27 Şubat 2011 Pazar

Spot Işıkları #3 - Caroline Wozniacki


Neden Gündemde?

Williams kardeşlerin tenis kariyerlerinin sona doğru yaklaşmasıyla kortlarda Clijsters'dan başka şampiyon sıfatına yakışan oyuncunun kalmadığı bu dönemde, bazı otoritelere göre tarihin en kötü ilk 10 sıralamasına sahip olan WTA turunda adını büyük şampiyonların arasına yazdırma potansiyeli bulunan yegane isim olduğu için. Henüz bir grand slam dahi kazanmadan WTA sıralamasının zirvesine oturmuş olması tepkileri beraberinde getirse de, pek çok kişi onun daha önceki senelerde grand slam kazanmadan bir numaraya oturan Jankovic ve Safina gibi sahte bir dünya bir numarası olmadığına inanıyor. Caro henüz 20 yaşında ve önümüzdeki yıllarda onun kadar potansiyelli isimler gelmediği takdirde uzunca bir süre dünya bir numarası olarak kalabilir. Bütün bu göz kamaştırıcı gelişmelere karşın Wozniacki'nin kazanamadığı bir sıfat var: Şampiyon. O zaman Caroline Wozniacki için esas sorumuzu sorma vakti.

Esas Soru: Caro, gerçek bir şampiyona dönüşmeyi başarabilecek mi?

Hikayenin Buraya Kadar Olan Kısmı


Danimarka bugüne kadar teniste adını duyuran bir ülke değildi; ancak Wozniacki'nin hızlı yükselişi bugün tenis haritasında onların da bir yeri olmasını sağladı. Voleybolcu bir anne ve futbolcu bir babanın kızı olan Wozniacki tenise, bugün profesyonel bir futbolcu olan ağabeyi sayesinde ilgi duymaya başladı. 8 yaşındayken ailesi tarafından yeterince iyi görülmediği için kortlara götürülmeyen Caro, bir yıl sonra ebeveynlerini yenmeye başlayınca işler değişti. 10 yaşındayken, 14 yaşındaki ağabeyini yenmeyi başarınca sinirlenen ağabeyi bir daha eline raket almadı. 14 yaşında iken her yaştan oyunculara açık olan Danimarka ulusal kadınlar turnuvasını kazanarak potansiyelini ortaya koydu.

2006 yılında gelen küçükler Wimbledon şampiyonluğunun ardından her geçen gün üzerine koyarak yükselen Caroline Wozniacki, zirveyi zorlayacağının ilk sinyalini 2009 Amerika Açık turnuvasında finale yükselerek verdi. 2010 yılını turnuvadan turnuvaya koşturarak geçirmesinin karşılığını ise sezon sonunda dünya bir numarasına yükselerek aldı. Ne yazık ki bu hızlı yükseliş hikayesini henüz bir grand slam şampiyonluğu ile taçlandırmayı başaramadı.

Artılar


1) Aile Desteği

Caroline'in büyük bir sporcuya dönüşmesinde en büyük rol şüphesiz babası ve antrenörü Piotr Wozniacki'ye ait. Tenis geçmişi olmadığı için gerekli teknik birikime sahip olmasa da, eski bir profesyonel sporcu olarak Caro'nun hangi zorluklarla yüzleşebileceğini iyi bilen babası hakkında Wozniacki'nin sözlerini aktaralım: "Babam beni en iyi tanıyan kişi. Belki teknik hakkında fazla bilgisi yok; ama taktikler, benim nasıl bir insan olduğum ve neler yapabileceğim konusunda pek çok şey biliyor. Bana konuları benim anlayacağım dilden anlatmakta oldukça iyi." Mutlu bir aile hayatına sahip olduğunu her fırsatta dile getiren Caro'nun arkasındaki en büyük manevi güç ailesinden aldığı destek olsa gerek.

2) 20 yaş

Caroline'in yüzü televizyon şovları ve dergi kapaklarında görünerek hızla eskimeye başladı belki; ama dünya bir numarasının önünde uzun yıllar devam edecek bir kariyer görünüyor. Yaşıtları arasında geldiği seviyenin yanına yaklaşacak herhangi bir isim bulunmadığı gibi, kortta şampiyon kimliğine sahip yegane isimler olan Williams kardeşler ve Kim Clijsters'ın kariyerlerinin son dönemi olması, yeni dönemin Caro Wozniacki dominasyonu altında geçecebileceğini gösteriyor. Şu ana kadar kaybettiği turnuvaları deneyim olarak görmeyi tercih ediyor, bu nedenle de turnuvalar ona ciddi bir baskı getirmiyor.

3) Kadınlar Tenisi'nin Yeni Yüzü Olmanın Getirdiği Destek

Günümüzde tenisin yalnızca bir spor olduğunu iddia etmek oldukça güç. Bir tenis yıldızının kazandığı başarılar ona, markaların yeni yüzü olacağı sponsorluk anlaşmalarının, dergi kapaklarının, moda çekimlerinin ve televizyon şovlarının kapısını da ardına kadar açıyor. Caro kortta kazandığı başarıların yanında güzelliğiyle de markaların üzerine yatırım yapmak için can attığı bir isim haline geldi. Bu durum da önümüzdeki turnuvalarda bir şampiyon için olmazsa olmaz koşullardan ikisi olan medya ve seyirci desteğini beraberinde getirecektir.

