31 Ocak 2010 Pazar

Shhh Quiet!...Genius at Work



Federer'in erkekler tenisinin zirvesinden inmeye hiç niyeti olmadığını Avustralya Açık tenis turnuvasında bir kez daha gördük. Son 4 turnuvada 3., toplamda da 16. grand slam şampiyonluğunu kazanırken, kendine güvenen oyunu, vuruş çeşitliliği ve baskı altında oyununu yükseltmesiyle Andy Murray'e bugün için bir gömlek fazla geldi. Her ne kadar finaldeki mağlubiyetinin ardından gözyaşlarını tutamasa da, Murray'nin henüz 22 yaşında, yani Federer'in ilk grand slam şampiyonluğunu kazandığı yaşta olduğunu düşünürsek, onun için de kaybedilmiş pek fazla bir şey yok.


Majesteleri'nin geçen yıl en büyük iki hedefi olan "en çok grand slam kazanan tenisçi" ve "bütün grand slam'leri kazanan tenisçi" ünvanlarını ele geçirdikten sonra bu yıl düşüşe geçebileceğine dair genel bir kanı vardı; ancak Federer bu turnuvada herkese kupa kazanma iştahından hiç bir şey yitirmediğini gösterdi. Artık Federer'in önünde tek bir hedef kaldı, o da bütün grand slam'leri aynı yıl içinde kazanmak. Bu hedef için ilk adımı da, açık dönemde bu başarıyı yakalayan tek isim olan Rod Laver'ın adını verdiği kortta attı. Nadal'ın sakatlıklarla boğuştuğu bu dönemde eğer Roland Garros'yu tekrar kazanabilirse bütün turnuvaları kazanmak için ciddi bir şansı var. Zaten bu başarıyı da yakalarsa sanıyorum dünyanın en iyi tenisçisi ünvanı için hiç bir tartışma kalmaz. Tabii hemen hayallere dalmak için erken; çünkü geçen yıl aynı başarıyı Nadal'ın yakalaması beklerken hesapta olmayan diz sakatlıkları sezonun bütün seyrini değiştirmişti.

Biraz da Murray'den bahsedelim. İngiliz medyasının onun üzerinde oluşturduğu baskıya karşın çok iyi bir turnuva çıkardığını söyleyebilirim. Bana kalırsa medya baskısı geçen yıl Wimbledon yarı finalinde elenmesinin esas nedeniydi. Murray'nin büyük turnuvalar kazanmak için bu baskıyı alt etmeyi, İngiliz medyasının da 74 yıldır tek bir grand slam şampiyonu çıkaramamış olmalarının baskısını Murray'nin üstüne yıkmamayı öğrenmesi gerekecek. Federer'in final konuşmasında belirttiği gibi Murray hiç grand slam turnuvası kazanmamış olmak için fazla iyi. Federer sonrası dönemin şampiyonluklar kazanan ismi olacağından şüphem yok.


Roger Federer'i kortta izlediğimiz her grand slam, unutulmaz bir rüyanın parçası olarak hafızalarımıza kazınmakta. O yalnızca tenisin değil, spor tarihinin en büyük isimlerinden biri olarak başarı sayfalarına her gün bir yenisini eklemeye devam ediyor. En büyük korkum, bir gün o saat reklamındaki (isim vermeyeyim de Rolex olduğu anlaşılmasın) gibi ceketinin önünü ilikleyerek "hadi bana eyvallah" deyip, karanlıklar içinde kaybolması. Umarız o gün gelene kadar bizlere dehasını göstermeyi sürdürdüğü nice grand slamler izleriz.

iddaa....


Tamin yapmaktan ve iddaa oynamaktan bir süre ayrı kalmıştık ama 2 gün önce 3 maçlık kuponumuz tutunca haftasonu maçları bitmeden biraz fikir paylaşmak istedim bende. Bugün için kısıtlı süremiz de kalmış olsa 18:00'da ki Arsenal-Manchester UTD. maçıyla başlayalım. Manchester bir duraklama süreci yaşamış olsa da City'i ilk maçta kaybetmesine rağmen rövanşta eleyip kupada finale kalması bu kötü dönemde büyük moral oldu. Bence United, Chelsea ile arayı daha fazla açmayıp 2.40'lık oranıyla bu maçı rahat kazanacaktır.
361-2-2,40
Fransa liginin iki rahat ekibinin karşılaşacağı maçta en azından UEFA'yı kovalayan Auxerre, son dönemde az da olsa toparlanmaya başlayan Saint Etienne'i evinde mağlup edip yükselişine devam edecektir.
362-1-1,70
Biraz sürpriz ile oran yükseltmek isteyenler için Denizlispor-Galatasaray maçında az da olsa toparlanmaya başlayan Denizlispor için 2,45 orandan ilk yarı beraberliği denenebilir.
379-iy0-2,45
İspanya liginin eski günlerini arayan ve bu yönde büyük gelişme göstreren iki takımının mücadelesinde bol gol olacağını düşünüyorum. Sevilla-Valencia mücadelesi üst olmaya yakım bir maç ama oran yükseltmek isteyenler 4-6gol seçeneğini de gözden geçirmeliler.
395-üst-1,55
395-4/6gol-2,40
İtalya ligine uğramadan olmaz dedim ve Juventus-Lazio maçı ile ilgili iki şey söylemek istedim. Juventus Ciro Ferrara'dan boşalan Teknik Direktörlük koltuğuna Alberto Zaccheroni'yi getirdi, Zaccheroni ilk maçında büyüklüğünü göstermek için çabalayacaktır. Lazio ise gittikçe düşme hattının stresini daha da fazla yaşamaya başlıyor ve bir çıkış yolu arıyorlar. Serie A'nın iki köklü ekibinin mücadelesinde Juventus bence bir adım önde ama sürpriz düşünenlerinde 3,30 oranlı beraberlik seçeneğini kaçırmamasını öneriyorum.
390-1-1,50
390-0-3,30

30 Ocak 2010 Cumartesi

İnce Hareket



Shabani Nonda’ya Plaket


Galatasaray’da forma giydiği dönemde büyük başarılara imza atan Shabani Nonda’ya Galatasaray’a yaptığı hizmetlerden dolayı bir plaket verildi.

Yönetim Kurulu Üyesi Murat Yalçındağ ve Futbol AŞ Genel Müdürü Adnan Sezgin tarafından Florya Metin Oktay Tesisleri’nde takdim edilen plaketin ardından Nonda eski takım arkadaşlarıyla ve kulüp çalışanları ile vedalaştı.

Galatasaray’da çok güzel bir dönem geçirdiğini belirten Shabani Nonda, kulüp yöneticilerine ve takım arkadaşlarına teşekkür etti.

Galatasaray taraftarına da ayrıca teşekkürlerinin gönderen Nonda, “Onların bana gösterdikleri yakınlık sayesinde, küçükken Afrika’da yaşadığım güzel futbol ortamını burada yakaladım ve bana verdikleri desteği hiçbir zaman unutmayacağım” dedi.

Shabani Nonda, “Bu yıl da şampiyon olmak için hep beraber” sözleriyle konuşmasını noktaladı.

Hoşgeldin Kadınlar Tenisi



Avustralya Açık kadınlar finalinde Serena Williams, sürprize yer vermeyerek 12. grand slam şampiyonluğunu kazandı ve per Henin'ın peri masalını bozdu. Kadınlar tenisinde Serena-Venus dışında kalmayan rekabet kavramını yeniden anlamlandıran bu iki gerçek şampiyon, teniste neredeyse unuttuğumuz pek çok hareketi kortlara taşıyarak bizleri heyecanlandırmayı başardı. Aslında oyunun genelinde çok üst düzey bir tenis yoktu; ancak dönem dönem seviye o kadar yükseldi ki, " neden bir ara ortalıktan kayboldunuz?" diye iki tenisçiye de sormadan yapamadık. Umarız ikili arasında oynanan bu ilk grand slam finali, ikili arasında oynanacak final serilerinin başlangıç maçı olur.



Öncelikle günün galibi Serena ile başlayalım. Zaman zaman 190 kilometreyi aşan servisleriyle erkeklerin dahi ulaşamadığı seviyelere çıkan Serena, bu etkili servislerine karşın bugün Henin'a tam 16 servis kırma şansı verdi. Kritik noktalarda ise oyununu bir kademe yükselterek ikinci set haricinde Henin'a pek fazla şans tanımadı. Bu kadar iyi servis atan bir oyuncuyu sert zeminde yenmek oldukça zordur, bugün de bu kural değişmedi ve Serena üçüncü sette Henin'ın oyununun düşmesiyle maçı kazandı. Bu 12. grand slam, onu tüm zamanların en çok grand slam kazanan tenisçileri sıralamasında 5. sıraya taşıdı, Henin'a karşı da sert zeminde toplamda 5-1'lik üstünlüğü getirdi.


Ve Justine Henin. Kortlarda onu ilk olarak Justine Henin-Hardenne olarak tanımıştık, kocasından ayrılmasının ardından artık Justine Henin olarak anılıyor. Özel hayatında yaşadığı bu problemler onun tenisi bırakmasında da etkili olmuştu; ancak problemlerini atlatmış olarak onu yeniden kortlarda görmek gerçekten heyecan verici. Bunu pek çok kez tekrarladım; ancak bir kez daha söylemekten çekinmiyorum. Onun sahip olduğu hücum çeşitliliği ve özellikle back-hand'lerini izledikçe tenisin gerçek keyfine varabiliyoruz. Bugün ikinci setin sonu ve üçüncü setin başında arka arkaya 15 sayı kazanması ve bu sırada çizgiye vurduğu passing shot'lar gerçekten akıl almazdı. Bugün kaybetmesine yol açan en önemli etken ise servisleriydi. İlk servisini oyuna sokmakta çok sıkıntı çeken Henin, özellikle kritik servis kırma puanlarında da servisini toparlayamadı ve bu final maçından yenik ayrıldı. Onun esas geri dönüşü için şimdiden Fransa Açık'ı beklemeye başladım bile; çünkü Henin'ın en özel oyunlarını çıkarttığı toprak zeminde bir kez daha izlemek için sabırsızlanıyorum.

Bugün Serena'nın galibiyetiyle sonlanan final bizlere iki yıllık aranın ardından yeniden kaliteli bir kadınlar tenis sezonu müjdeliyor. Bu maçta gördüğümüz vuruş çeşitliliğini geçen yılın Fransa Açık finali ile karşılaştırdığımızda, atlanılan kademeyi görmek gerçekten sevindirci. Kortları manken avcılarına teslim etmeden geri dönüş azmini gösteren ve bu oyuna gereken saygıyı gösteren iki tensiçiye de teşekkürler.

29 Ocak 2010 Cuma

Antalyaspor 0-1 Beşiktaş: Takım Niye Oynamıyor?


Bu satırları yazmak adına geçirdiğim dakikaları da eklediğim vakit, bu maça hayatımdan ayırdığım zaman 2 saati aşıyor, vakit kaybından başka bir şey değil. Bazı maçlar vardır, temposu düşüktür; ama maçın içinde bir hikaye olur. Örneğin takımın santraforu 100. golünü atmıştır, böyle bir örnekte bütün bir yazıyı ona ayırabilirim, 2 saatim de bir anlam kazanmış olurdu. Bir teknik direktörün takımın başında kazandığı 50. maç filan da olabilirdi, sezonun heyecanı içinde anmayı unuttuğumuz teknik direktörü böylece onurlandırırdık. Bir kırmızı kart veya ilginç bir pozisyon, taraftar şovları, yeni bir transfer, genç bir oyuncunun iyi performansı, takımlar arasında bir rekabetin getirdiği heyecan vs. vs. vs.

Yok hocam yok. Oyuncu değişiklik hakkımız da yok, takımı ateşleyen oyuncumuz da yok, araya kaçan, kanatlardan bindiren, ara pasları atan, oyunu açan, gol pozisyonuna giren yok yok yok. Maalesef bu maça harcadığımız dakikaları geri alma şansımız da yok. Bobo, Rıza Çalımbay'ı geride bırakarak ligde Beşiktaş adına tüm zamanların en çok gol atan 14. oyuncusu oldu, o kadar. Bobo'nun bir dönemin penaltıcısı olan atom karınca Rıza'yı bir penaltı golüyle geride bırakması bu maçtan çıkan tek hikaye. Artık bir şeyler yazmak için kendimi ne kadar zorladığımı varın siz hesap edin.


Maçın içinde bir penaltı pozisyonu var, onun hakkında da konuşulacak pek bir şey yok. Beşiktaş hak etmediği bir penaltıyla bu maçı kazanmış oldu. Zaten penaltı kararı doğru olsaydı dahi Beşiktaş oyunuyla bu penaltıyı hak etmemiş olurdu. Rakip takıma haksızlık oldu, bu hakemlerle bu lig bitmez filan diyeceğim; ama sahada Antalya'nın da bir şey yaptığı yoktu ki. Taraftara yazık oldu desem, maça gelen de yoktu, ikinci yarı muhtemelen kapılar açıldığı için sahaya biraz Antalya taraftarı girdi, onlar da 45 dakika yönetimlerine sövüp gittiler, yani onların da pozisyonla ilgilendiği yok. Bu kadar yokluk içinde nihilizme meyilli olanlara ilaç gibi gelecek bir doksan dakika izlemiş olduk.

Beşiktaş'ın esas mücadelesi pazar günü yaşanacak, zaten onda da içime sinen aday yok. Yıldırım Demirören o kadar kötü ki, kim gelse daha iyi olur diye düşünüyorum; ama bu başkanlık koltuğunda Aksu'yu görmeye de niyetim yok. Yok hocam yok, yapma Volkan diyeceğimiz bir durum bile yok. Sadece Mustafa Denizli'ye geçen yıl oynanan Anakaraspor maçında taraftarların yeni bestesiyle sorulan bir soru var, yanıtsız kalan: "Söylesene bize hoca, takım niye oynamıyor?"

Ekleme: Antlayaspor'un başında görünce dayanamadım, sağda duran efsaneler köşesinde Metin Ali Feyyaz'ın yerine bu haftalık Şifo'yu koydum. Bu maç yine bu kadar sıkıcı olsaydı; ama sahada Şifo gibi bir oyuncumuz olsaydı diye iç geçirmeden de yapamadım.

Il Gattopardo: "Her şeyin olduğu gibi kalması için"


İtalyan yeni gerçekçiliğinin sembol yönetmenlerinden Luchino Visconti'nin başyapıtlarından olan Leopar(Il Gattopardo), 19. yüzyılda İtalyan toplumunda değişen sınıfsal güç dengesinin portresini, Sicilya'nın soylu prensi Salina'nın gözünden seyirciye aktarır. Orta Avrupa'nın iki henüz birleşmemiş ülkesi İtalya ve Almanya'da, 19. y.y. ortalarında mali gücü elinde toplayan tüccar sınıfı, ticaretin kolaylaşması için kolaylıkla değişmeyen ulusal sınırlar talep etmektetir. Toprağı elinde bulunduran feodalitenin otoritesini yıkmak amacıyla da parlamenter anlayışı desteklemekte, bu şekilde iktidara ortak olacağını hesaplamaktadır.(Oral Sander - Siyasi Tarih, sf. 219) İtalya özelinde bu birleşme özlemi, ulusal kahraman Garibaldi'nin varlığında vücut bulur. Film boyunca Garibaldi'nin hayaleti, yemek sofralarından görkemli balolara, hemen her mekanı dolaşmaktadır.


1860 ylında, Garibaldi'nin kırmızı gömleklileri, Prens Salina'nın yaşadığı Sicilya adasını ele geçirir ve böylece güç dengelerinin değişimi başlar. Savaş sekansında Visconti, sürekli çalan savaş trompetiyle liberallerin tarafında olduğunu belli ediyor. Ayrıca filmin ilk bölümlerinde bireyleri önemsiz kılmak adına, yönetmen sık sık geniş planları kulllanmayı tercih ediyor. Zaten yeni gerçekçiliğin anlatım tarzına uygun şekilde, filmdeki karakterler bireysel özelliklerinden ziyade, ait oldukları toplumsal sınıfların özelliklerini vurgularlar. Feodalite'nin ittifak içierisindeki iki egemen gücü olan aristokrasi ve kilise, film boyunca Prens Salina ve Peder'in ilişkileriyle çözümlenebilir. Prens Salina, dinin kendisine dayattığı kurallardan rahatsızdır; ancak iktidara sahip olabilmek adına kilisenin varlığına ihtiyacı vardır. Karısının dışında bir kadınla beraber olması bu rahatsızlığın bir göstergesidir. Kilise'nin en büyük korkusu da liberaller tarfından mallarına el konulmasıdır, buna karşı aristokrasinin desteğine ihtiyacı vardır; ancak Prens Salina'nın iyi bildiği bir gerçek vardır: Tarihte sonu gelen sınıf kendi ait olduğu sınıftır, kilise bu zorluklara rağmen ayakta kalmaya devam edecektir.


Prens Salina'nın özellikle balo sahnesinde hissedilen ölüm korkusu, aslında aristokrasinin tarih sahnesinden silinmesine yapılan bir göndermedir. Baloda, hepsi kuzen çocuğu olan kızların aşırılıklarının ön plana konulduğu sahnede, kendisi arka planda nefes almakta zorlanmaktadır. Feodalite'nin toprağa bağımlı aile yapısı artık çürümektedir. Kendi iktidarının devamını sağlamak için bir dönüşüme ihtiyaç vardır ve Prens bunun için kendisine yakşıklılığıyla kadınları adeta sarhoş eden yeğeni Tancredi'yi (Alain Delon) varis seçmiştir. Onun sahip olduğu iktidar hırsını kendisiyle özdeşleştiren prens, Tancredi'nin tüccar Don Calogero'nun kızı olan Angelica (Claudia Cardinale) ile evlenmesi sayesinde, yeni egemen sınıf olan burjuvaziye geçişini sağlar. Kendi kızı olan Concetta'yı ise mirası yediye bölüneceği ve eskinin statik yapısını simgelediği için Tancredi'ye uygun bulmaz. Prens baloda, güzelliğiyle iktidarı sembolize eden Angelica ile yaptığı son dansın ardından kızı Tancredi'yle baş başa bırakır, bu arada Tancredi parlamento için gelecek seçimlerde aday olduğunu açıklar. Film, Prens'in karanlıkların içinde kaybolan görüntüsüyle son bulur. "Her şeyin olduğu gibi kalması için her şey değişmiş", eski egemen sınıflar yok olurken, aynı iktidar hırsına sahip yeni bir sınıf, halkın yerine düzene hükmetmenin yolunu bulmuştur.



Bu evliliğe çok ihtiyacı olan diğer isim de tüccar Don Calogero'dur; çünkü henüz kendini toplumun üst kesimlerinde kabul ettirememiştir. Don Calogero'nun, Prens'in verdiği yemeğe katılırken merdivenlerden yukarı çıktığı ve Prens'in onu merdivenlerin sonunda beklediği, bu arada aile üyelerinin, Calogero'nun üst tabakaya uygun görülen beyaz frak ile yemeğe katılmasıya dalga geçtiği sahnede, aristokrasinin statü olarak hala burjuvazinin üstünde olduğu vurgulanır.

Prens Salina yeni oluşan tüccar sınıfından nefret etmektedir, onların yemek sofralarındaki ölçüsüzlüğünü ve etrafındaki her şeyi para ile ölçmelerini görgüsüzlük olarak görür. Kendi sınıfını "leopar ve aslan" olarak görürken, yeni sınıfı ise "çakal ve sırtlanlar" ile özdeşleştirmektedir; ancak değişimin gücüne karşı koyamayacağının da farkındadır. Bu nedenle yapılan oylamada birleşik İtalya'ya evet oyu verir ve kendisine yapılan parlamenterlik teklifini reddeder; hem değişimin diyalektiğine yenik düşen sınıfının artık yok olacağını görmüştür, hem de değişimden duyulan büyük heyecana karşın her şeyin eskisi gibi kalacağını bilmektedir. Değişimin kurbanı olan yine koyun ile simgelenen halktır, değişimin dahi değiştiremeyeceği daimi gerçek de yoksulluktur. Marksist ideolojinin de savunucusu olan Visconti, bu sınıfsal değişim hikayesindeki umutsuzluğunu, dramatik bir hikaye ile seyirciye aktarmayı başararak, seyirciye 3 saat süren unutulmaz bir filmi miras bırakmıştır.

28 Ocak 2010 Perşembe

Teşekkürler...



Kim giderse gitsin, üzüntü verecekti. Gitmeyi de hakeden bir isim değildi Nonda ama diğer alternatif Kewell olunca çok şansı yoktu. Belki Leo düşünülebilirdi ama Aykut ve Ufuk'tan -şu an için- daha kaliteli bir kaleci olduğu aşikar.

Teşekkürler Nonda. Umarım Sami Yen'de uğurlama şansımız olur kendisini. Alkışlarla ve ona yakışır şekilde.

Bu arada birilerinin Haldun Üstünel'i durdurması lazım gerçekten. Yoksa Nonda, Linderoth derken Baros'u falan da yollayacak bunlar.

Oynar mı sandınız?



Biz haberini bir hafta önce almıştık :) Ama kendisinin Almanya'ya transferi bugün basında yer aldı. Almanya'nın 6. Lig takımlarından Uerdingen'e transfer olmuş. 6. Lig ne oluyorsa artık... Tanıdınız değil mi Fatih Akyel'i?

Haberlere göre kendisi imzayı atar atmaz antrenmanlara başlayacakmış. Külahıma anlatsın, bu herifte top oynayacak bir hal var mı?

NTVSpor'un Galatasaray şanssızlığı



NTVSpor'un internet sitesindeki son "istatistikî" haber:


Galatasaray'ın 'kiralık' şanssızlığı
Sanctis, Niculescu, Sarr, Almaguer, Barusso, Christian... Galatasaray'ın yüzü kiralık alınan yabancı futbolcularda gülmedi.

Rakip taraftarların sinirlenmesini, kıskanmasını, Galatasaray'ın yeni transferlerine "işe yaramaz" demesini anlarım. Futbolun rekabeti ve eğlencesi içinde olan ve olması gereken şeyler bunlar. Hatta zaman içinde böyle yorumların doğruluğu da ortaya çıkabilir.

Ama kendi şahsi kıskançlıklarınızı dünya aleme duyurmak, hırsından gözü dönmüş bir şekilde ortadan ikiye çatlamak niye? Gökhan Ünal da iyidir, üzülmeyin bu kadar.

Haberi yazan Gökhan Karataş isimli arkadaş iki kiralık oyuncu transferimizin hemen ardından böyle bir haberi yayınlamakla Almaguer'i, Barusso'yu, Christian'ı, Jô ve Giovani dos Santos'la karşılaştırma gafletine düşmüş. De Sanctis'in de kötü bir seçim olduğunu iddia etmiş. Allah akıl fikir versin. Bu yönetim, teknik kadro ve futbol takımı bizde olduğu sürece de sabırlar diliyorum kendisine. Hırpalamayın kendinizi bu kadar...

Söz konusu haber...

Henin'ın Ünvan Maçı



İki yıllık aranın ardından wild card ile turnuvaya katılan Justine Henin, yalnızca 51 dakika süren yarı final maçının ardından finale kalmayı başardı. Eğer 4 ay önce Clijsters aynı başarıyı Amerika Açık'ta göstermemeiş olsaydı, şu an bir mucizeye tanık olduğuma inanacaktım; ancak dört ay içinde gördüğümüz bu iki geri dönüş hikayesi esas olarak, kadınlar tenisinde yeni gelen jenerasyonun ne kadar zayıf olduğunu bizlere göstermiş oldu. İstikrarsız yeni jenerasyonun içine soktuğu kriz ortamından kadınlar tenisini kurtardığı için bu iki Belçikalı tenisçiye ne kadar teşekkür etsek azdır.


Bugünün manşetlerinde ise Belçikalıların "petite" olanı var. Kariyerinde 7 grand slam şampiyonluğu bulunan Henin, iki yıl önce düzenlenen Avustralya Açık'ta, çeyrek finali Şarapova'ya kaybederken emekliliğini kafasından geçirmeye başlamıştı. Yine de dünya bir numarası iken tenisi bırakma kararı alması herkeste şaşkınlık yarattı. Bu yıl kendi isteğiyle bıraktığı ünvanını geri kazanabilmesi için, küllerinden yeniden doğan ve geçtiğimiz sezon yeniden dünyanın bir numarasına yükselen Serena Williams'ı geçmek zorunda. Bu final, aynı zamanda kadınlar tenisinin son yıllarda yarattığı en büyük rekabetlerden birinin de yeniden canlanmasını sağlayacak.


Serena Williams-Justine Henin rekabetinde en dikkat çeken not, cumartesi oynanacak olan finalin bu iki isim arasında oynanacak ilk grand slam finali olması. İkisinin kariyerlerinin zirve yıllarının çakıştığını düşündüğümüzde, gerçekten şaşırtıcı bir istatistik ile karşı karşıyayız. Sanıyorum bunun en önemli nedeni, Serena'nın sert zeminde, Henin'ın ise toprak zeminde ciddi bir üstünlüğe sahip olması. Sert zeminde Serena'nın, Henin karşısında bugüne kadar 4-1'lik üstünlüğü var, bu da Serena'yı final maçının favorisi yapan unsurlardan birisi. Rekabetin genelinde de 7-6'lık Serena üstünlüğü bulunmakta, Henin cumartesi akşamı durumu eşitlemek için kortta olacak. Yine şaşırtıcı olan bir diğer not da, bu final karşılaşmasının Avustralya'da ikiliyi ilk defa karşı karşıya getirecek olması.

Justine Henin, tenise yeniden dönüş hikayesini, yeniden zirveye dönüş mücadelesi haline getirmek adına ilk mücadelesini cumartesi günü Serena karşısında yapacak. Seri başı olmadan geldiği bu turnuvada tarih yazmak için Serena'nın 2007 Avustralya Açık mücadelesini inceleyebilir; zira Rod Laver Arena'da seri başı olmadan bu turnuvayı kazanan son (ve yalnızca ikinci) isim olan Serena Williams, inanılmaz dönüş hikayesinin başlangıcını burada, üç yıl önce gerçekleştirmişti. Erkekler tenisinin aksine, kadınlar tenisinde her zaman dramatik yükseliş ve düşüş hikayeleri ön plandadır, Henin da bu final maçında bu hikayelerden bir yenisini yazabilecek mi, hep birlikte göreceğiz.


27 Ocak 2010 Çarşamba

Giovani dos Santos!



Artık yabancı çıtamızı o kadar yukarılara çektiniz ki, bundan sonra zor oyuncu beğeniriz :)

Karşı taraf ve Tottenham forumları çıldırmış durumda. Tottenham taraftarlarının ileride çok şey beklediği bir isimmiş Gio. Bizim EPL ile sık sık yaptığımız alışveriş de İngilizler'e "Bu adamlar neden Türkiye'ye gidip duruyor?" dedirtiyor. Cevabı Haldun Üstünel ve Frank Rijkaard bence.

Gio da Jô gibi İngiltere de sönen yıldızlardan. Rijkaard istediyse Barcelona'da çocuğun potansiyelini görmüş olmalı. Satın alma opsiyonuyla ilgili yine çelişkili şeyler söyleniyor. Meksika basını 6 milyon €'dan bahsetmiş ama bence Jô transferi gibi opsiyonsuz olarak kiralandı.

Kewell'la yollar ayrılacaksa çok iyi düşünülmeli. Leo Franco'yu göndermek alternatifi de hesaba katılmalı. Aykut'un bize yaptıklarını düşününce bu da çok iyi bir seçim olmayabilir ama Ufuk'un iyi bir kaleci olacağına inanıyorum. Gönderilecek yabancı konusunda elimiz kolumuz bağlı. Bizi en çok üzecek isim ise şüphesiz Kewell. Ama önceden de söylediğim gibi, alınacak kararın mutlaka mantıklı bir açıklaması vardır. Yoksa bu transfere kalkışmazdı yönetim.

Gio'nun daha çok kanatlarda oynadığını biliyoruz. Gidecek isim Nonda olursa bence forvet olarak oynadığını da görebiliriz Avrupa maçlarında. Bu transfer Caner'in sol kanattaki performansını da düşündüğümüzde, Arda'nın ağırlıkla oynayacağı mevkinin orta sahanın ortası olacağına işarettir. Keita oynamadığında Gio'yu sağ kanatta Arda'dan daha kuvvetli bir alternatif olarak görüyorum.

Bu kadar yatırım, sansasyonel transferler ve büyük isimlerle iki sene içerisinde iyi bir başarı gelmezse bunların hepsi ters tepebilir, Galatasaray yıllarca geriye gidebilir tekrardan. Başarıyı da açmak lazım. İlla ki Avrupa'da kupa almaktan bahsetmiyorum, UEFA'da çeyrek final, Türkiye'de şampiyonluk, seneye Şampiyonlar Ligi'nde en az bir tur atlamak... Sonrasında oyuncuları yüksek fiyatlara yurtdışına satmak ve yavaş yavaş Lyon veya Porto gibi bir takım olmak. Mesela Lisandro'yu yolladıktan sonra Hulk gibi başka bir yetenek çıkarabilmek, on sene öncesinde olduğumuz gibi Şampiyonlar Ligi'nde kalıcı olup Avrupa'ya kendimizi kabul ettirmeye başlamak. Bu işlerin adım adım olması gerek.

Bunun altyapısını kusursuz bir şekilde kurmayı başardı yönetim. Sonraki adım ilk fırsatta Rijkaard'ın sözleşmesini uzatmak olmalı.

Teşekkürler yönetim ve Haldun Üstünel.

Hoşgeldin Gio!

26 Ocak 2010 Salı

Herkes gider, ama Harry?



dos Santos'a "overrated" diyebilirsiniz, ama yolu Barcelona'dan geçmiş büyük bir isim olduğunu inkâr edemezsiniz. Futbolculuğunu gelip oynadığı takdirde göreceğiz, ama heyecan verici bir isim olduğu da aşikâr.

Taraftarlar olarak büyük bir huzursuzluk ve isyan içerisindeyiz. Giovani dos Santos gibi bir ismin gelmek üzere olduğu söyleniyor ama biz Florya'yı basmaktan konuşuyoruz.

Bu memnuniyetsizliğin sebebi parçalıyı son yıllarda bu kadar güzel taşıyan, hem saha içi hem saha dışı hareketleriyle takımın en sevilen ismi haline gelen Kewell'ın ayrılmasının gündeme gelişi. Sakat bir oyuncunun sözleşmesinin feshedilmesi hiç etik bir davranış değil. Hele böyle bir hareketi Kewell gibi sembol bir isme yapmak yönetim açısından da hiç akıl kârı bir hareket olmaz.

Ama durum bu noktaya gelirse bunun mantıklı bir açıklaması olabileceğini de unutmamak lazım. Herkes yönetimin Kewell'ı istemediğinden bahsediyor. Gazeteler, bu fırsattan istifade, hayal ürünü diyalogları mizah dergisi havasında yayınlamaya başladı. Böyle haberler yayınlayan muhabirlerin en sansasyoneli artık yönetimin yalanlamaya bile tenezzül etmediği Erhan Telli.

Seçimler yaklaşırken, taraftarı arkasına almayı başarmış bir yönetim, dos Santos pahasına bile olsa Kewell'dan vazgeçmeyi istemezdi. Peki istenmeyen Kewell değil de bizsek? Yani Harry aslında kalmak istemiyorsa? Rijkaard'ın bu durumdan haberi varsa ve Nisan'a kadar oynamayıp Mayıs'ta takımdan ayrılacak bir oyuncunun yerini doldurmak istiyorsa? Bu bana çok daha mantıklı bir açıklama gibi geliyor.

Kewell'ın ücretinde yüzde yüze yakın bir artış istediği konuşuluyor. Bu artışın takım içindeki dengeleri bozacağını düşünmüyorum Keita ve Elano'nun aldığı parayı düşünecek olursak. Harry'nin istediği artış kulübe 1 milyon € civarında bir yük getirir ama ekonomik konuların sorun olmaması lazım Kewell gibi bir oyuncu için.

Bu durumda Kewell'ın Marsilya'ya veya başka bir takıma gitmeyi kafasına koyduğu şüphesi gündeme geliyor.



Takımla adı anılan büyük isimlerin taraftarın bir anda Nonda'ya nasıl sırt çevirmesine yol açtığını gördük. Nonda'nın da bu olaylardan dolayı psikolojisinin bir hayli bozulduğunu düşünüyorum. Bu sene Nonda'nın takımdaki son senesi gibi gözüküyor. Transfer edilen isimler o kadar önemli ve beklentilerin yüksek olduğu isimler ki 32 yaşındaki yabancı bir forvetle yabancı kontenjanını doldurmak mantıklı gözükmüyor.

Ayrıca Nonda'nın sakat olduğu bahanesiyle idmanlara çıkmadığı ve Rijkaard'ın ondan memnun olmadığı da dolaşan dedikodular arasında.

Öte yandan Keita ile beraber harika işler yapan ve 15 gol atarak takımı sırtlayan bir Nonda var ortada. Hatta bir sene daha faydası dokunabilir diye düşünüyorum bazen. Ve yine iddia ediyorum, Nonda bu sene bu takımda olmasaydı, işler çoktan karışmıştı Galatasaray için.

Düşünüyorum, düşünüyorum, işin içinden çıkamıyorum. Bekleyip görmek lazım. Rijkaard da düşünmüştür, ama benim aksime işin içinden rahat çıkmıştır :) En doğrusunu yapar teknik ekip ve yönetim; bundan eminim. Kewell veya Nonda gidici olmasa dos Santos transferine teşebbüs bile edilmezdi diye düşünüyorum.

Sonuç ne olursa olsun benim açımdan buruk bir transfer olur dos Santos'un gelmesi. Çünkü Nonda da Kewell da bize çok faydalı olmuş isimler. Kewell efsane olma yolunda hızla ilerlerken Nonda da senelerdir sempatikliğiyle, alçakgönüllülüğüyle içimizde yer edinmiş bir isim.

Futbolda oluyor böyle üzücü ayrılıklar. İşin içine taraftarın duygusallığı, futbolcunun para hırsı giriyor. İşler karışıyor. Ama ne olursa olsun, herkes gidiyor, biz kalıyoruz. O yüzden takımı yıpratacak şeylere kulak asıp da haksız yere takımın başındakileri suçlamamak gerekiyor.

Giovani dos Santos?



"Hoşgeldin Giovani" sesleri yükselmeye başladı. Her zamanki gibi resmi haberi bekliyorum. Giovani'nin gelişinin yanında Kewell'ın gidebileceği konuşuluyor. Meksikalı'nın gelişinden ziyade bu konu benim ve birçok Galatasaraylı'nın kafasını kurcalıyor. "Kewell giderse çocuğumu keserim!" diyen de var, gitmesin diye yürüyüş organize eden de. İkisi de çok yerinde tepkiler.

Öte yandan Nonda'yı göndermenin de belli dezavantajları var. Bu kadar yerinde hareketler yapan yönetimin beklenmedik bir yanlış yapmayacağını düşünüyorum, umut ediyorum. Vakte ve resmi açıklamaya sahip olduğum anda takımla ilgili haftasonu notlarını ve transferler ile ilgili değerlendirmeleri yazacağım.

Haftanın Notları #7


Bu haftanın notlarını Avustralya'dan açıyoruz. Geçtiğimiz pazartesi başlayan Avustralya Açık tenis turnuvasının ilk haftası boyunca tenise duyduğumuz özlemi giderdik ve şampiyonluk adaylarının oyun tarzlarını ve form durumlarını görme fırsatı yakaladık.

Erkekler tablosunun üst tarafında turnuva öncesi beklediğim iki çeyrek final eşleşmesi gerçekleşti. Federer-Davydenko maçı Nadal'ın elenmesinin ardından tam bir erken final havasında geçecek. Özellikle Davydenko, şu andaki tabloya bakarak kariyerinin ilk grand slam şampiyonluğu şansının eline geçtiğini düşünecektirr. Djokovic-Tsonga maçının da turnuvada şu ana kadar gördüğümüz en çekişmeli maçlardan biri olacağını düşünüyorum. Tsonga beş setlik maçlarla kör topal ilerliyor; ancak yakaladığı form ile henüz seri başı bir rakibe karşı oynamayan Djokovic'i saf dışı edebilir.

Tablonun alt kısmında ise önemli sürprizler oldu ve benim turnuva öncesi yaptığım tahminler de tutmadı. Nadal'ın burada geri döneceğini düşünüyordum; ancak diz sakatlığı onu yine yarı yolda bıraktı. Yeni sezonun başında da sakatlığının tam olarak düzelmemesi tenisseverleri gerçekten korkuttu; bu büyük şampiyonu en kısa sürede yeinden sağlıklı olarak görmek en büyük dileğimiz.

Murray-Nadal maçında atlanmaması gereken nokta ise Murray'nin inanılmaz formu. Nadal sağlıklı olsaydı dahi, Murray'nin bu form ile maçı vereceğine pek ihtimal vermiyordum, zaten setlerde de 2-0'lık üstünlüğü yakalamıştı. Murray, turnuvanın erkeklerdeki en büyük sürprizi Marin Cilic'i geçmeyi başarırsa finalde üst taraftan gelen rakibini bekleyecek. Fileye gelmekten kaçınmayan ofansif oyun anlayışı ile sempati kazanan İskoç, tıpkı Davydenko gibi ilk grand slam şampiyonluğunu kazanmanın hayallerini kurmaya başladı.


Kadınlar tarafında ise tam anlamıyla Justine Henin fırtınası esiyor. İki yıllık aradan sonra tenise geri dönen Henin, ikinci turda Dementieva'yı eledikten sonra diğer rakiplerine de şans tanımayarak yarı finale kadar yükseldi. Clijsters'ın Amerika Açık'ta yaptığını tekrarlayarak wild card ile şampiyonluk kazanmayı hedefleyen Henin'ın Williams kardeşlerden birisi ile oynayacağı bir final beklentisi içine girdik bile. Bunu önlemek için ise son 6 isim arasında bulunan iki Çinli'nin ve Azarenka'nın şansı var. Bu isimlerin sürpriz yapamaması halinde yarı finaldeki Williams kardeşler düellosunu ve finalde Williams kardeş-Henin maçları tadına doyum olmaz maçlar olacaktır. Hayal kırıklığı yaratanlar ise 10'a yakın favori isimle katılan; ancak yarı finali dahi göremeyen Ruslar ve kimsenin bir yılda ne olduğunu anlamadığı İvanovic&Jankovic ikilisi.



