30 Eylül 2011 Cuma

Anadolu - Ahmed Arif



Beşikler vermişim Nuh'a,
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?

Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher - sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah, ne sultan
Göçüp gitmişler gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?

Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlunu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı,
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun?

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile.
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim.
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?

Nuri Bilge Ceylan'ın filminden yola çıkarak Anadolu üzerine bir iki söz etme cesaretini göstermişken; blogda bana destek olması için  fazlaca anlamı az söze sığdırmasını bilen Ahmed Arif'e yer vermenin uygun olacağını düşündüm. Konuyla alakasız ama benimle alakalı olarak; daha önce de blogda belirttiğim gibi, bu şiirin son satırının Beşiktaş tribünlerinin en sevilen tezahüratına hayat verdiğini tekrar belirteyim.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Bir Zamanlar Anadolu'da


Boş arazide bulduğu kavunları evine götürmek için onları bir cesedin yanına koymaktan çekinmeyen Arap karakteri, doktora şöyle sesleniyor : “Anlatırsın doktor, bir zamanlar Anadolu’da diye”. İşini kayıtsızca yapan, karısından ayrıldıktan sonra hayatına yeni bir yön çizemeyen ve Anadolu’da yağmurların varlığı ile kendi varlığı arasındaki zaman farkının bunalıma sürüklediği Doktor’un taşra günlerinden “anlatmaya değer” bir hikaye, belki de yegane hikaye. Nuri Bilge Ceylan’ın son filminde; Doktor Cemal’in savcı, komiser, jandarma gibi bürokratlardan oluşan heyet ve cinayet zanlısı ile cinayete kurban giden bir adamın cesedini aradığı bir güne tanıklık ediyoruz.

Bir Zamanlar Anadolu’da filmine dair notlara geçmeden önce, filmin ismi üzerine biraz kafa yoralım. Bildiğiniz gibi, adı “Bir zamanlar (Once upon a time)” kalıbıyla başlayan ve sinema tarihine geçmiş iki önemli film var: Bir Zamanlar Batı’da (Once upon a Time in the West) ve Bir Zamanlar Amerika’da (Once upon a Time in America). Bu filmlerden ilkinde Batı, kovboylar çağında altın arayanların umudu olan Amerikan topraklarını simgeliyor. Hikayesi New York’da geçen ikinci filmde ise, bu büyük metropol ABD’nin ve onun sunduğu özgürlük hayallerinin sembolü haline geldiği için bu isimde karar kılınmış. Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminin isminde Anadolu, bir taşra kenti olan Kırıkkale’yi anlatmak adına, algımıza uygun biçimde kullanılmış.

İsim algımıza uygun olabilir; ancak dünyanın en eski yerleşim yerlerinden birisi olan, tarih boyunca görkemli uygarlıklara ev sahipliği yapmış, dünyanın zengin kültür birikimine sahip bölgelerinden biri olan Anadolu’yu yurt edinen bizlerin algısında Anadolu’nun, bir çıkışsızlık hissiyatı ile betimlenen taşra ile özdeşleşmesi size de can sıkıcı gelmiyor mu? Bunu bir Nuri Bilge Ceylan eleştirisi olarak okumayın; zira Nuri Bilge Ceylan başta da belirttiğim gibi, “Anadolu takımı” gibi kalıplarda kendini belli eden bir algıyı kullanıyor. Yine de, Anadolu’yu sahiplenmeye dair problemler içeren bu algının değiştirilmesi gerektiğine inandığım için bu konuya bir paragraf ayırmak istedim.


Filme geri dönecek olursak, ilk olarak filmi diğer Nuri Bilge Ceylan filmleriyle karşılaştırarak başlamak faydalı olacaktır. Genel görüş, Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun filminin ardından, başkalarının hikayelerine ilgi duyarak yeni bir yola girdiği yönünde. Bu görüşe katılmakla birlikte, eğer arada bir geçiş varsa dahi bunun oldukça girift olduğunu düşünenlerdenim. Film, kimlik olarak Nuri Bilge Ceylan’a benzeyen bir karakter içermiyor (ki doktorun varlığında bu da tartışılabilir) veya Nuri Bilge Ceylan’ın başından geçen ya da geçmesi muhtemel bir olaya odaklanmıyor olsa da, aşağıda bahsedeceklerim, Nuri Bilge Ceylan’ın önceki filmlerinin de genel konularıydı.

Kendi hayatına merak duymayan doktorun, savcı Nusret’in anlattığı hikayeye (belki de mesleğinin getirdiği bir alışkanlıktan dolayı)duyduğu merak, savcının kendini korumak adına üstünü kapatmayı tercih ettiği bir olayın iç yüzünün aydınlanmasını sağlayacak. Savcının, karısının bebeğini doğurduktan hemen sonra öleceğini önceden bildiğini anlatarak karısının hikayesini mitleştirmeye çalışmasında gördüğümüz kaderciliğin bir örneği de, komiser Naci’nin -muhtemelen- ölümcül bir hastalığa tutulmuş olan oğluna dair hissettiklerinde görüyoruz. Karısının “Neden biz?” yakarışlarını Allah’a karşı çıkmak olarak gördüğü için ayıplayan Naci’nin bu büyük sorunu kabullenebilmesinde kaderci yaklaşımının önemli bir yeri var. Biri kentli, öteki taşralı iki memurun arasında eğitimin getirdiği bir hiyerarşi farkı olsa, Anadolu’nun egemen kültürü içinde mitlerin ve kaderciliğin taşra-kent farkı olmaksızın önemli yer tuttuğunu görüyoruz.

Kadercilik yönünden bir anlamda benzeşen kent ve taşranın arasındaki gerilim ise, Nuri Bilge Ceylan’ın taşra üçlemesi olarak geçen (Mehmet Emin Toprak üçlemesi de denebilir) ilk dönem filmlerindeki gibi hikayenin merkezinde yer alıyor. Altyazı dergisinin Ekim 2008 sayısına verdiği röportajda “İktidarın da, gücün de hiyerarşik bir yapısı var” diyen ve Üç Maymun’da bu hiyerarşiyi politikacı, baba ve çaycı karakterleriyle açıklamaya girişen Nuri Bilge Ceylan, bu sefer gücün hiyerarşik yapısını daha fazla karakter üzerinden tanıtıyor. Kentli memurlar ve taşralı memurlar arasındaki hiyerarşi, başlangıçta savcı Nusret ve komiser Naci’nin diyaloglarında görülüyor. Cesedin uzunca bir süre bulunamamasının ardından savcı komiseri “Sana güvendik bizi buralara kadar getirdin” diye paylarken, komiser durumu “Savcı sigarasını da içer, fırçasını da atar; çünkü tahsil görmüş” diyerek kabulleniyor. O da kendi gücünün yettiği zanlı ve kürekçileri paylamaktan geri durmuyor. Taşralı memurlar Arap ile Tevfik birbirlerini çekemezken, köy muhtarı ve hastane çalışanı, kentli iktidar sahipleri savcı ve doktora ilettikleri garip isteklerle bir anlamda onların iktidar sahibi olarak rüştlerini ispat etmelerini bekliyorlar. Karakterlerden uzunca bahsetmişken, baş rollerdeki komiser, savcı ve doktordan ufak rollerdeki muhtara kadar bütün isimlerden inandırıcı performanslar gördüğümüzü ve haliyle bu performansların filme çok şey kattığını ekleyelim.


Filme dair değinmeden geçemeyeceğimiz bir diğer konu ise erkek egemen toplum ve kadın ilişkisi. Gerek taşralı gerekse kentli bütün iktidar sahiplerinin erkek olduğu bu hikayede, kadın kimliğini beş ayrı konuda görüyoruz. Hikayenin merkezinde bir kadın mevzusu yüzünden işlendiğini öğrendiğimiz bir cinayet var. Kendisini göremediğimiz; ama telefonda sesini duyduğumuz Naci’nin karısı, Naci’yi yıldıran telefon konuşmasında stereotip kadın imajı çiziyor. Naci’nin “ortada bir suç varsa, mutlaka kadın ile bir ilişkisi vardır” anlamına gelen söylemi ise, kadınların taşralı erkek dünyasında nasıl göründüğünü açıklıyor. Nuri Bilge Ceylan, daha önce bahsettiğim altyazı röportajında bu durumu: “Sanırım erkeklerin çoğunda, kadın ruhuna egzotik ve anlaşılmaz yaftası vererek yaklaşma eğilimi fazladır” diyerek açıklıyor. Bu anlaşılmaz gelme veya anlamaya üşenme halinin en önemli örneğini savcı ve karısının hikayesinde görüyoruz. Doktorun hikayesini tam olarak bilmesek de, onda da boşanmaya dair benzer bir anlamamazlık hali hakim.

Muhtar’ın güzel kızının çay dağıtmak için kapıdan içeriye girişi ise, herkesin geçmişindeki hikayeler ile hesaplaştığı bir an yaşamasına neden oluyor ve bir anlamda kadına dair hikayeleri birleştiriyor. Güzellik kadın kimliğini, kadın kimliği de erkeklerde bu algıyı oluşturan hikayeleri çağrıştırıyor. Kural koyucu, karar verici olarak yetişen erkeğin; kararlarını vicdanıyla sorgulamasına neden oluyor kadın ve perdede çok az görünmesine karşın, erkeklerin hayatının belirleyici bir unsuru olduğunu bize hatırlatıyor.

Filmin finalindeki otopsi sahnesinde; taşra-kent geriliminin, bir anlamda taşra hikayelerinin yok sayılmasının en belirgin örneği yaşanıyor. Otopsinin gerekliliğini, savcının karısının ölüm hikayesinde vurgulayan doktor, otopsi sırası cinayet maktulüne geldiğinde bulgulara karşı kayıtsız davranıyor. Otopsiyi yapan hastane memurunun akciğerden toprak parçaları çıkmasına dikkat çekmesi üzerine “o, öyle bir şey değil” diyerek geçiştiren doktorun üç maymunu oynaması, kendi alanına müdahale ettiğini düşünen memura iktidar hiyerarşisini hatırlatma çabası olduğu kadar, şehrin sıradanlığından ötürü sıradanlaşması gereken bir cinayeti hak ettiği yerin ötesine koymama olarak da görülebilir. Her iki durumda da filmden, domuz bağıyla bağlanıp canlı olarak toprağa gömülen bir adamın hikayesine böylesine kayıtsız kalan toplumun (belki toplum kelimesi fazla kapsayıcı; çünkü NBC’nin filmlerini kentliler için çektiğini ve yalnızca bu kesimi sorguladığını eklemek gerekir), yaşananların üstünü kapatmamak için bir otopsiye ihtiyacı olduğu sonucu çıkıyor.

Kaynak: Altyazı aylık sinema dergisi, 77. sayı

20 Eylül 2011 Salı

FC United vs Türk Futbolu

FC United of Manchester kulübünün hikayesi malum… Futbol denen oyunu seven, bu oyunun içine her geçen gün yeni kirli paraların ve ilişkilerin girmesinden rahatsız olan ve ruhu birçok yerde kaybettirilen ya da kaybedilmek üzere olan bu futbol çarkının içinde, ruhlarını ve benliklerini korumaya çalışan, bu oyunun asıl sahiplerinin, taraftarların kurduğu bir takım… Neden yıllardır gönülden destekledikleri dünyanın en büyük ve zengin takımı Manchester United’a küsüp 2005 yılında FC United’ı kurduklarının hikayesini kendilerinden okuyabilirsiniz: http://www.fc-utd.co.uk/history.php
Konuyla ilgili onlarca yazıyı birçok Türk futbolseverin blogunda ya da bazı köşe yazılarında bulmak da mümkün, o yüzden bilinen benzer hikayelere az değinmeye çalışarak geçtiğimiz cumartesi günü FA Cup 1. ön eleme turunda (bildiğimiz 1. tura gelebilmek için 4 tane ön eleme turu oynanıyor) Woodley Sports ile oynadıkları maçtaki 1109 biletli seyircinin (seyirciden kastım “çekirdekçi tayfa” değil, 1 dakika bile yerlerine oturmayan ve susmayan bir topluluk) arasındaki biri olarak gözlemlerimi ve naçizane fikirlerimi paylaşmak istedim. Uzun zamandır yazamadığım bu blogun sahibi St. Pauli hayranı dostumun da, Mayıs 2010’da Almanya’da St. Pauli’nin 100. kuruluş yılı etkinliklerinde St. Pauli All Stars takımıyla maç yapan bu isyankar Manchesterlılara sempati duyduğunu tahmin ediyorum.

Her şeyden önce, bu adamların tek derdinin ve FC United’ı kurmalarının tek nedeninin Glazer olmadığını söylemek gerek. Yukarıda verdiğim linkten özetlemem gerekirse, kendilerini böyle bir devrim yapmaya iten sebep tabii ki Glazer’ın Manchester United’ı satın alması ve devamındaki uygulamaları. Ama yan sebepler göz ardı edilirse, bu adamların ne yapmaya çalıştığı doğru yorumlanamaz ve yaptıklarına hayranlık duymak yerine tepkilerini neden daha az radikal yollarla göstermedikleri sorgulanmaya başlanır diye düşünüyorum. Gerçi her zaman bunu sorgulayanlar ve anlamayanlar olacaktır ve bu da gayet doğaldır. Konumuzla oldukça yakından alakalı ‘Looking For Eric’ filmindeki bir sahnede Manchester Unitedlı bir taraftarın FC Unitedlıya söylediği gibi;Karını değiştirebilirsin, politik görüşünü değiştirebilirsin, dinini değiştirebilirsin ama asla ve asla tuttuğun takımı değiştiremezsin.” FC’lilerin mabetleri Old Trafford’dan ayrılıp, trenle yarım saat mesafedeki Bury’deki bir stadı yeni mabet belledikleri (şimdilik demek gerekiyor; çünkü yeni stad inşa etme planları var) bu devrim hareketinin nedenleri arasında bilet fiyatlarının aşırı pahalılığı, stada gelen ‘seyirci’lerdeki destek ve ‘ruh’ eksikliği, maç saatlerinin yayıncı kuruluşun çıkarlarına göre değiştirilmesi, takımla ve futbolcularla olan iletişim kopukluğu gibi endüstriyel futbol ögeleri ve bunların ana kaynağı olan para ve rant var. Bu nedenle, tamamen demokratik bir düzende ilerleyen, üyeliğin çok ucuz olduğu, her üyenin kulübün doğrudan bir parçası ve alınacak kararlarda eşit oy vermeye hak sahibi olduğu, futbol dışı bir sürü gönüllü projelerde çalışan, bağışlarla desteklenen, futbolcuları gerçekten komik maaşlara oynayan ve sahada ayaklı reklam panoları gibi dolaşmayan, tribünlerinde ayakta maç seyredilebilen, futbolun ruhunu kaybetmemiş adamların desteklediği, kar amacı gütmeyen bu modern futbol karşıtı kulüp kurulmuş ve yaşatılıyor. Sanırım hiçbir zaman bu seçilen yöntemin doğru olup olmadığı tartışması bitmeyecek; fakat bu tartışmalar olurken de tek dileğim şu an İngiltere’de 7. küme denebilecek bir ligde oynayan ve geçen sezon FA Cup’ta 3. tura kadar yükselme başarısı göstermiş bu takımı Premier Ligde izlemek. Şimdi gelelim cumartesi günü oynanan 1. ön eleme turundaki Woodley Sports maçına…

Manchester’daki bir arkadaşımla beraber Fenerbahçe ve Galatasaray formalarımızı giyip, maç sabahı trene atlayıp Bury’nin yolunu tuttuk. Premier Lig’in (TV’de izlediğimiz maçlardan aşina olduğumuz) klasik güneşli ama sağanak yağmurlu bir öğlen maçı atmosferini yakaladığımız Gigg Lane stadında şaşırtıcı derecede yüksek genç ve çocuk nüfusu ile 1000 civarında FC United taraftarı mevcuttu. 90 dakika boyunca bir kere susmadılar, hakemleri baskı altına aldılar, genç-yaşlı FC’lilerin büyük bir bölümü yerlerine bile oturmadı… 90+’da yediğimiz golle maçın 1-1 bitmesi ve turun bugün oynanacak rövanş maçına kalması biraz can sıkıcı olduysa da, bir futbolsever için yaşanabilecek en güzel tecrübelerden ve en keyifli 90 dakikalardan birinde bulunduğumuz için mutluyduk. FC United atkılarımızı sardık, yağmur altında 15 dakikalık bir yürüyüşün ardından istasyona vardık ve ardından da metroda tanıştığımız genç bir FC taraftarıyla futbol sohbeti yapa yapa Manchester’a döndük.

Kısaca söylemek gerekirse, bu insanların neden taraftar olarak ruhlarının kaybettirilmeye çalışıldığını hissettiklerini ve taraftar profilleri ile benliklerinin değişiyor olmasına neden sinirlendiklerini anlamak zor olmadı. Daha önceden bildiğim hikayelerinin yanı sıra, o gün stadda gördüğüm tutkulu taraftarlar ve bu oyunda yanlış giden şeylerin farkında olup bunu değiştirmeye ve en azından kendi dünyalarını bu düzenden temizlemeye çalışan insanlar; kendilerine olan sempatimi ve hayranlığımı da katlanarak arttırdı. Çünkü Manchester United’dan kopmalarına sebep olarak gösterdikleri her ne sorun varsa, hepsinin çözümünü kendi aralarında tartışıp, demokratik bir şekilde kararlaştırıp bunu hayata dökmek ve bütün bu mücadeleyi de dünyadaki en popüler, büyük ve nereden geldiği belirsiz paralarının dönmeye başladığı kirli bir sektörün 1 numaralı kulübü özelinde, bu sistemin en güçlü karnına karşı vermek; yürek, sabır, gerçek bağlılık ve tutku isteyen ve hayranlık duyulası bir iş.

Ülkemizde son 2.5 ayda yaşanan olayları göz önüne alalım… FC’nin karşı durduğu ve kendilerini bu kirli ve açgözlü sistemden dışarı atmayı göze alacak noktaya getiren şeyler, farklı bir yüzle ve sistemle ülkemizde işliyor ve kimse sesini çıkarmıyor. Yayıncı kuruluşun gelirlerini (dolayısıyla kendi gelirlerini) korumak ve birkaç dekoder fazla satılması için nereden çıktığı belli olmayan bir play-off uygulaması getiriliyor ‘süper’ ligimize. Yıllardır adı türlü kabadayılıklarla özdeşleştirilen ve her zaman eleştirilen bir kulüp başkanı şike soruşturması kapsamında içeri alınıyor, kulübü kamuoyunda şikeci ve suçlu ilan ediliyor, Şampiyonlar Ligine katılma hakkı elinden alınıyor, kulübün asbaşkanı “Madem bizi yargıladınız ve suçlu buldunuz, bizi küme düşürün, aklanıp gelelim.” diye açıklama yapıyor ve bunlara rağmen bu kulübü yıllardır türlü zorbalıklarla, şikeyle şaibeyle özdeşleştiren diğer kulüplerin neredeyse tamamı gelir kaybı yaşayacakları korkusuyla bu kulübün ligden düşürülmesine karşı çıkıyor. Buna yayıncı kuruluşun doğal tutumu da eklenince, yıllardır “temiz lig” isteyenler şimdi kirlendiği iddia edilen ligi meşru buluyor ve takımlarını bu ligde yüzleri kızarmadan maçlara çıkarıyorlar. İşin sosyal ve taraftar boyutu başlı başlına bir yazı konusu olduğundan bu konuya daha fazla bulaşmadan, sadece FC United’ın hikayesiyle Türk futbolundaki benzerliklere değinmek ve FC’nin yaptığı işin ne kadar onurlu ve saygı duyulası bir iş olduğunu hatırlatmak istedim. İşin içine paranın, çok paranın, daha çok paranın ve çıkarların girdiği her alanda olduğu gibi, dünyanın bu en sevilen ve insanları bütünleştiren oyununu ve sporunu da yavaş yavaş mahvetmeye, insanları çok değil birkaç senelik hatıralarına ve nostaljilere mahkum etmeye ve çok sevdikleri bu oyundan ve hatta hiçbir zaman vazgeçilemez denilen takımlarından soğutmaya başladılar bile. Kimisi FC Unitedlılar gibi, kendilerini bu sistemden çıkartıp kendi küçük dünyalarında hatıralarını yaşatıyor ve sahip oldukları ruhu ve tutkuyu o tribüne beraber gittikleri çocuklarına da aktarmaya çalışıyor; kimi ise sistemi kabullenmiş, birbirleriyle yalandan kavga eder gibi görünüp ortak çıkarları için beraber hareket ediyor, olan da bu oyunu gerçekten seven tutkulu insanlara oluyor. FC United’a bu akşam Woodley maçının rövanşında başarılar dilerken, asıl tutkunu olduğum renkleri birazdan Manisaspor karşısında binlerce kilometre uzaktan desteklemeye devam…


16 Eylül 2011 Cuma

Mourinho: Top Benim Oynatmıyorum


Beni tanıyanların, bu blogda benim tarafımdan çevrilen bir Mourinho röportajı okuyacaklarını gördükleri için oldukça şaşırdıklarına eminim; zira onlar kazanmayı rakibe saygının önüne koyan anlayışı nedeniyle Jose Mourinho’ndan zerre haz etmediğimi bilirler. Ancak, kabul edelim ki futbolun yeni modası Mourinho ve yeni futbol düzenini anlamak için onun söylediklerine kulak tıkamamak gerekiyor.

Mourinho’nun on yıllık kısa bir süre içerisinde başardıkları, Real Madrid’in ilk defa Galacticos olarak bir teknik direktör transfer etmesine neden oldu. Bugün Real Madridliler, Barcelona hükümdarlığını yıkmak için kendisine Cristiano Ronaldo’dan çok daha fazla güveniyorlar. Aslında kendisi için konuşacak kadar çok başarısı var; ancak o kendi konuşmayı daha fazla sevdiği için geride bıraktıklarına pek bakma imkânı bulamıyoruz. Neyse, Mourinho hakkında daha fazla iğneleme yapmamak adına girişi kısa tutalım ve sizi Mourinho’nun, Champions dergisinin Nisan/Mayıs 2009 sayısı için verdiği ve ikinci turda Manchester United’a elenmesinin ardından “Jose, o hala özel kişi (the special one) mi?” başlığıyla yayımlanan röportajla baş başa bırakalım.

Son bir dokundurma: Mourinho'nun çocukluk yıllarında, mahallesinde herkesin sinir olduğu top sahibi velet olduğu gerçeğine şaşıran oldu mu?

Champions: Kendinizi bir teknik direktör olarak tanımlayın.

Mourinho: Bir teknik direktör her şey olmalıdır: bir taktisyen, motivatör, lider, yöntem bilimci, psikolog. Üniversitede bana bir öğretim görevlisi: “Yalnızca futboldan anlayan bir teknik direktör en iyilerden birisi değildir. Her teknik direktör futboldan anlar, fark öbür alanlarda yaratılır” demişti. Bir felsefe hocasıydı. Mesajı aldım.


Champions: Bir takım oluşturmayı nasıl ele alıyorsunuz?

Mourinho: Bu iş bir aile oluşturmakla başlar. Takım ruhu başlangıçtır, liderin tanınması esastır. Bunlardan sonra taktik organizasyon gelir. Takımların taktiksel empatiye ihtiyaç duyduklarına ve bunun da yapısal bir temel, bir omurga oluşturularak yaratılacağına inanıyorum. Bu temelden hareketle oyunun bütün ilkelerini geliştirmeniz gerekir. Champions: Başarı taktiklerle mi yoksa oyuncularla mı ilgilidir? Mourinho: Her şeyle ilgilidir. Bireysel yetenek, bireylerin kişilikleri ve takımın kişiliği ki bu sonuncusunun başarılman güç unsur olduğuna inanıyorum. Eğer büyük başarılardan, kazanmaktan bahsediyorsanız, bu takımın şahsiyetiyle ilgilidir. Ancak, yalıtılmış bir şekilde kazanmaktan bahsetmiyorum; çünkü bence herkes şansıyla hayatında bir kez doğru zamanda doğru yerde olarak bunu başarabilir. Ben Real Madrid, Manchester United, Inter ve son yıllarda Chelsea’nin yaptığı gibi sürekli şekilde kazanmaktan bahsediyorum. Bu durum; büyük anlara, zorlu anlara psikolojik olarak hazır olmayı gerektirir.

Champions: Bir maça hazırlanırken ne kadar vakit harcıyorsunuz?

Mourinho: Söylemesi zor. Benim gözlemcilerim (scout) gerçekten uzun vakit harcıyorlar; çünkü görsel-işitsel materyalleri ve bilgisayar verilerini hazırlıyorlar. Ben de antrenmanlarda takımımı hazırlamak için onların işleri üzerinde çalışıyorum. Bu esas işimiz, sahadaki işimiz. Bundan sonra bütün ayrıntıların üzerinden geçmek için oyuncularla üç toplantı yapıyoruz; ancak en önemli şey oyun planıdır. Antrenman sahasında maçı önceden tahmin edebilmek hayati önem taşır. Ben oyuncularımın sahada rahat olmalarını istiyorum ve yalnızca çalışmak onlara bu rahatlığı sağlayabilir.


Champions: Maçları çevirebilme özelliğinizle tanınıyorsunuz. En önemli taktiksel başarınız nedir?

Mourinho: Maçları kararlarımızla değiştirebiliriz; ama oyuncuların ve takımların buna doğru tepki verebilmeleri gerekir. Porto, Chelsea ve Inter’de, son dakikalarda taktiği değiştirerek pek çok maç kazandım. Ancak bu sadece takımın korkusuzca riskleri kabul edebilecek şekilde kendisine güvenmesiyle mümkün olabilir. Chelsea’deyken, Tottenham’a karşı oynadığımız bir federasyon kupası çeyrek final maçını hatırlıyorum, 3-1 gerideydik. Yalnızca iki savunma oyuncusuyla 3-3 berabere kaldık, tekrar maçını kazanarak tur atladık ve sonunda kupayı kazandık. Bunu neden mi yaptım? Çünkü takımın bu riski almayı kabul edeceğini biliyordum.


Champions: Bir teknik direktörün takımda gereğinden fazla kontrole sahip olması mümkün mü?

Mourinho: Mutlaka kontrole sahip olmalısınız; ama fazlası oyuncuların oyunu okuma ve karar verme kapasitelerini azaltırsınız. Bazen cezalı olarak tribünlerde oturmam ile kulübede bulunmam arasında fazla fark göremiyorum; çünkü maç içinde takım ile teknik direktör arasındaki konuşmalar oldukça temel düzeydedir. Esas işinizi hafta boyunca yaparsınız ve bunun bir bölümü de oyuncuların sahada kendi başına karar vermelerini sağlayacak özgüveni aşılamaktır. Orada rehberlik etmek için bulunuyoruz; ama oyuncular kendi başlarına düşünmek zorundalar. Benim kontrolüm tümden bir kontrol değil; çünkü bunu istemiyorum. Ben yapıya inanıyorum ve ondan sonrası da sahadaki oyunculara kalıyor.


Champions: Sürekli topla çalıştığınız, ayrı fiziksel çalışmalar yaptırmadığınız antrenman yöntemleriniz diğerlerinden oldukça farklı görünüyor.

Mourniho: Kusursuz bir yöntem yoktur, bu sadece inandığım ve uyguladığım bir şey. Eski antrenman yöntemleriyle uzun süre çalışmış oyuncular da dâhil olmak üzere, birkaç ay sonunda benim yöntemlerime alışamayan bir oyuncuyla karşılaşmadım. İtalya’da bile, ki burada salonda ve ağırlıklarla çalışmaya dair bir kültür yerleşmiştir. Biz oyuncuların küresel olduklarını ve antrenmanların da bu şekilde küresel olması gerektiğine inanıyoruz, ayrı yöntemlere gerek yok.


Champions: Bu fikir nereden geldi?

Mourinho: Barcelona olabilir; çünkü onların da topla teknik ve taktik çalışmalar yapmaya dayalı büyük bir kültürleri var. Kariyerimin başında benimle benzer görüşleri sahip bir fitness koçu olan Rui Faria ile tanıştım. Birlikte bir şeyler geliştirdik. Ben yoğun bir şekilde çalışmayı ve takımımı oynatmayı seviyorum ve bu durum bu türden bir düşünceyi tetikledi.

Champions: Organizasyon ve hazırlık sizin için kesinlikle önemli. Bunun Chelsea’deki eksik şeylerden biri olduğu açık değil mi?

Mourinho: Chelsea hakkında konuşmam; çünkü benden sonra neler olduğunu bilmiyorum. Eskiden insanların sadece bildikleri şeyleri özlediğini söylerdim. Eğer bir adamın arabasında air-conditioning varsa ve bir anda bu özelliği olmayan bir araba almak zorunda kalırsa, eski arabasını özler. Ancak hayatı boyunca air-conditioning’i olan bir araba kullanmayan bir adam, yazın araba sürerken dahi bunu özlemez. Bir teknik direktör ve menajer olarak o takıma neler verdiğimi biliyorum, ve 3,5 yıl boyunca benimle alıştıkları şeyler bir anda kaybolduysa, oyuncuların buna başlangıçta alışmaları zor olabilir. Ama burada genel şeylerden bahsediyorum. Ben takımı veya oyuncuları başarılı ve rahat kılmaya katkıda bulunacak bütün ayrıntılara önem veriyorum. Önem veriyorum; çünkü modern futbolda işleri daha iyi hale getirmek için bu ayrıntılara ihtiyacınız olduğuna inanıyorum.



Champions: Oyunu okumayı ne zaman öğrendiniz?

Mourinho: Bir oyuncu nasıl yetenekleriyle doğuyorsa, bir teknik direktör de yetenekleriyle birlikte doğar. 10-12 yaşlarındayken, babamla bir maçı izlerken veya bir maç hakkında konuşurken, futbol hastası bir çocuktan ziyade bir teknik direktör gibi konuştuğumu hatırlıyorum. Tabii ki, tecrübeyle birlikte, adım işi daha iyi yapmaya başlıyorsunuz. Bir teknik direktörler oyunu koklarız, onu okuruz ve hissederiz.


Champions: Çocukken oynadığınız takımları yönetmeye çalışıyor muydunuz?

Mourinho: Ben topun sahibiydim; çünkü babam bana oynamak için en iyisini verirdi. Benim topum olduğu için takımı ben seçerdim, nerede oynamak istediğime ben karar verirdim, maçın ne kadar uzun süreceğine de ben karar verirdim ve yalnızca benim takım kazanıyorken maçı bitirirdik. Gerçekten. Herkes benim dışarı çıkmamı beklerdi, kapımı da çalarlardı; çünkü ben yokken plastik topla oynamak zorundaydılar. Ben varken Adidas Tango Dünya Kupası topuyla oynarlardı. Ben hem teknik direktör hem de başkandım! Eğer arkadaşlarım bu röportajı okurlarsa güleceklerdir; çünkü bunların hepsi doğru.


Champions: Maçı kulübeden izlerken nelere dikkat edersiniz?

Mourinho: Benim takımımın nasıl başlayacağını biliyorum; bu yüzden öncelikle rakibe bakarım. Onlar hakkında her şeyi bildiğimi düşünürüm; ama bilmiyorumdur. O nedenle ilk beş dakika ne yaptıklarını, planlarını ve nasıl oynadıklarını anlamak için önemlidir. Ondan sonra takımımın duruma nasıl adapte olduğuna bakarım. İlk 30-35 dakikanın takımların karşılaşmalarını analiz etmekle geçer. Son on dakikada ise devre arasına hazırlanırım: Söyleyeceklerimi, onları nasıl söylemem gerektiğini, sahip olduğum 7-8 dakikada takımıma nasıl yardımcı olabileceğimi düşünürüm. İkinci yarıda neler olabileceğini tahmin etmeye başlarım; çünkü ben her zaman 3 değişiklik hakkını kullanan bir teknik direktörüm. Kazanıyorken de kaybediyorken de, eğer yedek kulübeniz bir şeyler yapabilecek kadar güçlüyse, takımınıza değişikliklerle yardımcı olabilirsiniz. Rakibiniz bir değişiklik yaptığında tepki vermek yerine, rakibinizin neler yapabileceğini önceden tahmin etmeye çalışmalısınız. Ve son beş dakikada da… Dua edersiniz.


Champions: Cephaneliğinizde kaç farklı taktiğe sahip olmayı istersiniz?

Mourinho: İki. Birincisi ana sisteminizdir; ancak takımın ikinci sistemde de rahat hareket edebilmesi gerekir. Inter’de, bütün rakiplerimiz her maçı ayrı ayrı düşündüğü ve bizi durdurmak amacıyla defansif ağırlıklı bir oyun ortaya koyduğu için, daha çok değişebileceğimiz başka bir yöne doğru kaydım. Burada düşünce tarzımız otomatik olarak işlemiyor; ancak pek çok farklı düzende oynamaya hazırız. Bu taktik kültür müdür? Bilemiyorum. Benim için yalnızca başarıya giden bir yol. Serie A’dayım, Premier Lig’de değil.


Champions: Daha az otomatik mi?

Mourinho: Inter, bir devrime imza atmadığım ilk kulüp. Porto’ya geldiğimde 16 oyuncu değiştimiştim. Chelsea’de bu rakam, daha ilk sezonda; Cech, Paulo (Ferreira), Carvalho, Tiago, Didier ve Robben de dâhil olmak üzere 8-10 arasındaydı. Inter’de ise bir oyuncu grubunu devraldım ve kendi futbol görüşümü uygulamak yerine, kendi metotlarımı onların potansiyellerine, kalitelerine ve karakteristik özelliklerine göre uyarladım. Bu benim için yeni bir şeydi; çünkü bir kulüpte başladığımda işlerimi daha doğrudan hallederim. İlk günden itibaren belirli bir doğrultuda ilerlerim, burada ise bunu yapamadım. Oyuncuların iyi olmadığını söylemiyorum, sadece onların farklı bir çalışma, liderlik ve oyun felsefesinden geldiklerini belirtmek istiyorum. Kendi doğrultumda gitmeye çalıştım; ama yapamadım. Bu nedenle durum üzerine çalışmam ve adapte olmam gerekti. Antrenman yöntemlerimi dahi değiştirmem gerekti; çünkü bu oyuncu grubuyla başarı kazanmayı mümkün kılacak şartları yaratmam gerekiyordu. Eğer burada bir devrim yapmaya karar verseydim, bu sezon bir başarı sezonu değil bir geçiş sezonu olurdu. Kazanmam gerekiyordu çünkü İtalyan zihniyetini biliyorum. Serie A büyük bir hedefti, Şampiyonlar Ligi de öyle; ama ben Serie A’yı kazanmak istiyordum ve bu yüzden oyuncuların kendilerini rahat hissedecekleri bir yol izlemeliydim. Uyum sağlamak zorundaydım.



Champions: Kısa dönem için etki yaratan bir teknik direktör olmakla eleştirildiniz. Yöntemleriniz kısa dönem için daha mı fazla işe yarıyor?

Mourinho: Uzun dönem, biz teknik direktörler için iyi bir mazerettir. Ben kısa dönemlik bir teknik direktörüm. Neden bir takım kurup ilk yılda başarı kazanmayalım? Aynı zamanda, bir takım her geçen gün, her geçen yıl ilerleme kaydedebilir. Ve eğer bir teknik direktör uzun süre tkaımın başında kalırsa, gelecek için de hazırlanabilir. Bu anlamda, ben uzun dönemlik bir teknik direktörüm.

Champions: Bir teknik direktör olarak zayıflıklarınız nelerdir?

Mourinho: Bunu size oyuncularımın veya eski oyuncularımın söylemesini tercih ederdim. Ben en üst düzey kişiliklerle çalışmaya ihtiyaç duyarım; çünkü oyuncularımın üzerinde çok fazla baskı yaratırım. Üst düzey kişilikler süper oyuncular haline gelirler. Yumuşak, kırılgan kişilikler ise dağılabilirler. Bunun benim zayıflığım olduğuna inanıyorum. Üst düzey kişiliklere ihtiyacım var.

Champions: Peki en büyük hatanız neydi?

Mourinho: Chelsea’den eylül yerine temmuzda ayrılmalıydım. Sadece üç ay boyunca zorlu şartlarda çalışmak yerine, gerçekten çok çok büyük bir kulübe gidebilirdim; çünkü o çok çok büyük kulüp beni istiyordu. Ve muhtemelen kariyerimin en kötü sezonu olan 2007/08, güzel bir sezon olacaktı. Yanlış bir karar verdim.


Champions: Dokuz ay boyunca futboldan uzak kalmak ne kadar zordu?

Mourinho: Zordu. Gerek ailemle gerekse yalnız başıma pek çok seyahate çıktım. Bazen de ABD’de, Afrika’da, Japonya’da futbol izlemek için geziler yaptım. Pek çok şey yaptım; ama futbolun, antrenmanların baskısını hissetmeden yaşamak zordu. Ferguson’un neden bırakmak istemediğini şimdi daha iyi anlıyorum. Ayrıca teknik direktörlerin neden 60, 65 yaşlarına kadar bu işe devam ettiklerini de. Tabi pek çoğu zihinsel ve fiziksel olarak yeterince güçlü olmadıkları için o kadar uzun teknik direktörlük yapamıyorlar. Eskiden, “Tamam, on yıl boyunca başarı, on yıl boyunca ağır baskı” diye düşünüyordum. Hayır, hayır, hayır. Devam etmek zorundasınız; çünkü bu iş çok eğlenceli. Bir teknik direktör olarak geçen her günümden keyif alıyorum. Bir galibiyet güzeldir, bir mağlubiyet ise rakip takım için güzeldir. Oyunculara başarılı olmaları için yardımcı olmak harika bir duygu. Taraftarları mutlu etmek unutulmaz. Bu işin içindeki her şeyi seviyorum.


Champions: Son yıllarda, İngiliz kulüpleri taktiksel ve fiziksel seviyelerini geliştirerek kazanacak bir bileşim yarattılar. Buna ne kadar katkıda bulundunuz?

Mourinho: Katkıda bulundum. Ne kadar olduğunu bilmiyorum; ama ilk yılımızda Premier Lig’i çok çok kolay kazandık. Bunu nedeni bizim tastamam bir takımımızın ve kurnazca taktiklerimizin olmasıydı. Nasıl baskı yapacağımızı ve hedefe ulaşacağımızı, oyuna göre hangi vakitte rakibimizi imha edeceğimizi biliyorduk. Son 20-30 dakika içerisinde ne yapması gerektiğini bilen bir yedek kulübemiz vardı. Kaç seferinde son dakikada puan kaybettik? Asla. Kaç maçı son 20 dakikada kazandık? Oldukça fazla. Sanıyorum diğer takımlar bu konularda onlardan farklı olduğumuzun ayırdına vardılar. Ama İngiltere’de üst düzey oyuncular var. İyi teknik direktörler, yabancı oyuncular ve farklı kültürlerin yarattığı bileşimler: Fransız, İngiliz, İspanyol, Afrikalı. Ve kesinlikle yüksek düzey bir tempo var. Real Madrid ile Liverpool arasında oynanan maça bakın – O maçta iki takım arasındaki tempo farkı oldukça büyüktü. (Not: Mourinho burada Liverpool’un Real Madrid’i 4-0 mağlup etiği Şampiyonlar Ligi maçından bahsediyor.)