Eksiler


1) Dünya Bir Numarası Ünvanı

Her ne kadar Wozniacki dünya sıralamasının bir numarası olmasının bir baskı unsuru olmaktan ziyade bir ayrıcalık olarak gördüğünü söylese de, gün geçtikçe baskıyı üzerinde hissetmeye başladığını söylemek zor değil. Bunun da basit bir nedeni var: Bir turnuvaya seri başı olarak katılmak turnuvanın bir numaralı favorisi olduğunuz anlamına gelir. İki, üç, dört numaradayken çıkış yapacak isim olarak görülürsünüz ve oynadığınız grand slam yarı finali hanenize artı olarak yazılır. Ancak bir numara iseniz sizden beklenen turnuva sonunda kupa ile birlikte poz vermenizdir. Wozniacki bir numara ünvanı ile katıldığı ve kaznanamadığı her turnuvanın ardından "şampiyon karakterine sahip mi, yeterince iyi mi, korkak bir oyun stili mi var, bir numara ama 'gerçek' bir numara mı" tarzı sorularla mücadele etmek zorunda. Bu psikolojik baskının Jankovic ve Safina'yı ne hale getirdiğini hatırlayın. Federer bile Fransa Açık'ı kazandığı gün verdiği röportajda ne kadar rahatladığını "Artık 'Burayı kazanmak için yeterince iyi mi?' tarzı sorularla baş etmem gerekmiyor." sözleriyle anlatmıştı. Caro bir şampiyona dönüşmek için bu psikolojik savaşa hazır olmak zorunda.

2) 20 yaş

Aynı maddeyi artılar kısmına da yazdığımın farkındayım; ancak gençliğin getirdiği avantajı irdelerken madalyonun öbür kısmına bakmakta fayda var. Caroline Wozniacki'nin küçükken taraftarı olduğunu açıkladığı Martina Hingis, 20 yaşına geldiğinde 5 grand slam şampiyonluğuna sahipti ve 7 grand slam finalinde boy göstermişti. Benzer şekilde Monica Seles 9 grand slam şampiyonluğunun 8'ini 20 yaşına gelmeden kazanmıştı. Kortların son efsanesi Serena Williams ilk grand slam zaferini elde ettiğinde 18 yaşındaydı. Wozinacki'nin gençliği ve kendi jenerasyonunda rakipsiz görünmesi büyük bir avantaj; ama gerçek bir şampiyona dönüşmek için elde ettiği fırsatları yarın olduğu kadar bugün de değerlendirmek zorunda.

3) Kadınlar Tenisi'nin Yeni Yüzü Olmanın Getirdiği Baskı

Bu başlığı da artılar bölümünde incelemiştik; ama konunun değinmediğimiz kısımlarına da bir göz atalım. Bugün kadınlar tenisinin en meşhur iki ismini sorsam, Williams kardeşleri bir kenara bırakırsak büyük çoğunluğun Maria Şarapova ve Ana İvanoviç isimlerini verecğine eminim. İkisi de grand slam kazanmayı başarmış olan bu isimlerin kariyerine damga vuran sözcük de aynıydı: İstikrarsızlık. Bu istikrarsızlığın bir kısmını sakatlıklara bağlayabiliriz belki; ama medya ilgisi ve reklam çekimlerinin tenisi ikinci plana atmalarına sebep olduğunu da es geçmemek gerekiyor. Zira büyük sponsorların tenisin gelişmesinden daha çok ürün satmaya ihtiyaçları var ve reklam yüzleri ürün sattıracak ilgi düzeyine erişmişse kariyerlerinin devamı bir noktadan sonra kimseyi ilgilendirmiyor. Caroline Wozniacki önümüzdeki yıllarda kadınlar tenisinin en bilinen yüzü haline gelecek gibi görünüyor ve o günler geldiğinde üzerinde oluşacak baskı sonrası reklam çekimlerinde kolay para kazanmayı mı, yoksa saygıdeğer bir kariyere sahip olmayı mı seçeceği merak konusu. Ondan önceki olumsuz örnekler ister istemez kuşkuları da beraberinde getiriyor.

Sonuç


Kadınlar tenisinin son yıllardaki çalkantılı hali, tanınmayan sporcuların hızlı yükselişleri için elverişli bir ortam oluşturdu. Bu ortamı kullanarak zirveye yükselen Jankovic, Ivanovic, Safina gibi isimler parladıkları gibi söndüler ve tenisseverlerin hayal kırıklığı yaşamalarına neden oldular. Bu istikrarsız dönemde zirveye çıkmayı başaran son isim Caroline Wozniacki. Kendinden önce gelen kuşağın gelgit yaşayan isimlerinin ardından kadınlar tenisinin geleceği için son bir umut olarak görülüyor. Oyunu, özel bir yere koyacağımız imza hareketleri veya unutulmayacak vuruşları taşımıyor; ancak kadınlar tenisinde bunlardan daha çok özlediğimiz kavram istikrar ve Caro azmiyle istikrarı yakalayıp zirvede kalacağına dair güzel sinyaller veriyor. Artık ondan oyununu ve mental dayanıklılığını bir adım yükseltmesini ve gerçek bir şampiyona dönüşmesini bekliyoruz. Bugün olumlu görülen pek çok özelliğinin grand slam kazanamadığı her gün daha fazla eleştirileceğinin bilincinde olması ve kazanamadıkça bu baskılara katlanması gerekecek. Kendi adıma Caro'ya yeni şampiyon olması için gereken sabrı göstermeye hazırım. Umarım ilerleyen dönemde beni yanıltmaz ve yeni nesillere bu oyunu sevmek için güzel bir neden daha verir.

Kaynaklar: Tennis dergisi Mart 2011 sayısı, Smash dergisi Ekim 2010 sayısı

16 Şubat 2011 Çarşamba

Tükenme


Benim için 5 aya yakın bir sürenin ardından Beşiktaş ile yeniden buluşma vakti yaklaşıyor. İnönü'den ayrıldığım Antalya maçını takımın forveti Bobo iki golle süslemiş, Fabian Ernst her zamanki mücadelesinin yanına eklediği asist ile geceye damga vurmuştu. Şimdi ikisi de oynayacak mı, yoksa yedek mi kalacaklar, bu konuda meraklı bir bekleyiş içerisindeyiz. Takım 3 haftada 1 puan alabilmiş, şampiyonluk şarkıları söyleyerek ayrıldığım İnönü, bir şampiyonluk kupası göremeden yıkılmayı bekler hale gelmiş.

Sanıyorum hepsinden acı olan haber ise dün akşam geldi. Takımın 11 yıllık emekçisi İbrahim Üzülmez, bir kavga sonunda takımdan kovuldu. Galatasaray'a Ali Sami Yen'de (hoş o da yıkıldı ya) attığı golle 100. yıl şampiyonluğuna giden yolda en kritik virajı aşmamızı sağlayan adamdı. Takımdaki her oyuncu ondan yetenekliydi belki; ama bu takım sadece şampiyonluğu herkesin onun kadar istediği yıllarda kupaya ulaşabildi.

Perşembe günü İnönü'de bir maça gidiyorum, eğer yıkım kararı çıkarsa İnönü'deki son maçım olacak. UEFA 3. turu (hoş o turnuvada kalmadı ya) ilk maçında rakip Dynamo Kiev. Lucescu'yu hatırlatıyor bana bu eşleşme ve Pancu'nun golünü, Pascal'ın rakip kalecinin belini kıran aşırtma vuruşunu. O günlere dönüp geçeriz demek istiyorum; ama daha kaptanının kim olduğunu bilmediğim takımda kime güveneceğim?

Sanıyorum perşembe günü Suavi'nin bestesi üzerine yazılan "gücüne güç katmaya geldik" tezahüratını, Suavi'nin sözleriyle söylesek daha manidar olacak:

"yüzüne kapanıp ağlamak vardı
oysa ben seni bulmaya geldim
kalbine güneşi asmaya geldim
tükenme"

Hakikaten yüzüne kapanıp bütün bir perşembe akşamı hıçkıra hıçkıra ağlamak vardı be İbrahim Üzülmez; ama biz o karanlık içinde Beşiktaş'ı bulmak, o formayı sırtına giyenlerin kalbine güneş olmak için İnönü'ye gitmek zorundayız. Sen de bilirsin ki stadyuma Dolmabahçe'den yürüyüp gelenler için bu hep böyle oldu, hep böyle olacak. Benim için belki de son kez...Tükenme Beşiktaş'ım.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Sarı Fırtına'nın Aklıma Düşürdükleri


Serdal Adalı'nın geçtiğimiz hafta Karabük maçının ardından yaptığı açıklamalar üzerine bir şeyler karalayacaktım; ancak bu açıklamaların yayınlandığı programda Metin Tekin'in mahcup tavırlarını görünce biraz farklı bir yazı yazmaya karar verdim.

Futbol aşkının bana geçmesini çok büyük oranda babama borçluyum. Ne var ki, oyuna dair sevgiyi bana geçiren babam, Galatasaray aşkını bana geçiremedi, zira dedemin dostu Necmi Bey'in kartal sevdası bebeklik aşılarımın sonuncusu olarak çoktan kayıtlara geçmişti. Maalesef kendisini hatırlayamıyorum; ancak bayram için bana gönderdiği "91-92 Şampiyonu Beşiktaş" kartı, üzerindeki "Kartal Doruk, bayramın kutlu olsun" yazısı ile beraber hala odamda durur.

Sanıyorum bu kartı Beşiktaşlılığımın resmi başlangıcı kabul edebilirim. Yalnız, o yıllarda 3 yaşımda olduğumdan 91-92 şampiyonluğunu hatırlamamı da beklemeyin. Yine de o dönem Beşiktaş'ın her yerde "Şampiyon Beşiktaş" olarak geçtiğini hatırlıyorum; çünkü Beşiktaş Lig, Kupa, TSYD, Cumhurbaşkanlığı derken sürekli yeni bir kupa kazanıyordu. Pek tabii zihnimde bu kupalar arasındaki hiyerarşi oluşmadığı için aklımda tek kalan "Şampiyon Beşiktaş". O dönemde 8-0'lık Galatasaray - Ankaragücü maçının Galatasaray'ı şampiyon yapmasını ve babamın havalara uçmasını da anlayamıyorum mesela. Anneannemin ağlamamı kesmem için söylediği "Beşiktaş ve Galatasaray'ın puanları eşit, ikisi de şampiyon oldu" beyaz yalanı bana daha mantıklı geliyor. Hem averaj da ne demek kardeşim, 4 yaşındayız şunun şurasında.


Yukarıda yazdığım gibi o yıllardan unutamadığım bir isim var: "Sarı Fırtına" Metin Tekin. Beşiktaş maçlarına bakıyorum, sahada herkesten farklı koşan bir adam var(Böyle oyunculara fuleli dendiğini çok sonradan öğrendim). Bir de sarışın zaten; hem televizyonda rahatça seçiliyor, hem de saçlarım o zaman daha açık sarı renkte olduğu için kendime benzetiyorum. Metin Tekin artık çocukluğumun kahramanı, mavi -kırmızı-beyaz şeritli küçük toplumla evin içinde Metin aşağı Metin yukarı koşturuyorum. Bir vuruyorum, sandalyenin sağ arka bacağıyla duvar arasından geçen top gol oluyor. Bir daha vuruyorum, Sarı Fırtına mutfak kapısından içeri yolladığı topla Beşiktaş'a bir gol daha kazandırıyor. Mutfakta annemin "çok terleme" uyarısı nafile, mutfak kapısını bu sefer salona açılan açıdan gören sarı fırtına bir gol daha atıyor. Artık herhangi bir oyuncağı alıp kupa yapma vakti; çünkü Sarı Fırtına bir kez daha Beşiktaş'ı şampiyon yaptı.

Niyetim çocukluk anılarımı karalamaktan ziyade, takım tutmaya dair o tarif edilmesi zor hissiyatı kendi geçmişimden aktarmaktı. Kartalcell için çekilen reklamda "Beşiktaş aşktır, aşk" diyen Metin Tekin'i gördüğümde aklıma hemen hayal meyal olarak o yıllar gelir. Seba'nın başkanlığında, Rıza kaptanlı, Metin - Ali - Feyyaz'lı, Şifo Mehmet'li pırıl pırıl bir Beşiktaş. "Şampiyon" Beşiktaş. (Bir de Sergen diye bir çocuk var; ben henüz tanımıyorum ama babam "çok yetenekli, çok büyük futbolcu olacak" diyor.) En önemlisi de Beşiktaşlı olmayanlar da o takıma saygı duyuyor, Beşiktaş'ın kazandığı şampiyonlukların ardından kimse "şike, şaibe" muhabbeti yapmıyor.


Bugün takımımı temsil edenlere bakıyorum ve "Bu adamlar benim sarı fırtınalarla aşık olduğum takımdan mı bahsediyorlar?" diye sormadan edemiyorum. Bir başkan yardımcımız var, hakemin soyunma odasını en iyi basanın kendisi olacağını iddia ediyor. Ve bunu maç sonrası yükselen adrenalini nedeniyle söylemiyor, yazılı metinden okuyor. Muhtemelen metni başkana göstermiş, başkan da "aferin koçum, çok güzel yazmışsın" demiştir. Açıklamanıza gerek yoktu ki beyefendi, biz zaten geçen yıl oynanan Denizli maçının sonunda Demirören'i korumak için iki şerit halinde dizilmiş, Kurtlar Vadisi'nden çıkma tipleri gördüğümüzden beri, sizin her yeri basabileceğinizi biliyorduk. Ne ara geldiniz de bu takımın üstüne kara bulut gibi çöktünüz, işin anlayamadığımız kısmı o.

Daha da vahim olan ise, Serdal Adalı'nın Beşiktaş adına yaptığı bu açıklamanın üzerine Metin Tekin'in "yorumcu" sıfatıyla konuşmak zorunda olması. O da açıklama üzerine pek konuşmuyor zaten. Konuşmayı dinledikçe mahcup oluyor, muhtemelen aklına Seba geliyor, belki de içinden "Ne günlere kaldık" diye geçiriyor. Onun bu halini televizyonda görünce hangi Beşiktaş'a aşık olduğumu yeniden hatırlıyorum ve içim bir nebze olsun rahatlıyor.

Bizim aşkımız hala sarı fırtınaların Beşiktaş'ına, kazanmak için her yolu mübah gören bir takıma değil. Suavi'nin bestesinin marş haline getirildiği, Çelik-İş sendikası reklamlı Karabükspor'un "Karabük sen bizim kardeşimizsin" diye çağrıldığı yer burası. Quaresma'yı, Simao'yu aldınız diye sevdamıza dokunma hakkınız yok, bunu aklınıza sokun. Onların gelişiyle ilk defa yıldızlarımız olmadı bizim, çok şükür bu kulübe verdikleriyle onları fersah fersah aşan efsanelerimiz var. Onlardan birisi de benim küçük topum ile adına sayısız gol attığım Sarı Fırtına Metin. Bundan sonra Beşiktaş adına mekan basmalı konuşmalar yapmadan, o sarı saçlı efsanenin dediklerine bir ara kulak verseniz hiç de fena olmaz:

"Hep efsane olmaktan bahsedilir ya...Efsane, yıllar aşıp yüzyıl öteye geçebilmektir. Bir çocuktur sizi o yıllar öncesine götüren ya da efsaneleştiren. Biz nasıl Baba Hakkı'yı merak edip, onu araştırıp, neredeyse ellerimizle dokunduysak, yıllar sonra bir çocuğun bizi aklına düşürüp araştırmasıdır. Biz, o efsane içinde olan şanslı insanlarız.Yoksa efsane olmak ne haddimize. Tek efsane vardır o da Beşiktaş'tır...."

Ben de seni efsaneleştiren çocuklardan biri olduğum için şanslıyım Metin Tekin, yoksa Beşiktaş'ın sahibi gibi konuşmak ne haddime. Ama bu kendilerini kulüpten büyük gören, "küçük dağları ben yarattım" havasında gezenler yok mu, işte senin gibi efsaneler dururken Beşiktaş adına bu adamların konuşması kanıma dokunuyor.

6 Şubat 2011 Pazar

Dostum senin derdin ne?


Altın Top için adı açıklandığında "ödül ya Xavi ya da Iniesta'ya gitmeliydi" diye düşünmüştüm; ama bu akşam bir daha anladım ki futbolu bırakana kadar bütün Altın Top ödüllerini sana verseler yeridir. 33 maçta 40 gol ve 18 asist; ama bütün bunlardan daha etkileyici olanı onu izlerken hepsini yapmanın aslında çok kolay olduğu hissine kapılmamız. Öğleden sonra Nobre'yi izlemiş adama bu yapılmaz ki!

4 Şubat 2011 Cuma

Spot Işıkları #2 - The Djoker


Neden Gündemde?

Avustralya Açık şampiyonluğu gündemde olmak için yeterli bir sebep sanıyorum. Özellikle Nadal'ın aynı yıl içinde olmasa dahi üst üste 4 grand slam kazanma hedefiyle geldiğini ve Federer'in geçen sezon sonu yükselen grafiğini hesaba katarsak. Federer'i ikinci sette 5-2 geriden gelerek 3-0 gibi net bir skorla geçen Djoko, Rafa'nın hastalığı nedeniyle erken veda ettiği turnuvada finale gelen Murray'e de set vermeden kupaya uzandı. Şampiyonluk sonrası BBC'ye yaptığı açıklamada "Benim için bu yılın en önemli turnuvası Wimbledon" diyen Djokovic için esas sorumuz geliyor.

Esas Soru: Djokovic Wimbledon'ı Kazanabilir mi?

Hikayenin Buraya Kadar Olan Kısmı


Djokovic'in ismini tenis severlere öğrettiği yıla geri dönmek için takvim yapraklarını 2007'ye çevirmek gerek. Hızlı çıkışını Amerika Açık finaline ulaşarak taçlandıran Djokovic'in, o finalde Federer'i yenmesini kimse beklemediği için sezonu bitirebileceği en üst noktada tamamladığını görmüştük. Federer'in bu dokunulmazlığını da 2008 Avustralya Açık yarı finalinde kaldıran ve majestelerinin üst üste 11. grand slam finaline çıkmasına engel olan Djokovic, Tsonga karşısında fazla zorlanmadan ilk grand slam şampiyonluğunu 20 yaşında elde etmeyi başarıyordu.

Bu inanılmaz yükseliş öyküsünün ardından Djokovic'i bir grand slam finalinde daha görebilmemiz için 2,5 yılı aşkın bir süre beklememiz gerekti. Federer ve Nadal'ın finallere ambargo koymaları ve Djokovic'in bu ikiliden birinin düşüş gösterdiği grand slamlerde de varlık gösterememesi onun adının büyük şampiyonlar arasında yer alacağına inananları bir kez daha düşünmeye itmişti. Ancak, 2010 yılının sonuna doğru yeniden form tutan Djokovic, özellikle Sırbistan takımı olarak Davis Kupası'nı kazanmalarının ardından yeniden doğdu. 2011 sezonuna da Avustralya Açık'ı kazanarak bomba gibi bir giriş yaptı ve "one-slam wonder" etiketini üzerinden atmayı başardı.

