6 Ocak 2010 Çarşamba

Repulsion: Çatlaklar Derinleşirken


Roman Polanski'nin 1965 yapımı filmi Repulsion'ı aklımızdan çıkmayacak bir film haline getiren pek çok öge bulunuyor. Bu ögelerin başta gelenini yukarıdaki fotoğrafta bulabilirsiniz. Harika oyunculuğyla Carole karakterine hayat veren Catherine Deneuve'den bahsediyorum tabii ki, yalnız en az oyunculuğu kadar öne çıkan bir detay da gözleri. Filmin jeneriğinde, oyuncuların isimlerini dahi Catherine Deneuve'ün gözbebeğinden akıtmayı seçecek kadar takıntılı bir yönetmenle karşı karşıyayız. Film boyunca aklını yavaş yavaş yitiren Carole karakterinin, halen masum olduğu yanılsamasına düşmemizi sağlayan da film boyunca Deneuve'ün gözlerine yapılan yakın çekimler ve bu sayede dünyayı onun gözlerinden algılamamız.


Filmin merkezinde tırnaklarını yiyen bir manikürist(!) olan Carole ve onun sessiz dünyası var. Güzel ve çevresi tarafından arzulanan bir kadın olan Carole, buna karşın sosyalleşme ciddi sorunları yaşıyor. Bunun temelinde muhtemelen geçmişinde yaşadığı bir tecavüz vakası var. Film bunu bize açıkça belirtmiyor; ancak Carole'ün kabuslarında sürekli kendine uzanan eller ve ona tecavüz etmeye çalışan bir adam görmesini bunun kanıtları olarak görebiliriz. Bütün bunlar bakire olmasından dolayı cinsellikten korkması olarak da yorumlanabilir. Bu konuda kendisine, penceresinden görünen rahibeler de pek yardımcı olamıyor, ama sürekli dikkat çeken zil sesi, sanki Carole'ün din üstüne bazı korkuları olduğunu da ima etmekte.


Korkularının üstüne aynı evde yaşadığı ablasının evli bir adamla olan ilişkisi de eklenince Carole delilik sınırına yanaşıyor. Zaten pasif bir yapısı olan Carole, belki de dünyada bağlandığı tek insan olan ablasını da cinsellik nedeniyle bir adama kaptırdığını düşünmeye başlıyor, adamın eşyalarına dahi tahammülü yok. (Zaten bu eşyalardan biri olan usturanın, Sudaki Bıçak filmindeki gibi bir iktidar metaforu olduğuna inanıyorum). Ablasıyla evli adamın beraber İtalya tatiline çıkmalarından sonra yalnız kalan Carole kontrolünü iyice kaybediyor. Çalıştığı yerde hayaller alemine daldıktan ve bu nedenle bir kadının parmağını kestikten sonra manikürcü ile evi arasındaki gidiş gelişleri de son bulan Carole, bütün zamanını evde geçirirmeye başlıyor. Bu evde bekleyiş sırasında dışarıda kalan et ve patatesler gibi kendi aklı da çürümeye başlıyor. Duvarlarda oluşan çatlaklar gittikçe derinleşirken, Carole de insanlar ile ilişki kurmaktan iyice korkar hale geliyor ve filmin başından beri kendisine ilgi duyan Colin'i ve kirayı almaya gelen ev sahibini öldürüyor. (Burada Colin'in Carole'e karşı temiz duygular beslediğini; ancak ev sahibinin aynı masumlukta olmadığını belirtelim). Öldürme vakaları da onun korkularını gittikçe artırıyor, öyle ki artık bütün duvarlar kendisine saldıran ellerden oluşmaktadır.


İlk filmi Sudaki Bıçak (Knife on the Water) ile adını duyurmayı başaran Roman Polanski'nin, bu filminde de oldukça başarılı bir iş çıkardığını görmekteyiz. Filmi özel kılan detaylardan biri de sahneleri birbirine çok iyi bağlayan ve Carole'ün yaşadığı rahatsızlığı bize çok iyi aktaran ses düzeni. Kendisi teknik açıdan en kötü filmi olduğunu iddia etse de, görüntü kalitesinin de üzt düzey olduğunu söyleyelim. 60'ların gözde film mekanı olan İngiltere'nin o dönemki durumunu ve dönemin süper yıldızlarından Catherine Deneuve'ü de görmek istiyorsanız, bu filmi kaçırmayın derim.

Hiç yorum yok: