30 Kasım 2009 Pazartesi

Sivasspor 0-1 Beşiktaş: Öp hocanın elini

Kurban bayramı Beşiktaşlılar için pek kısmetli geldi. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın 3'er puanı bıraktıkları haftada Sivas deplasmanında alınan bu galibiyet Beşiktaş'ı 2. sıraya taşıdı. Beşiktaş, cuma günü Diyarbakırspor maçını kazanırsa maç fazlasıyla liderlik koltuğuna oturacak. Şeker Bayramı'na 6 hafta sonunda 6 puanla giren Beşiktaş iki bayram arasında yeniden lige döndü, peki bu dönüşte etkin olan faktörler nelerdi? Barça-Real maçından bu maça dönmeye pek fırsat bulamadığım için genel konulara değinmenin daha doğru olacağına inanıyorum.
1. Bobo'nun Dönüşü



Sezon başından beri Beşiktaş çok fazla pozisyon bulan bir ekip görüntüsü vermedi; ancak ilk haftalarda bulduğu gol pozisyonlarını akıl almaz şekilde harcayan, sorumluluk almaktan kaçındıkları için de pozisyon üretemeyen forvet oyuncularıyla dolu bir takım vardı. Sakatlıktan, formsuzluktan veya sisteme uyum sağlayamadıkları için belki de ligin en fazla forvet seçeneğine sahip olan takımı (forvet hattı Bobo, Nobre, Holosko, Nihat ve Batuhan'dan oluşmakta -kenar adamları ve oyun kurucu olarak oynayabilen Tabata, Tello, S.Özkan, Ekrem, Yusuf da takımın diğer hücum seçenekleri) gol atma sorunları yaşamaktaydı. Bu forvetlerden yalnızca biri; bana kalırsa en yeteneklisi olan Bobo, formuna kavuştu ve takımı bir adım ileriye taşımasını bildi.


Sezon başında Demirören yönetiminin göndermek için uğraştığı; ancak istediği şartlarda teklif bulamadığı için takımda kalan Bobo, haliyle ilk haftalarda bu belirsizliklerle dolu transfer döneminin etkisinde kaldı. Hücum opsiyonlarının çok olması ve 6 yabancı kuralının da zorlaması ile düzenli olarak da forma şansı bulamadı. Son üç haftada ise çok şık üç gol vuruşu yaparak üç gole imza attı Bobo ve takımın tatmin etmeyen galibiyetler serisinden çıkıp umuda yolculuk dönemine girmesinin mimarı oldu.


2. Alman İkili
Fabian Ernst'in transferi sanıyorum 2009 ylında Beşiktaşlıların başına gelen en güzel hadise oldu. Yetenekli ama dirençsiz bir takımı toplayan ve kısa sürede savaşkan kimliğiyle taraftarlar adına bir sembol haline gelen Ernst'in parıldayan kafası, 2009 şampiyonluğu denince Beşiktaşlıların aklına gelen ilk manzara olacaktır şüphesiz. Yanına bu sezon eklenen Fink de ilk maddede belirttiğim gibi yabancı kontenjanının kurbanı olarak başladı sezona, süper kupadaki Fener maçındaki iyi performansı ve İ.B.B. karşısında attığı güzel gole karşın çok fazla forma şansı bulamadı. Gelen gideni aratır misali Cisse'nin basit ama verimli oyununu aramaktaydı gözler. Ancak Fenerbahçe maçında bir kez daha görüldü ki, bu Alman ikilinin beraber oynadıkları maçlarda orta saha hakimiyetini büyük oranda Beşiktaş elde ediyor. Devre arası Delgado'nun gelişiyle gönderilecek gözüyle bakılan Fink artık takımın değişmez isimlerinden biri.
3. Yönetim'in işe karış(a)maması
Son bir nokta olarak belirtmek zorundayım ki transfer sezonunun sona ermesiyle yönetimin saha içine karışma şansının kalmaması Beşiktaş'ın işini oldukça kolaylaştırdı; çünkü bu yaz dönemi boyunca "şampiyon takımın ve taraftaın havası nasıl bozulur" konulu bir çalışma yaptıklarını söylemek pek de yanlış olmaz. Öncelikle Fenerbahçe ile anlamsız bir Mehmet Topuz yarışına girildi, sezon sonuna moralsiz giren Fenerbahçe, bizim yönetimin saçma tavırları yüzünden bir zafer kazanmış oldu ve Fenerbahçe camiası bir anda toparlandı. Daha sonrasında Nobre'ye verilen yıllık 2.5 milyon euro değerindeki anlamsız kontrat ile Nihat'ın takım dengelerini bozan kontratı takım içinde başta Tello olmak üzere çeşitli oyuncuların huzursuzluğuna sebebiyet verdi. Yönetimin bu eşsiz çalışması "transfer yaparken nasıl kaybedilir" isimli konferans ile son buldu. 8.5 milyon euro ödenerek Japon asıllı Brezilyalı Tabata'nın Antep'ten alınması bardağı taşıran son damla oldu. Takım üç ay içinde şampiyon kimliğinden sorunlu kimliğine dönüş yapmıştı bile.
Ocak ayı yaklaşırken içimdeki en büyük korku, yönetimin devre arasında saçma hamleler yapma hakkına yeniden kavuşacak olması. Umarım korkulan olmaz ve takım yakaladığı havayı Başkan ve saz ekibinin heveslerine kurban vermez.

29 Kasım 2009 Pazar

Aman abla yavaş vur: 2009 Kadınlar Tenisi #2



Oldukça gecikmeli bir yazı olduğunun farkındayım, en azından erkekler sezonunun kapanmasından bir gün önceye yetişirmek istedim. Kadınlar tenisinde sezonun değerlendirmesini ilk yazımda yapmıştım, bu ikinci yazıda ise kendi belirlediğim sezon ödüllerini dağıtmak istiyorum. NBA severler'e ödüller tanıdık geleblir, benden söylemesi.


1. Yılın En Değerli Oyuncusu: Serena Williams



Sezonu WTA sıralamasında birinci olarak tamamlayan Serena, sezon içinde iki Grand Slam kazanarak (Avusturalya ve Wimbledon) bu ünvanı hak ettiğini gösterdi. Henin'in olmadığı bu sezonda bir kez daha kardeşi ile baş başa kalan Serena, kardeşler arası rekabette de, özellikle Venus'ün favori olduğu Wimbledon'ı kazanarak ibreyi kendi lehine çevirdi. Kadınlar tenisine yeni giriş yapan pek çok isim onun oyununa benzer şekilde power-play'i tercih etmekte; ancak o bu oyun tarzının bir numarası olduğunu bir kez daha ispatladı.


2. Yılın En İyi Çıkış Yapan Oyuncusu: Caroline Wozniacki


Onun hakkında yazdığım daha detaylı bir yazıya buradan ulaşabilirsiniz. Sezonunu özetlemek gerekirse istikrarlı bir çıkışa sahip olduğunu söyleyebiliriz, en önemli başarısını ise Amerika Açık'ta final oynayarak elde etti. Henüz 19 yaşında dünya sıralamasında 4. sıraya yerleşen bu hanım kızımızın güzelliği umarız başına iş açmaz; çünkü Tenis dünyası foto-modellik yapmaktan antrenman yapmaya fırsat bulamayan ve yeteneğinin karşılığını alamayan tenisçilerle dolu. Gerçi Caroline'in böyle bir derdi yok gibi; zira o her turnuvayı ailesiyle birlikte mutlu mesut bir şekilde geçiriyor. Sakatlığı yüzünden devam edemediği final turnuvasında tribünlerde babası ile Beyonce şarkısında yaptıkları dans ve Doha'daki final partisinde Katar'lı şeyh çocuklarının Caroline'e attıkları bakışlar beni gülme krizine sokan anlardı. Umarım bu çıkışını devam ettirerek Grand Slam şampiyonlukları kazanmayı başarır.




3. Yılın Ortalarda Gözükmeyeni: Jelena Jankovic



Bu ödülü NBA yorumları takip edenler "bust of the season" olarak görebilirler. Aslında bu ödülü verirken Ivanovic ile Jankovic arasında kaldım ama geçen sezonu WTA sıralamasında birinci olarak kapatan Jankovic'in yaşadığı hayal kırıklığı çok daha büyük oldu. Bu sezon başladığında kariyerinin tek eksiği olan bir Grand Slam zaferini de elde ederek kendini ispatlamak istiyordu; ancak 4 grand slam'de yarı final dahi göremedi. Bayrağı Williams kardeşlerden devralması beklenirken ortalardan kayboldu ve bir senenin sonunda 8 basamak aşağı inerek sezonu tamamladı. Yeni gelenlerin isteği ve ustaların geri dönüşü (Clijsters ve Henin) de göz önüne alınırsa bu yeri koruması dahi zor olabilir. Bir an önce kendini toparlaması gerekiyor.


4. Yılın Çaylağı: Melanie Oudin
Sezon başı dikkat çekici sonuçlara imza atamadı Oudin, Avusturalya Açık'ta birinci turda elenirken, Fransa Açık'ta ana tabloya dahi kalamadı; ancak 91 doğumlu bu genç yetenek önce Wimbledon'da 4. tura kalarak dikkatleri üzerine çekti, esas bombayı ise anavatanı olan Amerika'da patlattı. Amerika Açık'da rusların belalısı olarak "russian killer" lakabını elde etti, bu ünvanı hak ederken de Dementieva, Şarapova ve Petrova'yı evine gönderdi. Amerika Açık çeyrek finalinde bir diğer genç yetenek Caroline Wozniacki'ye elenerek turnuvaya veda etti; ancak bu inanılmaz performansı onun ilk yılında ilk 50 içine dahil olmasını sağladı. Biz de bönlibero olarak onun bu performansını "en iyi çaylak" ödülüne layık görüyoruz. Kendisi ödülünü almak üzere istediği zaman bize başvurabilir.

27 Kasım 2009 Cuma

Bursaspor 1 - 0 Galatasaray : Geçiniz...



Hayatımda yaşadığım en berbat tatillerden biri herhalde. Göze hoş gelen tek şey Neeskens'in karizması oldu. Yazmak da gelmiyor içimden. Ankaragücü maçından sonraki pesimistliğe geri döndük. Total futbol öğretecekler takıma diye böbürlendik, "T"si yok sahada. Top bizdeyken pas verecek adam yok. Sahanın her üç bölümünde de sayıca eziliyor takım. Geçiniz...

26 Kasım 2009 Perşembe

The Grinch ve Kurban Bayramı!


Pazar günü hafif öksürükle başlayan bir hastalığım vardı. Domuz gribi midir başka bir şey midir bilemiyorum. Ama bayram tatili öncesi iyileşmek, bunu yaparken de okuldaki yoğunluğu hasarsız atlatmak asıl amaçtı. Böylece bayram tatilinin hakkını verecektik.


Neyse ki Salı akşamı ben kendime gelmeyi başardım. Hazır okulda işler bitmişken, iş yerine "Abi domuz gribiyim" dedikten sonra "Aman gelme! Yat evde!" cevabını almışken, televizyon karşısında yatağa yatmış FM oynamaktayım. Yatıp istirahat etme kısmı biraz önlem aslında. Çok da yatalaklık bir durumum yok salı akşamından beri.


Durum bu kadar iyiye gitmişken, hastalık atlatıldıktan sonra hissedilen bomba gibi bir bünyeye sahipken, bu sabah bir de ne göreyim! Ev ahalisi hafiften öksürüklere başlamış. Pazartesi ve Salı günleri her öksürme ve hapşırma anımda beni yalnız bırakmayan Yaz Helvası'ı geldi aklıma hemen. "Aman!" dedim... Kadromuzun as adamı, bayram tatilinin oyun kurucusu. Onsuz rakı sofrası olur mu? Bir nevi Alex işte, olmassa oynamıyor takım. Aradım ve korktuğum başıma geldi. E kolay değil tabii, 2 gün boyunca yanımdaydı adam. Tamamiyle benim sorumsuzluğum ve bencilliğimden kaynaklandı olay. Al raporunu otur evde di' mi? Yapamadık işte.


Diyeceğim o ki, aynı Grinch gibi hissettim kendimi. Yaz Helvası'nı cumaya yetiştiremessek çok daha kötü hissedeceğim. Abi, yat, dinlen, vitamin, antibiyotik, aspirin ne varsa al, yorganı çek ve yat. Ben dinlenmedim 2 gün sürdü, sen dinlen yarına ayakta ol! Olmassan da yarın çorba içirmeye falan geliyorum, hazır ol.


Bilmeden hasta ettiğim, tatiline gölge düşürdüğüm başkaları da varsa, buradan özür diliyorum. Olay "hapşırırken oranı kapa, öksürürken buranı kapa" gibi basit değilmiş malesef. Kendinizi karantinaya almak gerekiyormuş.

Manchester United 0-1 Beşiktaş: Theatre of Dreams in Black and White



Siyah günlerimizi beyaza çeviren iki zafer ard arda geldi Beşiktaş'tan. Avrupa'daki kaderimiz ilginç bir biçimde Fenerbahçe maçlarına bağlı oluyor, Barcelona maçında gelen 3-0'lık zaferde olduğu gibi, Manchester United maçındaki galibiyet de 3 gün önce de bir kez daha 3-0'lık sonuçla biten Fenerbahçe maçının ardından geldi. Tello'nun şutu Boliç'e nazire yaparcasına Rafael'e çarparak ağlara gitti ve Alex Ferguson Türklere karşı oynadığı bir maçta daha sakızını yutmak zorunda kaldı. Beşiktaş'ın her Şampiyonlar Ligi macerasında bir büyük takımı devirme geleneği devam etti ve kervana PSG, Barcelona, Chelsea ve Liverpool'un ardından Manchester United da katıldı. (Belki PSG'yi burada görmeyi garipseyenler vardır, onlar için PSG'nin bir yıl öncesinin Kupa Galipleri Kupası şampiyonu olduğunu hatırlatalım. Kupa Galiplerini hatırlamayanları da Barça forması giyen Ronaldo-Brezilyalı olan- kovalasın diyelim artık.)


Fenerbahçe galibiyetini alan takımı, Old Trafford'un temposunu kaldırması zor olan Serdar ve Yusuf'un dışında değiştirmeyen Mustafa Denizli ilk Şampiyonlar Ligi galibiyetini elde etmenin sevincini yaşadı bu gece. Tello golünü attığında sevincini bekletmesi de bu yüzdendi; ama gözlerinin içindeki gülümsemeyi saklayamamıştı kameralardan. Bu maçı kazanacağına dair olan inancı, 26. hafta inancına benziyordu biraz; kendi gücünden daha çok rakibinin tam olarak gücünü yansıtamayacağına güveniyordu. Welbeck, Macheda ve Obertan'dan kurulu genç hücum üçlüsü pozisyon üretmekte bütün maç boyunca sıkıntı çekti. Obertan için bu ayki Champions dergisinde "Manchester C.Ronaldo'yu sattı ama taraftarlar üzülmesin; çünkü Obertan bir iki yıl içinde onun yerini dolduracak" diye bir yorum vardı ama bu maçta gördük ki bu yorum gerçeği yansıtmaktan çok uzak. Onun dışındaki United'lı oyuncuların tamamını Münih ve İstanbul'da izleme fırsatı bulduğum (Welbeck'i bile canlı izledim) için oyuncular hakkında yorum yapma hakkını kendimde görüyorum. Beşiktaş'ı bu sezon o kadar canlı izlemedim,artık gerisini siz düşünün, beni bir maçta daha görürlerse scout falan olduğuma inanacakar herhalde:) Macheda'nın harika bir fiziği var; ancak oyunu biraz daha iyi okuyabilmesi lazım. Anderson'a Ferguson'un inanılmaz bir güveni var, ondan yeni nesil bir Pirlo veya Xavi yaratmaya çalışıyor, geçmiş örnekleri göz önünde bulundurarak Ferguson'un bu görevi bir iki yıl içinde başaracağını düşünüyorum. Rafael'i bilmem ama kardeşi Fabio'dan bir şey olmaz gibi, şimdi ne ilgisi var diyeceksiniz ama Münih'te izlediğim Man Utd-Boca maçından beri içimde kalmıştı onu da yazayım dedim hazır başlamışken.




Keyifler yerinde oldu mu yazı da çorap söküğü gibi geliyor, konuyu çok fazla dağıtmadan gecenin adamını onurlandıralım. Rüştü'ye karşı pek çok Beşiktaşlı'nın sempatisi yoktur; ancak ben istatistik delisi bir futbolsever olarak yıllar sonra Milli Takım kaptanlığı onurunu Beşiktaş'a yaşattığı için severim, her zaman da savunmuşumdur.( Bkz. ilk CSKA Moskova maçı yorumu) Bu akşam Beşiktaş tarihine geçen bir maça imza attı ve Deli İbo'nun cumartesi akşamı gösterdiği performansa benzer şekilde Beşiktaş'ın unutulmazları arasına şimdiden girdi. Bu onun Old Trafford'da elde ettiği ikinci zafer, Barcelona'ya gittiği sezon hakkında United dedikoduları da çıkmıştı, Şeytanların kalesini koruyamasa da bu stad onun için artık ayrı bir öneme sahip.



Maçın sonunda grupta oluşan durum da ilginç bir şekilde 1. Dünya Savaşı ittifaklarını andırıyor. Wolfsburg ve Beşiktaş'a karşı oynayacak olan Man Utd. ve CSKA itilaf devletleri rolüne soyunmuş durumda. 15 gün sonra Beşiktaş Wolfsburg'un, Wolfsburg da Beşiktaş'ın galibiyet golünü bekleyecek. Uzun lafın kısası, CSKA'yı İnönü'de mağlup etsek dahi Almanlar kaybederse biz de kaybetmiş sayılacağız. Bakalım Beşiktaş'ın beşinci Şampiyonlar Ligi macerası nasıl sonuçlanacak?

25 Kasım 2009 Çarşamba

Kıskanmak: İnsan Denen Mahlukatı Anlamak Üzerine


Zeki Demirkubuz'un son filmi olan Kıskanma, daha çok günümüze dair sorunları getirmeyi tercih eden yönetmenin, seyircisine aktarmak istediği temel dertler için farklı bir atmosferi seçtiğini görmekteyiz. Bir roman uyarlaması ve aynı zamanda 1930'larda Zonguldak şehrinde geçen bir dönem filmi olarak Demirkubuz'un kariyerinde ayrı bir noktada konumlanmış gibi gözükse de, filmin esas derdi olan insan varoluşu üzerine tekrar düşünme ve kötülüğün sorgulanması temalarının yönetmenin filmografisinin ana unsurlarını oluşturması bu filmin de esasında bütünün bir parçası olduğunu ispatlıyor. Yine filmin içinde Zeki Demirkubuz'un kendi imzası haline gelen gıcırtıyla aralanan kapı görüntüleri, kapı aralıkları ve aynalardan yapılan çekimler, Suç ve Ceza üzerinden Dostoyevski göndermesi ile Beşiktaş'ın 1930 yılındaki armasının bulunduğu porselen tabak (mest olduğumu belirtmeme herhalde gerek yoktur) bizlere bu filmin bir dönem filmi olmanın ötesinde bir Zeki Demirkubuz filmi olduğunu sık sık hatırlatıyor.




Film değerlendirmesine teşbihte hata olmaz diyerek başlayalım ve Seniha karakterinin klasik bir Demirkubuz karakteri olarak hayata 1-0 yenik başladığını belirtelim. Hayatımızın esas yönünü tayin eden unsurların pek çoğunun kendi kontrolümüz altında olmayan ve doğuştan gelen unsurlar olduklarının altını çizen bu karakter çirkinlik derdinden muzdarip. Zeki Demirkubuz'un seveceği bir tabirle "kader" mahkumu. Hayatı boyunca bir tek ağabeyinin çaycısı ile cinsel ilişki kurabilen bu kadın, kimse ile evlenememiş ve İstanbul'dan Zonguldak'a kömür madenlerinde çalışmaya gelen mühendis ağabeyi Halit ve onun güzel eşi Mükerrem'in evinde sığıntı olarak yaşamakta. Hayata hiç bir noktadan sarılamamış, varoluşunu anlamdıramamış olmanın sıkıntılarını çekerken, arzuladığı erkeklerin ona yüz vermemesi, üstüne üstlük aynı erkeklerin Mükerrem ile beraber olmak için can atmaları da Seniha'yı ruhsal bunalımlara sürüklemiş durumda. Yine de hikayeyi esas olarak vurgulanan kıskançlık, hemcinslere karşı duyulan "güzellik-çirkinlik" indirgemesindeki kıskançlıktan uzak bir noktada. Zeki Demirkubuz, gerek fragmanında gerekse afişinde kıskançlık denince akla gelen bu önyargıyı kullanarak seyircisini ters köşeye yatırmış.


Seniha'nın kıskançlığının kaynağını Mükerrem'den ziyade kardeşi Halit oluşturmakta, bu durumda seyircinin kıskançlık ve kötülüğü daha kavramsal bir düzeyde sorgulamasına olanak sağlıyor. Çocukluktan itibaren devam ettiğini varsaydığım kardeşler arası kıskançlığın üzerine eklenen Halit'in toplum tarfından kabul gören mühendis kimliği ve çaycı ile evlenmek isteyen Seniha'nın işlerini Halit'in bozması, Seniha'nın "ahlak" kıskacından sıyrılıp "kötü" kimliğine bürünmesine sebep oluyor. Tabii bir de Zeki Demirkubuz'un Dostoyevski'den ilham alarak her zaman vurguladığı "nedensiz kötülük" kavramına da atıfta bulunmak gerek. Doğuştan gelen fiziksel ve sınıfsal özellikleri dini bir atıfta bulunarak "kader" yakıştırmasını yapan Zeki Demirkubuz, karakterlerin tanımlamasını yaparken dini öğretilerin öngördüğü saf iyi ve saf kötü kavramlarına ise oldukça mesafeli yaklaşmakta. Yönetmen, Dostoyevski'den de ilham aldığı şekilde kötülüğün ve genel anlamda insan eylemlerinin çoğu zaman nedensiz olarak gerçekleştiğine inanmakta. Aynı Raskolnikov'un bir katile dönüşmesi gibi, aynı Masumiyet filminde Bekir'in Uğur'a olan karşılıksız sevdası gibi, bu filmde de Seniha varoluşçu öğretiye uygun olarak yukarıda saydığımız bütün nedenlerin yanında gizemini çözemediğimiz bir nedensizlikle ağabeyi hakkında yalan beyanatta bulunuyor. Zeki Demirkubuz'un varoluşçu üstad Albert Camus'nün Yabancı eserinden uyarladığı İtiraf filminde başrolü oynayan ve ünlü ifade verme sahnesiyle hafızalarda yer eden Serdar Orçin'in, bu filmde ifadeyi alan adli memur olması seyirciye bir mesaj değil midir?



Sonuç olarak, filmin kıskanmak ve insanın kötülüğü üzerine söylemek istediğini derli toplu olarak söyleyen, olay örgüsünün gelişiminde önemli rol oynayan sınıfsal tabakları, maden zenginliği ile hızla kentleşmeye başlayan; ancak kültürel olarak henüz kent kimliği kazanamamış 1930'lardaki Zonguldak atmosferini detaylara inmeden ama eksiksiz bir biçimde aktarmayı başaran bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle 30'larda geçen bir film çekmek konusunda tereddütler yaşayan ve kitabı günümüze uyarlayacak alternatif bir senaryo yazmaya dahi girişen Zeki Demirkubuz başarıyla bu işin altından kalkmasını bilmiş. Belki onun ölümsüz Masumiyet+Kader ikilisi tadında bir film görmeye gelenler hayal kırıklığına uğrayabilirler; ancak Zeki Demirkubuz filmografisine baktığımızda sırıtmayacak bir filmle karşımızda. Kendisine teşekkürü bir borç bilip kendi de hasta bir Beşiktaşlı olan Zeki Demirkubuz'un taraftarlardan yola çıkarak yazdığı senaryosunu bir an önce hayata geçirmesini bütün Beşiktaşlılar olarak temenni ederiz.

24 Kasım 2009 Salı

Kızılırmak Karakoyun: Kara yün ağarır mı?


Bir sinema üstadı olan Ömer Lütfi Akad'ın Nazım Hikmet'in senaryosundan uyarlayarak filme çektiği Kızılırmak Karakoyun, Türk sineması için de kuşkusuz bir kilometre taşı niteliği taşımakta. Filmin Türk sinemasına olan etkilerini, 60'lar Türk sinemasının kayda değer filmleri olan ve yeni gerçekçilik izleri taşıyan Metin Erksan'ın Susuz Yaz ve yine Ömer Lütfi Akad'ın çektiği Hudutların Kanunu gibi filmlerle beraber değerlendirerek daha iyi anlayabiliriz. Türk sinemasının dünya sahnesinde ilk defa dikkat çekişi 60'lara rastlamaktadır, bu dönem Susuz Yaz filminin Berlin Film Festivali'nde en iyi film ödülünü (altın ayı) almasıyla da taçlanır. Dönemin uluslararası başarılarından daha önemli olan ise sinemanın bu dönemde artık toplumun sorunlarını yine topluma anlatmak adına bir araç olarak Türkiye'de etkin olarak kullanılmaya başlanılmasıdır. İtalyan yeni gerçekliğinden oldukça fazla etkilenen birkaç başarılı yönetmen, bu gerçekçi tavrı Türk sinemasına başarılı bir şekilde aktarırlar. İşlenen temel meseleleri ise mülkiyet hakkı, feodal düzen ve köylü ile emekçi kesimin sorunları oluşturmaktadır.




(Yazının bu bölümden sonrası filmle ilgili sürpriz gelişmeleri içermektedir.) Filmin konusuna geçtiğimizde, tutkulu bir aşk hikayesinin ön planda olduğu, ancak esas olarak feodal düzen içinde yaşayan bir obanın sorunlarının anlatıldığını görmekteyiz. Obanın çobanı Ali Haydar'ın yüreğine bey kızı Hatice'nin sevdası düşer ve aşkı karşılık da bulur; lakin töreler bir bey kızının çobanla evlenmesine izin vermez. Obanın kurduğu erenler mahkemesinde Ali Haydar için obadan sürülme kararı verilecek iken bir anlamda vicdanın sesi olan Aşık Can Dede, çoban Ali Haydar'a son bir şans verilmesini ister. Buna göre Ali Haydar üç gün boyunca su içmeyip tuz yiyecek olan koyunları, koyunlar su içmek için durmadan ırmağın karşısına geçirebilirse Hatice ile evlenecektir. Ferhat'ın Şirin için dağları delmesinde olduğu gibi aşk için imkansızı başarma konusu ile karşı karşıya kalırız, zaten öneriyi getiren kişinin adının Ferhat olması da anlamlıdır. Bu dakikadan sonra su artık kendi anlamının ötesine geçerek sevdalıların birbirlerine olan ihtiyacının metaforu haline gelir. Ali Haydar, 3 gün boyunca su içmeden getirilen koyunları kavalının sesiyle kendine çekmeyi ve onları kıyıdan karşıya geçirmeyi başarır. Bu sahnede koyulara öncülük eden ise Ali Haydar'ın çok sevdiği karakoyundur; ancak Hatice'ye zorla yıkatılan kara yünün beyaza dönmesi nasıl imkansız ise, Ali Haydar'ın talihinin dönmesi de öyle imkansızdır; karakoyun da bu bahtsızlığın simgesi haline gelir. Aşıkların karşısına ise halkın kanını emen Abdi Ağa dikilecektir.

Filmde feodal düzen ve egemen sınıfın sömürüsü Abdi Ağa karakteri üzerinden eleştirilmektedir. Filmin başında bir köyü borçlarını ödeyemediği için eşkıyalara yaktırmakta tereddüt etmeyen Abdi Ağa, obaların yaylalarını ve kışlaklarını satın alarak onları kendine kiracı hale getirmektedir. Mallarını satacak başka kimseyi bulamayan köylüler de bu sömürü düzeni içinde gün be gün daha fazla şeylerini yitirmektedirler. En sonunda Ağa'nın oğlu Hatice'yi isteyince gidecek yerleri kalmayan obanın beyi, Ali Haydar'a söz vermiş olmasına karşın kızını ağanın oğluna vermek zorunda kalır. Bu noktada duruma isyan eden ise obalılardır, Ali Haydar'a yapılan haksızlığın farkına varırlar ve Hatice'yi geri getirmek adına silahlanıp yola koyulurlar. Verilen mesaj açıktır; sömürü düzenini kırmak için isyan mecburidir.

Bu filmin Türk sineması için bir diğer önemi de filmin başrolünde oynayan Yılmaz Güney'den kaynakalnıyor. Yalnız bu önemi Yılmaz Güney'in filmin başrolünde oluşundan ziyade Yılmaz Güney sinemasında açıkça görülen Ömer Lütfi Akad etkisi oluşturmakta. Altyazı dergisinin Eylül sayısında Yılmaz Güney'in kadim dostu Tuncel Kurtiz de o dönemde dünya sinemasını takip etmeye fırsat bulamayan Yılmaz Güney'i, Ömer Lütfi Akad'ın sinema bilgisiyle çok etkilediğinden bahsetmekte. Yılmaz Güney sinemasının bu başarılı yönetmenin hem çekim tekniğinden hem de hikaye işleyiş biçiminden ilham aldığını gösteren en önemli örnek ise Türk sinemasının başyapıtı olan Umut(1970) olsa gerek.

22 Kasım 2009 Pazar

Galatasaray 1 - 1 Manisaspor : Beşbenzemez...


Bu senenin başından itibaren şampiyonluğa oynayan takımların geçen seneki gibi çok puan kaybetmeyeceği belliydi. Fenerbahçe'nin o nadir puan kayıplarından birini yaşadığı bu hafta liderlik fırsatı altın tepside gelmişken elimizin tersiyle geri çevirdik. Bu hafta Beşiktaş'ın haftası oldu. Nihat, Holosko gibi isimler gerçek potansiyelllerine ulaşır ve yönetim kaynaklı kriz sona erip takım huzura ulaşabilirse, Beşiktaş en az iki rakibi kadar ciddi bir ortak olur şampiyonluğa.


Maça dönecek olursak ilk yarı Elano'nun kıpırdandığı, ilk 10 dakikası haricinde takımın gayet iyi oynadığı bir 45 dakikaydı. Maç başlar başlamaz Manisa önde etkili pres yaptı ama pilleri çabuk bitti. Ondan sonra da Harry sazı eline aldı ve bizi kendine tekrar hayran bıraktı. Her hareketinden akıl ve teknik fışkırıyordu bu akşam Aussie'mizin. Golün dışında şanssız bir şekilde kaçırdığı 2-3 pozisyon daha vardı.


İkinci yarı sahaya uyurgezer bir şekilde çıkan takım şişirilen toplarla iki tane net pozisyona girdi ama atamadık. Zaten top şişirmekten başka bir şey de yapmadık ikinci yarıda. Hakan Balta'nın kanadı delik deşik edilirken Frank ve Johan ustalar (seviyorum sizi!) kötü gidişe engel olamadılar. Savunmamızın kalitesizliği ileri top taşıyamamıza ve sürekli pozisyon vermemize sebep oldu. Rijkaard "İşler kötü gidince disiplin hemen kayboluyor" dediğinde bugünkü manzarayı kastetmişti işte! Tıpkı Ankaragücü maçındaki gibi. Rijkaard için leş yiyiciler dört dönecektir bu akşamdan itibaren. Pep de liderliği kaptırdı ama İspanyolların bizim gibi avuçlarını ovuşturduklarını, Guardiola'yı gazetelerde "postaladıklarını" sanmıyorum. Tuhaf memleket... Aynı şekilde Elano'yu da yerden yere vuracaklardır, ama kimse bana çok kötü oynadığını kabul ettiremez. Harika paslar kullandı ve gerektiğinde geriye de gelip savunmaya yardım etti. Ama beklediğimiz Elano mu? Hala değil.


Ayrıca yenilen holde kaçırdığı adama aval aval bakan M.Sarp böyle bir hata yapıyorsa aslan parçası Hollandalılarımız ne yapsın? Adamlar orta sahayı tutabilmek için toplarımızı öldürmekten başka hiçbir şey yapmayan Ayhan'ı çıkarıp Linderoth'u aldılar ama olmadı mı olmuyor. Yine de ne H.Balta'ya ne M.Sarp'a ne de Ayhan'a fazla kızamıyorum; sezon başında hepsi çok katkı yaptı takıma. Bu beraberlikten sonra takıma olan güvenimde en ufak bir sarsılma yoksa bunda onların da payı var.


Görünen o ki verilen arada edinilmiş tatil psikolojisi takımın geneline ağır bir konsantrasyon eksiği olarak dönmüş. Devre arasında Haldun Abi'den bir stoper, sağlam bir orta saha, belki bir de iyi bir sol bek bekleyeceğim ama yüzsüzlük de yapmak istemiyorum; adam dünyayı getirip koydu önümüze. Ernst ve Ferrari gibi iki adam bulsak takım uçardı ama herhalde...


Kısaca Elano'ya döneyim tekrar. Sağ kanatta daha etkili olduğunu gösterdi bugun. Sabri ve Kewell'la akıl dolu paslaşmaları ve ortaları oldu. Ama sağ kanattan ziyade 4-2-3-1 dizilişinde forvet arkasında harikalar yaratır diye düşünüyorum. Verdiği paslarda çok ince düşünüyor. Elano için de sabır, sabır, sabır... Beklemeyi öğrenmediğimiz sürece Türk futbolu hiçbir zaman Trabzonspor örneğinden öteye gidemeyecek.


Bu maç burada biter. Ben de yaz tatili psikolojisinden çıkamamışken bayram imdada yetişiyor. Okulu kör topal götürdük, hasarsız bir şekilde kendimizi bayram tatilinin anason kokulu kollarına atarsak rahatlayacağız. Tabii okul bizi böyle bir tatile "öpmeden" yollar mı? Yollamaz. Sınav ve bilimum gereksiz zımbırtıdan vakit kalırsa Tottenham - Wigan maçı hakkında yazı görebilirsiniz. Tam anlamıyla "Vay anam vay, neler dönmüş Serhat ya?"diyesi geliyor insanın. Bentley ve Defoe coşmuş, durduranı yok!


Yazı da burada biter. Herkese iyi haftalar dilerim. Tatile kadar ruh sağlığımı yitirmessem en kısa sürede görüşmek üzere!

Daum Ve Büyük Maçlar

Öncelikle Beşiktaşlı futbolcuları ve teknik heyetini tebrik ediyorum. Aslında Fenerbahçeli futbolcular için söylenmesi gereken pek bir şey yok; ama Daum için çok şey söylenmesi gerekiyor. Günümüz akıcı futbolunda Daum'un taktiklerinin işlerliğini yitirdiğini dün gece açık bir şekilde gördük. Maç öncesinde yorum yazmamamın asıl nedeni Fenerbahçe ve Beşiktaş takımlarının taktiklerinin önceden belli olmasıydı. Çünkü Mustafa Hoca'nın Alex için bire bir markaj uygulatacağı önceden belliydi. Asıl konu Daum'un ne yapacağıydı; ama yaşlı kurt (!) yine 4-4-1-1 taktiğiyle ve devşirme forvet Kazım'la sahaya çıktı. Daha ilk on beş dakikada gördük ki maça hızlı başlayan taraf Beşiktaş'tı. Mustafa Hoca'nın Beşiktaşı orta sahasını çok kalabalık tutuyordu ve Kazım'a giden toplar sık sık geri geldi dün akşam. Heralde Daum'la farklı maçları izliyorduk biz. Semih'in yedek klübede oturması bütün Fenerbahçelilerin maçı çaresiz bakışlarla izlemesine sebep oldu. Maçın onuncu dakikasından sonra ise Beşiktaş etkisini yitirdi, forvet ve orta saha hattı dediğimiz yerde açıklar oldu. Fakat bu Fenerbahçe'nin rahatlamasının dışında pek bir işe yaramadı. Bir kaç pozisyon buldu takım bireysel çabalarla. Orada gelen bir gol belki maçın kaderini değiştirebilirdi; ama Daum'un takımı köşelere inmek yerine ısrarla ortadan saldırmaya çalıştı ki bu Daum'un en büyük hatası ve tek taktiğiydi. Mehmet, Carlos, Gökhan ve Santos Fink ve Ernsti'de yanına almış Beşiktaş savunması arasında eridi. Dediğimiz gibi bireysel üstünlüğü olan Fenerbahçe ilk yarıda Gökhan'ın verilmeyen penaltısıyla ya da Alex'in serbest vuruşuyla maçı alabilirdi. Ancak görmek istediğimiz taktik de takım da bu değil.
İkinci yarıdan bahsetmek hiç istemesem de Daum'un ne yaptığını anlamakta güçlük çektim açıkçası. Israrla taktik değişmeden oyuncu değiştirmeye çalıştı, Daum. Bir ara üç tane kanat oyuncusu gördüm sahada. Sonra Santos ortaya kayınca değişen ne oldu diye sordum kendime. Çünkü Vederson ve Semih girince oyuna Fenerbahçe'nin taktiğinde değişen bir şey olmadı. Kazım sağa çekildi, Vederson'la Carlos da sola aynı tas aynı hamam 4-4-1-1 oldu yine.

Sonuç olarak Daum'un takımından çeşitli taktik varyasyonlar göremeyeceğimizi anladık. Onun için Koch'un üstteki resimde de gördüğümüz çalışmalarına ihtiyacımız olacak. Bu maçta başarısız bir skorla da dönse Fenerbahçe, takımın son yıllardaki derbi maçlarında ortaya koyduğu başarılı futboluna bir de Beşiktaş maçlarını göz önüne alarak bir parantez açmak istedim. Beşiktaş'ın, Fenerbahçe'ye karşı son dört sezon içinde galibiyeti yoktu. Bu maç, Beşiktaş için yeni bir başlangıç olabilir (!). Son olarak Beşiktaş da artık lig yarışında ve taraftarları daha heyecanlı bir lig bekliyor.

Beşiktaş 3-0 Fenerbahçe: Şampiyonun Yüreği


Houston Rockets'ın 1994 yılındaki şampiyonluğunun ardından kötü geçirdiği 1995 sezonunun sonunda kimsenin beklemediği ikinci şampiyonluğa ulaşmasının ardından takımın efsane koçu Rudy Tomjanovich'in sarf ettiği ünlü cümle dün akşam tekrar aklıma geldi: "Bir şampiyonun yüreğini asla hafife almayın." Sanıyorum dün akşamın ardından Fenerbahçelilerin aklından bu söz çıkmayacaktır, zira rahat bir galbiyet almaya geldikleri İnönü'de belki de kimsenin beklemediği kadar iyi, geçen yıldan esintiler taşıyan Beşiktaş karşısında kaybolan bir takım izlemek zorunda kaldılar.



Geçen yıldan bu maça taşınanların başında ikinci gol geliyor. Tello'nun pasıyla Bobo'nun bulduğu goller, Denizli'nin meşhur 26. haftasının ardından pek çok haftanın özet görüntülerinde yer almıştı, dün akşam da bu birliktelik güzel bir golü daha getirdi. Sanıyorum bir kez daha görüldü ki bu takımın en iyi golcüsü Bobo. Maçlara genelde bir gol kaçırmadan başlamıyor; ancak hem gol vuruşları hem de topu ileriye taşımasıyla Nobre'den çok daha kaliteli bir isim olduğu ortada. Bu arada bir başka parantezi de 2000'li yıllarda Beşiktaş'ın sol kanadını tapulayan İbrahim Üzülmez'e açmak lazım. Geçen yıl Antalya'ya karşı oynanan kupa maçında bir gol attığında, taraftar bu görülmedik performansa ithafen "İbo doğru söyle, İbo doğru söyle bugün ne içtin" diye bir tezahürat üretmişlerdi. Ben duymadım ama belki dün akşam da söylemişlerdir; çünkü Deli İbrahim dün akşam ki performansıyla bütün Beşiktaşlıları mest etti. Onca hatasına rağmen her zaman sevilen bir futbolcuydu zaten, bu performansıyla da kariyerine 2002-03 sezonunda Sami Yen'de attığı galibiyet golünün yanında hatırlanacağı ikinci bir maç eklemiş oldu. Kaptan ne içtiyse söylesin, sınav dönemlerinde aynısından ben de istiyorum.


Oyunculara birer birer methiyeler düzmeye başlamışken maçın yıldızını unutmak olmazdı. Sezon başında Cisse'nin yerine anlaşılan Michael Fink, Ağustos ayında oynanan Süper Kupa finalinde de Alex'i tutmakla yükümlüydü ve o maçta da görevini yerine getirmişti. Ne yazık ki skor tabelasında Alex'in iki golünün olması o günkü performansının hak ettiği değeri bulmamasına neden olmuştu. Dün akşam ise hem Alex'i durduran, hem de müthiş bir golle maçın kilidini açan Fink takımda kalıcı olacağının sinyallerini verdi. İlk yarıda Alex'in forvet hattına giderken Fink'i de yanına çekmesi Beşiktaş orta sahasının açılmasına neden oldu; ama Fabian Ernst'in artık görmeye alıştığımız übermensch oyunu, Fenerbahçe'nin bu avantajı kullanamamasını sağladı. Denizli'nin ısrarla oynattığı 4-3-3 sisteminin en önemli avantajı hücumda daha geniş bir alanı kullanabilmek ve kanatları daha etkin olarak işletmektir. Beşiktaş dün akşam ikinci yarıda gelen Serdar - Tello değişikliği ve Ekrem - İbo ikilisiyle sistemi etkin olarak kullanırken Fenerbahçe bu hücum düzenine karşılık veremedi, özellikle de G.Gönül'ün Topuz ile birlikte savunduğu sağ kanat ikinci yarıda çöktü.

Topuz'un bu fotoğrafına bakarak sonuç paragrafına geçelim. "Ben nerede yanlış yaptım" der gibi sanki. Aslında onun çok da elinde olan bir seçim değildi sarı-lacivertli formayı giymek; ama transfer sezonunun gündem yaratan olayı taraftarın bu maça daha çok önem atfetmesini sağladı. Sözlerimi bitirirken yaşadığım sevincin de satırlara dökebildiğim kadarını aktarayım. Öncelikle dün yazdığım yazıdaki gibi uzun yıllar hatırlanacak bir galibiyet hediye eden Mustafa Denizli ve oyunculara teşekkür ederim. Kolay değil, Beşiktaş Fenerbahçe'ye karşı böyle 3 farklı bir galibiyeti en son Denizli Fenerbahçe'nin başında 6 yabancı sahaya sürdüğünde Nihat, Tayfur ve Nouma'nın golleriyle hem resmen hem de hükmen 3-0 yendiği maçta almıştı. Fenerbahçeliler Beşiktaş'a karşı böyle bir galibiyet arıyorlarsa, son 3 farklı galibiyet için 1986'daki TSYD kupası maçına bakmaları gerek, bir nevi Türkiye Kupası sendromu:) Benim duygularımı anlamak için Kadıköy'deki Galatasaray maçlarını düşünüp empati kurabilirler belki, dilerim şu an hissettiklerimi Beşiktaş'a karşı uzun yıllar hissedemezler. Evet; yarış yeniden başlıyor, şampiyonun yüreğini asla hafife almayın!

21 Kasım 2009 Cumartesi

Vapur İskeleleri Arasında Bir Derbi

Beşiktaş'ın Fenerbahçe ile oynadığı lig maçlarında aldığı son galibiyetin fotoğrafı. O günkü maçın gazıyla hangi arkadaş "Bu maçı gördüm ya, bir daha Fener'i yenemesek de gam yemem" dediyse bir zahmet falcı büyücü birilerine gidip şu işi düzeltsin artık. Fenerbahçe'nin Türkiye Kupası'ndaki makus talihi de olmasa 4,5 yıldır Fenerbahçe'ye karşı galibiyetimiz olmayacaktı. Türkiye Kupası maçlarında alınan 3 galibiyet ( 2'si final ve 1'i yarı final) Fenerbahçe'nin Galatasaray'a karşı kurduğu psikoljik üstünlüğü Beşiktaş'a karşı kurmasını bir nebze olsun engelledi; ancak genel bir değerlendirme yaparsak 2005'teki efsane maçın ardından Beşiktaş-Fenerbahçe derbilerinde üstünlüğün ciddi olarak Fenerbahçe'nin eline geçtini söyleyebiliriz.


İstanbul'un deniz kokulu iki ilçesinin vapur iskeleleri arasına konumlanmış bu rekabetin geneline baktığımızda da hep bir takımın diğerine dönemsel bir üstünlük kurduğunu görmekteyiz. Örneğin 1950-54 yılları arası 5 yılda 4 İstanbul şampiyonluğu kazanan Beşiktaş, aynı dönemde Fenerbahçe ile oynadığı 14 maçta yenilgi yüzü görmemiş. 68-71 yılları arasında Fenerbahçe oynanan 15 maçın 10'unu kazanıp yalnızca 2'sinde mağlup olmuş. Yakın döneme gelindiğinde ise en bariz üstünlüğü Gordon Milne dönemi Beşiktaş'ı 28 maçta 19 galibiyet ve yalnızca 4 mağlubiyet alarak yakalamış. Dördüncü ve son mağlubiyet ise Gordon Milne'in Beşiktaş'ın başında çıktığı son maç. Yine bu dönemin unutulmaz bir anısını Fenerbahçe teknik direktörü Veselinoviç'in, (ki kendisi Fenerbahçe'nin 103 golle şampiyon olduğu efsanevi sezonda da Fenerbahçe'yi çalıştırmıştır) Beşiktaş maçından önce skor tahmini yapmasını isteyen gazetecilere eliyle 5 işareti yapmasının ardından Beşiktaş'ın 5-1 kazandığı maç oluşturmaktadır.
Aşağıda bu maçtan alınan bir kare gözükmekte.




Son dönemde ise 4-3'lük maçtan sonra Beşiktaş'ın dönemsel üstünlüğü sona ermiş gibi hatırlansa da, istatistiklere göre esas kırılmayı yaratan 2007'deki Türkiye Kupası yarı finali oldu. 1-0 ve 1-1'lik skorlarla Beşiktaş'ın turu atlamasının ardından oynanan 6 maçı da, 5'i 2-1'lik skorlarla olmak üzere Fenerbahçe kazanmıştı. Bu Fenerliler tarafından "ikide bir" olarak bilinen seriyi sona erdiren İzmir'deki 4-2'lik Fortis Türkiye Kupası finali oldu, ancak İstanbul'da oynanan son altı maçı da Fenerbahçe kazandı. Yalnız bahsedilen iki altı maçlık seri birbirinden farklı; çünkü İzmir'de sona eren genel galibiyet serisini başlatan maç Almanya'da oynanan süper kupa finaliydi. Ayrıca yine bu arada iki takım arasında yaşanan transferler de sürekli gerilimi artırdı. Öncelikle Tümer Metin'in 2006 kupa şampiyonluğu sonrası Fenerbahçe'ye küfürlü tezahürat yapıp sonrasında Fenerbahçe'ye geçmesi maçların oldukça gergin atmosferde oynanmasını sağladı, Beşiktaş'ın Rüştü ve Nobre hamleleri de gerginliğe tuz biber ekti.



Bu yılın başında yaşanan Topuz krizi de bugünkü maçın esas kriz sebebi olacak gibi görünüyor. Bakalım bu akşam Fenerbahçe'nin İnönü'de yakaladığı seri devam edecek mi, yoksa Beşiktaş bu maçtan bir galibiyet çıkartıp lig yarışına dahil mi olacak? Gönlümden Beşiktaş'ın Batuhan, S.Özkan, İbrahim Kaş ve Nihat ile yani 4 altyapıdan Beşiktaşlı oyuncuyla maça başlaması ve Nihat'ın golünü atıp kapalıya doğru koşarak Beşiktaş'ta alıştığımız yere uzanıp parmak salladığı gol sevincini yapması geçiyor. Ve tabii ki Beşiktaş'ın yıllarca hatırlanacak bir galibiyete imza atması. Haydi kartallar, Kazan'dan çıkıp Dolmabahçe'ye yürüyecek taraftarların yüreklerini ısıtacak bir galibiyete imza atın da ben de akşam blog'daki ilk derbi sonrası yazımın başına keyifle oturayım. Ne de olsa Fenerli arkadaşlar hali hazırda bir derbi galibiyet yazısı yazmış durumda, bir değişiklik fena olmaz diye düşünüyorum.

20 Kasım 2009 Cuma

Haftanın Notları #4


i get up at seven, yeah, and i go to work at nine

i got no time for living, yeah, i'm working all the time

seems to me i could live my life

a lot better than i think i am

i guess that's why they call me the working man

Yukarıdaki sözler blog'un sağ sütununa koyduğum şarkı listesinin de başında yer alan Rush grubunun Working Man adlı şarkısından alınma. Son günlerde neden sıklıkla dinlediğimi blog yazarları iyi bilirler, zira kendileri de aynı dertten muzdarip. Haftanın notlarına başlarken bütün hafta boyunca bizlere bu zulmü yaşatan herkesi en iyi(!) dileklerimle selamlıyorum. Yazılara bir haftadan uzun bir süre ara vermek zorunda kalmıştım, bu arada blogu yazılarıyla güzelleştiren herkese buradan teşekkürlerimi sunarım. Hele moist'un rage against the music yazısının başına koyduğu Evil Empire fotoğrafı tek kelimeyle enfesti:)


Bu fotoğraf FM'nin bünyede yarattığı rahatlama anlarının önemli bir örneği olsa gerek. Zorlu geçen haftanın sonunda Bernebau'da alınan 3-1'lik galibiyetten daha mutluluk verici ne olabilir ki :)Tabii her FM'cinin büyük başarıları vardır ve her birini de bu sayfaya taşıyacak değiliz; ama FM'nin dertlere derman olduğunu göstermek için güzel bir örnek olduğundan moist'un yazısının üztüne iliştireyim dedim. Goller Uğur, Nihat ve Holosko'dan, kontra atak futbolunun nadide zaferlerinden birisi.



Eğer milli takımımız play-off'lara kalabilseydi, bu hafta bizler açısından çok daha renkli geçebilirdi; ancak onun yerine Dünya Kupası için son altı bilet için verilen kora kor mücadeleleri uzaktan izlemekle yetindik. Örneğin, Henry'nin eliyle topu düzelterek yaptığı asistle Dünya Kupası'ndan elenmiş olsaydık, gündem bu kadar sakin olur muydu sizce? Fotoğrafta yüzsüzce sırıtan Henry, o anda hayatı boyunca bu hareketle hatırlanacağını pek de aklına getirmiyor anlaşılan. İrlanda'ya yapılan bu haksızlık için bu dakikadan sonra yapılacak bir şey yok ne yazık ki; ancak FIFA'nın bu pozisyonda bir kale arkası hakemi bulunmasının nasıl büyük bir hatayı önleyebileceğini görmüş olması ileride bu hataların engellenmesi adına önemli bir adım olabilir. İçimizdeki İrlanda'lı olarak bu ülkeye verdiğim desteği de "İrlanda'nın Elvis'i" olarak bilinen Rory Gallagher'ın Philby parçasını listeye koyarak gösterdiğimi düşünüyorum. Elimden daha fazlası da gelmiyor zaten.





Bu fotoğrafı 2 no'lu Haftanın Notları'nda da bulabilirsiniz, geleceği gören bir fotoğraf olması nedeniyle tekrar yayınlamaya karar verdim, zira fotoğraftaki ikili artık McLaren'de takım arkadaşı olacaklar. O yazımda İngilizlerin Schumacher sonrası dönemde rüzgarı arkalarına aldığından bahsetmiştim. McLaren yöneticileri muhtemelen beni duydular ki Mercedes'in kendi takımını kurmasından sonra Button'la anlaşıp yeni sezona tamamı İngilizlerden oluşan bir takımla girmeye karar verdiler. Mercedes yöneticileri de bu milliyetçi dalgayı başlatarak yeni sezonda Mercedes GP adıyla yarışacak olan takımın pilotlarını Nico Rosberg ve Nick Heidfeld olarak belirlemişlerdi. İzleyebidiğim 10 yıllık F1 döneminde hem takımın hem de iki pilotun aynı milliyetten olduğu bir takım hatırlamıyorum, yeni sezonda ise iki iddialı takım bu yapıya sahip olacak. Açıkçası Mercedes'in ayrılık kararına oldukça üzüldüm, yıllardan beri McLaren Mercedes olarak desteklediğim takım ortadan ikiye ayrıldı, benim yeni sezon için düşlediğim Hamilton- Vettel pilot ikilisi ve McLaren - Mercedes İngiliz - Alman ortaklığında oluşan enternasyonel yapı da milliyetçi akıma kurban gitti. Bu iki takımın rakibi Ferrari ise yeni sezonda salsa soslu latin pilotları Alonso ve Massa ile sahne alacak.




Yazının son bölümünü de Melih ve Ahmet Gökçek ikilisine ayırmam gerek, zira çirkefliği kendine yöntem bellemiş bu isimler kirli ellerini spora attıklarından bu yana her gün ayrı bir skandala yol açmaktalar. Aslında onlara bir anlamda teşekkür etmemiz gerek; çünkü ahlaksızlık gibi tarifi soyutluğundan ötürü oldukça zor olan bir kavramı her geçen gün daha da somutlaştırıyorlar. İleride çocuklarınıza Melih Gökçek gibi olmayın demek onları uyarmanız yeterli olacaktır. İnsan emeğini hiçe saydıklarını ve attıkları imzalara ne kadar sadık olduklarını geçen haftanın başında Hikmet Karaman'a yaptıklarıyla bir kez daha ispat ettiler. İmzanın kendi dönemlerinden önce atılmış olması onlara bu saygısızlığı yapma hakkını asla vermez; çünkü kulübün başkanlığına talip olan bir kişi, o kulübün geçmiş yükümlülüklerini de yerine getireceğini taahhüt etmek zorundadır, aksi söz konusu dahi olamaz. Bu konuda esas sorgulanması gereken teknik direktörlerin sendikal haklarını hangi nedenden ötürü kullanamadıklarıdır. Örneğin Fatih Terim istifa toplantısında anlattığı icraatlarının yanında neden bir Antrenörler sendikası kurmayı bu dönem boyunca aklına getirmemiştir? Bu olay bütün teknik direktörlere, sporculara ve genel anlamda toplumun bütün emekçi kesimlerine ders niteliğindedir. Eğer demoratik toplum yapısında üretim araçlarını ellerinde bulundurmayan kitleler dayanışma içinde olmazlar ise haklarını savunamazlar. Ne yazık ki toplumlar içerisinde her zaman Melih ve Ahmet Gökçek gibi toplumun kanını emerek beslenen sülükler var olacaktır, onlara karşı hakça bir mücadele verebilmek için sivil toplum ve sendikalar toplum yaşantısında söz sahibi olmalıdır.

19 Kasım 2009 Perşembe

Mushroom Therapy

...ve Football Manager; ortak noktaları o kadar çok ki...

16 Kasım 2009 Pazartesi

Olan Sahadaki Müthiş Maça Oldu


Son zamanlarda gördüğüm en istekli ve savaşçı Galatasaray'ın müthiş mücadelesi ve galibiyetini konuşcağımıza maalesef saha dışı olayları konuşmak zorunda kalıyoruz gene. Maçın önce saha içi analizini yaparsak, kağıt üzerinde son yılların en zayıf Galatasaray'ı vardı. Düşünün ki dün Beşiktaş maçında sahaya çıkamayan Smith ve Santiago dahil Efes Pilsen'in 14 oyuncusunun her biri Galatasaray'da ilk 5 başlayabilir ve takımın yıldızı olur. Ama bu kalite eksikliğine rağmen sahada yıllardan sonra ilk defa ölümüne mücadele eden bir takım. Ama bu mücadelenin biraz derbi atmosferi, biraz da taraftarın maç sonundaki olaylar hariç mükemmel desteğine bağlayabiliriz. Nitekim geçen haftaki Banvit maçında bu savunmanın yarısı yoktu neredeyse.

Galatasaray'ın, Washington ve Rancik dışında hücum bakımınından artı özelliği olan hiçbir oyuncusu yok. Washington evet belki çok top kaybetti ama ne dışarıda delici bir kısa, ne de içeride post-up oynayabilecek bir oyuncu olmayınca Washington mecburi zorlamak zorunda kaldı. İşin savunma yönünde inanılmaz bir savaş verirken Galatasaray, hücum da ise açıkçası bugün şanslıydı. Evren ve Murat Kaya, çok kritik yerlerde inanılmaz el üstü üçlük soktular. Rancik ise karşısında yavaş ayaklı Oğuz'u bulmasından dolayı çok iş yaptı. Dünkü maçı ne kadar savunma kazandırmış olsa da sene içinde Jasaitis büyük patlama yapmazsa, Galatasaray'ı zor günler bekler. Son bir söz de Cemal'e. Yeteneklerini bilerek oynadığı zaman Türkiye'nin en önemki savunmacılarından biri. Ama hücumda kapasitesini aşan şeyler deneyince Sabri'ye benzediğini itiraf etmek lazım.

Fenerbahçe cephesine gelirsek, dünkü maçta anlaşıldı ki sorunu sadece Tanjevic'e atmak bence biraz haksızlık. Büyük umutlar beslenen genç uzunların geldiği nokta gerçekten düşündürücü. Aynı yaş grubunda finalde karşılaşan ve o zaman için birbiriyle neredeyse eşit olan Oğuz ile Pekovic'in şimdiki durumları arasında uçurum inanılmaz. Semih ise dün mismatch de Jasaitis'le eşleşmesine (ki arada kol boyları dahil en az 25-30 cm var) ve double team gelmemesine rağmen bir şey üretemiyorsa, Giricek'in ahı gitmiş vahı kalmışsa, suçun hepsi Tanjevic'de değildir kanımca. Gene de Fenerbahçe'nin, Solomon NBA'e gittiği dönemden beri guard bölgesinde çok büyük sorun yaşadığını kabul etmek lazım.

Maç sonundaki olaylara denebilecek fazla bir söz yok. Bu iş buradan kan davasına gidecek gibi gözüküyor. Ne zaman o sahaya girenlerden birinin elinde bıçak olur ve oyunculardan birini bıçaklar, biz ülke olarak o zaman akıllanabiliriz. İşin kötü tarafı Federasyon 5-6 maç ceza verse bile Galatasaray'a çok bir şey farketmeyecek. Zaten derbi maçı dışında o statta 100-200 kişi zor oluyor. Yapılan tahrik, gene de olanları mazur gösteremez. İşin kötü tarafı iki takım da tabir-i caizse "sidik yarışı" yapıyorlar. Fenerli yöneticilerin "Biz ömrümüzde sahaya taraftar girmesini ilk defa görüyoruz." açıklaması, ve Galatasaraylı yöneticilerin "Olayları abartmayın, çıkan olaylar Efes-Fener maçı kadar ciddi boyutta değil." açıklaması ne çözüme yardımcı oluyor, ne de samimi. İşte ne zaman bir oyuncunu basketbol hayatı biter, ancak o zaman akıllanırız biz. Olan sonuçta son yıllardardaki en tempolu ve güzel Fenerbahçe-Galatasay maçına oldu.

15 Kasım 2009 Pazar

Tarafsız NTVSpor Haberciliği


Bugün NTVSpor.net haberlerinin yazıldığı bilgisayarın başında kim varsa çok tuhaf şeyler yapıyor. Ardarda iki Galatasaray haberini ilk sıradan verdiler bugün. Birincisinin hedefinde Rijkaard, ikincisininkinde ise Elano var.

İlk haberden başlayalım. (Haberde bir de yazım hatası var, benden kaynaklı değil, direk NTVSpor'dan alınmıştır.)



Cimbom'da Rijkaard rahatlığı!


Galatasaraylı futbolcular, Rijkaard yönetiminde rahat günler geçiriyor.


Aslan izin zengini... Sarı-kırmızılı takım, ezeli rakiplerinden daha çok maç
oynamasına rağmen 'izin' konusunda en rahat ekip oldu.


Fenerbahçe, S.Bükreş'i devirdikten sonra Süper Lig'de küme düşürülen
Ankaraspor'la maçı olduğu için 4 gün izin yaptı.


...


Sarı-lacivertliler, son 10 günün 6'sını izinli geçirmesine rağmen bu sezon
Galatasaray'dan daha az zin yaptı.


...


Teknik direktör Frank Rijkaard, Türkiye'de görev yaptığı 4,5 ayda
oyuncularına tam 19 gün izin verdi. Aslan'dan 3 maç daha az oynayan
Fenerbahçe'de, bu rakam 16 oldu.


Bak sen! Skibbe'yi yediniz bitirdiniz zamanında çok izin yaptırıyor diye. Şimdi de Rijkaard'a saldırın. Ayrıca sormak lazım, genelde her maçtan sonra futbolcular izin yapmaz mı? Daha çok iş yapan adamın daha çok dinlenmesi gerekmez mi? Peki Galatasaray üç maç daha fazla yapmadı mı? O zaman üç gün daha fazla izin yapması normal değil mi? Bu kadarı "pes" dedirtiyor insana NTVSpor, helal olsun!


İkinci habere geçelim.



"Elano hiç yıldız olmadı"


Brezilya'nın ünlü gazetecileri, ülkesinde yıldızını
parlatmasına rağmen Türkiye'de hedef tahtasında yer alan Elano'yu
yorumladı. 


"Brezilyalılar lider olamazlar"


ALEXANDRE ABRUE GONTIJO (GLOBO ESPORTE)


.....


Transferi sonrası Elano ile konuştum ve O'na Hollandalı ikiliyi sordum. O da
Neeskens ve Rijkaard için gülerek şöyle yanıt verdi: "Mark Hughes’dan insanlık
ve koçluk açısından daha iyiler..."


Elano’nun Rijkaard ile arası gayet iyi ama şunu unutmamak gerekir ki
Brezilyalılar hiç bir zaman lider oyuncu olamazlar. Hatırlarsınız Elano'nun Sven
Goran Eriksson ile olan performansı gayet iyiydi. Eriksson zamanındaki oyunuyla
Avrupa'da nam saldı. Unutmamamız gereken 2 şey var: 1. Elano'nun
Galatasaray’daki ilk yılı. Biraz zamana ihtiyacı var. 2. Beklentiler Lincoln'e
göre daha fazla. Çünkü Elano, O'ndan daha ünlü ve daha uluslararası bir
futbolcu.


"Elano hiç bir zaman büyük futbolcu
olmadı"


TIAGO MEDEIROS (GLOBO ESPORTE)


Elano, Brezilya’dan çok takip ettiğimiz bir futbolcu. Manchester City'de oynarken daha göz önündeydi fakat G.Saray’da da takip ediliyor. Elano’yu anlatmamız gerekirse; "Elano hiçbir zaman büyük bir oyuncu olmadı. Hiç bir zaman takımın en önemli yıldızı olamadı. Hiç bir takımda liderlik yapamadı. Böyle bir karaktere sahip değil." Ama yeteneğini
tartışmamalıyız. G.Saray’da yedek kalması tamamen adaptasyon sorunundandır.
Henüz ilk yılı. O'na biraz zaman tanınmalı.


"Lincoln daha iyi futbolcu"
Elano’yu Lincoln ile kıyaslamamak gerekiyor. Şüphesiz Lincoln, Elano’dan daha yetenekli ve daha bir oyuncu. Elano’nun Brezilya Milli Takımı'nda oynaması ise tamamen görev adamı
olmasından kaynaklanıyor. Elano teknik direktörünün belirlediği taktikleri
yerine getiren tam bir görev adamı. Bu özelliğinden dolayı teknik direktörler
Elano’yu çok severler. Lincoln ise asla bu tip özelliklere sahip olamadı.


....

Elano'nun bekleneni veremediği herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Buna hiç lafımız yok. Ama zeki ve ahlaklı arkadaşlarımız gitmişler, bir de Brezilyalı gazetecilere sormuşlar Elano'yu (Ama haberde 2 gazetecinin ismi var, herhalde diğerleri "Elano şöyle iyidir böyle iyidir" dedikleri için koyamamışlar haberlerine). Öncelikle başlığa dikkat "Elano hiç yıldız olmadı!". Sanırsınız ki gazeteci arkadaşlar "Elano'dan futbolcu olmaz" demişler. Okuyoruz ve anlıyoruz ki adamların kastettiği, Elano'nun lider özelliklerinin bulunmadığı, Lincoln'e göre futbolun gösteri tarafında daha yeteneksiz olduğu ama buna karşın Elano'nun harika bir görev adamı olduğu. Ama tüm bunlar arasından NTVSpor'un kullanmayı seçtiği başlık çok enteresan. Tabii, aralarda Elano'nun daha ünlü ve uluslararası bir futbolcu olduğundan bahsedildiği halde, "Lincoln daha iyi futbolcu" şeklinde atılan ara başlığı da es geçmeyelim. Bunlar tamamen yanlış demiyorum, ama 3-4 paragraflık bir söyleşiden cımbızla çekilip başlığa konmuş şeyler.


NTVSpor tarafsız ve kaliteli bir spor kanalı olduğunu iddia ediyorsa kendine çeki düzen vermesi lazım. Ayrıca bu yeni bir şey de değil NTVSpor için. Rıdvan Dilmen'in Galatasaray'ın ilk puan kaybından sonra canlı yayında neredeyse zil takıp oynamasını, "Ne oldu haaa?" diyerek kendince dalga geçmesini de unutmuş değiliz.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Milli Takım Havası

İstediğimiz ama göremediğimiz bir Elano. Harika bir pas. "Try killer balls more often" diyelim biz buradan kendisine.

Milli takım havası adama iyi mi gelmiş, yoksa Katar mı yaradı, orasını bilemedim. Halbuki yazın Katar'a benzer bizim memleketin havası...

Elano maç boyunca aman aman oynamadı, zaten yerine Alves girdi 2. yarıda. Fakat milli takımına olan katkısı Galatasaray'a olduğundan daha fazla şimdiye kadar. Dunga onu sağ tarafta daha çok kullanıyor gibi, bununla alakası olduğunu söyleyebiliriz belki ama asistlerinin çoğu kullandığı duran toplardan geldi.

Bu arada Nilmar'ın muhteşem kafa vuruşunun da hakkını vermek lazım.

Rage Against The Music


Dün akşam saat 10 buçuk sularında eve geldim. Sabah 8'de okula doğru yolculuğa başladığımı düşünürsek günümün 15 saatini hiç de inanmadığım bir şey uğuruna heba ettim. Tabii arkamdaki üç seneye bakınca 15 saatin hesabını yapmak çok aptalca geliyor. Neyse; bu konuda beni saatlerce konuşturabilirsiniz, ama şimdiki konumuz bu değil.

Günlük koşumu bitirip şişelerce su içmeye hazırlandığım sırada Saba Tümer'in "gık" deseniz gülmekten yarılacağı programı ve konuğu olarak da Hande Yener vardı televizyonda. Hande Yener her zaman bana itici gelmiştir; şarkıları -özellikle şarkı sözleri- sığ ve gereksiz diye düşünüyorum. Hande Yener'e ufacık bir sempatim varsa tek sebebi Ali Sami Yen'deki "Sarı-Kırmızı çok yakışıyor" tezahuratındandır-ki bu tezahuratımızın da gerekliliği tartışılabilir.- Sanırım bana itici gelen en önemli nokta şarkılarındaki biraz aşırıya kaçan feminizm. Kadınların kendilerini güçlü, önemli ve toplum adına önemli şeyler üretebilen bireyler olarak görmesi çok güzel bir şey. Dahası, özellikle evlilik kurumunda kadını sindirmeye yönelik onca deli saçması düzenlemeyle karşılaştığımız bu günlerde, çok ihtiyaç duyduğumuz bir şey. Ama 2000'lerin başındaki Hande Yener şarkıları, feminizmin kadın - erkek ilişkileri ve magazin boyutuna biraz fazla kaçıyordu. Şarkılarındaki sevgiliyi terketmekten beter etti Hande; mahvetti adamı!

Hanım kızımız zamanında (sanırım NTVSpor'da) Türkiye'deki pop müziğin sığlığından sıkıldığını ve Türkiye'ye yeni şeyler tanıtmak için elektronik müzik alanında bir şeyler yapacağını söylemişti.

Dünkü programda adını hatırlamadığım bir şarkısını canlı söyleyince bu kararında çok haklı olduğunu düşündüm; öylesine kötü bir sesi ancak elektronik müdahaleyle adam edebilirsiniz, canlı performansı gerçekten çok kötüymüş!

Tüm bunların yanında, zaten göz ucuyla takip ettiğim programda, kendisinden beklemeyeceğim bir tespitte bulundu Hande Yener. Programdan önce birisi bunu ona ezberletti mi bilemiyorum. Ama beni şaşırttı doğrusu: "Millet olarak acı çekmeyi çok seviyoruz. Artık ben müzik dinlediğimde hüzünlenmek istemiyorum." Vay be! Her türlü rock ve metal türünden müziği dinlemekten sıkıldığım zamanlarda aklımda tam olarak bu vardı işte! Yepyeni bir güne -mesela- Alice in Chains'den Down in a Hole, veya Nutshell, dinleyerek başlamamdan daha moral bozucu ne olabilir ki? Adamlar, Man in the Box gibi melodik açıdan muhteşem bir şarkıyı bile öyle sözlerle doldurmayı başarmış ki, kendimi bir çukura falan atasım geliyor!

Bir açıdan baktığınızda bu da büyük bir başarı aslında. Adamların çektikleri acılar ve üstüne bir de uyuşturucu batağına saplanmaları onları öylesine bir yaratıcılık ve üretkenlik seviyesine getirmiş ki çok geniş bir kitleyi etkilemeyi başarmışlar.

Peki ne için üretilir sanat? Klasik "sanat için" ve "toplum için" cevapları bir köşede dursun, sırf ticaret için sanat yapan da var bu devirde. Sanatla insanların dikkatlerini dünyadaki sorunlara çekmek çok akılcı bir davranış. Ben müzik dinlemeyen, sinemaya, sergiye gitmeyen, sanattan tamamen ayrı yaşıyan bir insan bile tanımıyorum. Dolayısıyla sanatı bazı sorunlara dikkat çekme aracı olarak kullanmak hem etkili hem de yüce bir yöntem. Ama bana sorarsanız, "Ne için sanat?" sorusu, sanat denen kavramı bir kalıba tıkıştırmaya çalışmaktan başka bir şey değil. Müzik için de aynı şeyleri söyleyebilirim.

Hande Yener'den devam edelim. Hande Yener'e sanatçı değil diyebilirsiniz (ki ben "sanatçı değil" diyorum), şarkılarını beğenmeyebilirsiniz (ki ben beğenmiyorum) ama ürettiği şey -iyi veya kötü- müziktir. Yani zamanla iyice çeşitlenip budaklanan "sanat"ın kalınca dallarından biridir. Hande Yener'in bana sevimsiz gelmesinin tek sebebi ise şarkılarını hiç beğenmememdir.

Buna rağmen kişisel olarak onu ve onu dinleyenleri "işe yaramaz" olarak değerlendirmeye hakkım olmadığını düşünüyorum. Çünkü onlar için müzik, insanların sorunlarına değinmek, sosyal sorumluluklarını onlara hatırlatmak için üretilmemiştir. Belki de onlar dışarıdaki dünyayla başka bir yolla bağlantılarını kuruyorlardır. Müzik onlar için sadece, dinleyip, kendi zihinlerinde ex'lerine ayar verdikleri sesler bütünüdür. Bunun onlara keyif vermesi bu kişileri tamamen "işe yaramaz" kalıbına sokmamıza sebep oluyor malesef. Bu insanlar belki bir işte çalışıp bir aile geçindiriyorlar, annelerini babalarını, çocuklarını mutlu ediyorlar, ama biz bunları tek bir etiketle, bir çırpıda silip atabiliyoruz. İnsan zihnindeki kategorizasyona önyargıların karıştığı çok tehlikeli bir nokta bu.

Sokakta şarabını içen uzun saçlı, sakallı dostlarımız, veya suratının bilimum yerini deldirip siyah giyinen, her şeye rağmen iyi niyetinden ödün vermeyen arkadaşlarımız da nasibini aldı ülkemizdeki benzer "kalıplama" işlemlerinden. Bir de daha yeni olan "emo" kavramı çıktı. Bu sözcükle ilgili derin bir bilgiye sahip olmamakla birlikte "emotional"dan geldiğini tahmin ediyorum. Tüm dünyaya hakim olan rock ve metal akımının yarattığı suratı asık gençlere dünya çapında verilen isim. Yahu size ne? Size batıyor mu adamın somurtması, siyah giyinmesi? Adam bundan bir tatmin duyuyor. İnandığı bir değeri bu şekilde ifade ediyor. Mesela; sınıflar arasında giderek artan adaletsiz ekonomik uçuruma kendince dikkat çekiyor. Veya sadece acı çekmek istiyor, insanlara acı çekenleri hatırlatmak için. Bunlara itibar etmeyebilirsiniz, dinledikleri müzikleri sevmeyebilirsiniz. Ama bunların hiçbiri, hiç kimseye, bu insanları "kendine hayrı yok", "depresif, melankolik, alkolik" şeklinde değerlendirme ve yaşam biçimleriyle ilgili ithamlarda bulunma hakkını vermez.

Örneğin ben... "Audioslave - Like a Stone", "Guns 'n' Roses - Don't Cry" ile beni birkaç dakikada bulunduğunuz ortamdan uzaklaştırabilirsiniz. Veya Rage Against the Machine ile bana, amacında gayet haklı ve onurlu bir Meksika devriminin propagandasını da yapabilirsiniz, ama beni hiç etkilemeyecektir. Çünkü müzik tüketmedeki amacımız aynı değildir. Ama bu gerçek, kendi müziklerini kendi amaçlarıyla dinleyenlere olan saygımı bir parça olsun azaltmamıştır. Zira yukarıda bahsi geçen, bir döneme damga vurmuş rock gruplarını dinlemeyen arkadaşım yok denecek kadar azdır herhalde.

Sonuç olarak, "neden müzik?" sorusuna bir cevap arama ihtiyacı hissettim, biraz da Hande Yener tetiklemesiyle. Cevap; tabii ki tek değil. Kişiden kişiye değişiyor bu doğal olarak. Müzikten almayı amaçladığımız şey aynı değil ama insanlardan almalarını beklediğimiz şey kendi beklentilerimizle aynı. Bu hiç haklı bir beklenti değil.

Müzik merkezli bu yazıyı müziksiz geçmeyelim dedim (korkmayın, Hande Yener değil). Bitirirken size Alice in Chains'i takdim edeyim. Sevdiğimden değil, zira dinleyeli çok zaman geçmiş üstünden; kendimi bir hayli yabancı hissettim Alice in Chains'e. Şarkının orijinali mi diye kontrol ettikten sonra kapatıverdim videoyu :) . Ama seveni çoktur bu şarkının, genişçe bir topluluğa hitap edecektir.

Son olarak; benim için müzik sadece müzik olsa da "futbol asla sadece futbol değildir" :) , en kısa zamanda Galatasaray yazılarıyla görüşmek üzere.

10 Kasım 2009 Salı

Haftanın Notları #3


Ne şairane mevsimdi eskiden sonbahar
Bahçeleri talan eden bir deli rüzgardı
Kırılan dal düşen yaprak şaşkın uçan kuşlar
Eskiden sonbaharın bir güzelliği

Gel gör ki Atatürk'ün ölümünden bu yana
Sonbahar dahi bir başka geliyor
Vatan gerçeklerini hatırlatıp insana
Türk yüreklerimizi burka burka geliyor

Cahit Sıtkı Tarancı - Atatürk'ü Düşünürken

10 Kasım'lar Atatürk'ün ölümünden bu yana bir parça hüznü de beraberinde getiriyor; ancak onun koyduğu hedefleri de bizlere her yıl yeniden hatırlatıyor. Bu yılmaz devrimcinin akılcılık ve bilimsellik üzerine kurduğu, çağını yakalayan bir toplum yaratablime iddiasını gerçeklerştirmek için var gücümüzle çalışacağımızı bu anlamlı gün vesilesiyle vurgulayalım.


Beşiktaş Türkiye Basketbol Ligi'nde Türk Telekom'u devirip 4'te 4 yaptı ve zirveye kuruldu; ama problemlerin başlaması uzun sürmedi. Beşiktaşlı basketbolcular paralarının yatırılmamasını protesto etmek amacıyla bu günkü antrenmana çıkmadılar. Antep'ten 8.5 milyon euro'ya Japon kırması Brezilyalı almak için basketbol şubesinin paralarına el koymaktan çekinmeyen yönetim, alışılagelen "yönetememe" geleneğini sürdürerek bir krize daha yol açtı. Hafta sonunda oynanacak olan kritik Efes Pilsen maçı öncesi bu sorun çözülür mü bilinmez ama benim bildiğim kadarıyla Tabata'ya verilen para ile Euroleague'de çeyrek final hedefleyen bir takım kurmak mümkün. Benim bu yazıda değinmek istediğim isim ise Beşiktaş'ın 37 yaşındaki kaptanı Haluk Yıldırım. 16 yıllık basketbol kariyerinde Ülkerspor'un Harun Erdenay'lı kadrosunun sembol isimlerinden biri olduktan sonra kanser hastalığına yakalanan ancak bu hayat mücadelesini de kazanan Haluk'un Beşiktaş'ta kaptanlık yapıyor olamsından bir Beşiktaşlı olarak gurur duyuyorum. Onu parkede gördüğüm zaman aklıma Beşiktaş'ın ismine Cola Turka eklenerek lekelenmemiş dönemdeki El-Amin'li unutulmaz kadrosu geliyor. (Fotoğrafta arka planda yer alan Kerem Tunçeri'nin de kaptan olarak Beşiktaşlı'ların gönlünde ayrı bir yeri var, onu da bir gün yeniden siyah-beyazlı formayla görmek isterim.)


Bu haftanın notlarında basketbolun yaşlı kurtlarına saygılarımızı sunmaya devam edelim. Bugün itibariyle Batı Konferansı'nın zirvesinde sezon sonunda play-off'a kalmasına dahi şüpheyle bakılan Phoneix Suns yer alıyor ve bunu çok büyük ölçüde oyun kurucuları Steve Nash'e borçlular. (2000'ler denilince akıllarına gelen pek çok güzel anıda olduğu gibi). 35 yaşındaki Nash dün geceyi 21 sayı 20 asist gibi akıl almaz bir performansla noktaladı ve rakiplerine "Ben hala buradayım" mesajını verdi. Batı liderliğine oynamaları biraz zor görünse de Nash'in önderliğinde iyi bir play-off derecesi yapabilirler. John Stockton'ın kariyerinin sonuna yetişebilen bizim neslin aklına oyun kurucu denince ilk gelen isim kuşkusuz futbol aşığı bu Kanadalı olacak. Bu arada fotoğrafın özellikle Dallas mavericks'in sahibi Cuban için manidar olduğunu belirtmem gerek. Nash'in biten kontratını yenilememesi onun belki de o çok istediği şampiyonluğu hiç kazanamamasına neden olacak. Fotoğraftaki ikili beraber oynasaydı özellikle Lakers hanedanının sona ermesiyle kendi hükümdarlıklarını başalatabilirlerdi; ama olmadı. Nash ise şampiyonluk yüzüğüne erişememesine karşın iki sezon üst üste aldığı MVP ödülleriyle ve onun liderliğinde Suns'ın oynadığı keyifli basketbol ile NBA tarihinin her zaman hatırlanan isimlerinden biri haline geldi.


*Son bir not da futboldan. Diyarbakır - Galatasaray maşında Arda'nın attığı gol öncesinde ayağı kayıp yere düşen ve yerde çırpınan oyuncuyu görünce futbolun gerçekliğinin hiç bir zaman bilgisayar oyunlarında yakalanamayacağını bir kere daha anladım. Islak zeminde kayan ayakların yarattığı anlık değişimlerin tadını bilgisayar ekranında bıkmadan yorulmadan koşabilen oyuncuların yarattığı sanal dünyada bulabilmek olanaksız. Rakibinizin yaşadığı duruma üzülebildiğiniz veya kendi oyuncununzun yaptığı hataların insan olamasından kaynaklandığını anlayabildiğiniz noktada bu oyunun insancıllığını kavrayabilirsiniz. Sanal dünyanın yaratmış olduğu kazanmak-kaybetmek üzerine kurulan sistem futbolun gerçeklerini ört bas etmekte ve futbolu (ve genel olarak sporu) kapitalizmin istediği biçimde salt bir tüketim malzemesi haline getirmekte. İnanıyorum ki gerçek bir futbolseverler olmanın rolü bu oyunun öznesinin insan olduğunu hiç bir zaman unutmamaktan geçiyor.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Note to Self #1


* Migros'tan meze alma.

* Ne kadar içki alacağınla ilgili kafa yorma, bitip bitmeyeceği asla belli olmuyor.

* Mecbur kalmadıkça fıçı bira alma. Fıçı derken, gerçekten fıçı...

* ODTÜ'de servis yapan garson ve Tansaş'ta tavuk satan adam bizden.

* Yemek yerken maç izleme.

* Etrafta 4 kişiden fazla insan varsa maç izleme.

* Ardından dinlenecek 2 günün yoksa tüm gece boyu içme.

* İçkiyle beraber fazla sigara içmek boğazına iyi gelmiyor. Ama yapacak bir şey yok...

* Bu arada Scarlett Johansson'a sigara -e tabii ki- çok yakışıyor.

* Megan Fox'u Hadise ile kıyaslayan dilini eşek arılarına emanet et.

* Hazır karşı cinse geçmişken, kızlar 6 saat boyunca yeşil renkli herhangi bir oyun alanı görürse ya sapıtıyor ya da sıkıntıdan saçmalıyor. (Bu maddenin herhangi bir yazarımızla alakası yok, ondan bağımsız bir gözlem :) )

* Kızlar herşeyi anlık ruh hallerine göre yontup her zaman haklı çıkmayı harika bir şekilde başarıyorlar. İmren. Ayrıca ne kadar farklı düşünürsen düşün, böyle durumlarda çeneni kapalı tut.

* Çok içki, çok sigara, az uyku direncini düşürüyor. Bademciklerin şişiyor, 2 sene sonra dudağında uçuk çıkarıyor. Antibiyotik başla, uçuk kremi al.

* En yakın zamanda deliler gibi iç.

Diyarbakırspor 1 - 2 Galatasaray : Anti-futbol ve Türkiye

Maç bizim için berbat başladı. Takım top şişiriyordu ve ayağa pas yok denecek kadar azdı. Rijkaard'ın da dediği gibi takımın bir uyanma çağrısına ihtiyacı vardı. Mendoza 11. dakikada bu çağrıyı yapan isim oldu. Golden hemen sonra takımda bir kendine gelme göze çarptı.

Maç boyunca sağ kanadı sık sık boş gördük. Keita'nın yokluğunu fazlasıyla arıyoruz. Zaman zaman Arda'nın ve Sabri'nin etkili gelişleriyle sağ kanadın biraz kıpırdandığını gördük ama Keita bir başka.

Sabri için daha fazla şey söylemek istemiyorum. Nazar değdirmek istemiyorum gerçekten. (Yazar yine kulağını çekiştirip tahtalara vuruyor.)

Ayhan çok top kaybı yaptı. Pasları zaman zaman yerine ulaşmayıp başımıza büyük işler açtı. Ama Sabri'ye yaptığı asist güzel ve akıllıcaydı.

Kewell golü yememize sebep olan isim. O da golden sonra uyananlar arasındaydı. Maçın sonuna kadar yine hayran bıraktı bizi kendisine. Ne yapıp edip sözleşmesini uzatmamız lazım. Ama sanki kafasında İngiltere'ye dönmek var... İstatistiksel olarak kariyerinin en verimli sezonlarından birini geçiriyor Kewell. Böyle devam etmesi halinde de kariyerinde bir sezonda attığı en yüksek gol sayısına ulaşacak. Tabii burada yaptığı asist ve attığı gol sayısını Premier Lig'dekiyle karşılaştırmak çok abes, orada oynanan oyun futbolun bambaşka bir seviyesi. Ama böyle istatistiklerin futbolcular için çok anlamlı ve moral verici olduğuna inanıyorum. Mesela Baros buradaki müthiş sezonun ardından, ultrason sonrası kız olacağı söylenen çocuğunun erkek doğmasını Galatasaray'ın ve İstanbul'un uğuruna bağlamıştı. Sahada Kewell'a baktığınızda çok mutlu olduğunu rahatlıkla görebiliyorsunuz. Arda'yla abi-kardeş ilişkisindeler sanki. Sağdan soldan geçen herkesle samimi bir muhabbet içerisinde. Ama Avrupa'nın üst sahnelerinde tekrar yer almak hırsı varsa, veya ailesinin İngiltere'de olması buradaki güzel günlerine daha baskın çıkan bir problemse gitmesi muhtemel. Umarım bırakmaz bizi. Çünkü Hagi'den sonraki efsane yabancı olmaya çok çok yakın.

Barış'ın kartları sonuna kadar doğruydu, Barış açısından da gereksiz ve acemiceydi. İki haftadır yakaladığı bu güzel çıkışı bu kadar gereksiz bir cezayla noktalamak zorunda kalması talihsizlik oldu.

Diyarbakır'dan Tazemeta ve Mendoza Turkcell Super Lig'de her sezon gördüğümüz "Nerden bulmuşlar bunları yahu?" dedirten yabancı transferlerinden. Adamlar gerçekten çok hızlı. İleride kurulan ve duran toplarda acemice davranan savunmamıza çok çektirdiler. Son dakikadaki kornerde beraberliği koparamamaları da anlık bir şanssızlıkları.

Gelelim maçın "anti-futbol" tarafına. Tüm hafta boyu ağlayıp sızlayan Diyarbakır yönetimi hakemi etkilemeyi harika bir şekilde başarmış. Tam bir Türkiye klasiği! Şener ve Tolga denen KASAPLAR çift dalmak, oyuncu itip kakmak, küfür etmek dahil her türlü rezilliği yaptılar. Tolga Özkalfa denen KORKAK da "Aman yine olay çıkarmayayım" diyerek bir kırmızı gösterme cesaretinden yoksundu. Barış'ın ceza sahasında biçilmesinin cezası penaltıydı, verilmedi. En azından bir sarı kart gerekiyordu gösterilmedi. Sonrasında Tolga Barış'ı bir güzel itip kaktı, kırmızı verilmeliydi, sarı ile geçiştirildi. Olan Barış'a oldu. Adamın ayağını kırmaya çalıştılar, yetmedi bir de dayak yedi. Barış'ın acemice davrandığını söyledim, ama bu kadar gergin bir ortamda 63. dakika'ya kadar sinirlerine hakim olması çok büyük bir başarıydı.