Artılar


1) Motivasyon

Djokovic bir savaş çocuğu. 1987 doğumlu oyuncunun çocukluk anılarının önemli bir bölümünü bizim televizyonlardan izlemeye dayanamadığımız savaş görüntüleri oluşturuyor. Böyle bir yıkım döneminin Sırbistan'da milliyetçiliği ne kadar körüklediğini yeniden anlatmaya lüzum yok. Her galibiyetinden sonra Sırp aşırı milliyetçilerinin sembolü olan çetnik işaretini yapması, Miloseviç'in soykırım girşimlerini hatırlattığı için Djokovic'e mesafeli durmama neden olsa da, kendisinin ülkesi için oynama motivasyonunu olumlu şekilde kullanmaya başladığını görmek gerekiyor. Bu motivasyonun onun için ne kadar belirleyici olduğunu Davis Kupası şampiyonluğu sırasında görmek mümkün. Djokovic o şampiyonluğun ardından oyununu da bir kademe yükseltmeyi başardı.

2) 23 Yaşında Edindiği Tecrübe

Djokovic'in, beklentileri karşılamasının zor olduğuna inanılan dönemlerde henüz 22 yaşında olduğunu hatırlamakta fayda var. İlk grand slam şampiyonluğunu çok erken yaşta elde ettiği ve kendisini uzun süredir kortlarda görmeye alıştığımız için kavramakta zorlanıyoruz belki ama Djokovic hala kortun genç oyuncuları sınıfında. Henüz bu yaşta geçmek zorunda olduğu isimler ise Federer ve Nadal gibi tenisin iki büyük efsanesi. Bu durumun onun adına bir açıdan talihsizlik olduğunu kabul etmek lazım; zira başka bir dönemde oynuyor olsa Djoko'nun grand slam şampiyonluk sayısı 5-6'yı bulmuş olabilirdi. Madalyonun diğer yüzünden baktığımızda ise kortta oyununu bir kademe yukarı taşımak için iki harika isimle mücadele etmesi gerekti ve bu nedenle limitlerini zorlamaya başladı. Bu tecrübe ilerleyen yıllarda yeni rakiplerini geçmek ve yeni şampiyonluklar elde etmek için ona yardımcı olacaktır.

3) Grand Slam Şampiyonu Ünvanı

Bir kere grand slam kazandığınız takdirde adınız grand slam şampiyonları listesine ebediyen girer; ancak bir grand slam şampiyonu olarak kortta saygı görmeye başlamanız için "one slam wonder" olmadığınızı (bkz. Francesca Schiavone), yeni tesadüfen o kupaya ulaşmadığınızı ispat etmeniz gerekir. 2008'den beri bu seviyeyi yakalayamadığı için kendine olan güvenini kaybeden Djokovic 2011 Avustralya Açık şampiyonluğuyla güvenini yeniden kazanacak ve kortta rakiplerinden daha fazla saygı görmeye başlayacaktır.

Eksiler


1) Çim Kortta Henüz Kupa Kazanamadı

Djokovic 2010 sonu ve 2011 başı itibariyle momentumu yakalamış durumda ve kendine Wimbledon şampiyonluğu hedefini koyması da en doğal hakkı. Yine de kariyerinde, çim kortta oynanan bırakın grand slam'i, henüz hiç bir ATP turnuvasında şampiyonluğa uzanamaması psikolojik açıdan Djokovic'i zorlayacaktır. Yani Wimbledon'ı kazanmak için öncesinde oynanacak ATP turnuvalarında bir çim kort zaferi elde etmesi gerekecek.

2) Nadal ve Federer Faktörü

Avustralya Açık sonunda Djoko zirveye çıkmayı başardı; ancak Wimbledon öncesi bahislerde ağır abiler Nadal ve Federer'in önüne çıkması pek mümkün gözükmüyor. Özellikle büyük bir mucize olmaz ise Roland Garros'yu bir kez daha kazanacak olan Nadal'ın ivme kazanarak Wimbledon'a gelecek olması diğer rakiplerin şansını azaltan bir faktör. Bir yıldır grand slam kazanamayan majesteleri de cebindeki son kurşunu 6 kez şampiyon olduğu Wimbledon'da kullanmak isteyecektir. Djoko bu isimleri geçecek seviyeye geldiğini tekrar tekrar ispat etmek zorunda.

3) Turnuvanın Roland Garros'nun Ardından Düzenlenmesi

Eğer Wimbledon sezonun bir sonraki Grand Slam turnuvası olsaydı Djokovic momentum kazanarak turnuvaya girme şansına sahipti. Ancak arada Fransa'nın toprak kortlarında oynanan Roland Garros ve Nadal'ın bu turnuvayı sakatlık faktörünü dışarıda tuttuğumuzda kaybetmesinin hemen hemen imkansız olduğu gerçeği var. Bu aynı zamanda kupaya erişemeyen Djokovic'in formunu etkileyecektir. Djoko bu muhtemel ivme kaybının üstesinden nasıl gelecek? Bu sorunun cevabı onun sürekli şampiyonluklar kazanmak için gereken mental olgunluğa ulaşıp ulaşmadığını da gösterecek.

