ardından (kabusun adı da Nadal'dı), bu yıl da Federer için hiç de iyi başlamadı. Mayıs'a kadar turnuva kazanamayan Federer'in 2009 Avusturalya Açık finalinde Nadal'a bir kez daha kaybetmesinin ardından döktüğü gözyaşları ise taraflı tarafsız herkesin yüreğini burktu. (Tabii ben taraflı olduğum için benim yüreğim biraz daha fazla burkulmuştu.) Federer'in gözyaşlarının esas sebebi ise Nadal'a kaybetmekten daha çok "13" rakamında takılı kalmış olmasıydı. Sampras'ın rekor 14 grand slam şampiyonluğu majestelerinin gözünde gittikçe daha fazla büyümeye başlamıştı ki, Nadal'ın inanılmaz 2008 performasına dizlerinin "e yeter be kardeşim" diyerek isyan bayrağını çekmesi sezonun kaderini değiştirdi. Fedex, önce Fransa Açık'ı kariyerinde ilk kez kazanarak rekora ortak oldu, sonra da 2003'de efsanenin başladığı yer olan Wimbledon'da, tüm zamanların en çok grand slam kazanan erkek tenisçisi olarak tarihe geçti.


3. Yılın Takımı: F.C. Barcelona

"Mes que un club" sloganıyla bir klüpten daha çok kendilerini bir kimliğin temsilcisi olarak tanımlayan Barça'lılar, bu sezon uzun yıllar akıllardan çıkmayacak bir perormansa imza attı ve bir sezonda kazanbileceği bütün kupaları kazanmayı başardı. Bu klübü unutulmaz kılan en önemli faktörlerden birisi de hiç kuşkusuz kulübün bütün bu başarıları kulüp politkasına uygun şekilde kazanması oldu. Kulübün saha dışı politikasını altyapı faktörü, saha içi politikasını ise yardımlaşma ve hücumu ön plana çıkaran güzel oyunu benimseme maddeleri belirliyor. Yine de şu an düzülen bütün bu övgüler, Iniesta'nın Londra'da umutlar tükenmek üzereyken attığı gol olmasa rafa kaldırılabilirdi. Artık merak edilen soru, "tüm zamanların en iyi sezonunu geçiren bu takım, acaba gerçekten tüm zamanların en iyi takımı mı?". Bunu ispatlamak için tek yapmaları gereken ise, alıştıkları şekilde kazanmaya devam etmek. (Bu arada resimde Iniesta'nın çizimi çok şeker olmuş, ona da dikkat çekmek istedim.)




4. Yılın Maçı: Federer - Roddick Wimbledon 2009 Final Maçı
Nadal'ın sakatlığı nedeniyle katılamadığı Wimbledon'da bütün gözler bir ay önce Roland Garros'u kariyerinde ilk kez kazanarak bütün Grand Slam turnuvalarını Agassi'den sonra kazanmayı bşaran ilk isim olan Federer'in üzerindeydi. Bu turnuvayı kazandığı takdirde Sampras'ı geride bırakarak tarihin en iyi tenisçisi ünvanına ulaşacaktı. Finalde karşısına dikilen isim ise daha önce yaptıkları 20 maçın 18'ini majestelerine kaybeden, ve aynı Tyson Gay gibi kariyerinde tüm zamanların en iyi ismine tosladığı için bşarı olarak hak ettiğinin altında kalan Andy Roddick'ti. Roddick bu maça çıktığı ilk andan itibaren bütün bu yılların acısını Federer'den çıkarmak istercesine hırslı başladı ve 200 km/saat'lik mükemmel servisleriyle Federer'i oldukça zorladı. Maçın ilk kırılma anı ise 3. setin tie-break oyununda yaşandı. Tie-break'de 6-3 öne geçen ve tam dört set sayısı şansı yakalayan Roddick'e; Federer yalnızca kendisini yapabileceği türden bir geri dönüşle cevap vererek üst üste beş sayı aldı ve oyunu 8-6 kazanarak setlerde 2-1 öne geçti. Roddick bu noktadan sonra da yılmadı ve 4.seti 6-3 kazanarak maçı final setine götürmeyi başardı.
Final setinde yaşanan dramayı anlatmak dahi nefes kesici, zaten setin 16-14 bitmesi çok şeyi anlatmaya yeter. Bu sette ise maçın gerçek kırılma anına şahit olduk. Durum 8-8 iken Roddick, Federer'e karşı iki servis kırma puanı yakaladı, bunlardan birini değerlendirebilseydi Federer'in taç giyme töreni bir başka bahara kalacaktı; ama Federer burada da sinirlerine hakim olarak (ve 50. ace'ini atarak) oyunu çevirdi ve 4 saat 17 dakika sonunda krallığını ilan etmeyi başardı.


5. Yılın Bön Libero'su: Maldonado
Maldonado'nun blogumuzun isim babası olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz herhalde; zira blog için isim aradığımız gece vakitlerinde Akın K. bu ismi önerirken, gözünün önünden geçen isim, yağlı saçlarını atkuyruğu şeklinde toplayan bu Güney Amerikalı'dan başkası olamazdı. Belki de Josico geçmiştir tabi onu bilemeyiz; ama zaten Josico-Maldonado ikilisi Xavi-Iniesta gibi (!) ayrı düşünülemez bir ikili olduğu için bu adaylık biraz da Josico'nun eseri. Transfer günü çektirdiği bu pozda sol elinin havaya kalkan baş parmağı, kendine güvenen karakterinin ve soğuk kanlı oyun yapısının ipuçlarını vermiş zaten. Sen bu ülkeden ayrılsan da biz seni unutmayacağız Maldonado, bu nedenle blogumuzun en prestijli ödülüne seni aday gösteriyorum.

Nice mutlu yıllara


Bugün Emre Aşık'ın sırtında yazan yaşa giren blogumuzun kurucularından moist'u yeni yaşı için tebrik eder, nice yeni yaşlarını bu blogdan kutlamayı temenni ederim. Aslında bugün yeni yaşını ikinci kutlayan isim bendim (ilki zerdüşt'tü); ama kayıtlara da geçsin, bu kahır dolu günün ardından bloga baktığında yüzün gülsün istedim. Merak etme bu günler de geçecek ve geriye dönüp baktığımızda aklımızda yalnızca 21. yaş gününe girerken hep beraber olduğumuz kalacak. Doğum günün tekrar kutlu olsun.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Özgür Katalunya


Biz polis devleti olma yolunda sinyaller verirken, Katalanlar İspanya'dan bir milli takım çıkarmış, bayraklarını gururla sallayarak maça çıkıyorlar. İspanya'nın Francisco Franco zamanından sonra nasıl bir gelişim gösterdiğinin fotoğrafı bu. Çok da değil, 25-30 yıl içerisinde. Memnuniyetsizlikler, haksızlıklar, eleştiriler her zaman olacaktır. Ama bu fotoğrafı takdir etmek lazım. Adamlar sindirmişler bazı şeyleri.

Selçuk Dereli


Hakemler açısından yoğun bir gün olmuş. Önce Cüneyt Çakır'ın UEFA tarafından 1. kategoriye yükseltildiği haberi geldi. Bülent Yıldırım da 2. kategoride olacakmış gelecek yıl.


Şok olan haber ise bir başka başarılı hakemimizin istifa haberi. Selçuk Dereli şahsi web sitesinden istifa ettiğini duyurmuş. Beşiktaşlı olduğu geyikleri dolanırdı zamanında. Ama FIFA kokartlı bir hakemin taraflı maç yöneterek o noktaya erişebileceğine inanmıyorum. Zamanında Beşiktaşlılar'ın ağzı yanmış mıdır kendisinden, onu da iyi hatırlayamıyorum ama bu iddiayı çürütecek bir olay vardır muhakkak.


Kendisi MHK'de dönen olaylardan artık sıkıldı mı, yoksa başka bir sebebi var mı istifanın, ilerleyen günlerde öğreniriz. Yaş yüzünden olduğunu sanmıyorum. En az 2-3 senesi daha vardı. 1 senedir yönettiği maçlara bakacak olursak 4 Beşiktaş maçı yönetmiş. Diğer büyüklerin ise 1'er maçına atanmış. Bana sorarsanız MHK önemli maçlarda çok da fazla yararlanmamış kendisinden.