İngiliz futbolunda, diğer ülkelerde bulunmayan bir tempo var. İtalya’da taktiklerle ilgili her şey var, tabii İngiliz futbolu da iş taktiklere geldiği zaman artık yetersiz görülemez. İspanya futbolunda yetenek, teknik kabiliyet ve beceri var. Ayrıca topla oynadıkları zaman tempoyu artırabiliyorlar. Ama topsuz oyunda, İngiliz futboluna benzemiyor. Ve şu anda farkı yaratan şey de tempo. Bu geçişlerle ilgili, topu kazandığınız ve kaybettiğiniz anlar, rakip dengesini kaybettiğinde yarattığınız derinlik. Çünkü bu seviyede her takım çok iyi organize olabiliyor, iyi bir teknik direktörü var ve sahada nasıl durmaları gerektiğini biliyorlar. Kimse böyle maçlara ne yapacağını bilmeden gelmiyor.


Champions: Yöntemleriniz hakkında açıkça konuşuyorsunuz. Kendinize sakladığınız bir şeyler yok mu?

Mourinho: Hayır. İki farklı teknik adam tarafından aynı yöntemlerin uygulanması aynı sonuçları doğurmaz. Başka bir teknik direktör tarafından soyunma odasında veya basın toplantısında tekrarlanan sözler aynı sözler değildir. Eğer kendi kimliğinizi oluşturduysanız, başkalarının sizin çalışma şeklinizi bilmelerinden korku duymazsınız. Bu benim günden güne yaptıklarım, benim işim, benim niteliklerim, bu işi yapma tarzım. Benim için sorun değil.

Kaynak: Champions Dergisi, Nisan/Mayıs 2009 sayısı, sayfa 32-35

15 Eylül 2011 Perşembe

A Milli Takım: Taşlar Yerine Oturuyor


Son havuz güncellemesinin üzerinden yalnızca bir ay geçmesine karşın, hem transferler hem de kadro seçimleri nedeniyle fazlaca değişikliğe ihtiyaç duydum. Öyle ki, takımların milli takım havuzuna olan katkılarını ayrı bir yazıda incelemeye karar verdim. Bu yazıda ise, play-off öncesi son dönemeçte kadroda yaşanan değişikliklere göz atmak istiyorum.

Milli takım havuzu ile ilgili yazılarıma başladığım Hollanda hazırlık karşılaşmasından bu yana, as oyuncular kategorisinde ilk defa büyük bir değişiklik görüyoruz. Bunun esas nedeni ise bahsettiğim hazırlık karşılaşmasından bu yana açıklanan 6 aday kadronun tümünde yer almayı başaran oyuncuları as oyuncular kategorisine terfi ettirmem oldu. İlk 11'de başlama şansını genellikle elde edemeyen İsmail ve Mehmet Ekici tartışılabilir; ancak Serdar Kesimal, Selçuk İnan ve Burak Yılmaz'ın sakatlık olmadığı müddetçe kadroda olacağını kestirmek zor değil. Uzun yıllardır kesin çözüm üretemediğimiz sol bek pozisyonundaki sorun nedeniyle Hakan Balta da birinci alternatif olmaya devam edecek gibi görünüyor. Bu nedenle onu da as kadroya ekledim.

Yükselişteki oyuncular kategorisinde zorunlu bir kaleci değişikliği yaşandı. Onur Kıvrak'ın uzun süreli sakatlığında ikinci kaleci konumuna yükselen Sinan Bolat, Estonya maçı ile birlikte ilk defa sahaya milli forma ile çıkma onurunu yaşadı. Selçuk Şahin, kesici orta saha rolüyle ilk 11'de düzenli olarak yer almaya başlarken, Yekta Kurtuluş da sakatlık ve cezalıların çokluğunda ilk resmi milli maçını oynama hakkını kazandı. Ağustos ayında Bundesliga'nın açılışının yapıldığı B.Dortmund - Hamburg maçında ilk defa A takım düzeyinde bir maça çıkan Gökhan Töre de, kısa sürede yeteneğiyle sivrildi ve milli formayla da tanıştı.

Sakatlık ve ceza durumunda kadroya çağrılan isimlerin yer aldığı "geniş kadrodakiler" kategorisinde ciddi bir değişiklik görünmüyor. Uzun yıllardır Bursa ve Trabzon formalarıyla üst düzey performans göstermesine karşın, A milli takım kadrosuna ilk defa bu sezon sonunda çağrılan Egemen Korkmaz, Kazakistan ve Avusturya maçlarında forma giyerek kadroda kalıcı olabileceğinin işaretlerini verdi. 21 yaş altı grubundaki isimlerden Necip, Orhan Gülle ve Nadir Çiftçi; sezon içerisinde daha fazla çalışıp kadroya girmeye çalışacaklar. Türk futbolunun "zeki ama çalışmayan" çocukları Sercan ve Batuhan ise, genç yaşlarına karşın, kabarık sicillerinden dolayı belki de bu sezon son şanslarını kullanacaklar.

Havuzun son kategorisi olan "gözden çıkanlar"da, gereksiz bir şişkinlik göze çarpıyor; çünkü ümit milli takım seviyesini geçen gençler ile yaş haddini henüz aşmayan tecrübeli isimler bu kategoride bir araya geldiler. Olası play-off maçlarına kadar ciddi bir hamle yapmadıkları takdirde, bu kategorideki pek çok ismin havuzun dışında kalacağını öngörebiliriz.
Havuzun son hali aşağıda yer alıyor. Havuzda yaşanan kategori ve takım değişimleri koyuyla gösterilmiştir.


Kadroya girenler: Tolga Zengin, Egemen Korkmaz, Umut Bulut, Yekta Kurtuluş

Kadrodan Çıkanlar: Semih Şentürk, Mert Günok

As Oyuncular:




Kaleci: Volkan (Fenerbahçe)
Defans: Gökhan Gönül, Serdar Kesimal (Fenerbahçe), Sabri, Servet, Hakan Balta (Galatasaray), İsmail (BJK)
Orta Saha: Arda (A.Madrid), Selçuk İnan (GS), Hamit (Real Madrid), Emre (FB), Mehmet Ekici (Werder Bremen)
Forvet: Kazım (GS), Semih (FB), Burak (TS)

Yükselişteki Oyuncular:

Kale: Sinan Bolat (S.Liege)
Defans: -
Orta Saha: Nuri Şahin (Real Madrid), Mehmet Topal (Valencia), Selçuk Şahin (FB), Yekta (GS)
Forvet: Umut (Toulouse), Tunay Torun(Hertha Berlin), Cenk Tosun(G.Antep), Gökhan Töre (HSV)

Geniş Kadrodakiler:

Kale: Onur (TS)
Defans: Emre Güngör(G.Antep), Gökhan Zan, Çağlar(Galatasaray)
Orta Saha: Mehmet Topuz (FB), Ceyhun Gülselam (Galatasaray), Serkan Balcı(TS)
Forvet: -

Yeni Gelenler:

Kale: Mert Günok (FB), Tolga Zengin (Trabzon)
Defans: Egemen Korkmaz (Beşiktaş)
Orta Saha: Yiğit İncedemir (Manisa), Engin Baytar (Galatasaray)
Forvet: -

U-21

Kale: -
Defans: -
Orta Saha: Necip (BJK), Orhan Gülle (Gaziantep)
Forvet: Nadir Çiftçi (Kayseri), Batuhan Karadeniz (Eskişehir), Sercan (Galatasaray)

Yaş Haddi:

Kale: -
Defans: -
Orta Saha: -
Forvet: -

Gözden Çıkanlar:




Kale: Ufuk (GS)
Defans: Caner (FB), Ersan Adem Gülüm (BJK), İbrahim Öztürk (Bursaspor), Eren Aydın (Manisaspor)
Orta Saha: Volkan Şen (TS), Ozan İpek (Bursa), Özer (FB)
Forvet: Halil (TS), Mevlüt (PSG), Tuncay (Bolton)

Aguirre, der Zorn Gottes


Aguirre, der Zorn Gottes(Aguirre, Tanrı'nın Gazabı); Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfetmesinin ardından Yeni Dünya’ya akın eden İspanyol sömürgeci gruplarından birisinin hikâyesini anlatıyor. Altından inşa edilmiş bir kent olduğuna inanılan El Dorado’yu keşfetmek adına, türlü zorluklara göğüs geren Conquistador grubunun hikâyesi, basiretsiz bir adamın kapıldığı iktidar hırsının, insanları nasıl yıkıma götürebileceğini gözler önüne seriyor. Aynı zamanda bu filmde, bir toplulukta iktidarı oluşturan kavramlar üzerine de yeniden düşünme şansı buluyoruz. Aguirre’nin iktidarı ele geçirmek adına izlediği yol, aynı zamanda bir Alman yönetmenin neden İspanyol sömürgecilerin maceralarına ilgi duyduğunu da açıklıyor.

Film, 400 kişilik bir sömürgeci grubun And Dağları’ndaki zorlu yolculuğunu gösteren bir sahne ile açılıyor. Fetih amacıyla Amerika’ya gelen İspanyol topluluk ve yolculuk sırasında esir ettikleri yerli halkın mensupları, El Dorado’nun altın kaplı sokaklarından uzakta, Vietnam temalı filmlerden (özellikle nehir üstü çekimleri Apocalypse Now - Kıyamet filmini hatırlatıyor)aşina olduğumuz tekinsiz ormanlarda yaşam mücadelesi vermekteler. İspanyol krallığının anavatanından çok uzakta, çetin şartların oluşturduğu otorite boşluğunu fırsat olarak gören Aguirre, conquistador Hernan Cortes’in Meksika fethinin bir benzerini gerçekleştirerek adını tarihe yazmak istemektedir. Yemek bulmak adına topluluk içinden bir grubun sallar ile Amazon nehrine açılmasına karar verilmesi, Aguirre’ye beklediği fırsatı verecektir.


Klaus Kinski’nin fevkalade bir performans ile unutulmazlar arasına soktuğu Aguirre, iktidarı elde etmek yolunda çeşitli adımlar atmak zorundadır. İlk olarak, ekibin lideri olarak seçilen Don Pedro de Ursua’yı, terör ortamı yaratarak uzaklaştırmayı başarır. İlk etapta, ekibin başına kendisi yerine bir başka soylu ismin geçmesini önerir; ancak yeni hükümdarın Don Pedro de Ursua’nın canını bağışlaması aralarını açar. Otorite boşluğunda uydurma bir krallık kurulurken, iktidarı meşrulaştıran unsurlar da tek tek perdeye yansır. Öncelikle, iktidarı değiştirecek terör ortamını yaratmak için silahlara sahip olmak gerekmektedir. Yönetimde bir değişim yaşandıktan sonra atılması gereken ikinci adım, yeni iktidarı meşrulaştırmaktır. Meşrulaştırma için yargı devreye girmelidir ve bu amaçla Don Pedro de Ursua’yı yargılayacak düzmece bir mahkeme kurulur.


Mahkemeyi meşrulaştırmak için gereken otorite ise, mahkemeye din adamı Gaspar de Carvajal başkanlık eder. Dini temsilcilerin, tarih boyunca adalet yerine iktidardan yana tavır koyduklarını anlatan sahne, bize bu meşrulaştırma işlemi hakkında ipuçları verir. Keşif gezisine eşi Don Pedro de Ursua ile birlikte katılan Inez, eşini kurtarması için pedere yalvardıktan sonra, şu cevabı alır: “Biliyorsun ki, Tanrının iyiliği için kilisemiz her zaman için güçlü olanın yanında yer almıştır.” 70’Li yıllarda, Almanya’nın geçmişiyle ve dönemin Alman toplumuyla hesaplaşma içine giren Yeni Alman Dalgası’nın içindeki isimlerden biri olan Werner Herzog, burada Papalığın faşist yönetimlerle olan ilişkisine dair bir şeyler söylemek istiyor olabilir mi?

İktidar değişiminin ardından, tarihe geçme hırsıyla yanıp tutuşan bir adamın, bir sal dolusu insanı nasıl yıkıma götürdüğünü görüyoruz. Elinde kağıt kalem, salın üstündeyken gördüğü bütün toprakları ülkesine kattığını sanan bir kukla kral, yerlilerin tuzaklarına karşı kendini savunmaktan aciz ekibiyle birlikte ormanın içinden geçen nehirde yol alırken, tarihe geçme hevesiyle yanıp tutuşan ekibin ümitlerinin ne kadar gerçekdışı olduğunu anlıyoruz. Yemek bulamayan ve hastalıklardan kırılan insanlar, Aguirre’nin hırslarına tutsak oldukları için yok oluyorlar.


Werner Herzog ve Klaus Kinski arasındaki gerilimli yönetmen oyuncu ilişkisinin de yardımıyla kült film olarak anılan “Aguirre, der Zorn Gottes”, bir kılıç darbesiyle bedenden ayrıldıktan sonra sayı saymaya devam eden insan kafaları gibi, gülünç olduğu kadar seyircinin odaklanmasına engel oluşturan sahneleriyle bu sıfatını sonuna kadar hak ediyor. Alman Yeni Dalgası’nın karanlık bakış açısını keşfetmek ve Klaus Kinski’nin oyunculuk resitalini görmek için izlemeye değer olduğu kanaatindeyim.