Sonuç


Avustralya Açık zaferinin ardından, Wimbledon'da şampiyonluk için Djokovic'in ismi Murray, Söderling gibi "underdog"ların yanından çıkıp Federer ve Nadal gibi efsanelerin yanında yer alacaktır. Ancak, Djoko'nun Wimbledon'a gidene kadar nasıl bir sezon geçireceği de oldukça önemli. Eğer Roland Garros'da finale (veya Nadal ile oynanacak bir yarı finale)ulaşmayı başarır ve Wimbledon öncesi Queen's gibi prestijli bir çim kort turnuvasından zaferle ayrılırsa, Djokovic ciddi bir sürprize imza atarak Wimbledon'ın bu seneki şampiyonu olabilir. Ama dediğim gibi Federer ve Nadal'ın arasından sıyrılması bu yıl için her halükarda ciddi bir sürpriz olacaktır.

Milli Takım Havuzu: Güney Kore Maçı Kadrosu


A Milli Takım Havuzu ile ilgili ilk yazıyı Hollanda maçı öncesinde yazmıştım. O maçta birbiriyle oyanmaya alışık olmayan yeni kadronun 1-0'lık mağlubiyete karşın tatmin edici bir performans ortaya koyduğunu görmüştük. Bu yazıda yeni yapılan seçimlere göre listeyi güncelledim. Havuzda yer değiştiren isimleri ve takım değiştirenleri koyu yazdım. Yeni seçimleri de başka bir yazıda ayrıca yorumlayacağım. Önce Hollanda maçında çağırılan aday kadroda yapılan değişiklikler:

Kadroya Girenler: Mert Günok, Emre Belözoğlu (FB), Emre Güngör(G.Antep), Hakan Balta(GS), Serkan Balcı(TS), Tunay Torun(Hamburg)

Kadrodan Çıkanlar: Ufuk Ceylan(GS), İbrahim Öztürk(Bursa), Ersan Adem Gülüm(BJK), Eren Aydın(Manisa), Orhan Gülle(G.Antep), İbrahim Akın(İBB), Nadir Çiftçi(Portsmouth), Batuhan Karadeniz(Eskişehir)

Şimdi de bu seçimler sonucunda milli takım havuzunda yaşanan değişimlere bakalım. Havuzun eski halini ve oyuncu gruplarının açıklamalarını görmek isteyenler bu linki kullanabilirler.

As Oyuncular:


Kale: Volkan (FB)
Defans: Gökhan Gönül(FB), Sabri, Servet, Hakan Balta (GS)
Orta Saha: Arda(GS), Hamit(Bayern), Emre(FB)
Forvet: Kazım(GS)

Yükselişteki Oyuncular:

Kale: Onur (TS)
Defans: İsmail (BJK),
Orta Saha: Nuri Şahin (B.Dortmund), Selçuk İnan (TS)
Forvet: -

Yeni Gelenler:


Kale: Mert Günok(FB), Ufuk (GS)
Defans: Ersan Adem Gülüm (BJK), Gökhan Süzen (İ.B.B), Serdar Kesimal (Kayseri), İbrahim Öztürk (Bursaspor), Eren Aydın (Manisaspor)
Orta Saha: Necip (BJK), Özer (FB), Mehmet Ekici (Nürnberg), Yiğit İncedemir (Manisa), Engin Baytar (TS), Yekta(GS), Orhan Gülle (Gaziantep), İbrahim Akın (İ.B.B)
Forvet: Umut, Burak (TS), Turgay (Bursa), Nadir Çiftçi (Portsmouth), Batuhan Karadeniz (Eskişehir), Tunay Torun(Hamburg)

Geniş Kadrodakiler:

Kale: Sinan Bolat (S.Liege)
Defans: İ.Toraman (BJK), Emre Güngör(G.Antep)
Orta Saha: Mehmet Topuz, Selçuk Şahin (FB), Ceyhun Gülselam (TS), Mehmet Topal (Valencia), Serkan Balcı(TS)
Forvet: Sercan (Bursa), Halil (E.Frankfurt), Mevlüt (PSG), Semih(FB), Tuncay(Wolfsburg)

Yaş Haddi:

Kale: -
Defans: Ömer (Bursa)
Orta Saha: Aurelio (BJK)
Forvet: Nihat (BJK)

Gözden Çıkanlar:


Kale: Hakan (BJK)
Defans: Çağlar, Gökhan Zan(GS), Caner (FB)
Orta Saha: Sezer Öztürk (Eskişehir), Volkan Şen, Ozan İpek (Bursa)
Forvet: -

Hollanda maçına çağırılıp bu maçta kadroda olmayan isimlerle ilgili az değişiklik yaptım. Havuzdaki esas şekillenmeyi görmek için 29 Mart tarihinde oynanacak olan Avusturya maçını beklemek gerektiğine inanıyorum. İki maçın kadrosuna da çağırılmayan Semih, Volkan Şen, Ozan İpek gibi isimlerin ve kadroya çağırılan yeni altı oyuncunun yerlerini değiştirdim. Son notumuz da Galatasaray ile ilgili. Euro 2008 kadrosunun temel oyuncularını elinde tutan Galatasaray kadrosundan, Hollanda maçına yalnızca üç isim alınmıştı. Devre arası yaptığı transferlerde Galatasaray'ın bu milli takım havuzu kriterini ne kadar önemsediğini Yekta ve Kazım transferleriyle bir kez daha görüyoruz.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Beşiktaş'ın 2011 Ocak Ayı Transferleri


Transferleri genel bir çerçevede değerlendirmek için transfer döneminin sona ermesini bekledim. Şimdi kısa kısa gelen giden tablosunun değerlendirmesine geçmek istiyorum.