22 Aralık 2009 Salı

B'il Sabab: King Crimson


Son bir kaç günü hasta olarak geçirdim ve hiç bir şey yapamadım bu zaman zarfında. Az sayıda da olsa önce okurlarımızdan sonra da yazar arkadaşlarımdan özür diliyorum; yalnız bıraktığım için. Fakat Nietzsche'nin de dediği gibi güçlü insan olabilmenin yolu çetin zorlukları aşmaktan geçiyor. Nietzsche bunu hayatı boyunca yaşadığı hastalığından dolayı söylemiş. Büyük düşünürün yakalandığı gibi bir hastalığa yakalanmadım, çok şükür! Ama her hastalandığımda aklıma gelir bu sözler. Neyse yazımın asıl objesi ben, hastalığım ya da Nietzcshe değil King Crimson'dır.

1969 yılında gitarist Robert Fripp ve davulcu Michael Giles tarafından kurulan progressive rock grubudur, King Crimson. Ama grubun albümleri Jazz'dan tutun Experimental Rock'a, Heavy Metal'e ve daha saymadığım pek çok müzik türüne kadar geniş bir müzik yelpazesi barındırmakta. Daha 69 yılında çıkardıkları albümden yani In the Court of The Crimson King'den grubun şimdiki başarısını sezen müzikseverler ve müzik adamları olmuş zaten. Ben de bu albümden Epitaph'i dinlediğim zaman çok etkilenmiştim. Bu albümden sonra birer yıl arayla iki albüm sunuyor grup: In the Wake of Poseidon ve Lizard. Bu iki albüm gruptan önemli isimler gittikten sonra yapılmış olsa da grup tadından hiç bir şey kaybetmeyerek yoluna devam eder...

Bu sene kırkıncı yılını kutlayan grubun ilk üç albümünden bir kaç şarkıyı sizlere önererek King Crimson'la ilgili elimden geldiğince kısa bir şeyler anlatmak istedim. Daha bu grupla ilgili uzun uzadıya konuşacağım; çünkü dinleyenlerin benim yorumlarıma ihtiyacı olmayacak etkilenmek için bu gruptan. O zaman çok daha güzel ve anlamlı olacak diye düşünüyorum, King Crimson'la ilgili bir şeyler yazmak.


1-Epitaph- In the Court of the Crimson King
2- In the Court of the Crimson King-In the Court of the Crimson King
3-Cadence and Cascade- In the Wake of the Poseidon
4-Cirkus-Lizard
5-Lady of Dancing Water-Lizard

Yılın En'leri #2: Popüler Kültür Ödülleri Adayları


1. Yılın Yabancı Filmi: Inglourious Basterds

Öncelikle 2009 yılı değerlendirmesini yaparken göz önüne aldığımız kriterleri açıklayalım. Filmler arasında seçim yaparken 2009 yılında Türkiye'de vizyona giren filmleri değerlendirmeye aldık. Bunun birinci nedeni 2009 tarihli pek çok önemli filmi henüz görme şansı bulamamız (Mesela Cannes 2009'da gösterime giren önemli filmlerin hiç biri Türkiye'de vizyona girmedi, yine Reha Erdem'in Kosmos filmini izleme şansı bulamadık). Bu nedenle 2009 değerlendirmesini bu filmleri gördükten sonra ayrı bir yazıda ele alacağız.

2009'a baktığımızda dünya sineması açısından çok da verimli olmayan bir sezonu geride bıraktığımızı söyleyebiliriz. Hollywood filmlerinin dışında, bu yıl gösterime giren Hunger ve Lat den Ratte Komma in filmlerini de izleyemememin bunda etkisi büyük. Bütün bunları göz önüne alarak, iz bırakan oyunculukları ve Tarantino'nun sinema sevgisini önümüze sunmasıyla Inglourious Basterds filmini yılın filmi adayı olarak belirledim. Her Tarantino filmi gibi akılda kalan sahneleri (açılış sahnesi, barda geçen diyaloglar), muhteşem müzikleri ve kült figürleriyle (Hugo Stiglitz, Bridget von Hammersmark vs.) Inglourious Basterds özellikle benim gibi sinefillerin ağızlarının suyunu akıtmayı başardı ve bu adaylığı da hak etti.




2. Yılın Türk Filmi: Hayat Var

Dünya sineması adına söylediklerimin tam aksini Türk sineması için mutlulukla söyleyebilirim. Derviş Zaim'in Alüvyon Türk Sineması olarak anlattığı yeni kuşak Türk sineması, hem verimli meyveler vermeye hem de yeni isimleri bu alüvyona katmaya devam ediyor. Pek çoğu 2008 Antlaya Altın Portakal Film Festivali'nde gösterilen bu filmler 2009 yılında da izleyiciyle buluştu. Pandora'nın Kutusu, Süt, Pazar: Bir Ticaret Masalı ve Nokta bu festivalden akılda kalan nitelikli filmlerdi. Yine sezonun ikinci yarısında gösterime giren 11'e 10 Kala filmini de anmam gerek.

Bütün bu saydığım filmlerin arasından sıyrılan adayım ise Reha Erdem'in Hayat Var filmi. Yönetmenin üslubunu filmin pek çok karesinde hissettiğimiz, Elit İşcan'ın oyunculuğyla hafızalara kazındığı ve denizde yapılan eşsiz Boğaz çekimleriyle, iki saatlik bir sinema şaheserini izleme şansı bulduğum için başta Reha Erdem olmak üzere emeği geçenlere teşekkürümü bu adaylıkla sunmayı bir borç bilirim.




3. Yılın Albümü: Norah Jones - The Fall

Bu resim, ne mutlu ki, ikinci kez blogda yer alıyor. Bana kalırsa 2009 yılında pek çok kaliteli albüm dinleme olanağı bluduk, Green Day'in 21st century breakdown ve Bat For Lashes'ın Two Suns albümlerini örnek olarak gösterebilirim. Muse ve Editors gibi grupların yeni albümleri ise bu gruplardan dinlemeye alıştığımız tarzların biraz dışına çıkan albümlerdi, onları biraz parçalı bulutlu sevdim, yani bazı şarkıları hoşuma giderken bazılarına ise ısınamadım.

Yine de bütün albümler bir yana, Norah Jones bir yana. Norah'nın albümlerinin içimi ferahlatan tonunu diğer albümlerde çok nadir olarak yakalayabiliyorum. (Zaten bir yıl Radiohead bir yıl Norah Jones albüm yapsa, döngüsel olarak onları aday gösteririm gibi geliyor.) Bu yıl için de en iyi albüm adayım. Albümün detaylı incelemesini yaptığım yazıya buradan ulaşabilirsiniz.






4. Yılın Performansı: Tsilla Chelton - Pandora'nın Kutusu


Yılın performansı ödülü adayım Pandora'nın Kutusu filmindeki performansıyla Tsilla Chelton. Dilini bilmediği bir ülkenin filminde oynamak için gösterdiği cesaret bile takdire şayan; ancak Tsilla Chelton bu role kattığı samimiyet ve ciddi oyunculuğyla harika bir iş çıkarmış. Ninenin inatçı tavrını, anlatmak istediklerini konuşmadan ifade eden Chelton, Yeşim Ustaoğlu'nun bu seçimine olumsuz eleştilerde bulunanlara da en iyi yanıtı performansıyla vermiş. Es geçilmesin diyerek en iyi performansa aday gösterdim.




5. Yılın Klibi: Lily Allen - The Fear

Klibi izlemek için tıklayın.
Lily Allen çok takip etmediğim bir isim olduğu için, benim açımdan ilginç bir seçim oldu; ancak bu video klibin, özellikle de düzenlemesinin (editing) kalitesi bu seçimi getirdi. Bir klibin yönetmeninin kalitesi zaten düzenlemesinden belli olur, düzenlemeden kastım da müziğin ritminin değişim anlarıyla uyumlu olarak çekim açısının veya mesafesinin değişimidir. (Not: Açıklama çok teorik olmuş, ne dediğimi anlamak için videonun -2.10 ile -2.00'ıncı saniyeleri arasındaki bölüme bakabilirsiniz, resim de o bölümden alınma. Hediye kutularının harekete geçtiği an da güzel bir örnek.) Renk uyumu iyi yakalanınca ve ortalarda dolanan güzel bir kız da olunca ortaya fevkalade bir klip çıkmış, yılın klibine adaydır.

Ofsayt Bu Değil!



Trabzonspor'un, santrforsuz ama yine de iyi oynayıp kaybettiği maçtan sonra, sadece bu pozisyon üzerinden başlattığı yaygara bana çok komik geliyor. Ama bu yazı da bir o kadar ilginç. Haklılık payı da bir hayli yüksek.

Hizaya geeeel!

Asker ocağında böyle bir komutverildiği anda herkes kendini toparlar ve hizaya gelirdi. Aziz Yıldırım'ın yaptığı budur. Federasyonu, MHK'yı ve hakemleri hizaya getirdi. Dikkat edin... Yıldırım'ın açıklamalarının ardından oynanan ilk maçta Ankaragücü'nün golü güme gitti... Trabzon'da Hüseyin Fidan, Fenerbahçe'nin beşinci savunmacısı gibi görev yaptı!. Balık hafızalı olmayanlar hatırlayacaktır, Roberto Carlos bu arkadaşın suratına bir pet şişe su boşaltmıştı da, bu kardeşin gıkı çıkmamıştı... Fenerbahçe maçlarında basireti bağlanıyor besbelli. Öyleyse "Biz tarafsızız" diyen MHK'nın, Hüseyin Fidan'ı sıkı takip etmesinde fayda var. Bu arada, her tribünden, birçok okur Bursaspor maçı sonrası yaptığım yorumdan dolayı teşekkür ederken, fanatizmin esiri olan bazı Fenerbahçeliler ise "Neden hakemi eleştirmedin?" noktasından saldırma gayretine girdiler. Alışmışlar kalemşorların yağ çekmesine, hakkaniyetli yorumlar ters geliyor bu dostlara... Sivas, Diyarbakır, Manisa, Bursa, G.Saray, A.Gücü ve Trabzon maçlarında F.Bahçe lehine yapılan hakem hataları gündeme gelince canları sıkılıyor. Yazılmasın istiyorlar. Kusura bakmayacaklar. Biz hakkaniyetli yarış isteyenlerdeniz.

Şapkadan çıkan tavşan

Bilen bilir ama bilmeyen için bir kez daha hatırlatalım. Kasıtlı bir operasyon kokusu almadığım zaman hakem peşine takılmam. O kokuyu alınca ise bin yıllık tarihi bile araştırır, iz sürerim. Ve elbette... Bir başkan meydan okuduktan sonra hakem hataları o takım lehine olmaya başlıyorsa, o noktada art niyet ararım. Yağdanlıklar gibi susmam. Hak ararken de, takım ayırmam. Gün gelir F.Bahçe bir haksızlığa uğrarsa onu da aslanlar gibi savunurum... Her neyse... Bu muhabbet uzar. Çünkü herkes kendine yontuyor.

...


Turgay Demir - FOTOMAÇ

20 Aralık 2009 Pazar

Hayata Dair...


Yalnızız aslında hepimiz çoklukla.Dertleşsek de dostlarımızla, yitirsek de şuurumuzu sevgilinin kollarında yalnızız aslında.

Düşen de biziz, kalkan da;umuda kapılıp hayal kırıklığına uğrayan da.Mutlu olan da biziz,arayıp bir yerlerden hüznü bulan da..

Pişmanlık duyan da biziz,gurur duyan da..Her şey bizde gizli anlayacağınız, seçimlerimizde gizli;yalnızlığımız işte tam da burada.

Yalnızlıktan sığınabileceğimiz tek liman güven bence şu dünyada, ondan da geriye kalana sımsıkı sarılmak lazım.Güvendiğimiz bir dosta, her zaman koşulsuzca, karşılık beklemeden yanımızda olanlara;karşılık beklemeden seven sevgiliye..

Yüreğin derinliklerinde hissedilen güvene duyulan özlemdir en acı, en gerçek yalnızlık bence.Çünkü yalnızlık bile güven duyulan biriyle paylaşılmadıkça anlamsızdır aslında.

Sözü fazla gevelemeden üstadlara bırakıyorum ve yaşamaya dair öğütlerine kulak veriyorum..




Her Şey Sende Gizli

Yerin seni çektiği kadar ağırsın,

Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin, Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun.
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar inansın.
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer;
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret,
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın.
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın,
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak,
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...

Can Yücel

Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Birşey Var

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

Ataol Behramoğlu


Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.

Nazım Hikmet Ran

Yılın En'leri #1: Yaşam Ödülleri Adayları

1. Yılın Havva'sı: Melanie Laurent


Bu kategori için aday gösterirken özellikle bu yıl kariyerinde bir dönüm noktası yaşayan bir ismi seçmek istedim. 20o6'da Fransa'nın Oscarları olarak bilinen Cesar Ödüllerinde "En çok gelecek vaad eden genç oyuncu" ödülünün sahibi olan Melanie Laurent'in kariyerinin dönüm noktası ise şüphesiz QT ile tanışması oldu ve QT'nin post-Uma Thurman projesi olarak hayatımıza girdi. Bu yıl Inglourious Basterds filminde ailesi Naziler tarafından katledilen ve bir sinema salonu sahibesi olan Shosanna karakterine hayat veren Laurent, yeşil gözlerini gören hemcinslerimi kendine hayran bırakmayı başardı. Benim de bu filme birlikte gittiğim arkadaşımla "kızı önce ben gördüm" muhabbeti yapmama sebebiyet vermiştir, tüm bu nedenlerle "Yılın Havva'sı" olmayı hak ettiğini düşünüyorum.






2. Yılın Adem'i: Brad Pitt
İlk seçimde söylediğim kariyer dönüm noktası bu adama uymuyor diye düşünenler olabilir; ama bana kalırsa yanılıyorlar. Özellikle Jesse James rolünden beri Brad Pitt, kendisine önerilen klişe rolleri bir kenara bırakıp daha ciddi roller için de gerçekten iyi bir oyuncu olduğunu ispatlıyor. Ünlü oyuncularla çalışmak yerine kendi yıldızlarını yaratmayı tercih eden Tarantino (bkz. birinci seçim) dahi bu adamın büyüsüne kapılarak, ona Basterds'ın baş rolünü teklif etti. Bu yıl da Benjamin Button ve Aldo Raine rollerinde akılda kalan performanslar sergiledi ve yılın Adem'i adaylığını kazandı.



3. Yılın Dikkat Çeken Başarı Öyküsü: Federer'in 15. Grand Slam Şampiyonluğu


Burada da okurların "e kardeşim spor bölümünü neden açtık o zaman" feryatlarını duyar gibiyim; ama durun açıklayayım. Roger Federer'in kazandığı 15. grand slam şampiyonluğu "tüm zamanların en büyük tenis oyuncusu"nun taç giyme töreniydi. Zaten karşılaştırıldığı tek isim olan Pete Sampras "Roger gelmiş geçmiş en iyi oyuncu" diyerek hakkından feragat etmişti; ancak bu vesileyle 2000'lerin en önemli spor ikonunun krallığı resmileşmiş oldu. Bu yıl için aklıma bundan daha büyük bir onur gelmiyor, Roger Federer (nam-ı diğerFedex) de zaten bu adaylığı fazlasıyla hak ediyor.


4. Yılın Skandalı: İsviçre'nin Referandumla Yeni Minare İnşaatını Yasaklaması



Yalnızca bu yılın skandalı olmakla kalmıyor bu yasak, aynı zamanda gerçek demokrasi ve kapitalist devletlerde hoşgörü kavramlarını da yeniden sorgulattırıyor. Batı'da bugün geçerli olan demokrasi anlayışının getirdiği tek özgürlüğün serbest piyasa politikası olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Kapitalist ülkelerde, yani güçlünün güçsüzü ezmesinin temel kural olarak algılandığı her devlette faşizme de aralık kapı bırakılmış demektir, Avrupa bu aralık kapıyı son yıllarda giderek daha da açıyor. Gerçek bir demokrasiye ulaşabilmek için de güçsüzlerin haklarını koruyan bir sol partiye ihtiyaç vardır, yani Amerika'nın Irak'a götürdüğü sömürü düzeninin gerçek demokrasiyle ilgisi yoktur. Ayrıca bu kararın, ülkemizde "demokrasilerde seçimle gelen her şey meşrudur" anlayışını savunan insanları da yeniden düşünmeye sevk etmesini dilerim. Bana kalırsa yalancı demokrasinin maskesini düşüren bu referandum yılın skandalı olmayı da hak ediyor.



5. Yılın Unutulmayanı: Ahmet Uluçay

Bütün yaşam öyküsüyle sinemaseverleri kendisine hayran bırakan yönetmen Ahmet Uluçay'ı bu yıl kaybettik. "Köyden sinema yönetmeni çıkmaz" diyenlere ve "köylü" kelimesini insanları aşağılamak için kullananlara inat, hayallerinin peşinden koştu ve köyden gelen yönetmen nasıl olurmuş cümle aleme gösterdi. Öncelikli sıfatı köylülükten ziyade yönetmen olmasıydı tabii ki, bu sıfatı elde edebilmek için de karpuz kabuğundan yaptığı gemiye bindi ve engelleri aşarak kıyıya ulaşmayı başardı. Hayal ettiklerinin peşinden koşmaya cesaret edemeyenler veya tembellikten bir arpa boyu yol almayı beceremeyenler, onun yaşam öyküsünü tekrar tekrar okumalılar ki bir daha mazeret üretmeye kalkışmasınlar. Bu yılın unutulmayanı adayım Ahmet Uluçay "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak" filmiyle zaten ölümsüzler arasındaki yerini aldı, ben yalnızca onu bu ödülle bir kez daha anmak istedim.

Hoşçakal Cumartesi



Pazar günlerindeki ruh halimden bahsetmiştim. Öğle sonrası, huzurla geçireceğiniz son tatil saatlerinin habercisi olur. Üzerinize bir miskinlik çöker. Bu miskinliği üzerinizden atmanın hiçbir yolu yoktur. Bu miskinlikten keyif almayı öğrenmeniz gerekir bir şekilde.

Bu kötü hissin çocukluktan gelen bir pazartesi sendromundan kaynaklandığını, ta o zamanlardan zihnime yerleştiğini düşünüyorum. Ama o kadar derinlere kök salmış ki zamanla; bunun işe veya okula gitmeye üşenmekten çok daha öte bir şey olduğunu hissediyorum. Pazar günleri sanki etrafımdaki her şey sessizleşiyor. Sanki kıyamet kopmuş, herkes gitmiş ve gün doğarken bir tek ben kalmışım. Hele bir de kapalı bir hava ve yağmur varsa değmeyin keyfime...

Pazar şarkıları işte tam bu noktada giriyor devreye. O yalnızlık ve sessizlik hissini huzurlu dakikalara dönüştürebilmem için hayaller kurmamı sağlıyor.



Mesela Havana sokaklarında, gün batımına dakikalar kala, aylak aylak yürümek. Belki elimde nefis bir puro. Kulaklarımda Ibrahim Ferrer'in samimi sesiyle hayat bulan bir Buena Vista Social Club şarkısı.



Veya Santorini'de, dünyada görebileceğiniz sayılı gün batımı manzaralarından biri eşliğinde, buz gibi bir bira yudumlamak. Hiçbir şey düşünmeden, sadece güneşi ve denizin sakin kıpırtıları üzerinden size uzanan o ışıltılı koridoru seyretmek.

Ya da en güzeli, benim için mutluluk ve huzur timsali olan bir yerde, Café del Mar'da, dünyanın en yatıştırıcı müziği eşliğinde rengarenk bir kokteyl içmek. Ve bunu yaparken İbiza cennetine sığınmış yüzlerce insanla, aynı sahilde, İbiza'nın en huzurlu ve en güzel noktasında, aynı güneşin aynı yelkeni teğet geçişini, aynı sessizlikle izlemek. Kimsenin çıtını bile çıkarmadığı o sessizliği bozan tek şey, Café Del Mar'ın kendisiyken. Gün birazdan batacak. İnsanlar kısa bir süreliğine odalarına çekilip geceye hazırlanacak. Gece yarısına kadar aylak aylak dolanıp ucuz bira arayacaklar. Ve sonra o günün gece klubüne doğru akın edecekler. Binlerce kişi, aynı devasa mekanda. Alkolle tatlı tatlı dönen başım ve sanki gök mavisi bir açıklığa erişmiş gibi ferahlayan ruhum, sıkıntı nedir, bilmeyecek. Etrafımdaki herşey olağanca kuvvetiyle bağıracak, sanki gün batarken herkes yeni bir dünyaya gelmiş, hep beraberiz. Yağmurlu bir pazar gününe o kadar zıt ki... Saatler süren, huzur veren bir kaos. Ta ki Café Del Mar'da uğurladığımız güneş, bizi odamıza uğurlayana kadar. Bir sonraki nöbet değişimi yine gün batımında, yine Café del Mar'da.

Evet, bu pazarın müziği Café del Mar'dan olmalı. Balear Adaları'nın simgesi olmuş sesi, yöresel ama bir o kadar da evrensel olmayı başarmış zaman içinde. 16 senedir devam eden derlemelerin bu en sonuncusu, dinlediğim anda beni sakinleştirebilecek bir etkiye sahip. 2 CD dolusu 32 şarkı ve hepsi o sahilde içmeyi hayal ettiğim kokteyl kadar yumuşak ve serin.



32 şarkı içinden buraya parça seçmek zor oldu ama "Autumn Leaves / Les Feuilles Mortes" dikkatimi çeken ilk şarkıydı. Bilmeyeni yoktur herhalde. 1945'te kaydedilmiş bir Fransız şarkısı adından da anlayabileceğiniz gibi. 1947'de İngilizce'ye çevrilen şarkının sürekli yeni versiyonları kaydedildi.



Diğer bir şarkı ise "Hear Me." Smooth jazz mi dersiniz, chillout mu, bilemiyorum. Ama anlattığım günbatımı karelerini gözümün önüne getiren bir şarkı. "Sunday rises, Saturday says goodbye." sözleriyle cumartesinin veda edişini çok güzel dramatize ediyor ayrıca.

Yazıyı bitirirken derlemenin listesiyle kapanışı yapayım. Havana'da görüşmek üzere.



CD1

01 - Cécile Bredie - The Autumn Leaves (Les Feuilles Mortes)
02 - Noise Boyz Ft. Io Vita - Declaration Of Love
03 - Roberto Sol & Florito Ft. Martine - Won't Give Up
04 - Ivan Tucakov - Gypsy Love Mix
05 - Andreas Agiannitopoulos - Cause I'm Not Sorry
06 - Clélia Felix - Dancing With The Sun
07 - Ingo Herrmann - Rain Of Love
08 - Bas (Stefano Baldetti) - Aethalia
09 - Aware - En Busca Del Sol
10 - Yuliez Topaz - A Miracle
11 - Son Electrico - Come With Me
12 - Romu Agull - Sueos
13 - Thomas Lemmer - Fatigue
14 - Mark Watson - Long Flight Home
15 - Future Proof - Sea Bird
16 - Elmara - Sky In Your Eyes

CD2

01 - Gary B - Stronger Love
02 - Koru - Hear Me
03 - DaB - You And Me
04 - Valentin Huedo & Atfunk - Stay With Me
05 - Lenny Bizarre - El Viejo Pescador
06 - Alexandre Vögele Ft. Jillene Luce - Inner Music
07 - Alejandro De Pinedo - Hotel Utopia
08 - Ludwig & Stelar - How Does It Feel?
09 - Villablue - On My Mind
10 - Schwartz & Funk - Savannah Sunset
11 - Steen Thrøttrup - If You Were Here Tonight
12 - Soulchillaz - Promised Land
13 - Rue Du Soleil - Atlantis
14 - Jesus Mondejar - Acoustic Feeling
15 - Paul Hardcastle - Don't You Know
16 - Toni Simonen - Terrace

Bönlibero Yılın En'lerini seçiyor


Pek kıymetli yazarlarımız, blogumuzda gelenekselleşmesini umduğum Bönlibero Ödülleri'nin birncisi için kategoriler ve adayları belirlemek üzere ilk yazıyı gönderiyorum. İlk olarak kendi belirlediğim formatı ve kategorileri yazayım, bu noktada gelecek her türlü itiraz ve öneriyi yorumlara bırakabilirsiniz, ona göre kategorileri değiştirebiliriz.


Kategorileri yaşam, popüler kültür (sanat demeye dilim elvermedi, umarım seneye sanat başlığını ekleriz) ve spor isimli üç ana başlık altında topladım.


Yaşam ana başlığının altında Yılın Havva'sı (Yılın ikonu haline gelen kadın), Yılın Adem'i (Yılın ikonu haline gelen erkek), Yılın Dikkat Çeken Başarı Öyküsü (Skandalı yazmışken başarıyı yazmamak olmazdı), Yılın Skandalı ve Yılın Unutulmayanı (bu kategoriyi de yıl içinde kaybettiğimiz bir ismi hatırlatmak adına ekledim) alt başlıkları var.


Popüler kültür ana başlığının altında Yılın Filmi (Türk ve Yabancı olmak üzere iki ayrı dalda), Yılın Dizisi, Yılın Albümü (bu iki kategoride Türk - Yabancı ayrı ödül verilecek mi, bunu tartışalım), Yılın Performansı (açık uçlu bir kategori; aktör, aktris veya bir sanatçının canlı performansını aday gösterebilirsiniz) ve Yılın Klibi ödülleri verilecektir.


Spor ödüllerinde de Yılın Sporcusu, Yılın Spor Olayı, Yılın Takımı, Yılın Maçı ve Yılın Bön Libero'su (veya yılın balonu) ödülleri için adaylarınızı bekliyorum.


Oylamada ise "The weakest link" yarışması modelini öneriyorum. Tabii en kötü olana oy vermeyeceğiz, ama aynı anda kalkan kağıtlarla kazananı belirleyelim. Bir de kendi adayımıza oy vermeyelim ki kısır döngü içine girilmesin.

Bir de adaylarınızı lütfen 31 Aralık Perşembe günü saat 23:59'a kadar bloga ekleyiniz. Late submissions will not be evaluated diyerek 361 ödevi gibi bir hava katalım da herkes tırsarak adaylarını zamanında yollasın. Başta da belittiğim gibi her konuda itiraz ve önerileriniz değerlendirmeye alınacaktır.

19 Aralık 2009 Cumartesi

Galatasaray 1 - 0 Gençlerbirliği: Sonunda Başardık


Haftalardır ayağımıza gelen fırsatı teptik. Sonunda şeytanın bacağını kırdık. 1-0 değil 3-0'lık maçtı. Verilmeyen gollerden bahsetmiyorum. Arda'nın eli doğru. Kewell'ın ofsaytı da doğru ama bir insanoğlu o ofsaytı nasıl o kadar net görür hala anlamış değilim. Hatta Gençler'in sol bekindeki oyuncunun (Hurşut olabilir) sol ayağı Kewell'dan önde mi, hala karar veremedim. O yüzden "Vay bee yan hakeme bak!" yourmlarına güler geçerim. Ya korkudan, ya şansına ya da kasıtlı kalkmış bir bayrak.

İyisiyle kötüsüyle heyecanlı bir maç daha izledik. İkinci yarı biraz kabusa dönüştü ama geneline bakınca oyun gerçekten keyif verdi. Servet'in şişirme damarı tutmadığı anlarda top bizdeydi. Garanti paslarla topa daha çok sahip olmaya baktık hep. Durum böyle olunca ve ileride de bu kadar yaratıcı oyuncular oynayınca ilk yarıda birçok pozisyona girmeyi başardık. İkinci yarıda ise yine bir Galatasaray savunması klasiği izledik. Meftime sebep olacaklar yakında. Antalyaspor maçı sanki hiç oynanmamış gibi bu kadar benzer hatalar yapılmamalı.


Kader Keita... Seni bulana, bonservisini ödeyene, bu takıma getirene şükürler olsun! Ki bu Haldun Üstünel oluyor sanırım. Hatta ve hatta seni doğurana bile şükürler olsun! Ki bu kesinlikle Haldun Üstünel olmuyor :)



Ve Elano. Elano çok sıkıntılı bugünlerde. Kendisiyle dalga geçen "Aziz" gazeteci ve yorumculara, "Lincoln geri gelsin" diyenlere kapak yetiştiremiyormuş. Ben de bu satırlar vesilesiyle kendisine biraz yardım edeyim istedim. Zaman geçtikçe Elano bizi, biz de Elano'yu daha iyi tanıyoruz. "Tries killer balls often."



Arda'nın bu maçtan sonra gözümde hiçbir ayrıcalığı kalmadı. Zihnimin Arda'dan sorumlu bölümü "tabula rasa"dır an itibariyle. Bundan sonra kendine çeki düzen verip vermemesi, ikinci yarıdaki hal ve tavırları benim gözümdeki Arda'yı netleştirecek.

Maç boyunca boşta bekleyip pas atması için tepinip çıldıran Elano'ya pas vermemek için elinden geleni yaptı. Fantastik "Tsubasa" hareketlerine bile kalkıştı. Elano ise inadına Arda'ya ve Arda'nın koşu yoluna harika paslar çıkardı bu tavırlara hiç aldırmadan. Arda'nın Elano'ya verdiği nadir paslardan biri maçın tek golüyle sonuçlandı.

Arda Elano'nun aldığı parayı mı çekemiyor? İsminin büyüklüğünü mü çekemiyor? Futbol adına Elano'dan fazla bir şey yapmış da mı çekemiyor? Arda'nın Elano'yu ve kariyerini kendisininkiyle kıyaslayabilmesi için Elano kadar adam olmayı öğrenmesi lazım her şeyden önce. Arda kendi kişisel kaprislerini bu formanın üstünde tutup Hakan Şükür ve "abiler" kutuplaşmasını yaratacaksa hiç durmasın hemen gitsin. Bizim karnımız doydu artık böyle aptalca gruplaşmalara.


Bu taraftar Kewell'ın sempatikliğine ve içten gülümsemesine kapılıp gitmedi sadece. Klasik deyimiyle "oyunu her an değiştirebilecek" bir adam. Aslan parçası. Kewell sarhoşu olduk Galatasaraylılar olarak. Santrforluğa da ısınıyor gibi. Fiziksel olarak biraz daha kuvvetli olsaymış çok etkili bir forvet olurmuş. Bu arada golden sonra Elano'yla yaptığı sevincin ne anlama geldiğini bilen varsa beri gelsin.


Son satırlar Hollandalı aslanlarımıza rezerve. Sonunda aldıracaksınız bana o atkılardan.

Tamam, hastanızım. Size duyduğum saygı ve hayranlıktan gözüme perde inmiş vaziyette. Ama şu Servet'in kafasına bi' vurun da şu topu "tap" edip şişirmesin artık. Bir de şu ofsayt taktiğini tekrar bir değerlendirsek? Ama yanlış anlamayın, siz iyi böyle derseniz böyle iyidir, hiç itirazım yok :)

Barcelona 2-1 Estudiantes: 6 Kupa Alınır mı be


Barcelona bugün tekrarlanması güç bir rekora imza atarak bir sezonda altıncı kupasını, yani kazanabileceği bütün kupaları kazandı. Bugün alınan kupayı "Barça dünyanın zirvesinde" haberiyle vermek çok anlamlı değil; çünkü Estudiantes bu kupayı kazansaydı da Barcelona'yı tahtından indirmiş olmayacaktı. Yine de üst üste 6 final kazanmak başlı başına büyük bir olay. Aynı zamanda Barcelona'nın müzesinde eksik olan tek kupa Kıtalararası Kupa'ydı, bunu da tamamlamış oldular. Barcelona'yı bu kadar önemli kılan kazandığı kupalar kadar oynadığı sistem ve izlenen kulüp politikaları. Maçın 80 küsürüncü dakikalarında Henry gibi bir dünya yıldızını çıkarıp yerine altyapıdan çıkan Jeffren'i almak yalnızca Barcelona'ya özgü bir harekettir, bu altyapı politikası sayesinde de Barcelona özgüven sahibi oyuncular yetiştiriyor. Şampiyonlar Ligi şampiyonu takıma giren Pedro ve Jeffren gibi oyuncuların yerleşmesi de hiç kolay iş değildir; ancak önünüze bakıp Xavi, Iniesta, Messi, Puyol gibi pek çok örnek yeni gelenlerin takıma rahatça adapte olmalarını sağlıyor. Bütün bunlar ve takımın baş döndüren pas trafiği 2009 model Barcelona'yı şimdiden unutulmazlar arasına soktu.



Yukarıdaki adama özel bir paragraf açmak için nicedir sabırsızlanıyordum, bugüne kısmet oldu. Geçen yıl Türk kökenli olduğuna inandığım İspanyol gazeteciler Guardiola'ya "Messi kafa toplaronda çok etkisiz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?" diye sorduklarında Pep bu münasebetsizleri "Bir gün öyle bir kafa golü atacak ki hepiniz şaşıracaksınız." diyerek yanıtlamıştı. (Kaynak: Champions dergisi Temmuz-Ağustos 2009 sayısı) Nitekim Şampiyonlar Ligi finalinde tahta çıkış seramonisini attığı kafa golüyle taçlandırmıştı. Bugün de göğüs kafesiyle attığı gol ile gol portföyüne bir yeni hareketi daha eklemiş oldu, hem de yine kupayı getiren bir gol attı. Acaba gazeteciler bundan sonra Guardiola'ya "Messi k.çıyla hiç gol atmamış, bu konuda neler söyleyeceksiniz?" diye bir soru yöneltirler mi, yöneltirlerse Guardiola kafa açıklamasına benzer bir açıklama mı yapar, yoksa "Puyol, oğlum bana arabadan levyeyi getir" mi der, orasını bilemiyorum. :)


...Ve tabii ki Pep Guardiola. Pek çok teknik direktörün bütün kariyerinde, Sir Alex Ferguson'un bile bunca yıllık kariyerinde dahi bir kerede kazanamadığı 6 adet kupayı ilk teknik direktörlük sezonunda güle oynaya kazandı. (Yalnız bir senede saçlar fena halde döküldü, belli ki teknik direktörlük kazanırken dahi zor meslek). Ben bu kadar kupayı FM'de kazansam "Ya bu oyunu da çok kolay yapmışlar, Messi'yle sağdan yardırdın mı kazanıyorsun, bundan sonra CM 01-02 oynamaya karar verdim." derim, o da bu akşam yapılan basın toplantısında "Bu teknik direktörlük kolay işmiş canım, bu işi bırakıp Barcelona Teknik Üniversitesi'nde elektronik mühendisliği okumaya karar verdim" diyerek görevi bırakmış olabilir. Öyle bir düşüncesi varsa önce bizim bölüme uğramasını tavsiye ederim, Xavi'den Iniesta'ya giden muhteşem pasları bıyık altı gülümseyerek izlemek kolay, gelsin bizim dersleri alsın da saç nasıl dökülürmüş görsün bakalım.