Avustralya'dan çıktığımız yolculukta ikinci durağımız Angola. Turnuvada çeyrek final maçları geride kaldı ve yarı final eşleşmeleri Mısır-Cezayir ve Nijerya-Gana olarak belirlendi. Mısır-Cezayir karşılaşması Dünya Kupası play-off maçının rövanşı olarak ilgi çekici bir hikayenin devamını getirdi. Turnuvanın en komple futbolunu oynayan takım olduğunu düşündüğüm Mısır, bu fiziksel olduğu kadar psikolojik engel de taşıyan eşleşmeyi geçebilecek mi, yoksa Cezayir finale giderek Dünya Kupası öncesi dikkatleri üzerine mi çekecek, hep birlikte göreceğiz.
Dünya Kupası finalisti iki takım Gana ve Nijerya yarı finaldeler; ancak oynadıkları futbol ilerisi için pek ümit vaad etmiyor. Orta sahaları oyun kurmak açısından oldukça zayıf görünüyor, özellikle pres ile karşılaştıklarında çabuk dağılıyorlar. Aynı kategoriye yarı finali göremeyen Fildişi Sahili'ni de dahil edebiliriz. Kadro kalitesi olarak bu ekiplerin altında yer alan Mısır ise, teknik kapasitesi daha yüksek bir takım olduğu için bu turnuvada üçüncü kez şampiyonluğa ilerliyor. Afrika'da düzenlenecek ilk Dünya Kupası'nda sürpriz bir sonuca imza atmak bu ekiplerin biraz daha üstüne koymaları gerekiyor. Son olarak, çeyrek finalde elenen Zambiya'nın oynadığı pozitif futbol ile futbolseverlerin kalbini kazandığını da ekleyelim.

24 Ocak 2010 Pazar

2009 toplama albümü - Yaz Helvası



2009 yılını yeni bitirdiğimiz bugünlerde geriye dönüp geçen yıldan aklımda kalan şarkıların kendimce bir listesini oluşturdum. Kendi ilgi alanıma giren müzik türleri içinde mümkün olduğunca geniş bir yelpaze oluşturmaya çalıştım ve her albümden bir şarkı koymayı seçtim. (kendi koyduğum kuralı yine bozarak Green Day'den iki şarkı ekledim). Her ne kadar toplama albümlerde esas albümlerin tadının yakalanamadığına inansam da (Sence de öyle değil mi Emrah), aşağıda yer alan on şarkı ile de bir toplama albüm oluşturdum. Şarkıların sırasının beğeni sırası ile bir ilgisi yok. Kafama göre sıraladım, umarım beğenirsiniz.


A - Popa çalan Rock'çı çocuklar








B - Alternatif (başka bir deyişle alakasız)






23 Ocak 2010 Cumartesi

Rijkaard'ın B-C-D Planları


Bu sezon içerisinde Rıdvan Dilmen'in gündeme getirmesinden sonra futbolseverlerin pek çoğu "Rijkaard'ın B planı var mı yok mu?" sorusunun cevabını aradılar. Kimi yorumcular Rijkaard'ın ezelden beri bu taktikle oynadığını ve bunu değiştirmesinin mümükün olmadığını iddia ederken, bazıları da bu sorunun Galatasaray'ı yıpratmak için art niyetle gündemde tutulduğundan dem vurdu. Bütün bu sorulara açıkılık getirecek güzel bir çalışmayı, World Soccer dergisinin Nisan 2009 (sayfa 73) sayısında buldum ve blogda yayınlamaya karar verdim. İşte World Soccer'ın incelemesiyle 1999'dan bu yana Rijkaard'ın denediği taktik dizilişler.


1. 1999 Hollanda: 4-3-3



Kaleci: Van Der Sar

Defans: Winter-Bogarde-Konterman-Van Hintum

Orta Saha: Seedorf-Ronald de Boer-Van Bronckhorst

Forvet: Bergkamp-Kluivert-Zenden

1998 yılında oynanan Dünya Kupası yarı final maçının bir yıl sonrasında Hollanda ile Brezilya bu kez bir hazırlık maçında karşı karşıya geliyor. Bu maç aynı zamanda Rijkaard'ın takımını 4-3-3 düzeniyle sahaya sürdüğü ilk maç. Yalnız Rijkaard'ın bu maçta 3'lü forvet hattını denemesinin esas nedeni, hücum zenginliğini artırmak yerine Bergkamp'ı sola kaydırarak Roberto Carlos'un hücuma etkili çıkışlarını önlemek. Bu yıl Kadıköy'de oynanan derbi maçında Rijkaard, Roberto Carlos karşısında bu sefer Keita'yı kullandı; fakat artık futbolun kurdu olan R. Carlos, Keita'yı sinirlendirerek oyun dışında bıraktı.

2. 2000 Hollanda: 4-4-2


Kaleci: Van der Sar

Defans: Bosvelt -Stam-F. de Boer-Numan

Orta Saha: Overmars-Cocu-Davids-Zenden

Forvet: Bergkamp-Kluivert

Rijkaard bu Hollanda kadrosuyla 4-3-3 taktiğinde ısrarcı olmadı ve hedef turnuva olan Euro 2000'de kanatları etkili kullanmak üzerine kurulu 4-4-2 taktiğine döndü. Zenden ve Overmars gibi oldukça etkili kanat oyuncularının yanına Bergkamp ve Kluivert gibi iki üzt düzey golcü de eklenince, ev sahibi Hollanda Euro 2000'in izlenmesi en keyifli takımı ünvanını kazandı. Bu ünvan kupayı kazanmaya yetmeyince Rijkaard unutulmaz Hollanda-İtalya yarı finalinin ardından Hollanda'nın başından ayrıldı.

3. 2001-02 Sparta Rotterdam: 4-4-1-1

Kadrodaki isimlerden yalnızca Koevermans'ı tanıdığım için kadroyu yazma gereği duymadım; ama Hollanda'dan sonra gelip bu takımı çalıştırmanın Rijkaard'ın için ne denli zor olduğunu da tahmin edebiliyorum. Rijkaard Sparta Rotterdam'ın başında geçen kariyerinin en kötü sezonunda belki de zorunluluktan dolayı 4-4-1-1 taktiğini denemiş. Derginin iddiasına göre defansta yapılan bireysel hatalar takımnının kötü performansının esas sorumlusu olmuş.

4. 2004-06 Barcelona: 4-1-2-2-1


Kaleci: Valdes

Defans: Oleguer-Puyol-Marquez-Van Bronckhorst

Ön libero: Van Bommel

Orta Saha: Xavi-Deco

Forvet: Giuly-Eto'o-Ronaldinho

2000'lerin ortasında efsane olan 1.Barcelona kadrosunun sahdaki dizilişi bu şekilde. Taktiğin 5 parçaya ayrılarak yazılmasının esas nedeni Barcelona'nın bugün oynadığı sisteme nazaran oyuncuların daha fazla pozisyonlarına bağlı kalarak oynaması, yani 4-6-0 modasına pek uymayan bir yapı. Orta Saha'da Xavi ve Deco'nun iki oyun kurcu olarak görevlerini mükemmel yerine getirmelerinin yanında Ronaldinho'nun unutulmaz performansı ve 12. adam Larsson'un katkılarıyla Rijkaard'a 2 İspanya ligi ve 1 Şampiyonlar ligi kazandıran bu sistemde dikkat çeken bir diğer nokta da Rijkaard'ın Galatasaray'da olduğu gibi yalnızca bir hücuma dönük bek oyuncusu oynatması.

5. 2007 Barcelona: 3-1-3-3


Kaleci: Valdes

Defans: Oleguer-Thuram-Puyol

Ön Libero: Marquez

Orta Saha: Xavi-Deco-Iniesta

Forvet:Messi-Eto'o-Ronaldinho

İşte bu yaz Rijkaard'ın gelişi sonrası moist ile uzun uzun tartıştığımız, benim 2007 yılında Cruyff'un önersiyle geçildiğini iddia ettiğim sistem. Bir önceki sezonu zirvede tamamladıktan sonra Barcelona, özellikle Eto'o'nun uzun süreli sakatlığının ardından düşüşe geçti. Bu dönemde çıkış için çareler arayan Rijkaard ise Cruyff'un 1992 yılında Barcelona'ya oynattığı 3-1-3-3 sistemine geçti. Kendisi de bu taktiğin yabancısı değildi; çünkü Van Gaal 1995'te Ajax ile Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olurken kendisi Marquez'in oynadığı mevkiide Seedorf, Davids ve Litmanen'in arkasında görev yapmaktaydı. Benzer şekilde üç yetenekli orta saha oyuncusu olan Xavi Deco ve Iniesta'dan aynı anda yararlanmak isteyen Rijkaard, takımı defans yaparken 4'lü defansa döndürüyor ve Iniesta'yı sol beke kaydırıyordu. Çok fazla işlemeyen bu sistem, Barcelona'nın Şampiyonlar Ligi 2. turunda Liverpool'a elenmesine neden oluyor ve Barcelona sezonu kupasız tamamlıyordu.

Bu yazının sonunda somut olarak söyleyebileceklerimiz, Rijkaard'ın her daim 4-3-3 oynatmadığı ve çeşitli taktik değişikliklere gerek yeni takımlarında gerekse aynı takımda sezon içinde gitmiş olmasıdır. Bunun yanında yukarıda da örneklerini verdiğimiz gibi Rijkaard özel olarak bazı maçlar için de taktik değişikliğe gitmekten çekinmeyen bir hoca. Bu veriler ışığında Galatasaray ile ilgili değerlendirmeleri yapması için de moist'a buradan bir pas atayım.

22 Ocak 2010 Cuma

Dünya Kupası'na Gidemeyen En İyi 11



2010 yılına girilmesiyle birlikte Dünya Kupası heyecanı da iyiden iyiye artmaya başladı. Ne yazık ki bu büyük turnuvayı, takımları finallere gidemediği için bizim gibi evinden izlemek zorunda kalan pek çok yıldız oyuncu var. Bu yazıda bu isimlerden bir "en iyi 11" listesi oluşturarak onlara milli takımlar düzeyinde şimdilik veda edelim istedim. Eski dünya kupalarında, dünyanın yıldız oyuncularının çok büyük çoğunluğu Brezilya, Arjantin, Fransa, Almanya vb. büyük takımlarda oynadıkları için, bu turnuvayı kaçıran yıldız isim sayısı çok az olurdu (Örneğin Ryan Giggs'in bu turnuvaya kariyeri boyunca katılamamış olması bütün futbolseverleri üzen bir istisnadır.); ancak 2010'u ıskalayan bazı isimler, şu anda mevkilerinin en iyi 3-5 oyuncusundan biri konumundalar.


Oyuncu seçimlerinde oyuncu kalitesi kadar takımlarının verdiği mücadeleyi de bir kriter olarak aldım ve her takımdan bir oyuncu seçmeye çalıştım (Tek istisna Rusya oldu). İşte bu seçimlere göre ortaya çıkan en iyi 11:


1. Kaleci: Petr Cech - Çek Cumhuriyeti


Bir dönem Buffon ile birlikte dünyanın en iyi kalecisi ünvanını paylaşan Petr Cech, Casillas'ın kusursuz Euro 2008 performansından sonra bu ünvandan vazgeçmek zorunda kaldı, tabii bizimle oynadıkları maçta Çek Cumhuriyeti'nin elenmesine yaptığı katkılar da onu bir adım geriye attı; ancak her şeye karşın dünyanın en iyi 5 kalecisinden birini bu turnuvada göremeyeceğiz. Neyse ki henüz 27 yaşında ve Çek Cumhuriyeti'nin yeni jenerasyon oyuncularıyla bir sonraki Dünya kupası'nı görme şansı hala var.

2. Sol Bek: Yuri Zhirkov - Rusya



Katılamayanlar 11'ine Chelsea kadrosundan devam ediyoruz. Bu sezon başında 21 milyon euro karşılığında Chelsea'nin yolunu tutan Yuri Zhirkov esas olarak bir sol açık; ancak kadroyu daha ofansif bir yapıya büründürmek adına kendisini bu 11'de sol beke kaydırdım. Sol kanadı çok etkili kullanan ve attığı güzel gollerle tanınan Zhirkov için 2009-10 sezonu sakatlıklar nedeniyle çok kötü başlamıştı, Rusya'nın Dünya Kupası'na gidememesi de işin tuzu biberi oldu. Londra'da Abramovich ile birlikte kederden votkaları yuvarlıyorlar mıdır bilinmez ama sol kanadın en önemli isimlerinden birini görememek bizler için de oldukça üzücü.


3. Stoper: Dmytro Chygrynskiy - Ukrayna


2008-09 sezonunu İstanbul'da kazandığı UEFA kupası ile kapatan Chygrynskiy de Ukrayna'nın Dünya Kupası bileti alamaması sonucunda evinde kalanlardan. Chygrynskiy'nin geriden oyuna kurma yeteneği geçen sezon Guardiola'yı o kadar etkilemiş ki, sezon başı UEFA'nın verdiği sezonun en iyi defans oyuncusu ödülünde oy kullanan Pep, onun ismini kendi oyuncuları Puyol ve Pique'nin önüne yazmıştı. Bu sezonun başında Chygrynskiy için Shaktar'a 25 milyon euro ödemekten de kaçınmadı. Şu aralar Sevilla ile oynanan kupa maçında ıslıklanması ile haber olsa Guardiola ona hala çok güveniyor. Onun yeteneğini daha iyi görmemiz açısından DK 2010 iyi bir fırsat olabilirdi; ancak Yunanistan buna izin vermedi.

4. Stoper: Richard Dunne - İrlanda


Richard Dunne bu kadroda hem kendini hem de Henry'nin eline kurban giden İrlanda takımını temsilen bu kadroda yer alıyor. Defansın diğer isimlerinin aksine Dunne, bu transfer sezonunda yıllardır kaptanlığını yaptığı Man. City'den istemediği halde ayrıldı ve Aston Villa'ya geçti. Manchester City karşısına çıktığı ilk maçta ise bir gol buldu; fakat golden sonra sevinmeyerek bizlere İstanbul'da bir semt olan Vefa'nın adresini bildiğini de gösterdi. Onu ve koyu yeşil formalı İrlandalı'ları Dünya Kupası'nda görmek isterdik.

5. Sağ Bek: Darijo Srna - Hırvatistan

Defansı tamamlayan isim hem lider karakteri hem de kanat hakimiyetiyle Shakhtar'lıların ve Hırvatların çok beğendiği bir isim olan Srna. Geçtiğimiz sezon Shakhtar ile UEFA Kupası'nı kaldıran Srna, Hırvatistan grubunda Ukrayna ve İngiltere'yi geçemeyince Dünya Kupası hayallerine veda etti. Bu kupada göstereceği iyi bir performans onu Avrupa'nın büyük kulüplerine taşıyabilirdi; ancak Srna bu fırsatı kaçırmış oldu.


6. Orta Saha: Seydou Keita - Mali
Mali, hem Dünya Kupası elemelerinde hem de Afrika Kupası'nda beklenenin altında bir performans sergiledi. Kendileri ile ilgili beklentilerin artmasının en önemli sebebi ise dünyanın en iyi defansif orta saha oyuncularından bir kaçını kadrolarında bulundurmaları. Momo Sissokko, Mahamadou Diarra gibi kaliteli isimler de Mali ile birlikte yarış dışı kaldılar; ama oyunu iki yönlü oynayabilen Seydou Keita, Mali katılamadığı için Dünya Kupası'nın kaybettiği en önemli yıldız oldu.


7. Sol Açık: Arda Turan - Türkiye


Kesinlikle Dünya Kupası'na gidemeyen en büyük yıldızlardan birisi. Onun bu turnuvada gösterteceği performans, dünyanın en büyük kulüplerinde oynayamasını sağlayabilirdi. Bunun gerçekleşeceğine inanmamın en büyük sebebi ise heyecanın ve stresin arttığı büyük maçlarda ve turnuvalarda sorumluluk almaktan kaçmayan yapısı. Bir Beşiktaşlı olarak onu canlı izleme şansına, yalnızca İnönü'de oynanan Türkiye-İsveç hazırlık maçında eriştim ve o gün, onun dünyanın en yetenekli oyuncularını diğerlerinden ayıran sahanın tamamını görebilme özelliğini fark ettim. Umarım milli takımımızı onunla birlikte ilerideki Dünya Kupaları'nda görebiliriz; çünkü Arda bu şansı kesinlikle hak ediyor.

8. Oyun Kurucu: Andrei Arshavin - Rusya



Dünya futbolunun en yetenekli yıldızlarından birisi daha Dünya Kupası'nda olmayacak. Euro 2008 performansıyla süper yıldız seviyesine yükselen ve "yıldızlarımı kendim yetiştiririm" diyen Arsene Wenger'e yeminini bozduran Arshavin'i bu turnuvada göremeyeceğiz. Tabii Wenger, Arsahavin'in Anfield'da 4 gol attığı günden bu yana yeminini bozduğuna sanıyorum çok mutludur. Kırmızı yanaklı, bebek yüzlü bu katil, Hiddink'in başında bulunduğu Rusya ile 2010'un unutulmaz hikayelerinden birisine imza atabilirdi.


9. Sağ Açık: Luis Valencia - Ekvador

Luis Valencia, 20 yaşında oynadığı 2006 Dünya Kupas'nda dikkatleri üzerine çekmişti. bu sezon başında Sir Alex Ferguson'un Cristiano Ronaldo'nun yerine tercih ettiği isim oldu. 19 milyon euro'luk bonservis bedeli ve dünyanın en büyük yıldızlarından birinin yerini doldurmak gibi ağır bir sorumluluğu taşımak ile ilgili kafalardaki soru işaretlerini henüz silememiş olsa da, fiziği ve top sürüşü ile herkesin aradığı tipte bir kanat oyuncusu olduğunu ispatladı. Fizik gücünü merak edenler, İnönü'de Valencia'ya karşı durmak için ne yapacağını şaşıran İbrahim Üzülmez'e sorabilirler. Bu Dünya Kupası'na kalabilselerdi Ekvador takımının yıldızı olarak sahne alacaktı, olmadı.




10. Forvet: Edin Dzeko - Bosna Hersek


Bu seçimi yaparken zorlandığımı söylemeleyim; çünkü Dünya Kupası'na katılamayan pek çok önemli santrafor var. Mutu, Berbatov, Chamakh benim aklıma ilk gelen isimler. Ne var ki, Bosna'nın bu elemelerde gösterdiği önemli başarının temel taşlarından olan Dzeko'yu ilk 11'e alırken, takımın performansına da bir kez daha dikkat çekmek istedim. Dzeko'ya dönecek olursak, ilk söylememiz gereken Ruud van Nistelrooy'dan bu yana yenilerini göremediğimiz komple santrafor özelliklerini taşıyan bir oyuncu olduğu. Dünya Kupası'nda boy gösteremese de büyük takımlrın radarında olacaktır; ancak kendisi de sezon boyu süren iyi performansını bir Dünya Kupası ile taçlandırmak isterdi kuşkusuz.

11. Forvet: Zlatan İbrahimoviç - İsveç


Oluşturduğumuz kadroda yer alan bütün isimler büyük yıldızlar; ancak Dünya Kupası'na gidemeyen en büyük yıldız kuşkusuz Zlatan İbrahimoviç. Pek çok otoriteye göre Dünya Kupası'nda, dünyanın en iyi santraforunu göremeyeceğiz. Oynadığı kulüplerde gösterdiği inanılmaz performanslar bir yana, İsveç ile katıldığı turnuvalarda attığı akıl almaz golleri (Euro 2004'te İtalya'ya topuğuyla attığı golü gözünüzün önüne getirin) ve yaptığı inanılmaz hareketleri ile her turnuvaya unutulmaz anlar katan bu ismi Dünya Kupası'nda izleyemeyeceğiz. Dünya Kupası'nda olmasalar da benim kadromda bulunan Boşnak asıllı bu forvet ikilisi eminim çok can yakardı.

Bir şey unuttuk sanırım?



Neill ile geri dörtlüyü biraz düzelttik gibi görünüyor. Ama transfer sezonunun başında bir stopere ek olarak bir de ön libero transferinin şart olduğunu düşünüyordum. Bu takımın bir çok sorununu çözerdi iyi bir yabancı ön libero.

Forvet transferi bu transfer sezonunun başında hiç beklemediğim ve istemediğim bir şeydi. Baros'un bu günlerde iyileşmesi bekleniyordu ki sağlık ekibi, sonu gelmeyen skandallarına bir yenisini ekleyerek Baros'un dönüşünü bir hayli uzattı. Buna rağmen Nonda'nın Keita ile olan uyumundan ve performansından -çoğunluğun aksine- memnuniyet duymamdan dolayı, forvet transferinin Türk bir oyuncu seçimiyle gerçekleşmesini çok istiyordum. Böylece bir ön liberoyla takımın zayıf yönleri güçlendirilmiş olacaktı.

Ama Haldun Üstünel Jô transferiyle tekrar aklımızı aldı. "Amaaaan, boşver ön liberoyu, Jô gelmiş, dos Santos da gelir inşallah." diyorum şimdi şahsen. Her şeyden öte, bu isimleri görmek bir rüya gibi! Rijkaard, Neeskens, Kewell, Baros, Elano, Keita, Jô! Yanında bir de hızla büyüyen Arda! Fenerbahçe'nin Anelka, Ortega gibi transferlerle Galatasaray'ı gölgede bıraktığı, bizim ise Ali Lukunku gibi oyuncularla saç baş yolduğumuz günlerden çok süratli bir şekilde uzaklaştık. Kimse de sağlıklı bir Galatasaray taraftarından "Tüh ya Jô geldi, ön libero alamadık." diye üzülmesini beklememeli.

Ama üzüntüyü gelecek haftalarda yapılan puan kayıplarında hissedeceğimizi ön görmek aşırı karamsar bir düşünce olmaz. Fotoğraftaki dörtlünün patlama yapması gerekiyor bu takımın sorun yaşamaması için. Mehmet Topal ve Ayhan'ın istikrarsızlığını göz önünde bulundurursak benim umutlarımı bağlayacağım isimler Barış ve Mustafa Sarp. Tabii bu dört isimden farklı isimler de görebiliriz orta sahada sürpriz olarak. Denizli Belediyespor maçında, çok başarılı olmasa da, fazlasıyla savunmacı gözüken Elano'yu ve yeni transferimiz Neill'i ön libero ve orta sahanın ortasında görürsek, buna şaşırmamak lazım.

Ara Transfer ve Karşı Yaka

Fenerbahçe taraftarının "Galatasaray da hileli Football Manager takımı gibi oldu" sözleri ile özetleyebiliriz karşıdaki yorumları :)











Fenerbahçe forumlarında Galatasaraylı casusların olduğunu da yazarların birinin isminden anlayabiliyoruz bu arada :)

Kaynak:
http://www.rerererarara.net/sozluk.php?id=289884
http://www.rerererarara.net/sozluk.php?id=289454