Gelenler: Manuel Henriques Tavares Fernandes (Valencia-Kiralık), Hugo Miguel Pereira de Almeida (Werder Bremen), Simao Pedro Fonseca Sabrosa (Atletico Madrid), Güven Gürsoy (Malatyaspor)

Gelenlerin heyecan yaratmasının başlıca nedeni Simao Sabrosa. Geçen yıl G.Saray - A.Madrid maçını izlerken antrenmanda topla yaptığı hareketlerden sonra "keşke bizde oynasa" diye içimden geçirdiğim adam 10 ay sonra siyah beyazlı formayı giydi. Eski Açık'ı dolduran Galatasaraylıların arasına Beşiktaşlı olarak girme cesareti gösterenlerin bir dileği kabul oluyormuş bunu da tecrübe etmiş oldum. Artık eski açık kalmadığı için bu metafizik çareye önümüzdeki yıllarda başvurma şansım da kalmamış oldu. Simao ile ilgili bu kadar boş laf sarf etmemin nedeni ise kendisi hakkında blogda yayınladığım söyleşi. Onunla ilgili ciddi bir şeyler okumak isteyenler linki kullansınlar. Bu transferin Beşiktaş'a katkısı ise uzun yıllardan sonra iki gerçek kanat oyuncusuna kavuşması oldu.

Bobo'yu oldukça seven ve ona güvenen taraftarların aklı Bobo'nun biten kontratı nedeniyle Almeida transferine tamamen olumlu yaklaşamadı. Oynadığı oyun tatmin edici olsa da Bobo'nun üzerindeki soru işaretleri kaybolmadan gönül rahatlığıyla Almeida'yı seyredemeyeceğiz.

Manuel Fernandes'in 8 milyon euro'luk satış opsiyonu kendisine uzun vadeli bir transfer gözüyle bakmamızı engelliyor. Sanıyorum bu edere ulaşabilmek için 2009'da Fabian Ernst'in gösterdiği yarım sezonluk performansın bir benzerine imza atması gerekiyor. Konuyla ilgili yorumunuza Tabata diyerek başlamazsanız sevinirim.

U-16 ve U-17 kategorilerinde 5 kez milli takım forması giyen Güven Gürsoy ile ilgili herhangi bir yorum yapamayacağım için darılmayın.


Gidenler: Tomas Zapotocny (Sparta Prag), Filip Holosko (İstanbul Büyükşehir Belediyespor-Kiralık), Michael Fink (Borussia Mönchengladbach-Kiralık), Fatih Tekke (Ankaragücü), Yusuf Şimşek (Kayseri Erciyesspor), Rodrigo Barbosa Tabata (Al-Rayyan-Kiralık), Ali Kuçik (Bucaspor-Kiralık)

Beni transfer dönemlerinde daha çok düşündüren gidenler tarafıdır genellikle. Ne de olsa iyi kötü paylaştığınız anılarınız vardır giden isimlerle. Takımın formasını imza törenlerinde olduğu gibi eğreti şekilde giymemiştir onlar. Yaptıkları, yapamadıkları aklımızdadır hala. Yusuf Şimşek'in Galatasaray'a attığı şampiyonluk golü ve yarım sezonda efsane olduğunu unutmak, Manchester United maçında 2 metre önündeki topa koşarken zorlandığını unutmaktan daha zor gelir taraftara. Yine Zapo'nun şampiyonluk kutlamasındaki neşeli tavırlarını, Bursa formasıyla İnönü'de attığı galibiyet golünü hatırlamaya tercih ederiz. Holosko'yu, saç baş yoldurduğu onca maça karşın gollerden sonraki gülümsemesiyle hatırlarız. Bu nedenle adının gidenlerde yazmasına canımız sıkılır.

Michael Fink, İstanbul'da kupa sevinci yaşayamadı belki; ama İbrahim Üzülmez'in ortasına gelişine yaptığı vuruşla gönüllere girmeyi başardı. Ali Kuçik bile Antalya'da Antep'e attığı golle iyi kötü bir anıya sahip oldu. Tabata bonservis bedeli dışında hatırlanacak bir şey bırakamazken, Fatih Tekke "hoca bana taktı yae" diyen lise öğrencisi edasıyla aramızdan ayrıldı.

1 Şubat 2011 Salı

Git Başımdan Çocuk


Demek sana göre değilmiş o kırmızı forma güzel yüzlü çocuk. Senin için kötü, karanlık ve biraz da çirkin kalmış bu şehir. Gecelerimiz dağıtmış sarışınlığını. Madem öyle, bizim için kirletme aydınlığını ve git Londra'nın en cafcaflı semtine. Yine de aklının bir köşesinde dursun: Hasret kaldığın gümüşe kavuşursun belki; ama attığın gollerle altın saçlı bir "working class hero" olma şansını kaybettin artık.

Not: İmkansız aşkların şairi Attila İlhan'a saygılarla