Çok kişi sallayacaktır Rijkaard'a "Barış'ın atılacağı belliydi, neden çıkmadı?" diye. Maçtan sonra Rijkaard, eğer bir dakika sabredebilseydi oyundan alınacağını söyledi Barış'ın. Tabii buna da "Neden daha erken almadı?" diye sallayanlar olacak. Size bir çift sözüm var da onu burda söylemeyeyim. Adamı oyundan almak işin kolay kısmı. Devre arasında sinirlerine hakim olması istenen Barış, bunu başarıyla uyguladı. İkinci sarı kart bir anlık acemiliğine,dalgınlığına geldi malesef. Rijkaard'ın da dediği gibi "şanssızlık"tı biraz da.

Şimdi Galatasaray'sız iki hafta var önümüzde. Takımın bu iki haftayı çok verimli geçirmesi lazım. Bu arada bizim de sınav günlerimiz gelmişken bizi de çalıştıracak iki Hollandalı hiç fena olmazdı. Maç olmayan her gün takım kendini bana özletse de, bu iki hafta boyunca kafam yeterince meşgul olacak gibi görünüyor. Görüşmek üzere.

8 Kasım 2009 Pazar

Trabzon 0-2 Beşiktaş: Alman'ın kazandığı bir oyun (Bir de Hakan var)


Attığı golle maçı kazandıran futbolculara maç sonrasında "Senin golünle takım kazandı, neler hissediyorsun?" diye sorduklarında bilindik bir cevap duyarsınız: "Golü benim atmam önemli değil, takımın kazanması önemli. Biz bugün bu maçı takım halinde kazandık." Bunu yazmaktaki amacım sorunun mantıksızlığını eleştirmek veya golü atmasa kendisine mikrofonların çevrilmeyeceğini bilen futbolcunun ikiyüzlülüğünü ortaya koymak değil. Esas olarak futbolda her maç takım halinde mi kazanılır, yoksa oyuncuların çıkıp maçı alması bir taraftar efsanesi midir, bunun üzerine biraz kafa yormak istedim. Dünkü maçın beni sürüklediği düşünceler bunlardı nitekim.
Ben her zaman takım olarak yapılanların maçların kaderini belirlediğine inananlardanım, zaten yorumlarımı da genelde bu anlayışla yaparım; ancak dün geceki maç böyle bir yazı yazmayı imkansız hale getiriyor. Dün akşam sahaya 3 stoper, 2 bek, 3 ön libero, bir adet Japon asıllı Brezilyalı(?) ve bir adet de ayakla topa vurup istediği yöne göndermeyi beceremeyen forvetle sahaya çıktı Beşiktaş, daha sonrasında Mustafa Denizli oyunu kurtarmak adına bir stoper daha oyuna aldı! Ayrıca sahada lige tutunmak için son fırsatı olduğunu bilen ve seyirci desteğini de arkasına alarak varını yoğunu ortaya koyan bir Trabzonspor vardı ve 10'a yakın gol pozisyonuna girdi. Ancak maçın skoruna baktığımızda 2-0'lık Beşiktaş üstünlüğünü görüyoruz, bu da yalnızca bireysel performanslarla açıkalanabilir.
İlk olarak ön plana çıkan isim kaleci Hakan Arıkan. Liverpool kabusunun yarattığı güven bunalımını bir türlü aşamamıştı, çarşamba günkü Wolfsburg maçında da bu güvensiz görüntüsünü sürdürerek önemli hatalar yapmıştı. Üç gün sonra ise bambaşka bir Hakan Arıkan izledik. Kendine güveninin geri gelmesini sağlayan kurtarışlarında Umut'un yaptığı etkisiz vuruşların da payı var muhakkak; ama kornerden gelen bir topa sektirmeden hakim olması gerçek bir değişimin göstergesiydi. Sezon boyunca daha fazla çans almayı hak ediyor Hakan, umarım bir-iki hafta içinde yerini yeniden Rüştü'ye bırakmadan bir istikrar yakalayabilir.
Maçı Beşiktaş'a getiren diğer isimler ise malum kel ikili Ernst ve Ferrari'ydi. Ferrari'nin sezon başından beri bizleri kendisine hayran bıraktıran performansı bu maçta da devam etti. 90+1'de Colman'ın sağ çaprazda boş kaldığı pozisyonda topun önüne öyle bir atladı ki, azim, hırs, inanç temalı reklamlarda rahatlıkla kullanılabilir. Ernst'in geçen sezonun ortasından beri bu takıma kattıkları iki kupa olarak Beşiktaş müzesinde çoktan kendine yer buldu ama o inatla yenilerini kazanmak için var gücüyle oynamaya devam ediyor. İknci yarının başında attığı wunderbares Tor'a rakip takim taraftarlarının attığı gıpta dolu bakışları gördükten sonra (ki kendileri bu blogun yazar tayfasını oluşturmaktalar) Fabian'a bir kere daha hayran kaldım. Umarım takımın forvet kisvesi altında hayalet gibi dolanan oyuncuları bu iki kelin hırslı oyunundan ilham alır ve takımı bir üst seviyeye taşırlar.

7 Kasım 2009 Cumartesi

EŞKİNGİDİŞLİ


Hiçbir zaman bulamadım, eskilerde bulduğumu yenilerde. Hep eski kitapları tercih ettim ben. Zaten eskilerden yeni kitaplara sıra gelmedi daha. Bu durumumun nedeni soğuk savaşın sona ermesiyle gelen düşünce kıtlığından mıdır, yoksa gençliğin sebep olduğu kendi dönemini hor görmeden mı kaynaklanıyor bilmiyorum, açıkçası. Biraz geç kalmış olsam da okumak için ,vakit kaybetmeden Cengiz Aytmatov'un Elveda Gülsarı kitabından bahsetmek istiyorum.

Kitaba geçmeden önce çok kısa bir alıntıyla da olsa Aytmatov'un edebiyat hakkındaki görüşlerini belirtmek gerekiyor. "Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatma, eserlerini, kendi milli gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatıyorum fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın, milli hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu milli olanın ötesine doğru genişletmek ve evrensel olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar tipik insanı ortaya koyma ustalığına erişen yazardır." diyor yazarımız. Bu alıntıya yer yer değinerek romanla ilgili bir kaç şeyden bahsedeceğim

Hikaye hayatlarının son zamanlarını yaşayan köylü bir adamla onun atının yolcuğuyla başlıyor. Atın yani Gülsarı'nın rahatsızlanmasıyla hatırlıyor karakterimiz gençlik günlerini. Daha hikayenin başında Aytmatov ayrıntılı ve gerçekçi betimlemeleriyle okuyucunun hikayenin akışına kapılmasını sağlıyor. Yolculuk sırasında Gülsarı'nın fenalaşmasını anlatırken: "...Atın uzun süredir zorlanan kalbi soğuk ve aralıklı vuruşlarla çarpıyor, boyunduruk altında soluk alması gittikçe güçleşiyordu. Koşum takımının yan ve arka kayışları iki yanına çarpıyor, yan böğürlerini sıyırıp kesiyor, hamutun altında, sol yanında da sivri bir şey durmadan batıp duruyordu. Bunun bir çengel ucu ya da hamutun keçe sargısını delip çıkmış bir çivinin ucu olması pek mümkündü..." Yazarın betimlemelerdeki başarısında kendisinin uzun yıllar köy yaşamı sürmesinin payı hemen göze çarpmaktadır. Ana karakter çobanlık yaptığı sırada okuyucu sıradan bir çobanın yaşadıklarını, endişelerini rahatlıkla gözlemleyebilmektedir. "Şimdilik her şey yolunda gidiyordu. Tanabay'a düşen sürü hiç de kötü değildi: iki ya da üç kere kuzulamış anaç koyunlar. Sürü beş yüz baştı ve bu da o kadar kere dert ve tasa anlamına geliyordu. Kuzulamadan sonra da bu dertler iki mislini aşkın olacaktı." Hikayenin teknik kısmıyla ilgili son olarak (ve zaten az olan okuyucu arkadaşlarımı sıkmadan) Aytmatov hikayeyi zamanlarken kitabı bölümlere ayırmayı tercih etmiş. Böylelikle ana karakterin geçmiş zamanına geçerken okuyucu zorlanmamakta ve hikayeden kopmamaktadır.

Bir kaç teknik ayrıntıdan sonra asıl anlatmak istediğim noktalara değinmek istiyorum. Kırgızistan'da geçen hikayede kırsal yaşamın tüm ayrıntılarına demin verdiğim örneklerle belirtmiştim. Ama bence yazarın asıl başarısı bu yaşamı anlatırken o zamanki toplum düzenini yalın bir şekilde aktarabilmesidir. Başka bir deyişle hikayede komunizmin egemen olduğu bir toplumdan bahsedilmektedir. Köylerin düzeni kolhozlar, kollektif tarım çiftlikleri tarafından sağlanmaktadır. Sözü çok uzatmadan hikayenin iki temel ve evrensel sorunu işlediğini belirtmem gerek: Yaşlılık ve Komunizm'in pratikteki problemleri. Yazar bu iki konuyu ana karakterin yaşamında birleştirmiştir. Karakterimiz gençken ateşle savunduğu düşüncelerin, pratikte pek çok hatalar barındırdığını anlar ve geçmişte sahip olduğu ama şimdi değerini anladığı eski değerlere özlem duyar.

Sonuç olarak yazarımız kırgız bir köylünün hayatından çıkarak evrensel bir tip yaratmıştır. Böylece Elveda Gülsarı Aymatov'un iyi yazarlığa ulaşmasını sağlayan ilk yapıtı olmuştur.

6 Kasım 2009 Cuma

Oi Va Voi - Travelling the Face of the Globe


2000'lerin müzik dünyası açısından nispeten verimsiz geçtiğine inananlardanım. Bu inancımın bir dayanağı daha çok Rock müzik takipçisi olmamdan kaynaklanıyor olabilir; çünkü 2000'li yıllarda devamlı olarak kaliteli şarkılar üreten rock gruplarına rastlayamaz olduk. Belki Editors bunun bir istisnası olabilir ama onlar da belirli bir kaliteyi korumalarına karşın çok çarpıcı işlere de imza atamadılar. Bu savımda ikinci bir dayanağı da üretilen müziklerin dönemin dünyayı etkileyen sorunlarına müzik dünyasının duyarsız kalmış olması; çünkü bu durum ister istemez dönemi ele almak isteyen sanatçıları gereken ilhamdan yoksun bırakıyor. Dünya popüler kültürüne egemen olan hip-hop ve elektronik müzik türlerinin de dönemin üretim yerine tüketimi öncelik edinen (veya ettirilen) pasif gençlik kitlelerinin müziği olduğuna inanıyorum. Moist bana kızmasın, bu blogun kapıları onun ele alacağı müzik yazılarına her zaman açık zaten, elektronik müzik dünyasını benden çok daha iyi tanır ve bu dönemde neden ön plana çıktığını da daha iyi tahlil eder muhakkak:) (Moist'in Notu: Moist sana kızmaz. Pasif gençlik sallamaz böyle şeyleri, keyfine bakar :) ) Neyse, konuyu çok dağıtmadan girizgahın başlıkla oluşturduğu kesişim noktasına, yani Oi Va Voi grubuna geçelim.

Londra'da kurulan İngiliz alternatif müzik topluluğu Oi Va Voi (İsim İbranice'de Aman Tanrım anlamına geliyor) kanımca bu verimsiz dönemde "çölde bir vaha" misali bir işlev görüyor. Son yılların egemen politikası olan Küreselleşme'nin getirdiği kültürel çeşitliliği iyi anliz eden grup İbrani ve Doğu Avrupa ağırlıklı olmak üzere dünyanın geleneksel müziklerini hafif bir elektronik(veya drum and bass) sosuyla soframıza getiriyor. Bu arada çağımızın sorunlarına kayıtsız da kalmadan göçmenlik sorununa değiniyor veya Batı'da hor görülen diğer dünya kültürlerine kucak açıyor. Diğer yandan da hayata karşı optimist bir duruşu da sergilemekten geri kalmıyorlar. Son olarak bu yıl çıkardıkları "travelling the face of the globe" isimli albümlerini yeni dinlemeye başladım; ama şimdiden 2009'un en iyi işlerinden birini (belki de en iyisi) çıkardıklarını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.

Son olarak bu grubu dinlemek isteyenlere aşağıdaki beş şarkıyı öneriyorum. Dinledikten sonra (ya da önceden dinlediyseniz) yazının altını yorumlarınızı bırakabilirsiniz.

1- Refugee, Albüm: Laughter through Tears
2-Ladino Song, Albüm: Laughter through Tears
3- Yesterday's Mistakes, Albüm: Laughter through Tears
4-Black Sheep, Albüm: Oi Va Voi
5- Long way from home, Albüm: Travelling the Face of the Globe