17 Ekim 2011 Pazartesi

Günahıyla Sevabıyla Terrence Malick


Cannes Film Festivali’nde gösterilen The Tree of Life filmiyle Altın Palmiye’yi kucaklayan Terrence Malick üzerine bir yazı yazma fikri, kısa aralıklarla The Tree of Life ve Days of Heaven’ı gördüğümden beri kafamdaydı. Amerikan sinemasının, kanımca tarihinin en verimli dönemini geçirdiği 70’lerin üslubunu oluşturmasına önemli katkıları olan, felsefe mezunu bu yönetmenin filmlerinin üzerine eğildiği konuları içeren bir yazı yazmaya karar verdim. Malick’in anlatımdaki tercihleri, kendine mesele ettiği konular ve içinde yetiştiği sinema dönemine olan etkilerinin yer aldığı yazı bir eleştiri niteliği taşımıyor, daha ziyade yönetmenin bize aktarmaya çalıştıklarına değiniyor.

Terrence Malick’in filmleri pek çok kaynakta şiir-film olarak görülüyor. Şiir ile filmler arasında bir ilişki, filmlerin senaryo aşamasındaki yazım süreci üzerinden kurulabilir; ancak Malick’in filmlerini bir yazın türüyle ilişkilendirmeyi denediğimde, aklıma ilk olarak, dış anlatıcının varlığı nedeniyle roman geliyor. Şiir- film tanımının ardında yatanın ise anlam yaratma sürecinde aranması gerekiyor. Zira bir şairin günlük yaşamda gerekenden az sayıda kelime ile hissiyatını aktarması gibi, Malick de az sayıda diyalog ile anlam yaratmayı tercih ediyor. Hem görüntülerde, hem de diyaloglarda sürekliliğin olmaması da bir rüyanın içinde olduğumuz izlenimini uyandırıyor. Bu şiir filmlerde Malick’in, ışığı mürekkep niyetine kullandığı hissine kapılıyorsunuz.

Malick’in hikâyesini diyalog yerine görüntüyle anlatma tercihine oldukça basit bir örnek verelim. Days of Heaven filminde işçiler çalışmak için buğday tarlalarına geldiklerinde, onlara çiftçinin evinin yakınından bile geçmemeleri buyurulur. İşte o zaman Bill’in (Richard Gere) eve attığı bakışlar, Malick’in anlatacağı hikâyenin bir özeti gibidir. Bu ve bunun gibi pek çok örnekte, anlam yaratmada görüntü kurgusu kadar ses kurgusunun da önemli bir yeri var. Mailck diyalogları minimize etse de, müzik ve dış seslerin etkili kullanımıyla hikâyesinde bütünlük oluşturmayı başarıyor.

Terrence Malick’in üslubunun bir parçası haline gelen, yukarıdaki paragraflardan birinde değindiğimiz öykü anlatıcısının üzerinde biraz daha duralım. Anlatıcının bu şekilde kullanımı Malick filmlerine mitsel bir hava katıyor, onları bizim yaşantımızdan uzak, dokunulmaz bir noktaya koyuyor. Özellikle ana karakteri gözlemleme imkânı bulan ikinci karakterin anlatıcı görevini üstlenmesi, bizi başkalarının hayatlarını dinlediğimize ikna ediyor ve ana karaktere ağızdan ağıza yayılan bir mit havası katılmış oluyor. Konuşanların genellikle bir trajediden (veya dini tabirle günahtan) etkilenen masum kişiler olmaları da bu masalsılığı destekliyor.

Terrence Malick’in filmlerinde günah işleyenleri bulmak da, öykü anlatıcısı bulmak kadar kolay. Malick adeta her filminde günahların peşinde koşuyor. Ne var ki, 70’lerde çektiği filmlerde hikâyenin merkezinde günah işleyenler doğrudan yer alırken, yeni dönem Malick filmlerinde, insan aklıyla kurulmuş daha büyük bir varlığın (doğrudan vurgu yapılmasa da, bu varlık savaşları yöneten devlet olabilir) işlemeyi tercih ettiği günahlardan etkilenen mağdurlar var. Daha geniş bir açıdan baktığımızda ise, Malick’in “Yeni Hollywood”un bir parçası sayılan 70’lerdeki filmlerin ana karakterlerinin de, esasında insan eliyle oluşturulmuş bir eşitsizliğin (zenginlik -fakirlik) mağdurları oldukları görülebilir.


