22 Temmuz 2010 Perşembe

Wimbledon'dan Akılda Kalan 5 Olay


Yine gecikmeli bir tenis yazısı oldu; ancak okulun bitmesine karşın daimi koşuşturma hali bitmemişti. Hal böyle olunca Wimbledon yazısı da iki hafta gecikmeli geldi. Neyse efendim, geç olsun da güç olmasın diyerek Wimbledon 2010'dan akıllara kazınan olayları sıralayalım.

1. Mahut - Isner


Yalnızca Wimbledon 2010 değil, ne zaman Wimbledon dense akıllara gelecek bir maç yaşandı. Geçen yıl son seti 16-14 biten Federer - Roddick finali de nefes kesmişti; ama 70-68 nedir be kardeşim? Avrupa'da Euroleague finali bu skorla bitse kimse şaşırmaz sanıyorum. Bu karşılaşmanın skorunun ne anlama geldiğini anlamak için şöyle bir basit mantık kullanalım: Bir tenis maçını kazanmak için 3 sete, yani 18 oyuna ihtiyacınız var. Mahut bu maç boyunca tam 91 oyun kazanmasına karşın (ki bu teoride 5 maç kazanabileceği anlamına geliyor) Wimbledon'a ilk turdan veda etti. Akıl alır gibi değil gerçekten. Ayrıca bu maç bana seneye yılın spor ödüllerini verirken yılın maçı kategorsinide rakip tanımayan bir aday sunmuş oldu.

2. Marsel


Tenisi yıllardır ülkelerden bağımsız bir spor gibi izlerdim; ancak geçen yıl katıldığım Almanca dil kursunda İsviçreli bir kız ülkenin kahramanı olarak Federer'i tanıtınca içimde bir burukluk oluşmuştu. Ben de sıkı bir Federer hayranıyım; ama hiç bir zaman o kızla aynı heyecanı yaşayamayacağımı o ulusal kahraman kimliği sayesinde fark etmiştim.

Türk tenisseverlerin benzer bir heyecan yaşaması için Marsel İlhan bu yıl dev bir adım attı. İlk defa bir tenis maçını milli maç izler gibi taraflı bir şekilde izleme ayrıcalığına bu Wimbledon'da sahip olduk. Marsel bir tur geçmeyi başardığı Wimbledon'da sert servisleri ve potansiyeliyle hepimize umut saçtı. Tabii ki bir Federer yetiştirmek herkese nasip olmaz ve böyle karşılaştırmalar yapmak da gereksiz yere Marsel'e zarar verir; ancak artık Türk tenisseverlerin de bir Grand Slam izlemek için Marsel gibi çok güzel bir sebebi var.

3. Güç Gösterisi (Power Play)



Power play (güce dayalı oyun) ve hard-hitter (sert vurucu) terimleri Serena - Venus kardeşlerle birlikte sık sık kadınlar tenisinde duyulur olmuştu. Bu isimlerin ardından bir çok tenisçinin kısıtlı oyun görüşüyle güce dayalı bir oyunu benimsediğine şahit olduk. Benzer bir yükselişi artık erkekler tenisinde de görmeye başladık. Del Potro'nun Amerika Açık şampiyonluğuyla gelişini herkese ilan eden erkek hard-hitter'lar turnuvalarda gittikçe daha başarılı sonuçlar almaya başladılar. Söderling, Berdych, Del Potro gibi 1.90 üstü boyunda olan ve 200+ km/saat hızla servis atan oyuncular Murray, Djokovic ve en son Federer gibi teknik oyuncuların yerini almaya başladılar. Her ne kadar oyununu hard-hitter olarak tanımlamak Nadal'ı fazalaca hafife almak olsa da, güç deyince akla kortlarda ilk akla gelen isim İspanyol boğası. Roland Garros finalinde Söderling'i, Wimbledon finalinde de Berdych'i 3-0'la geçen Nadal'ın, hard-hitter'lara karşı hiç zorlanmaması onu gelecek yıllarda da bir numarada tutacağa benziyor.

4. Kral öldü, Yaşasın Yeni Kral


Nadal hakkında birşeyler karalamaya üstteki maddede başlamıştık, oradan devam edelim. İki yıl önce Wimbledon'da Federer'i yenerek Nadal'ın bir devri kapattığını ilan ettiğini düşünenler çoğunluktaydı; ancak unutmak isteyeceği 2009 yılında hem ciddi diz sakatlığı hem de ailevi problemleri Nadal'ın krallığını tam anlamıyla ilan etmesini bir yıl geciktirdi. Bu bir yılın ardından Nadal 2010'a kaldığı yerden devam ederek başladı. Önce kendi evi sayılan Roland Garros'da set vermeden kazanılan şampiyonluk, sonrasında Wimbledon'da kariyerinin ikinci zaferi bizlere gösteriyor ki kortların yeni kralı Rafa Nadal.

Peki eski kralımız Federer ne durumda diye soracak olursanız haberler hiç de iyi değil. Avustralya'da kazandığı 16. grand slam'in ardından Federer için ortada kırılmadık rekor, elde edilmemiş başarı kalmamıştı. Bu durumdaki her sporcunun motivasyon eksikliği nedeniyle problem yaşaması normaldir; ama söz konusu Federer olunca insanın bu duruma inanası gelmiyor. Son iki grand slam'de gördüğümüz kadarıyla kortta biraz canı sıkılan bir Federer var. Şu aralar tatilde kafasını toplamak ile meşgul olan Fedex'in, hazır olup tahtını geri almak için yeniden mücadele vereceği günleri sabırsızlıkla bekliyorum.

5. Serena Zirvede Tek Başına


Erkekler tenisinde son 4 grand slam'de 1 şampiyonluk, bir final ve iki çeyrek final oynamak Federer'e liderlik için yetmez iken, 2000'lerin diğer efsanesi Serena Williams rahat rahat kadınlar tenisinin zirvesinde bekliyor. Yıllardır her turnuvada Serena'ya ciddi bir rakip çıkması ve rekabetin artmasını bekleyen tenis izleyicileri sürekli hayal kırıklığına uğruyorlar. Wozniacki, Jankovic gibi hard-hitter'ların Serena'yı kendi silahıyla vurması imkansız görünüyor. Eski yıldızlar Clijsters, Henin ve Şarapova tenise kendi istekleriyle veya sakatlıkla verdikleri aranın ardından Serena'ya akip olacak düzeye gelemediler. En son Roland Garros'da finale kalan Stosur ve Schiavone'nin Wimbledon'a ilk turdan veda etmesi de kadınlar tenisinin artık trajikomik bir hal aldığını gösteriyor. Örneğin, bu nedenle Venus'u turnuva dışına iten Pironkova'yı yazma ihtiyacı duymadım. Zira Pironkova'yı bir daha ilk turu geçerken görebilecek miyiz bilmiyorum. Serena'ya bu fırtınalı ortamda ayakta kaldığı ve inatla kazanma hırsını ortaya koyduğu için teşekkür ederek yazıyı sonlandırıyorum.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Gilda - Put the blame on Mame



When Mrs. O'Leary's cow
Kicked the lantern in Chicago town
They say that started the fire
That burned Chicago down
That's the story that went around
But here's the real low-down
Put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame
Mame kissed a buyer from out of town
That kiss burned Chicago down
So you can put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame

Remember the blizzard, back in Manhattan
In eighteen-eighty-six
They say that traffic was tied up
And folks were in a fix
That's the story that went around
But here's the real low-down
Put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame
Mame gave a chump such an ice-cold "No"
For seven days they shovelled snow
So you can put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame

Tüm zamanların en unutulmaz femme fatale karakteri Gilda için 2 dakikalık saygı duruşu

20 Temmuz 2010 Salı

İlk giden Tello oldu


Arkadaşların da bildiği bir huyum vardır. Yeni sezon formasını sezon başında alırım; ancak formanın arkasına isim yazdırmak için sezon sonunu beklerim. Formanın arkasına yazdıracağım ismin genellikle o sezonla birlikte hatırlayacağım kişiye ait olmasını isterim. İşte bu nedenden dolayı şampiyon olduğumuz 2008-09 sezonunda aldığım formamın arkasında "Tello" yazar. Satış görevlisinin bana "Tello'nun numarası kaçtı" diye soruşunu dün gibi hatırlıyorum. Tello o sezon, örneğin Alex gibi ön plana çıkan bir oyuncumuz olmadı belki; ama kritik haftaların pek çoğuna asist ve golleriyle imzasını atan isimdi. Kendi adıma, Tello'nun o sezonki katkısının yeterince takdir edilmediğine inanıyorum. Ayrıca onun Beşiktaş'a Delgado, Tabata gibi isimlerden çok daha fazla güzel anı bıraktığını da düşünyorum.


Tello'nun Beşiktaş'a geldiği ilk sezondan başlayalım. Sol bek olarak geldiği Beşiktaş'ta, Üzülmez etkisi nedeniyle sol açığa geçecek ve orada başarılı bir performans gösterecekti. Ertuğrul ve Sinan Engin Tello'dan o kadar memnun kalmışlardı ki, ona benzer özellikleri olduğuna inandıkları Seriç'i kadroya katmışlardı. Tabii, Seriç'in Tello ile alakası olmadığını anlamamız uzun sürmedi. O sezondan aklımda kalan iki harika golü vardı Tello'nun. İlki, Tello'nun işe yarar bir oyuncu olduğundan emin olmamızı sağlayan maçta G.Saray'a attığı gol. Maç seyircisiz oynandığından olsa gerek, filelere takılan topun sesi hala kulaklarımdadır. Bu gol Beşiktaş'a puan getirmedi belki; ancak Marsilya'ya attığı frikik golü, İnönü'de kazandığımız son Ş.L galibiyetini getiren gollerden birisiydi. (ki bu aynı zamanda moist ile tanıştığımız maçtır)


2008-09 sezonu ise Tello'nun Beşiktaşlılarca sürekli hatırlanmasını sağlayacak sezon oldu. Çifte kupalı sezonun başında Ertuğrul Sağlam ile ortalarda gözükmeyen Tello, Denizli'nin gelişiyle adeta patlama yaşadı. Denizli'nin ilk maçında henüz 3. dakikada golü bulan Tello, ters kanada geçmenin avantajlarını iyi kullanmaya başlamıştı. Yine de Denizli'nin gelişinden bir iki ay sonra Tello ciddi bir düşüş yaşadı ve uzaktan bir şutla harika bir gol attığı Antalya maçına kadar pek ortalarda gözükmedi. Zaten Tello'nun bugün gidecekler listesine yazılmasının temel sebebi bu istikrarsızlığıydı. Sezonun ikinci yarısında açılan Şilili, özellikle asistleriyle ön plana çıkmaya başladı. Sivasspor'un çok avantajlı olduğu şampiyonluk yarışında psikolojik avantajı Beşiktaş'a getiren gol de onun ayağından gelmişti. Sezonun en kritik maçı olan Sivas deplasmanında durumu 1-1'e getien bu gol, onun sezona vurduğu damganın en güzel simgesiydi belki de. Tello, Denizli'nin jokeri olarak sol kanatta başladığı sezonu, bir dönem sağ kanat oynadıktan sonra Cisse-Ernst ikilisiyle orta sahada sonlandırdı. Bu orta saha düzeni, Bşeiktaş'ın sezonu iki kupayla kazanmasındaki temel faktör olmuştu.


Şampiyonluğun ardından Bşeiktaş yönetiminin berbat yönettiği transfer dönemi takımın sezona şok bir başlangıç yapmasına neden oldu. Bu sıralarda Tello, İnönü'de Antalya'ya attığı bir frikik golü dışında hiç ortalarda gözükmedi. Hem sakatlık, hem de düşük formu nedeniyle yarım sezon boyunca Beşiktaş'a hemen hiç katkı vermedi. Hemen hiç diyorum; çünkü Tello kendisini Avrupa'da bir gün için manşetlere taşıyan Old Trafford'daki golünü de bu dönemde attı. Tello'nun aklımızda kalan son iyi performansı ise bu sezon yarışa devam etmemizi sağlayan Kayseri deplasmanında geldi.

Rodrigo Tello, Süper Lig'de 86 kez Beşiktaş forması giydikten sonra kulübümüze veda etti. Beşiktaş'ta oynadığı üç yılda uzaktan attığı sert şutlar, frikikleri ve attığı kritik gollerle hafızalarımıza kazanacak işlere imza attı. Özellikle 2008-09 şampiyonluğunda oynadığı kilit rolden ötürü gidişine üzüldüğümü söylemeliyim; ama Quaresma transferinden sonra beklediğimiz bir hareket olduğunu da eklemek gerek. Beni sevindiren ise Tello'nun yabancıya değil, doğduğum şehir olan Eskişehir'e gidecek olması. Hoşçakal Şilili, Demirören döneminde gelen ender doğru transferlerden birisi olarak kalbimizi kazanmayı başarmıştın. Umarım bu sezon senin frikiklerini ve ara paslarını fazla aramayız.

18 Temmuz 2010 Pazar

Synecdoche NY - Lynch W.Allen kırması Yeni Amerikan Sineması


Charlie Kaufman, 2008 yılında Cannes'da Altın Palmiye için yarışan Synecdoche NY ile ilk yönetmenlik denemesine imza attı; ancak onun sineması üzerine konuşurken yönettiği filmlerden çok yazdığı senaryolardan yola çıkmak gerekiyor. Being John Malkovich, Adaptation, Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve son olarak Synecdoche NY filmlerinin senaryolarını yazan Charlie Kaufman, 90'larda başlayan Amerikan bağımsızları dalgasının son ve en başarılı üyelerinden birisi olarak dikkat çekmeyi başardı. Yıldız sisteminin çökmesinin ardından ciddi bir krize giren Amerikan sinemasının 2000'li yıllarına Charlie Kaufman'ın vurduğu damgayı yadsımak imkansız görünüyor. Synecdoche NY'da onun yaratıcı senaryolarının sonuncusu olarak karşımızda duruyor.

Synecdoche NY filmi, başlangıcından itibaren ölüm korkusu üzerine yoğunlaşacağını hissettiriyor. Sonbaharın melankolik atmosferi, güllerin solduğunu gösteren ve yaşamın sonuna gelindiğinin metaforu olan görüntülerle yansıtılıyor. Gazetlerde virüs ve hastalıklar ile ilgili haberlerle ölüm ilanmlarını okuyan Caden, musluğun başına fırlaması ile gerçekleşen beklenmedik kazadan sonra ölüm üzerine daha çok düşünmeye başlıyor. Bu korku o kadar büyüyor ki Caden, kendi dışkısını inceleyecek kadar takıntılı hale geliyor. Bu farkına varma sürecinde seyirci yakın çekimlerle sürekli Caden'ın dünyası içine girmeye zorlanıyor.


Caden, babasının cenazesi sırasında babasının ölürken korkunç acılar çektiğinden ve kendi hayatından nefret ettiğinden yakınıyor. Bu cümle Caden'ın ölüm korkusunun iki nedenini de açıklıyor. Birincisi ölüm nedeniyle çekeceği fiziksel acı, diğeriyse ölmeden önce hayatına anlam verme çabası. Bedenin dünyada sınırlı olan zamanının ötesine geçme, ölümün sonrasında da tartışılarak, takdir toplayarak varlığını sonsuzlaştırma arzusu zaten bir tiyatro yazarı olan Caden'ın sanatçı yanında sürekli var olan bir arzu. Bergman sinemasında da sıkça gördüğümüz üzere Caden karakteri esasında Charlie Kaufman'ın kendi varoluşsal kaygılarını yanıstmak üzere Synecdoche NY'da yer alıyor. Kaufman'ın Bergman'dan farkı ise bu varoluşsal sorgulamda dinin hiç yer almaması.

Şimdi de Caden'ın içinde düştüğü bunalımın çevreden kaynaklı etkilerini inceleyelim. Caden'a çevreden vurulan en büyük darbe şüphesiz karısı Adele'den geliyor. Psikiyatr'a Caden'ın ölümünü hayal ettiğini söyleyen Adele, açıkça Caden'dan kurtulmak istiyor. Hatta Caden'ın varlığından o kadar mutsuz ki, lezbiyenliği tercih etmeye başlıyor. Efendim, Woody Allen'ın Manhattan'ı mı dediniz? Zaten Charlie Kaufman hem varoluşçu sorguları, hem de komediye yatkın kalemiyle Amerikan sinemasında Woody Allen'ın izlerini tkaip ettiğini belli ediyor. Hikayemize dönecek olursak; Caden'ın Karısının davranışları nedeniyle ağır bir darbe alan erkeklik gururu, Hazel'ın ilgisi sayesinde yeniden onarılıyor; ancak Caden geçmişini arkasında bırakamadığı için yen bir ilişki şansını daha kaybediyor. Caden böylelikle ikinci kez iktidarını kaybediyor. Bu bunalımların üzerine oyuncusu Claire ile de sağlıklı bir birliktelik kuramıyor. Bütün bu ilişkilerin temelindeki sorunu ise, tiyatroda kendisini oynayan aktörün ağzından dinleyelim: "I’ve watched you forever, Caden, but you’ve never really looked at anyone other than yourself." Yalnızlık, Caden'ın varoluş problemini dipsiz bir kuyu haline getiren nedenlerden birisi.


Caden, ölümsüzlük isteğinin bir yansıması olarak kendi hayatını bir tiyatro olarak yinelemeye karar veriyor, zira Caden yazabileceği en büyük oyunun kendi hayatı olduğunu düşünüyor. Burada da Caden'ın karşısına sanatın gerçeklikle ilgili temel sorunu çıkıyor. Sanat ne kadar gerçeğe yaklaşmaya çalışırsa çalışsın, sonuçta kurgulanan yapıt kendi doğası gereği gerçekilkle arasına mesafe koymak zorunda kalıyor. Karısı Adele'nin minyatür sanatla ve gerçeklikten uzak soyut bir yaratıyla takdir toplarken, Caden'ın gerçeğe en yakın sanat olduğu tiyatroda dahi tam bir gerçekliğe ulşamaması bu paradoksu çok güzel yansıtıyor.

Caden, varoluş sorununun bireysel kimliklerin ötesinde olduğunu vurgulamak istercesine kendi rolünü Ellen'a vermeyi uygun görüyor. Temizlikçi kadın Ellen'ın, Caden'ın alt benliğini yansıtmasının bir nedeni de, Caden'ın Adele üzerinde iktidar kuramadığı için erkek kimliğinin bilinç altında zedelenmesi. Aynı zamanda temizlikçi olarak Adele'ye hizmet ederek onunn iktidarı altında eziliyor. Bir anlamda Caden bu temizlikçi rolüyle kendini cezalandırıyor. Kimlik ilk olarak cinsiyetle belirlendiği için Adele'nin evine girmeden kendisine Ellen diye hitap edilmesini başta gülünç bulan Caden, tiyatronun sonunda ona dönüşmeyi garipsemiyor. Bu Freudyen düşünceler bizlere Amerikan sinemasının bir diğer ustası David Lynch'i anımsatıyor.


Filmin sonunda ise kaçınılmaz olan ölüm anı var. Bu ölüm sahnesinde çevre, sanki ondan sonra var olmayacakmış gibi bir tekno çöplüğe benzer şekilde yansıtlıyor. Sonlara doğru sürekli saati görüyoruz ve bu görüntüler bizlere bir noktadan bir noktaya varmadığımız, yalnızca dünyada vakit öldürdüğümüz hissini güçlendirmek için kullanılmış. Varoluşçuluğun yakın ilişikiler içinde olduğu post-modernizme da böylelikle bir vurgu yapılıyor.

Filmin içinde geçen bütün semboller ve varoluşsal sorgulara karşın filmin finalinde Kaufman'ın hayatın anlamsızlığından dolayı yaşadığı bunalımı düşüncelerin önüne koyduğunu söyleyelim. Kaufman'ın senaryosu doğaçlama ortaya çıktığı izlenimini veriyor. Sanki Kaufman senaryoyu bir başka gün yazsa ateşten ev, kutular, günlük gibi semboller yerine bambaşka semboller göreceğiz. Değişmeyecek olan ise hayatın kısıtlı bir zaman olmasının getirdiği kaygılar. Kaufman eski senaryolarında olduğu gibi Synecdoche NY'la da Amerikan sinemasının ayakta kalışını simgeliyor. Synecdoche NY, bir klasik olarak nitelendirilemese de, üzerine tartışmayı fazlasıyla hak eden bir film.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Götür Beni Gittiğin Yere


Köpeğin olayım, sepetine bineyim, gidelim şu Ankara'dan be Audrey

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Bir Proje Olarak İspanya 2010 Kadrosu


Bir dünya kupasını daha acısıyla tatlısıyla, ahtapot Paul'üyle vuvuzelasıyla geride bıraktık. Turnuva boyunca izlemenin keyfinden kupayı yazmaya fırsat bulamadık, tabii yazacaklarımızın pek çoğunu turnuva öncesi değerlendirmelerde yazmış olmamız da bizi daha az yazmaya iten sebeplerden biriydi. Örneğin bu yazının esas konusu olan turnuva şampiyonu İspanya için daha önce yazdıklarımızdan iki alıntı yapalım:

"Topa sahip olup, çok pas yaparak rakipleri bunaltan İspanya'nın ilk Dünya Kupası şampiyonluğu için doğru yer Afrika, doğru zaman 2010 gibi görünüyor."

"Herhalde turnuvaya giderken kaderlerini en çok değiştirecek olan ise Torres'in sağlık durumu. Eğer turnuvaya kadar hazır hale gelmez ise İspanya iyi pas yapan; ancak sonuca gidemeyen bir takım olarak kalabilir."

Turnuva öncesinde bunları yazdıktan sonra her maçta tekrar bunları yenilemeye gerek duymadık açıkçası. Buradan biz her şeyi biliyorduk zaten anlamı da çıkmasın. Örneğin aynı yazıda İspanya'da patlama yapacak isim olarak Juan Mata'yı göstermiştim; ancak Mata kupada oynama şansı bulamadı, yalnızca antrenman sahasında Albiol'e patladı.


Şampiyonluğun ardından methiylerle dolu yazılar yazmak da adettendir, futbolun geleceğine dair yorumlar yapmak da. Bu yazıların bir kısmı abartılarla dolu olup içerikten yoksundur; ama daha yararlı bir iş olarak futbolda kazanılabilecek en büyük başarıyı kazanan takımların, bu başarıyı nasıl kazandıklarına dair araştırmalar yapmak gereklidir. Ben de kendi futbol bilgime dayanarak bu konuda bir iki kelam etmek istedim. E dünya şampiyonunu da yazmayacaksan bu blogu niye açtın diye sormazlar mı adama?

Söze blogla başladım, öyle devam edeyim. Futbol içerikli olarak bloga koyduğum ilk yazı 2007 yılında yapılan u-20 dünya kupası ile ilgiliydi. Bu kupada forma giyen kaç oyuncunun 2010 Dünya Kupası'nda da oynayacağı üzerine kafa yormuştum. Bunu yaparken amacım genç turnuvalarının hedef turnuvalara olan etkisini incelemekti. U-20 2007 ve DK 2010'a katılan 12 ülkeye baktığımızda, A takımda oynayacak seviyede iki veya üç oyuncu çıkarıp bu isimlere güvenen takımlar beklentilerin üstüne çıkmayı başardılar. Pique ve Mata'lı İspanya şampiyon olurken, Suarez ve Cavani'li Uruguay yarı final oynamayı başardı. En az iki oyuncu getirmeyi başaran ABD, Şili, G.Kore ve Meksika gruplarını geçmeyi başardılar, bir oyuncu getiren Nijerya ve Portekiz ile hiç oyuncu getirmeyen Brezilya ise Dünya Kupası'nı beklentilerin altında bitirdiler.


U-17 ve U-19 dünya kupalarına katılan takımlarından A takımlarına en az iki oyuncu vermek elbette başarının tek kıstası sayılamaz; ancak İspanya örneğini biraz daha yakından incelersek, genç takımlardan oyuncu yetiştirmenin ne kadar önemli bir başarı kriteri olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Bu kriteri anlamak için, 23-31 yaş arası isimlerin milli takımın çekirdeğini oluşturduğunu düşünerek, 1997-2005 yılları arasındaki beş U-17 turnuvasıyla 1999-2007 yılları arasında oynanan 5 U-20 turnuvasını incelemeye karar verdim. İspanya, saydığım 10 turnuvanın 9'una katılarak büyük bir başarıya imza atmış. Burada genç yaş turnuvalarında Avrupa'nın yalnızca 5-6 kontenjanı olduğunu hatrılatalım. Yani İspanya, Avrupa'da düzenlenen her turnuvada en azından yarı finale kalmış veya yarı finalin eşiğinden dönmüş. Bu genç yaş Dünya Kupaları'nda İspanya'nın bir şampiyonluğu, iki ikinciliği ve bir üçüncülüğü var.

Genç yaş turnuvalarında derecelerden çok daha önemli olan ise elbette A milli takıma yetiştirilen oyuncu sayısı. İki yıl arayla düzenlenen bu turnuvalarda, mesela 2003 U-17 ile 2005 U-20 Dünya Kupası'na aynı jenerasyon katıldığı için elimizde incelenecek 5 jenerasyon bulunuyor. Bu genç turnuvalarında forma giyen toplam 11 isim, 11 Temmuz'da Dünya Şampiyonluğu madalyasını boynunlarına taktılar. Beş jenerasyonu tek tek incelediğimizde, 1999'da şampiyon olan U-20 kadrosundan bu takıma Casillas ve Xavi gibi iki kilit ismin ve Marchena'nın eklendiğini görüyoruz. U-20 2003, turnuvanın en iyi oyuncusu seçilen Iniesta'yı İspanya'ya kazandırdı, 2001 U-17'deki takım arkadaşı Torres ise çoktan süperyıldız potansiyeliyle A takıma çıktığı için 2003 finalini oynayan kadroda yoktu. Messi'nin yıldızlaştığı 2005 U-20 turnuvasında İspanyollar Fabregas, D.Silva ve Albiol'u dünya sahnesine sundu. Pique ve Mata'nın da U-20 2007 turnuvasında forma giydiğini belirtmiştik, 1999 U-17'den de Reina dünya şampiyonu kadroya dahil oldu. Özetlersek, İspanya beş jenerasyondan da dengeli bir şekilde alınan iki-üç oyuncu ile 11 rakamına ulaştı.


Inaki Saez'in başrolde olduğu bütün bu gelişim sürecini incelediğimizde, İspanya'nın bugün öve öve bitiremediğimiz pasa dayalı futbolunu yaratan oyuncuların nasıl titizlikle yatiştirildiğini daha iyi anlıyoruz. Bu gelişimin diğer ayağı olan Barcelona altyapı okulu La Masia'yı da es geçmemek gerekiyor kuşkusuz. İspanya 2010 projesi, bütün bu altyapı hamlelerinin ardından Luis Aragones tarafından üstyapıya taşındı. Inaki Saez'in Euro 2004'deki başarısızlığının ardından göreve gelen Aragones; önce Canizares, Helguera, Baraja, Valeron, Morientes gibi kilit isimlerin yerine genç takımlardan gelen Casillas, Ramos, Torres, Villa, Fabregas, Iniesta isimlerini takıma ekledi. 2008 öncesinde Madrid'in yıldızı Raul'ü de takımdan keserek takımı tamamen yeni jenerasyondan oluşturdu. Bu projenin karşılığı da Euro 2008 ve DK 2010'da fazlasıyla alınmış oldu.Peki, hikayenin sonrasında neler olacak. İspanya, daha önce kimsenin başaramadığını başarıp Euro 2012'de üst üste Avrupa Şampiyonu olan ilk takım olabilecek mi? 2014'te bu takım yeniden dünyanın zirvesine çıkacak mı?

Bu soruların cevaplarını bugünden vermemiz olanaksız; ancak ipuçlarına bakarak bazı öngörülerde bulunabiliriz. Öncelikle 2012 için A takıma baktığımızda, yaş haddinden dolayı takımı bırakacak iki isim Capdevilla ve Puyol olabilir gibi görünüyor. Puyol'un o hırsla 34 yaşında rahatlıkla oynayacağını, Capdevilla'nın ise zaten yerini Arbeloa'ya bırakacağını düşündüğümüzde, kadronun aynı gücüyle 2012'de de yer alacağını söyleyebiliriz. Bu da onları eylül ayında başlayacak olan Euro 2012'nin de bir numaralı favorisi konumuna getiriyor. 2014 Brezilya'da ise Pique - Ramos - Albiol - Arbeloa'lı defansı, Busquets - Fabregas - Iniesta orta sahası ve Pedro - Torres - Bojan'lı forvetiyle şimdiden hazır bir İspanya var. Kalede de St. Iker'in kalacağını varsayıyorum.


Yazı boyunca yaptığım U-17 ve U-20 değerlendirmeleri üzerinden konuya eğilirsek de İspanya'nın 2007 ve 2009 Dünya Kupaları'nı da boş geçmediğini ve bu turnuvalarda forma giyen De Gea, Azpilicueta, Ignacio Camacho, Bojan, Fran Merida, Muniesa ve Iker Muniain gibi isimlerin milli takımın kapısında beklediklerini eklemekte fayda var. Bütün bu gelişmelere bakarak İspanya'nın tarihi başarısından konuşmak için erken olduğunu; çünkü İspanya'nın henüz son noktayı koymadığını söylemek istiyorum. Tarihin en dominant milli takımının oluşumunun önünde duran engeller ise, bu taktik anlayışı bozmakla yükümlü olan Mourinho ve bir diğer genç turnuva canavarı ülke olan Arjantin gibi görünüyor.

DK fotoğrafları: guardian.co.uk
Bojan fotoğrafı: footballpictures.net

13 Temmuz 2010 Salı

Rammstein - Liebe ist für alle da


Sonisphere'in gazı yavaş yavaş geçmeye başladı; ancak 25 Haziran Cuma günü Rammstein'in göstermiş olduğu performansı unutmak neredeyse imkansız. Lav sillahları, havai fişekleri, hücumbotları ve savaş toplarıyla(!) tozu dumana kattıkları konserlerinin bana hatırlattığı gerçeklerden biri de geçen yılın en iyilerinden biri olan "liebe ist für alle da" albümünü bloga yazmayı atlamış olmamdı. Şimdi Sonisphere vesilesiyle daha da içili dışlı olduğum bu albümü, konserden de bazı notlar ekleyerek incelemek istiyorum.

Bu gecikmenin önemli nedenlerinden birisi şüphesiz Rammstein'in çok tartışılan bir grup olmasından kaynaklanıyor. Bu albümün içeriğinden ziyade "p...." şarkısına çekilen 18+ kliple hatırlanıyor olması. Bu rammstein grubunun kendi tercihi aslında, çok ciddiye alınmaktan ziyade; daha ziyade kolay hazmedilmeyen, tartışmalı bir imge olarak hafızalarda kalmak istiyorlar. Kendilerini açıklamak gibi bir dertleri yok. Yine benzer şekilde grubu tanımaylanlar tarafından yöneltilen Nazi yakıştırmalarını reddetmek için herhangi bir eyleme imza atmıyorlar, aksine bu savı destekleyebilecek işleri gözümüze sokuyorlar. Gitaristin kırmız kol bantlarından, konser açılışlarını dev Alman bayraklarıyla yapmaya, (sözde) erkek üstünlüğünü sözlerle ve şovlarla vurgulamaya sürekli olarak devam ediyorlar. Yani şiddetten ve ırkçı yaklaşımlardan uzak dursalarda, faşizmin çekirdeğinde yer alan duygulardan sürekli olarak besleniyorlar. Durun, dahası da var. Bir dini ayin havasında izleyicilerini şarkılarının içinde "rammstein" diye bağırmaya zorlayıp kendilerini efsane ilan ediyorlar, narsiszmin son noktasına varıyorlar.


Bu kadar tartışmalı bir grubu savunup albümlerini övmek de haliyle cesaret istiyor. Benim de bu adımı atmak için bugüne dek beklemem gerekti. Grubun bu düşünceyi yaymaktan ziyade amaçları sahte bir imge yaratmak, bu imgeyi özellikle cinsellik üzerinden hafızalarda daha iyi kalmasını sağlamak ve mümkün olduğunca kullanılan bütün iletişim ağlarını bu imgeyle doldurarak şöhret kazanmak. İmgeyi sürekli tekrar etmek, rammstein'in beste ve güftede de uyguladığı bir yöntem. Akılda kalıcılığı bu şekilde sağlamayı başarıyorlar. Gerçeklik algısı oluşturmak istemiyorlar, onlar yarttıkları "sanal" imgenin içinde Rammstein olarak kalıyorlar. Bu gerçeği göz ardı etmek, toplumda var olan şiddeti görmezden gelip artan şiddetin kaynağını televizyon dizilerinde aramaya benzeyecektir.

Sanıyorum grubun bu tavrını gösteren en iyi örnek bu albümde yer alan Wiener Blut şarkısı. Öz kızını evinin altında hapsedip, ona yıllarca tecavüz eden Avusturyalı Jozef Fritzl'in hikayesinin anlatldığı bu hayli sert parçada davul ve basın sustuğu noktada Till Lindemann şu cümleyi söylüyor: "wilkommen in der wirklichkeit" (gerçeğe hoşgeldiniz). Övdükleri erkek egemen yapı çirkin bir gerçekliğe dönüştüğünde grup üyeleri tepkilerini koymayı uygun görmüşler.


Burada grubu tartışmayı bırakıp müziğe odaklanalım. Rammstein pek çoklarının endüstriyel metal olarak tanımladığı, klavye ve elektronik altyapı üzerine oluşturdukları metal şarkıları ile meşhur oldu. İlk albümleri olan Herzeleid ve ikinci albümleri Sehnsucht'dan akılda kalan pek çok şarkı temposuyla dinleyici çoşturmayı hedefliyordu. Du Hast, Sehnsucht, Du Riechst So Gut bu tip şarkılardan ilk akla gelen örnekler. Konserlerinde de hala en çok ilgiyi bu şarkıları görüyor.

1990'lı yılların sonundaki bu albümlerin ardından 2001'de gelen Mutter albümüyle grubun nispeten daha aklı başında müzikler yapmaya başladı. Tempo yine oldukça hızlıydı; ancak dizginlerin elde tutulduğu da belli olmaktaydı. 2009'da gelen Liebe ist für alle da albümünde ise davulun iyice öne çıktığını, klavyenin iyice arka planda kaldığını görüyoruz, Rammstein tekno-metal geçmişini biraz arkada bırakmışa benziyor. Yine de albümün en bilindik parçaları olan "P...." ve "Haifisch" klavyeyi ve dolayısıyla Flake'i hatırlamamızı sağlıyor. Buradan konsere dönersek Flake'in bir botla seyircilerin üsütnde yolculuk yaptığı Haifisch performansının oldukça başarılı olduğunu söylemeliyim.


Albümün giriş parçası Rammlied, Weidmann's Heil ve Wiener Blut'un girişinde ortaçağ esintileri dinleyiciyi karşılıyor. Bunlar aynı zamanda albümün sert ve keskin parçaları ve bu parçalar albüme gotik bir havanın hakim olmasını sağlamış.Bu üçlüye Bückstabü'yü ve Ich tu dir weh'i de eklediğimizde Sonisphere'in açılışındaki beş parçasını dinlemiş oluyoruz. Daha önce Rammstein konseri görmediğimiz için de alevler arasında kalmış olmanın şokunu henüz atlatamadığımız dakikalar. Bu beş parçanın ardından konser liebe ist für alle da'nın 6. parçası olan frühling in paris ile devam ediyor. Konserden albüme geçersek; albümde temponun durulduğu, nispeten huzur bulduğumuz dakikalar başlıyor. İlginç bir şekilde Rammstein albümlerinde 6. şarkılar gruptan beklenmedik derecede melankolik ruh haline uygun şarkılar olmuştur. (Mutter, Stirb nicht vor mir)Sanıyorum beş parça sonunda yeniden enerji depolamak için bu yönteme başvuruyorlar. Ancak konserde Frühling in Paris çalarken patlatılan havai fişekler nedeniyle temponun düşmesine izin yok.

Albümde yer alan diğer parçalar Mehr, Roter Sand ve albüme ismini veren Liebe ist für alle da. Bu şarkıların Sonisphere'da çalınmadıklarını, zaten albümün geri kalanıyla kıyasladığımızda geride kalan şarkılar olduklarını da söyleyeyim. Albüm niyetiyle başlayıp pek çok konuya değindiğim yazının sonunda eğer rock-metal müzik ile haşır neşirseniz Liebe ist für alle da albümüne bir şans vermenizi öneririm. Bir Rammstein konserini ise rock müzik dinlesin dinlemesin her faninin ölmeden önce yapılması gerekenler listesine alması gerekiyor. Konserden gözleriniz faltaşı gibi açık şekilde ayrılacağınızı garanti ediyorum.