Guardiola bu sezon Şampiyonalr Ligi tarihinde iki sezon üst üste şampiyon olan ilk teknik direktör olmayı başarabilecek mi? Veya Barcelona herhangi bir turnuvadan ilk ne zaman elencek? Sanıyorum sezonun geri kalanında en çok merak edilen sorular bunlar. Bugün ise tüm dünyadaki bando mızıka takımları Himno del Barça'yı çalmaya başlasınlar. Benim için yapılacak ilk iş ise şeker pembe formamı çekip ilk fırsatta halk arasına katılmak ve bu futbol cümbüşünün parçası olmaktır. "Visca el Barça" diyerek yazıyı noktalayalım.

Beşiktaş 2-3 Bursaspor: Dikkat Kaygan Zemin



Sağanak yağmurun altında oynanan maçta Beşiktaş kaygan zemini göz önüne almayarak üç puan iki oyuncu kaybetti, devre arası da soluklanmak adına basketbolda alınan bir mola gibi yetişti. Öncelikle Rüştü ve Ferrari'nin sakatlıklarını önemsiz kılmsı açısından devre arası önemli; çünkü irikıyım İtalyan delikanlısı Ferrari'nin oynamadığı 15 dakikada bu yıl kolay gol yemeyen Beşiktaş defansının pamuk helva gibi dağıldığını gördük. Önce Ömer Erdoğan'a kaptırılan hava topu, sonra da Ozan İpek'in içine Messi kaçtığına inanmamıza sebebiyet veren çalımları Mustafa Denizli'yi Ekrem Dağ'ın sağ bek olduğu bir defans kurgusu hakkında yeniden düşünmeye itecektir. Yine de sahayı görür görmez "bu maçta her şey olur" dediğim için, dün alınan yenilginin çok da abartılacak bir tarafı olduğunu düşünmüyorum.








Maçın incelemesinde önceliği kazanan taraf olan Bursa'ya ayıralım. Zaten maçı hak eden tarafın, hem oyuncuların futbol oynamayı imkansızlaştıran yağmurda verdikleri mücadele hem de İbrahim Toraman ile Beşiktaş'ın kazandığı haksız penaltıdan dolayı Bursaspor olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Ertuğrul Sağlam'ın da Galatasary'dan sonra Beşiktaş'ı da benzer bir dizilişle mağlup ettikten sonra "4-3-3 böyle oynanır" tarzı bir demeç verme hakkı olduğuna inanıyorum. Ozan İpek - Sercan ve Volkan Şen'den oluşan 3'lü hücum hattı, çok çabuk bir şekilde önce olabildiğine açılarak defansın arasında boşluklar yartıyor, sonra da bu oyncular boşlukardan alabildiğine yararlanıyorlar. (İngilizce "exploit" sözcüğü bu yararlanmanın esas karşılığı, ama biz Türkçe'de sömürmek diye kullanmıyoruz). Defansın ortasındaki Zapo ve İbrahim ile önlerinde oynayan Hüseyin, yalnızca havadan oynamanın mümkün olduğu bu zeminde defanstaki hava hakimiyetini sağlayarak Beşiktaş'ın pozisyonlar bulmasını önlediler. Eğer zirve yarışında ligin sonlarına doğru da bulunabilirlerse, taraftar desteğiyle de birlikte geçen sezonki Sivasspor'dan çok daha ciddi bir şampiyonluk adayı olabilirler.




Maçın en dikkat çeken hikayelerine geçtğimizde iki ismin ön plana çıktığını gördük: Korcan ve Zapo. Genç kalecimiz Korcan'dan başlayalım. Kendisi Fevzi'den sonra altyapıdan çıkarak Beşiktaş kalesini koruyan ilk kaleci oldu. (Bir de Kayseri'de 2006-07 sezonunun 3-0 kaybedilen son maçında oynayan Erdem Köse var; ama onu da benimle anadolu kaplanı'nın dışında yurtta, yavruvatanda ve dış temsilciliklerde hatırlayan kimse yoktur sanırım.) Yediği gollerde hatası yoktu üstüne bir de Sercan ile karşı karşıya kaldığı bir pozisyonda iyi bir kurtarış yaptı, fiziği de kaleci olmaya oldukça müsait. Türkiye Kupası maçlarında da oynarsa kendisini hakkında daha sağlıklı yorumlar yapabilirim.


Zapo ise İnönü'ye en son çıktığında sahada fırdöndü gibi dolanarak şampiyonluk sevinci yaşamıştı, dün akşam son dakikada attığı golle maçın Bursa adına kahraman olurken Beşiktaşlıları da yıktı. Son dakikalarda gelen golün verdiği hüznü ve yağmur altında saatlerce beklemiş olmanın yarattığı terörize ortamı anlayabiliyorum; ancak ne olursa olsun geçen yıl şampiyonluğumuzda önemli rol oynayan, Sergen'in deyimiyle Zapotoçki'nin yuhalanmasını Beşiktaş taraftarına yakıştıramadım.


Dün akşam İnönü'nün zemini Turkcell Harikulade Ligi'ne bir metafor yaparcasına kaygandı. Dikkatli ve konsantre olunmaz ise, bu sezon iç saha ve deplasman maçlarının hemen hepsinde puan kaybı yaşanabilir. İkinci yarıda aynı geçen sezon olduğu gibi hedefine kilitlenmiş bir Beşiktaş izlemeyi arzuluyorum. Umarım ikinci yarıda "yeni transferlerimiz" Delgado ve Holosko takıma gereken isteği ve futbol kalitesini kazandırırlar.

Boruya "püf" de!


Yine bir Maraton klasiği. Erman Toroğlu kendini tutamadı yine dün akşam. Şansal Büyüka ise çaresizce susturmaya çalışıyor hocayı. Bu programları komedi temalı bir talk show olarak izleyince inanılmaz keyif alıyorsunuz! Söyledikleri tribünleri memnun etmez zaten genelde; sinir katsayınızı bir anda artırmaya çok müsaittir. Ama sırf eğlence amaçlı izleyince günlük hayatta kâle almayacağınız bu adamın sokak dili beni çok güldürüyor.

2:40'tan 3:40'a kadar izleyiniz efendim.

"Hocam nolur ya... Yapma ya..."

Stay with us Harry!


Tribünlerimiz, biraz geç de olsa, üzerine düşeni yapacak bu akşam. Normalde pankartların maçtan önce dışarı sızması istenmez ama galatasaraysozluk'de #265025 no'lu girişte "kotu orta da gol getirebilir" link vermiş bu fotoğrafa. Sonuçta dışarı sızdığına göre ben de buraya koymakta bir sakınca görmedim.


Sevildiğini bilsin Harry. Umarım bir nebze de olsa etkili olabiliriz kararını vermesinde.

Aç bakalım evladım, ne varmış televizyonda

İzninizle, son paragraflara kadar hafif bir üslupla saçmalama hakkımı kullanarak açıyorum 'ilk yazım'ı.

Bihter, Behlül, Nihal, eski isimler, yeni elbiseler, ve zamansız mevcudiyetiyle 'aşk' denen şey her hafta üç saatlik dozlar halinde iştahla tüketiliyor. Fark ettiğim şu: Söz konusu diziyle Cannes'da yarışan bir festival filmi arasındaki yegâne ayrılık, dizinin arka plan müzikleri. Zira fonda müzik akıp gitmekte, izleyiciyi dizinin yeknesaklığını fark etmekten alıkoymakta iken, karakterler yalnızca uzun uzun oturuyor, yakın -gerçekten yakın- plan çekimlerde yüz ifadelerinde gözle görülür bir değişiklik olmaksızın yaşamlarına devam ediyor, hiç olmadı canhıraş çığlıklar eşliğinde uzun ve buhranlı sinir krizleri geçiriyorlar. Aşk-ı Memnu, Adem'in çocukları olan biz zavallı ölümlülerin Nahid Sırrı Örik'in demesiyle 'et ve sinir tarafımızı', güzelliği seyretmeye olan ihtiyacımızı tatmin etmeye devam ediyor. O devam ededursun, sanırım şüphesiz hepimiz biliyoruz ki eğitimli üniversite gençleri bu diziden gerçekten nefret ediyor; yalnızca hayatın hazırladığı sayısız elim tesadüfün bir sonucu olarak dizinin bütün bölümlerini izlemiş bulunuyorlar.