Bu noktada Yeni Hollywood için de bir parantez açalım. Yeni Hollywood’u, biraz eksik de olsa, sinemanın stüdyodan ve tiyatro estetiğinden kopuşu ve Fransız Yeni Dalgası’nın getirdiği auteur’lük kavramının Amerikan sinemasına bir daha çıkmayacak şeklide girişi olarak tanımlayabiliriz. Genellikle, Amerika’nın 2. Dünya Savaşı sonrası eriştiği görkeminden sıyrılıp, soğuk savaş ve Vietnam ile birlikte bunalıma sürüklendiği bir dönemde, ABD’nin kurucu felsefesinin temelini oluşturan özgürlük vaadinin bir yanılsama olduğunu gören kuşağın yaptığı filmleri içermektedir. Yeni Hollywood’u, Amerikan Sineması’nın Amerika üzerinde en çok durduğu dönem olarak da görebiliriz. Bu Amerikanlık hali, Malick filmlerinin olmazsa olmazlarındandır.

Yeni Hollywood döneminin alamet-i farikalarından birisi de anlatım odaklı olmayan filmlerdir. Hikâyenin giriş-gelişme-sonuç şablonuyla sunulması yerine, filmin içine serpiştirilmişçesine konulan görüntüler Malick’in filmlerinde, bütünü temsil eden bir varlığın altında sürdürülen yaşamlar olduğu hissiyatını uyandırmaktadır. Malick belki de, bu bütünü temsil eden varlığı (yani Tanrıyı) seyircinin belleğine kazımak için filmlerinde buğday başaklarına, hayvanlara, yani doğaya; ana karakterlere olduğu kadar yer vermektedir. İnsanın dışında da bir yaşam devam etmektedir ve insanın yaratmadığı diğer canlılar her an etrafımızdadırlar.

İnsanın yaratmadığı doğanın bir yaratıcısı olması gerektiği fikri, dinlerin bir yaratıcının varlığı için sunduğu temel savlarından biridir ve bu sav Malick filmlerinde pek çok kez kendini göstermektedir. Doğayı Tanrı’nın nimeti olarak gören bu anlayış, kusursuzluğu doğada ararken, modern dünya ve uygarlık, bizi vaat edilen cennetten uzaklaştıran etkenler olarak görülmektedir. Mailck’in film okuluna gitmeden önce felsefe bölümünden mezun olduğunu ve bir Heidegger kitabını İngilizceye çevirdiğini hesaba katarak, bu doğa-insan çatışmasının arkasında, varoluşa dair soruların yer aldığını da ekleyelim. The Tree of Life filminin Sight and Sound dergisinde yer alan analizinde Nick James, Malick’in, bir ebeveynin çocuğunu kaybetmesi üzerinden hem varoluş bilmecesinin hem de yaratıcıya olan inancın test edildiğini yazmış. Aslında hem yaratıcıyı hem de varoluşu sorgulayan bu ikili anlatım tarzı, Malick’in diğer filmlerine de egemen olan doğa insan mücadelesinin temelinde yatar.


Malick’in filmlerinde yer alan doğa – insan mücadelesi, yağmur ormanlarını ve doğal hayat süren yerlilerin topraklarını fethederken doğa şartları ile mücadele eden “uygar” sömürgecilerin tek taraflı mücadelelerinden farklıdır. Malick filmlerinde doğa alt edilmesi gereken bir rakipten ziyade, cennetten kovulan insanın kötülük içinde debelenmesini dışarıdan (veya yukarıdan)seyreden bir gözlemci konumundadır. Bu doğa-insan çatışmasının bir örneği, The Tree of Life filmindeki ebeveynlerin arasındaki çatışmada görülebilir. Dinozorlardan beri doğada var olan şefkati evlatlarına sunan anne, insan doğasındaki kötülükleri yansıtan babanın çatışması, kişinin çocukluktan ergenliğe geçiş dönemine dair hatıralarında en önemli yeri tutmaktadır.

Yazıyı bitirmeden önce, daha iyi bir Malick analizi yapabilmek için Martin Heidegger ve Hristiyan kültürü üzerine araştırma yapmanın faydalı olacağına inandığımı eklemeliyim. Terrence Malick’in bugün yeniden gündeme gelmesinin ardında konuşulması gereken şeylerden biri de, dini vurguları bu kadar ön plana çıkan filmlerin neden gün geçtikçe sinema dünyasında daha fazla yer kapladığıdır. Bunu, kapitalizmden bunalan kitlelerin arayışının doğal bir parçası mı, yoksa egemen güçlerin adaletsizliğin devamını sağlamak adına din kartını yüzyıllardır olduğu gibi bir kez daha sahneye sürmesi olarak mı değerlendirmek gerektiğini okuyucunun takdirine bırakıyorum.

Kaynaklar: 

Sight and Sound dergisi Temmuz 2011 sayısı

Days of Heaven: On Earth as It Is in Heaven, Adrian Martin – criterion.com

Hiç yorum yok: