15 Kasım 2009 Pazar

Tarafsız NTVSpor Haberciliği


Bugün NTVSpor.net haberlerinin yazıldığı bilgisayarın başında kim varsa çok tuhaf şeyler yapıyor. Ardarda iki Galatasaray haberini ilk sıradan verdiler bugün. Birincisinin hedefinde Rijkaard, ikincisininkinde ise Elano var.

İlk haberden başlayalım. (Haberde bir de yazım hatası var, benden kaynaklı değil, direk NTVSpor'dan alınmıştır.)



Cimbom'da Rijkaard rahatlığı!


Galatasaraylı futbolcular, Rijkaard yönetiminde rahat günler geçiriyor.


Aslan izin zengini... Sarı-kırmızılı takım, ezeli rakiplerinden daha çok maç
oynamasına rağmen 'izin' konusunda en rahat ekip oldu.


Fenerbahçe, S.Bükreş'i devirdikten sonra Süper Lig'de küme düşürülen
Ankaraspor'la maçı olduğu için 4 gün izin yaptı.


...


Sarı-lacivertliler, son 10 günün 6'sını izinli geçirmesine rağmen bu sezon
Galatasaray'dan daha az zin yaptı.


...


Teknik direktör Frank Rijkaard, Türkiye'de görev yaptığı 4,5 ayda
oyuncularına tam 19 gün izin verdi. Aslan'dan 3 maç daha az oynayan
Fenerbahçe'de, bu rakam 16 oldu.


Bak sen! Skibbe'yi yediniz bitirdiniz zamanında çok izin yaptırıyor diye. Şimdi de Rijkaard'a saldırın. Ayrıca sormak lazım, genelde her maçtan sonra futbolcular izin yapmaz mı? Daha çok iş yapan adamın daha çok dinlenmesi gerekmez mi? Peki Galatasaray üç maç daha fazla yapmadı mı? O zaman üç gün daha fazla izin yapması normal değil mi? Bu kadarı "pes" dedirtiyor insana NTVSpor, helal olsun!


İkinci habere geçelim.



"Elano hiç yıldız olmadı"


Brezilya'nın ünlü gazetecileri, ülkesinde yıldızını
parlatmasına rağmen Türkiye'de hedef tahtasında yer alan Elano'yu
yorumladı. 


"Brezilyalılar lider olamazlar"


ALEXANDRE ABRUE GONTIJO (GLOBO ESPORTE)


.....


Transferi sonrası Elano ile konuştum ve O'na Hollandalı ikiliyi sordum. O da
Neeskens ve Rijkaard için gülerek şöyle yanıt verdi: "Mark Hughes’dan insanlık
ve koçluk açısından daha iyiler..."


Elano’nun Rijkaard ile arası gayet iyi ama şunu unutmamak gerekir ki
Brezilyalılar hiç bir zaman lider oyuncu olamazlar. Hatırlarsınız Elano'nun Sven
Goran Eriksson ile olan performansı gayet iyiydi. Eriksson zamanındaki oyunuyla
Avrupa'da nam saldı. Unutmamamız gereken 2 şey var: 1. Elano'nun
Galatasaray’daki ilk yılı. Biraz zamana ihtiyacı var. 2. Beklentiler Lincoln'e
göre daha fazla. Çünkü Elano, O'ndan daha ünlü ve daha uluslararası bir
futbolcu.


"Elano hiç bir zaman büyük futbolcu
olmadı"


TIAGO MEDEIROS (GLOBO ESPORTE)


Elano, Brezilya’dan çok takip ettiğimiz bir futbolcu. Manchester City'de oynarken daha göz önündeydi fakat G.Saray’da da takip ediliyor. Elano’yu anlatmamız gerekirse; "Elano hiçbir zaman büyük bir oyuncu olmadı. Hiç bir zaman takımın en önemli yıldızı olamadı. Hiç bir takımda liderlik yapamadı. Böyle bir karaktere sahip değil." Ama yeteneğini
tartışmamalıyız. G.Saray’da yedek kalması tamamen adaptasyon sorunundandır.
Henüz ilk yılı. O'na biraz zaman tanınmalı.


"Lincoln daha iyi futbolcu"
Elano’yu Lincoln ile kıyaslamamak gerekiyor. Şüphesiz Lincoln, Elano’dan daha yetenekli ve daha bir oyuncu. Elano’nun Brezilya Milli Takımı'nda oynaması ise tamamen görev adamı
olmasından kaynaklanıyor. Elano teknik direktörünün belirlediği taktikleri
yerine getiren tam bir görev adamı. Bu özelliğinden dolayı teknik direktörler
Elano’yu çok severler. Lincoln ise asla bu tip özelliklere sahip olamadı.


....

Elano'nun bekleneni veremediği herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Buna hiç lafımız yok. Ama zeki ve ahlaklı arkadaşlarımız gitmişler, bir de Brezilyalı gazetecilere sormuşlar Elano'yu (Ama haberde 2 gazetecinin ismi var, herhalde diğerleri "Elano şöyle iyidir böyle iyidir" dedikleri için koyamamışlar haberlerine). Öncelikle başlığa dikkat "Elano hiç yıldız olmadı!". Sanırsınız ki gazeteci arkadaşlar "Elano'dan futbolcu olmaz" demişler. Okuyoruz ve anlıyoruz ki adamların kastettiği, Elano'nun lider özelliklerinin bulunmadığı, Lincoln'e göre futbolun gösteri tarafında daha yeteneksiz olduğu ama buna karşın Elano'nun harika bir görev adamı olduğu. Ama tüm bunlar arasından NTVSpor'un kullanmayı seçtiği başlık çok enteresan. Tabii, aralarda Elano'nun daha ünlü ve uluslararası bir futbolcu olduğundan bahsedildiği halde, "Lincoln daha iyi futbolcu" şeklinde atılan ara başlığı da es geçmeyelim. Bunlar tamamen yanlış demiyorum, ama 3-4 paragraflık bir söyleşiden cımbızla çekilip başlığa konmuş şeyler.


NTVSpor tarafsız ve kaliteli bir spor kanalı olduğunu iddia ediyorsa kendine çeki düzen vermesi lazım. Ayrıca bu yeni bir şey de değil NTVSpor için. Rıdvan Dilmen'in Galatasaray'ın ilk puan kaybından sonra canlı yayında neredeyse zil takıp oynamasını, "Ne oldu haaa?" diyerek kendince dalga geçmesini de unutmuş değiliz.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Milli Takım Havası

İstediğimiz ama göremediğimiz bir Elano. Harika bir pas. "Try killer balls more often" diyelim biz buradan kendisine.

Milli takım havası adama iyi mi gelmiş, yoksa Katar mı yaradı, orasını bilemedim. Halbuki yazın Katar'a benzer bizim memleketin havası...

Elano maç boyunca aman aman oynamadı, zaten yerine Alves girdi 2. yarıda. Fakat milli takımına olan katkısı Galatasaray'a olduğundan daha fazla şimdiye kadar. Dunga onu sağ tarafta daha çok kullanıyor gibi, bununla alakası olduğunu söyleyebiliriz belki ama asistlerinin çoğu kullandığı duran toplardan geldi.

Bu arada Nilmar'ın muhteşem kafa vuruşunun da hakkını vermek lazım.

Rage Against The Music


Dün akşam saat 10 buçuk sularında eve geldim. Sabah 8'de okula doğru yolculuğa başladığımı düşünürsek günümün 15 saatini hiç de inanmadığım bir şey uğuruna heba ettim. Tabii arkamdaki üç seneye bakınca 15 saatin hesabını yapmak çok aptalca geliyor. Neyse; bu konuda beni saatlerce konuşturabilirsiniz, ama şimdiki konumuz bu değil.

Günlük koşumu bitirip şişelerce su içmeye hazırlandığım sırada Saba Tümer'in "gık" deseniz gülmekten yarılacağı programı ve konuğu olarak da Hande Yener vardı televizyonda. Hande Yener her zaman bana itici gelmiştir; şarkıları -özellikle şarkı sözleri- sığ ve gereksiz diye düşünüyorum. Hande Yener'e ufacık bir sempatim varsa tek sebebi Ali Sami Yen'deki "Sarı-Kırmızı çok yakışıyor" tezahuratındandır-ki bu tezahuratımızın da gerekliliği tartışılabilir.- Sanırım bana itici gelen en önemli nokta şarkılarındaki biraz aşırıya kaçan feminizm. Kadınların kendilerini güçlü, önemli ve toplum adına önemli şeyler üretebilen bireyler olarak görmesi çok güzel bir şey. Dahası, özellikle evlilik kurumunda kadını sindirmeye yönelik onca deli saçması düzenlemeyle karşılaştığımız bu günlerde, çok ihtiyaç duyduğumuz bir şey. Ama 2000'lerin başındaki Hande Yener şarkıları, feminizmin kadın - erkek ilişkileri ve magazin boyutuna biraz fazla kaçıyordu. Şarkılarındaki sevgiliyi terketmekten beter etti Hande; mahvetti adamı!

Hanım kızımız zamanında (sanırım NTVSpor'da) Türkiye'deki pop müziğin sığlığından sıkıldığını ve Türkiye'ye yeni şeyler tanıtmak için elektronik müzik alanında bir şeyler yapacağını söylemişti.

Dünkü programda adını hatırlamadığım bir şarkısını canlı söyleyince bu kararında çok haklı olduğunu düşündüm; öylesine kötü bir sesi ancak elektronik müdahaleyle adam edebilirsiniz, canlı performansı gerçekten çok kötüymüş!

Tüm bunların yanında, zaten göz ucuyla takip ettiğim programda, kendisinden beklemeyeceğim bir tespitte bulundu Hande Yener. Programdan önce birisi bunu ona ezberletti mi bilemiyorum. Ama beni şaşırttı doğrusu: "Millet olarak acı çekmeyi çok seviyoruz. Artık ben müzik dinlediğimde hüzünlenmek istemiyorum." Vay be! Her türlü rock ve metal türünden müziği dinlemekten sıkıldığım zamanlarda aklımda tam olarak bu vardı işte! Yepyeni bir güne -mesela- Alice in Chains'den Down in a Hole, veya Nutshell, dinleyerek başlamamdan daha moral bozucu ne olabilir ki? Adamlar, Man in the Box gibi melodik açıdan muhteşem bir şarkıyı bile öyle sözlerle doldurmayı başarmış ki, kendimi bir çukura falan atasım geliyor!

Bir açıdan baktığınızda bu da büyük bir başarı aslında. Adamların çektikleri acılar ve üstüne bir de uyuşturucu batağına saplanmaları onları öylesine bir yaratıcılık ve üretkenlik seviyesine getirmiş ki çok geniş bir kitleyi etkilemeyi başarmışlar.

Peki ne için üretilir sanat? Klasik "sanat için" ve "toplum için" cevapları bir köşede dursun, sırf ticaret için sanat yapan da var bu devirde. Sanatla insanların dikkatlerini dünyadaki sorunlara çekmek çok akılcı bir davranış. Ben müzik dinlemeyen, sinemaya, sergiye gitmeyen, sanattan tamamen ayrı yaşıyan bir insan bile tanımıyorum. Dolayısıyla sanatı bazı sorunlara dikkat çekme aracı olarak kullanmak hem etkili hem de yüce bir yöntem. Ama bana sorarsanız, "Ne için sanat?" sorusu, sanat denen kavramı bir kalıba tıkıştırmaya çalışmaktan başka bir şey değil. Müzik için de aynı şeyleri söyleyebilirim.

Hande Yener'den devam edelim. Hande Yener'e sanatçı değil diyebilirsiniz (ki ben "sanatçı değil" diyorum), şarkılarını beğenmeyebilirsiniz (ki ben beğenmiyorum) ama ürettiği şey -iyi veya kötü- müziktir. Yani zamanla iyice çeşitlenip budaklanan "sanat"ın kalınca dallarından biridir. Hande Yener'in bana sevimsiz gelmesinin tek sebebi ise şarkılarını hiç beğenmememdir.

Buna rağmen kişisel olarak onu ve onu dinleyenleri "işe yaramaz" olarak değerlendirmeye hakkım olmadığını düşünüyorum. Çünkü onlar için müzik, insanların sorunlarına değinmek, sosyal sorumluluklarını onlara hatırlatmak için üretilmemiştir. Belki de onlar dışarıdaki dünyayla başka bir yolla bağlantılarını kuruyorlardır. Müzik onlar için sadece, dinleyip, kendi zihinlerinde ex'lerine ayar verdikleri sesler bütünüdür. Bunun onlara keyif vermesi bu kişileri tamamen "işe yaramaz" kalıbına sokmamıza sebep oluyor malesef. Bu insanlar belki bir işte çalışıp bir aile geçindiriyorlar, annelerini babalarını, çocuklarını mutlu ediyorlar, ama biz bunları tek bir etiketle, bir çırpıda silip atabiliyoruz. İnsan zihnindeki kategorizasyona önyargıların karıştığı çok tehlikeli bir nokta bu.

Sokakta şarabını içen uzun saçlı, sakallı dostlarımız, veya suratının bilimum yerini deldirip siyah giyinen, her şeye rağmen iyi niyetinden ödün vermeyen arkadaşlarımız da nasibini aldı ülkemizdeki benzer "kalıplama" işlemlerinden. Bir de daha yeni olan "emo" kavramı çıktı. Bu sözcükle ilgili derin bir bilgiye sahip olmamakla birlikte "emotional"dan geldiğini tahmin ediyorum. Tüm dünyaya hakim olan rock ve metal akımının yarattığı suratı asık gençlere dünya çapında verilen isim. Yahu size ne? Size batıyor mu adamın somurtması, siyah giyinmesi? Adam bundan bir tatmin duyuyor. İnandığı bir değeri bu şekilde ifade ediyor. Mesela; sınıflar arasında giderek artan adaletsiz ekonomik uçuruma kendince dikkat çekiyor. Veya sadece acı çekmek istiyor, insanlara acı çekenleri hatırlatmak için. Bunlara itibar etmeyebilirsiniz, dinledikleri müzikleri sevmeyebilirsiniz. Ama bunların hiçbiri, hiç kimseye, bu insanları "kendine hayrı yok", "depresif, melankolik, alkolik" şeklinde değerlendirme ve yaşam biçimleriyle ilgili ithamlarda bulunma hakkını vermez.

Örneğin ben... "Audioslave - Like a Stone", "Guns 'n' Roses - Don't Cry" ile beni birkaç dakikada bulunduğunuz ortamdan uzaklaştırabilirsiniz. Veya Rage Against the Machine ile bana, amacında gayet haklı ve onurlu bir Meksika devriminin propagandasını da yapabilirsiniz, ama beni hiç etkilemeyecektir. Çünkü müzik tüketmedeki amacımız aynı değildir. Ama bu gerçek, kendi müziklerini kendi amaçlarıyla dinleyenlere olan saygımı bir parça olsun azaltmamıştır. Zira yukarıda bahsi geçen, bir döneme damga vurmuş rock gruplarını dinlemeyen arkadaşım yok denecek kadar azdır herhalde.

Sonuç olarak, "neden müzik?" sorusuna bir cevap arama ihtiyacı hissettim, biraz da Hande Yener tetiklemesiyle. Cevap; tabii ki tek değil. Kişiden kişiye değişiyor bu doğal olarak. Müzikten almayı amaçladığımız şey aynı değil ama insanlardan almalarını beklediğimiz şey kendi beklentilerimizle aynı. Bu hiç haklı bir beklenti değil.

Müzik merkezli bu yazıyı müziksiz geçmeyelim dedim (korkmayın, Hande Yener değil). Bitirirken size Alice in Chains'i takdim edeyim. Sevdiğimden değil, zira dinleyeli çok zaman geçmiş üstünden; kendimi bir hayli yabancı hissettim Alice in Chains'e. Şarkının orijinali mi diye kontrol ettikten sonra kapatıverdim videoyu :) . Ama seveni çoktur bu şarkının, genişçe bir topluluğa hitap edecektir.

Son olarak; benim için müzik sadece müzik olsa da "futbol asla sadece futbol değildir" :) , en kısa zamanda Galatasaray yazılarıyla görüşmek üzere.

10 Kasım 2009 Salı

Haftanın Notları #3


Ne şairane mevsimdi eskiden sonbahar
Bahçeleri talan eden bir deli rüzgardı
Kırılan dal düşen yaprak şaşkın uçan kuşlar
Eskiden sonbaharın bir güzelliği

Gel gör ki Atatürk'ün ölümünden bu yana
Sonbahar dahi bir başka geliyor
Vatan gerçeklerini hatırlatıp insana
Türk yüreklerimizi burka burka geliyor

Cahit Sıtkı Tarancı - Atatürk'ü Düşünürken

10 Kasım'lar Atatürk'ün ölümünden bu yana bir parça hüznü de beraberinde getiriyor; ancak onun koyduğu hedefleri de bizlere her yıl yeniden hatırlatıyor. Bu yılmaz devrimcinin akılcılık ve bilimsellik üzerine kurduğu, çağını yakalayan bir toplum yaratablime iddiasını gerçeklerştirmek için var gücümüzle çalışacağımızı bu anlamlı gün vesilesiyle vurgulayalım.


Beşiktaş Türkiye Basketbol Ligi'nde Türk Telekom'u devirip 4'te 4 yaptı ve zirveye kuruldu; ama problemlerin başlaması uzun sürmedi. Beşiktaşlı basketbolcular paralarının yatırılmamasını protesto etmek amacıyla bu günkü antrenmana çıkmadılar. Antep'ten 8.5 milyon euro'ya Japon kırması Brezilyalı almak için basketbol şubesinin paralarına el koymaktan çekinmeyen yönetim, alışılagelen "yönetememe" geleneğini sürdürerek bir krize daha yol açtı. Hafta sonunda oynanacak olan kritik Efes Pilsen maçı öncesi bu sorun çözülür mü bilinmez ama benim bildiğim kadarıyla Tabata'ya verilen para ile Euroleague'de çeyrek final hedefleyen bir takım kurmak mümkün. Benim bu yazıda değinmek istediğim isim ise Beşiktaş'ın 37 yaşındaki kaptanı Haluk Yıldırım. 16 yıllık basketbol kariyerinde Ülkerspor'un Harun Erdenay'lı kadrosunun sembol isimlerinden biri olduktan sonra kanser hastalığına yakalanan ancak bu hayat mücadelesini de kazanan Haluk'un Beşiktaş'ta kaptanlık yapıyor olamsından bir Beşiktaşlı olarak gurur duyuyorum. Onu parkede gördüğüm zaman aklıma Beşiktaş'ın ismine Cola Turka eklenerek lekelenmemiş dönemdeki El-Amin'li unutulmaz kadrosu geliyor. (Fotoğrafta arka planda yer alan Kerem Tunçeri'nin de kaptan olarak Beşiktaşlı'ların gönlünde ayrı bir yeri var, onu da bir gün yeniden siyah-beyazlı formayla görmek isterim.)


Bu haftanın notlarında basketbolun yaşlı kurtlarına saygılarımızı sunmaya devam edelim. Bugün itibariyle Batı Konferansı'nın zirvesinde sezon sonunda play-off'a kalmasına dahi şüpheyle bakılan Phoneix Suns yer alıyor ve bunu çok büyük ölçüde oyun kurucuları Steve Nash'e borçlular. (2000'ler denilince akıllarına gelen pek çok güzel anıda olduğu gibi). 35 yaşındaki Nash dün geceyi 21 sayı 20 asist gibi akıl almaz bir performansla noktaladı ve rakiplerine "Ben hala buradayım" mesajını verdi. Batı liderliğine oynamaları biraz zor görünse de Nash'in önderliğinde iyi bir play-off derecesi yapabilirler. John Stockton'ın kariyerinin sonuna yetişebilen bizim neslin aklına oyun kurucu denince ilk gelen isim kuşkusuz futbol aşığı bu Kanadalı olacak. Bu arada fotoğrafın özellikle Dallas mavericks'in sahibi Cuban için manidar olduğunu belirtmem gerek. Nash'in biten kontratını yenilememesi onun belki de o çok istediği şampiyonluğu hiç kazanamamasına neden olacak. Fotoğraftaki ikili beraber oynasaydı özellikle Lakers hanedanının sona ermesiyle kendi hükümdarlıklarını başalatabilirlerdi; ama olmadı. Nash ise şampiyonluk yüzüğüne erişememesine karşın iki sezon üst üste aldığı MVP ödülleriyle ve onun liderliğinde Suns'ın oynadığı keyifli basketbol ile NBA tarihinin her zaman hatırlanan isimlerinden biri haline geldi.


*Son bir not da futboldan. Diyarbakır - Galatasaray maşında Arda'nın attığı gol öncesinde ayağı kayıp yere düşen ve yerde çırpınan oyuncuyu görünce futbolun gerçekliğinin hiç bir zaman bilgisayar oyunlarında yakalanamayacağını bir kere daha anladım. Islak zeminde kayan ayakların yarattığı anlık değişimlerin tadını bilgisayar ekranında bıkmadan yorulmadan koşabilen oyuncuların yarattığı sanal dünyada bulabilmek olanaksız. Rakibinizin yaşadığı duruma üzülebildiğiniz veya kendi oyuncununzun yaptığı hataların insan olamasından kaynaklandığını anlayabildiğiniz noktada bu oyunun insancıllığını kavrayabilirsiniz. Sanal dünyanın yaratmış olduğu kazanmak-kaybetmek üzerine kurulan sistem futbolun gerçeklerini ört bas etmekte ve futbolu (ve genel olarak sporu) kapitalizmin istediği biçimde salt bir tüketim malzemesi haline getirmekte. İnanıyorum ki gerçek bir futbolseverler olmanın rolü bu oyunun öznesinin insan olduğunu hiç bir zaman unutmamaktan geçiyor.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Note to Self #1


* Migros'tan meze alma.

* Ne kadar içki alacağınla ilgili kafa yorma, bitip bitmeyeceği asla belli olmuyor.

* Mecbur kalmadıkça fıçı bira alma. Fıçı derken, gerçekten fıçı...

* ODTÜ'de servis yapan garson ve Tansaş'ta tavuk satan adam bizden.

* Yemek yerken maç izleme.

* Etrafta 4 kişiden fazla insan varsa maç izleme.

* Ardından dinlenecek 2 günün yoksa tüm gece boyu içme.

* İçkiyle beraber fazla sigara içmek boğazına iyi gelmiyor. Ama yapacak bir şey yok...

* Bu arada Scarlett Johansson'a sigara -e tabii ki- çok yakışıyor.

* Megan Fox'u Hadise ile kıyaslayan dilini eşek arılarına emanet et.

* Hazır karşı cinse geçmişken, kızlar 6 saat boyunca yeşil renkli herhangi bir oyun alanı görürse ya sapıtıyor ya da sıkıntıdan saçmalıyor. (Bu maddenin herhangi bir yazarımızla alakası yok, ondan bağımsız bir gözlem :) )

* Kızlar herşeyi anlık ruh hallerine göre yontup her zaman haklı çıkmayı harika bir şekilde başarıyorlar. İmren. Ayrıca ne kadar farklı düşünürsen düşün, böyle durumlarda çeneni kapalı tut.

* Çok içki, çok sigara, az uyku direncini düşürüyor. Bademciklerin şişiyor, 2 sene sonra dudağında uçuk çıkarıyor. Antibiyotik başla, uçuk kremi al.

* En yakın zamanda deliler gibi iç.

Diyarbakırspor 1 - 2 Galatasaray : Anti-futbol ve Türkiye

Maç bizim için berbat başladı. Takım top şişiriyordu ve ayağa pas yok denecek kadar azdı. Rijkaard'ın da dediği gibi takımın bir uyanma çağrısına ihtiyacı vardı. Mendoza 11. dakikada bu çağrıyı yapan isim oldu. Golden hemen sonra takımda bir kendine gelme göze çarptı.

Maç boyunca sağ kanadı sık sık boş gördük. Keita'nın yokluğunu fazlasıyla arıyoruz. Zaman zaman Arda'nın ve Sabri'nin etkili gelişleriyle sağ kanadın biraz kıpırdandığını gördük ama Keita bir başka.

Sabri için daha fazla şey söylemek istemiyorum. Nazar değdirmek istemiyorum gerçekten. (Yazar yine kulağını çekiştirip tahtalara vuruyor.)

Ayhan çok top kaybı yaptı. Pasları zaman zaman yerine ulaşmayıp başımıza büyük işler açtı. Ama Sabri'ye yaptığı asist güzel ve akıllıcaydı.

Kewell golü yememize sebep olan isim. O da golden sonra uyananlar arasındaydı. Maçın sonuna kadar yine hayran bıraktı bizi kendisine. Ne yapıp edip sözleşmesini uzatmamız lazım. Ama sanki kafasında İngiltere'ye dönmek var... İstatistiksel olarak kariyerinin en verimli sezonlarından birini geçiriyor Kewell. Böyle devam etmesi halinde de kariyerinde bir sezonda attığı en yüksek gol sayısına ulaşacak. Tabii burada yaptığı asist ve attığı gol sayısını Premier Lig'dekiyle karşılaştırmak çok abes, orada oynanan oyun futbolun bambaşka bir seviyesi. Ama böyle istatistiklerin futbolcular için çok anlamlı ve moral verici olduğuna inanıyorum. Mesela Baros buradaki müthiş sezonun ardından, ultrason sonrası kız olacağı söylenen çocuğunun erkek doğmasını Galatasaray'ın ve İstanbul'un uğuruna bağlamıştı. Sahada Kewell'a baktığınızda çok mutlu olduğunu rahatlıkla görebiliyorsunuz. Arda'yla abi-kardeş ilişkisindeler sanki. Sağdan soldan geçen herkesle samimi bir muhabbet içerisinde. Ama Avrupa'nın üst sahnelerinde tekrar yer almak hırsı varsa, veya ailesinin İngiltere'de olması buradaki güzel günlerine daha baskın çıkan bir problemse gitmesi muhtemel. Umarım bırakmaz bizi. Çünkü Hagi'den sonraki efsane yabancı olmaya çok çok yakın.

Barış'ın kartları sonuna kadar doğruydu, Barış açısından da gereksiz ve acemiceydi. İki haftadır yakaladığı bu güzel çıkışı bu kadar gereksiz bir cezayla noktalamak zorunda kalması talihsizlik oldu.

Diyarbakır'dan Tazemeta ve Mendoza Turkcell Super Lig'de her sezon gördüğümüz "Nerden bulmuşlar bunları yahu?" dedirten yabancı transferlerinden. Adamlar gerçekten çok hızlı. İleride kurulan ve duran toplarda acemice davranan savunmamıza çok çektirdiler. Son dakikadaki kornerde beraberliği koparamamaları da anlık bir şanssızlıkları.

Gelelim maçın "anti-futbol" tarafına. Tüm hafta boyu ağlayıp sızlayan Diyarbakır yönetimi hakemi etkilemeyi harika bir şekilde başarmış. Tam bir Türkiye klasiği! Şener ve Tolga denen KASAPLAR çift dalmak, oyuncu itip kakmak, küfür etmek dahil her türlü rezilliği yaptılar. Tolga Özkalfa denen KORKAK da "Aman yine olay çıkarmayayım" diyerek bir kırmızı gösterme cesaretinden yoksundu. Barış'ın ceza sahasında biçilmesinin cezası penaltıydı, verilmedi. En azından bir sarı kart gerekiyordu gösterilmedi. Sonrasında Tolga Barış'ı bir güzel itip kaktı, kırmızı verilmeliydi, sarı ile geçiştirildi. Olan Barış'a oldu. Adamın ayağını kırmaya çalıştılar, yetmedi bir de dayak yedi. Barış'ın acemice davrandığını söyledim, ama bu kadar gergin bir ortamda 63. dakika'ya kadar sinirlerine hakim olması çok büyük bir başarıydı.

Çok kişi sallayacaktır Rijkaard'a "Barış'ın atılacağı belliydi, neden çıkmadı?" diye. Maçtan sonra Rijkaard, eğer bir dakika sabredebilseydi oyundan alınacağını söyledi Barış'ın. Tabii buna da "Neden daha erken almadı?" diye sallayanlar olacak. Size bir çift sözüm var da onu burda söylemeyeyim. Adamı oyundan almak işin kolay kısmı. Devre arasında sinirlerine hakim olması istenen Barış, bunu başarıyla uyguladı. İkinci sarı kart bir anlık acemiliğine,dalgınlığına geldi malesef. Rijkaard'ın da dediği gibi "şanssızlık"tı biraz da.

Şimdi Galatasaray'sız iki hafta var önümüzde. Takımın bu iki haftayı çok verimli geçirmesi lazım. Bu arada bizim de sınav günlerimiz gelmişken bizi de çalıştıracak iki Hollandalı hiç fena olmazdı. Maç olmayan her gün takım kendini bana özletse de, bu iki hafta boyunca kafam yeterince meşgul olacak gibi görünüyor. Görüşmek üzere.

8 Kasım 2009 Pazar

Trabzon 0-2 Beşiktaş: Alman'ın kazandığı bir oyun (Bir de Hakan var)


Attığı golle maçı kazandıran futbolculara maç sonrasında "Senin golünle takım kazandı, neler hissediyorsun?" diye sorduklarında bilindik bir cevap duyarsınız: "Golü benim atmam önemli değil, takımın kazanması önemli. Biz bugün bu maçı takım halinde kazandık." Bunu yazmaktaki amacım sorunun mantıksızlığını eleştirmek veya golü atmasa kendisine mikrofonların çevrilmeyeceğini bilen futbolcunun ikiyüzlülüğünü ortaya koymak değil. Esas olarak futbolda her maç takım halinde mi kazanılır, yoksa oyuncuların çıkıp maçı alması bir taraftar efsanesi midir, bunun üzerine biraz kafa yormak istedim. Dünkü maçın beni sürüklediği düşünceler bunlardı nitekim.
Ben her zaman takım olarak yapılanların maçların kaderini belirlediğine inananlardanım, zaten yorumlarımı da genelde bu anlayışla yaparım; ancak dün geceki maç böyle bir yazı yazmayı imkansız hale getiriyor. Dün akşam sahaya 3 stoper, 2 bek, 3 ön libero, bir adet Japon asıllı Brezilyalı(?) ve bir adet de ayakla topa vurup istediği yöne göndermeyi beceremeyen forvetle sahaya çıktı Beşiktaş, daha sonrasında Mustafa Denizli oyunu kurtarmak adına bir stoper daha oyuna aldı! Ayrıca sahada lige tutunmak için son fırsatı olduğunu bilen ve seyirci desteğini de arkasına alarak varını yoğunu ortaya koyan bir Trabzonspor vardı ve 10'a yakın gol pozisyonuna girdi. Ancak maçın skoruna baktığımızda 2-0'lık Beşiktaş üstünlüğünü görüyoruz, bu da yalnızca bireysel performanslarla açıkalanabilir.
İlk olarak ön plana çıkan isim kaleci Hakan Arıkan. Liverpool kabusunun yarattığı güven bunalımını bir türlü aşamamıştı, çarşamba günkü Wolfsburg maçında da bu güvensiz görüntüsünü sürdürerek önemli hatalar yapmıştı. Üç gün sonra ise bambaşka bir Hakan Arıkan izledik. Kendine güveninin geri gelmesini sağlayan kurtarışlarında Umut'un yaptığı etkisiz vuruşların da payı var muhakkak; ama kornerden gelen bir topa sektirmeden hakim olması gerçek bir değişimin göstergesiydi. Sezon boyunca daha fazla çans almayı hak ediyor Hakan, umarım bir-iki hafta içinde yerini yeniden Rüştü'ye bırakmadan bir istikrar yakalayabilir.
Maçı Beşiktaş'a getiren diğer isimler ise malum kel ikili Ernst ve Ferrari'ydi. Ferrari'nin sezon başından beri bizleri kendisine hayran bıraktıran performansı bu maçta da devam etti. 90+1'de Colman'ın sağ çaprazda boş kaldığı pozisyonda topun önüne öyle bir atladı ki, azim, hırs, inanç temalı reklamlarda rahatlıkla kullanılabilir. Ernst'in geçen sezonun ortasından beri bu takıma kattıkları iki kupa olarak Beşiktaş müzesinde çoktan kendine yer buldu ama o inatla yenilerini kazanmak için var gücüyle oynamaya devam ediyor. İknci yarının başında attığı wunderbares Tor'a rakip takim taraftarlarının attığı gıpta dolu bakışları gördükten sonra (ki kendileri bu blogun yazar tayfasını oluşturmaktalar) Fabian'a bir kere daha hayran kaldım. Umarım takımın forvet kisvesi altında hayalet gibi dolanan oyuncuları bu iki kelin hırslı oyunundan ilham alır ve takımı bir üst seviyeye taşırlar.