Peki eğitimli bir insan televizyonda ne izler? Bu sorunun yanıtı kuşkusuz How I Met Your Mother'la başlayıp Dexter'la devam eden o ışıklı yolda aranmalıdır. Özellikle yurtta yaşıyor olmanın televizyon-insan ilişkisi üzerindeki yıpratıcı etkileri, üniversite gençlerini söz konusu yabancı dizileri hap gibi ardı ardına internetten izlemeye mahkum ediyor; ki bu durum benim içimi gerçekten de hiç açmıyor. 'Dizi' denilen şeyin, ismiyle müsemma, belirli bölümleri arasına bir bekleyiş süresi, bir merak hissi, bir 'arkası yarın' heyecanı katılmadığında, izlenme amacının kaybolduğunu düşünüyor, bu noktada kendimi o eski Dallas'ları, Charlie'nin Melekleri'ni, Küçük Ev'leri ve nicelerini anmaktan alıkoyamıyorum. (Malum, o dönemde henüz yaşamıyor olmama karşın, bu ülkede doğmanın doğal bir getirisi olarak 80'lerin yabancı dizilerine olan özlemi genlerimde yerleşik halde bulunduruyorum.)


Peki Türk dizilerini yine de sevmek, her şeye rağmen bir ümitle sevmek isteyen günümüz genç insanı çareyi hangi türbede, hangi camiin dört duvarı arasında aramalıdır? İşte bu noktada ismi 'Ezel' olan ve hızla kültleşen diziyi anmak lazımdır. Son dönemde rast geldiğiniz bir insan, 'Abi, ben de normalde izlemem ama bu hakkaten iyi' diyorsa, dünyada kendisinden bu şekilde bahsedilebilecek trilyonlarca şey olmasına karşın, o kişi yüzde doksan ihtimalle Ezel'den söz ediyordur. Üzülerek söylemek zorundayım ki, dizide 'gerzekler için felsefe' tadında yapılagelen 'edebi ve derin' sohbetler ve monologlar, kişide 'ağzına zorla sokulan mamayı anında geri püskürten bebek' tepkisi verme isteğini doğuruyor. Ha, bu bir kıyas meselesiyse Ezel'in yeri şu anda zaten birincilikten başkası değildir; fakat birçok kötü işin arasında en iyisi olması, bir işin iyi olduğunun kanıtı olamaz şüphesiz. Tuncel Kurtiz, bir başka meselenin konusudur; onu izlemek de bir başka zevktir, orası ayrı.

Dizi konusunu kapatmadan söylemek gerek: LOST, sevenleri tarafından hala tevekkülle beklenmekte, nice gönül dostu dizinin son sezonlarda düşer gibi yapan temposunu zirveye çıkarıp havai fişeklerle patlayarak biteceğinin hayaliyle uykuya dalarken rüyalarında 4, 8, 15, 16 diye sayıklamaktadır.

Peki ya 'Haberler'? Bu isim artık bir kara mizah timsali, veya 'ironi'nin kusursuz bir tek kelimelik açıklaması olarak sözlüklerde yerini alabilir; zira 'Haberler', halkı haber değeri taşıyan herhangi bir şeyle dünya ahret karşı karşıya getirmemek adına ant içmiş gibi yayına devam etmekte. Ana haber bülteni denilen ve zaten uzunca bir süre evvelden beri amacını ve yolunu unutmuş programlar -eğer gerçek haberleri vermek gibi bir amaç herhangi bir vakit vardı ise-; son dönemlerde parlak renkler ve korku filmi müzikleri eşliğinde verilen ölüm, çatışma, türlü hayvan gripleri ve ayar veren siyasetçi görüntüleriyle, bir epilepsi hastasının korkulu rüyası olmaktan ziyade başka bir şeyi anımsatmıyor bana.


Şahsi kanaatim, dönemin en başarılı programlarını Disko-Medya-Muhabbet Kralları üçlüsünün oluşturduğu yönünde. Muhteşem değiller; ama içinde gerçek çabanın ve özellikle de malumatfuruş köşesinde dişe dokunur mizahın; ve ne olursa olsun 'Fog the system' demeyi seçen bir adamın olduğu programı, en azından bugün burada eleştirmeyeceğim. Okan Bayülgen sevgisinin hele ki üniversiteli gençlerde dogmatik bir kabule dönüşmüş olması, belki başka bir yazının konusu olur. Ama onu da ben yazmayacağım. :)


Acun Ilıcalı, Mehmet Ali Erbil, Seda Sayan, Saba Tümer, ve daha birçok değerli televizyon insanı hâlâ o camın içinde oynarken, evlenenler, yemek yiyenler, ajdar olanlar, şarkı söyleyen on beş yaşındaki seksi küçük kızlar ekrandan bize güzel yüzleriyle gülümsemeye devam ediyor. Onları tabii ki kaçırmadan izliyoruz ve yalvarıyoruz; bizi bu zevk-ü sefadan mahrum bırakmasınlar. İp cambazları, alev yutanlar, halkadan atlayan kaplanlar, cüceler ve devler, iki suratlı acuzeler de yakında sizlere katılacak ve muhteşem sirkimiz Ankara'dan harekete başlayacak.


Neden tüm bunları yazdığım sorusuna cevap vermeyi deneyerek bitireyim. Televizyonu eleştirel gözlerle hiç izlemedim ve onu hep bir afyon gibi keyifle damardan aldım. Zevk duyduklarımı inkar etmedim, kaliteyle karşılaşınca şaşırarak üzerine atladım; ve yalnızca ve yalnızca belgesel izlemedim hayır ama National Geographic'ten daima zevk aldım. :)

Televizyonun fayda ve zararlarını tartışmak değil de istediğim, aşikar olan bir şey var. O camın içinde dönen türlü renk ve insan hayaletleri bir büyü gibi kendine çekip yapıştırıyor insanı, ve o hayaletler yer, içer, sevişir, evlenir, hatta cinayet işler ve ölürken, ben tüm bu eylemlerin karşısında eylemsizliğin son haddinde oturuyorum. Televizyon açık ve ses gümbürdüyorken insan farkına varmıyor olsa gerek; fakat televizyonu kapattığımda karşımda onca cümbüşten kalanın yalnızca beyaz bir ekran olmasına hâlâ şaşırıyorum. Bir başka deyişle, bir tuşa basmakla etrafımdaki herkesi yok edebiliyorum. Güzel, değil mi?

İnternet de girince şimdi işin içine, -şimdi dediğim bi on beş yıl oluyor- arada bir pencereyi açıp salgın bir hastalığın herkesi kırdığı gelecekteki dünyada yaşıyormuşum gibi, 'İnsanlar nerede?!' diye bağırasım geliyor.


Korkarım bir gün elektrikler kesilecek, ve aynı anda hepimiz, fişten çekilir gibi, huzurla öleceğiz.





Not: Sevgili Yaz Helvası, konsepte uymadı, julia'nın sırrı bana kaldı. Belki böylesi daha güzel oldu:)

18 Aralık 2009 Cuma

UEFA Avrupa Ligi: Atlético Madrid - Galatasaray


Kuralar çekilirken totem yapamadık, ondan oldu kesin. Zor kura. Liverpool'la beraber bize gelmesin dediğim iki takımdan biriydi.

Son yıllarda çok göze batan bir başarıları yok. Ama futbolcuları bireysel olarak çok büyük isimler haline geldi. Forlán kötü bir ManU tecrübesinin ardından Villareal'le çıkışa geçti. Atlético Madrid'de Avrupa'nın en kaliteli forvetlerinden biri oldu. Agüero Messi ile birlikte bir Arjantin efsanesi olma yolunda. Maxi Rodríguez ve Simão Espanyol ve Benfica'dan transfer edildikten sonra Atlético Madrid'de şöhretlerine şöhret katan isimlerden. Zaten bu kuraya zor denilmesinin sebebi büyük ölçüde bu dört oyuncu.

Böyle parlak bir hücum hattına rağmen İspanya'daki 14 maçtan 13 puan çıkarabilmiş Atlético Madrid ve -6 averaja sahip. Düşme hattının 1 puan üzerinde. A.Madrid ile aramızdaki benzerliklere buradan gireyim; biz de İspanya liginde oynasak çok farklı bir durumda olmazdık herhalde. A.Madrid'in defans hattı aynı bizimki gibi çok problemli. Maçlar hemen oynansa bol gollü bitebilir derdim. Ama Şubat'a kadar kim öle kim kala... A.Madrid gibi biz de çok kaliteli bir hücum hattına sahibiz. Kewell, Keita ve Baros A.Madrid savunmasına problem olabilecek kaliteye fazlasıyla sahip. Elano iyice form tutarsa ve geçen sene Lincoln'ün Baros'a yaptığı servislerin benzerlerini yapmaya başlarsa Avrupa'nın çoğu takımının başını ağrıtır bu hücum hattı.



Yanlız şöyle bir karşılaştırma yapmakta fayda var -ayaklarımız da yere basmalı sonuçta. Hücum hattını karşılaştıralım: Forlán, Agüero, Maxi Rodríguez ve Simão'ya karşılık Kewell, Keita, Baros ve Elano/Arda. A.Madrid'in bariz bir üstünlüğü var.

Savunmaya bakalım şimdi de: Antonio Lopez, Tomas Ujfalusi, Pablo Ibanez, Perea'ya karşılık H.Balta, E.Aşık/G.Zan, Servet, Sabri. Stoper olarak bizden daha iyi oyunculara sahip oldukları bir gerçek. Ama beklerde sanki biraz daha önce çıkıyoruz biz. Aslında A.Madrid'in kesin bir defans dörtlüsü de yok. Sürekli değişen alternatif yerlerde oynayabilen defans oyuncuları var. Heitinga'nın gidişiyle büyük bir darbe yediler savunma anlamında. En kaliteli savunmacıları Baros'un vatandaşı Ujfalusi ve zaman zaman İspanya kadrosunda da yer bulan Pablo Ibanez. Bu sezon sık sık dakika alan diğer stoperleri ise Juanito. Ayrıca Perea Ujfalusi gibi hem sağ bek hem stoper olarak oynayabilen bir oyuncu.

Bu iki karşılaştırmanın ikisinde de A.Madrid öne çıkıyor. Ama daha kuralar bile çekilmeden yaptığımız kahvaltı sohbetinde Yaz Helvası, olası A.Madrid kurasıyla ilgili "Bu işler PES'e benzemez, elersiniz." demişti. Bireysel olarak bu kadar öne çıkmalarına karşın hem Şampiyonlar Ligi'ndeki hem de İspanya Ligi'ndeki performanslarıyla, takım olarak büyük sorunlar yaşadıkları ortada. Son dönemlerde biz de problemler yaşasak da Avrupa maçlarında bu yönümüzün A.Madrid'e göre daha ağır bastığını düşünüyorum.

Tabii maçın taaa 18 Şubat'ta olduğunu tekrar hatırlatmak lazım. O zamana kadar çok şey değişebilir. Hatta maçtan bile önce bu iki takım Avrupa'daki transfer piyasasında yeni savunmacılar almak için karşı karşıya gelebilir. Ayrıca Forlán'ın R.Madrid'e transferinin dedikoduları dönüyormuş İspanya'da. Agüero'nun daha büyük bir takıma gideceği de uzun zamandır konuşuluyor. Böyle büyük transferler devre arasında çok sık görülmez aslında ama A.Madrid tüm hedeflerinden ilk yarıda koparsa bu oyuncular da gidebilir.



Biraz da işin "futbol geyikleri" tarafına bakalım. Leo Franco'nun eski takımına karşı oynayacak olması, Rijkaard'ın bir İspanyol takımına karşı mücadele edecek olması İspanya'da "Leo ve Frank İspanya'ya dönüyor" geyikleri dönmesine sebep olmuş. Başka ilginç bir not da Enrique "Quique" Sánchez Flores. Karizmasından mıdır, Quique lakabından mıdır, bilemiyorum ama bana sempatik gelen bir teknik direktör. Geçen sene Benfica'nın başında bize karşı mücadele etmişti ve hem oyunumuzla hem de skorla fena yapmıştık kendisini. Benfica da ayrı ayrı baktığımızda çok kaliteli isimlerden kurulu bir takım. Ama bir bütün olarak bizden daha kötülerdi. Bu sene Quique'nin daha iyi bir takımı var ve bu sefer ibre bizden yana değil, tam ortada. Bu maçı Şubat başında daha sağlıklı bir şekilde değerlendirmek lazım.

Haftanın Notları #5


Henüz ilk yazılarımdan birinde de belirttiğim gibi bu blogda politikanın mümkün olduğunca az konuşulmasından yanayım; ama ülkemizde o kadar acı verici olaylar oluyor ki haftanın notları isimli bir yazı yazarken yaşanan adaletsizliklere değinmemeye vicdanım elvermiyor. Dün tekel işçilerinin "haklarını aramak" gibi sermayedarların kabul edemeyeceği bir "provokasyon"a imza atmalarının ardından polisin uyguladığı hunharca saldırıya şahit olduk. Bugün de gaz ölçüm cihazı almayarak 19 işçinin ölümüne sebebiyet veren maden ocağı sahibinin yargı önüne çıkmasına dahi gerek duyulmadan bu zat serbest bırakıldı. Bir kez daha yazayım, bu olayların önüne geçebilmek için bütün sendikaların ve meslek örgütlerinin ortak bir hareketle haklarını talep etmeleri gerekir. Bugün hakları ellerinden alınmak istenen insanların direnişine destek vermek için bütün meslek örgütleri ve sendikaların ortak hareket etmeleri zorunludur. Bunu açıklamak için Ahmet Taner Kışlalı'nın Siyasal Sistemler isimli kitabından bir alıntı yapalım:


"Çoğulcu bir demokraside para işveren için ne ise, örgüt de işçi için odur. Sağlıklı bir güç dengesinin oluşabilmesi, iki tarafın da elindeki mücadele aracını eşit koşullarda kullanmasına bağlıdır. Paranın siyasal amaçlarla kullanılmasına kapıları açarken, örgütlenmeye sınırlar getirirseniz, denge bozulur. Servet sahipleri siyasal yaşamda ağır basmaya başlarlar. Çıkarlarını ve görüşlerini savunamayan toplum kesimleri ise bunalıma itilmiş olur. Toplum çalkantılara gebe hale gelir."




Haftanın notlarında ikinci sırayı açıklanan Altın Küre adaylıkları alıyor. Filmlerin pek çoğunu izleme şansı bulamadığım için yorum yapamıyorum, Inglourious Basterds'ı listede gördüğüm için sevindiğimi söyleyebilirim. En iyi film ve en iyi oyuncu ödüllerine baktığımda bu yıl George Clooney'nin yılı olacakmış gibi bir izlenime kapıldım; ancak büyük usta Morgan Freeman, kankası Clint Eastwood'un yönettiği Invictus filmindeki Mandela performansıyla şovu Clooney'den çalan isim olabilir. Ayrıca geçen yıl The Reader ve Revolutionary Road filmlerindeki performanslarıyla en iyi kadın oyuncu ve en iyi yardımcı kadın oyuncu ödüllerine layık görülen dönemin en iyi kadın oyuncularından (bence bu unvanı Cate Blanchett ile paylaşır) Kate Winslet'ı anmak istedim; zira bu yıl kadın oyuncu adaylıklarında Helen Mirren dışında güçlü bir isme rastlayamadım, yeni çıkan isimlerin performanslarını da merak ettim açıkçası. Yabancı film adaylıklarının güçlü isimleri ise Cannes Film Festivali'nde gösterilen Das Weisse Band (Haneke), Los Abrazos Rotos (Almodovar) ve Un Prophete (Audiard) filmleri.


Gerçi bu hafta gerçekleşen bir olay değil, bu transfer Philadelphia'yı dipten kurtarmaya da yetmedi. Yine de Iverson'ın Philly'e dönüşü son günlerde duyduğum en güzel haberlerden biriydi. MVP ödülü ve sayı krallıklarıyla dolu Philadelphia kariyerine bir de NBA finali sığdıran; ancak Shaq'e toslayan The Answer, 76ers'dan ayrıldıktan sonra bir türlü parkelerde huzur bulamadı. Onu bir efsane haline getiren ise kazandığı ödüllerden bağımsız olarak NBA'de yarattığı değişim elbette. Uzun şortlar, cornrows saçlar ve taktığı kolluk ve bilekliklerle bir hip-hop ikonu haline gelen Iverson, günümüzün süper yıldızlarının pek çoğunun imajlarını da etkilemiş durumda. Bu yıl onun çaylak sezonu olan 96 yılında giyilen formalara çok benzeyen bir dizayna sahip olan Sixers formasıyla Wachovia Center'a çıktığı ilk maçta da sahanın ortasındaki amblemi öperek minnet duygusunu gösterdi.