3 Mayıs 2012 Perşembe

Eurochallenge Kupası Ne Anlama Geliyor?


Beşiktaş’ın tarihindeki ilk Avrupa Kupası olan Eurochallenge kupasını kazanmanın keyfini yaşarken, bir yandan da başarısının boyutunu kavramaya çalışıyor. Kazanılan başarıların kendi geçmişine değil de rakip takımlara (hatta sadece üç büyüklerin durumuna) bağlı olarak değerlendirildiği ‘bir acayip’ ortamda, başarıya anlam yüklemek daha da zorlaşıyor. Aşağıda sıraladığım bazı soruları irdeleyerek, Beşiktaş’ın başarısının daha iyi tanımlanabileceğine inanıyorum. Böylelikle Eurochallenge başarısının “büyüklüğü” krizi de bir nebze olsun aşılabilir.

Basketbolda bir Avrupa Kupası kazanmak ne anlama geliyor?

Bir kupa kazanmanın en önemli getirilerinden birisi, takımın artık “kazanan” kimliğine sahip olmasıdır. Majör turnuvalar, yani basketbol özelinde Euroleague ve Ulusal Lig kulübün büyüklüğünü kavramak adına bakılan ilk istatistiklerdir. Ulusal Kupa, Süper Kupa (Cumhurbaşkanlığı), Eurocup ve Eurochallenge gibi minör turnuvalar ise, kulüplerin şeref tablolarını zenginleştirir ve kazanan kimliğinin vurgusunu güçlendirirler. Turnuva başında koyduğunuz hedefe, hiçbir yoruma yer bırakmayacak şekilde ulaştığınız anlamına gelir. Yerel turnuvalarda çok da parlak bir geçmişi olmamasına karşın, medya ve taraftar ilgisi nedeniyle tanınma konusunda sıkıntı çekmeyen Beşiktaş’ın, yurtdışında tanınırlık açısından elde ettiği ilk somut başarı Eurochallenge kupası oldu.

Kupayı daha önce kazanan takımlara baktığımız vakit; Virtus Bologna, Joventut Badalona ve UNICS Kazan gibi basketbolda saygın bir ismi olan takımları görmek mümkün. Ancak, Almanya’da gerçekten bir köy takımı olduğunu iddia edebileceğimiz Göttingen BC’nin de, bu yıl Beşiktaş’ın karşısına bir Eurochallenge şampiyonu olarak çıktığını hatırlatalım. O maçta Deron Williams’dan 50 sayı yemeleri dünya gündeminde, muhtemelen şampiyonluklarından daha çok yer kaplamıştır. Buradan, yerel ligin gücünün bazı Avrupa kupalarından daha önemli olabileceği sonucu çıkıyor.

Eurochallenge futboldaki Intertoto kupasının karşılığı mıdır?

Intertoto kupası, futbolsuz geçen yaz dönemini doldurmak için icat edilen, sonrasında da UEFA’nın yaklaşık 15 yıllık bir dönem boyunca UEFA kupasına katılım sağlamak için, yine yaz döneminde oynanan bir kupaydı. Avrupa Ligi’ne geçişin ardından UEFA’ya katılan takım sayısı artırıldı ve bu uygulama son buldu. Hem bir sezon turnuvası olmayan, hem de sonunda tek bir kazananın olmadığı bu kupa (2008’de kupayı kazanan takım sayısı 10’dur), kupa sayılarının yer aldığı şeref listelerine dahil edilmez ve Kupa 3 olarak görülmez. UEFA kupası, Kupa Galipleri Kupası’nın oynandığı yıllarda Kupa 3 olarak görülüyordu; ancak hem katılımcıların liglerdeki dereceleri, hem de bütün ülkelerin katılımcı göndermeleri nedeniyle Eurochallenge’dan daha değerli bir konuma sahipti.

Çeşitli spor dallarındaki başarıları birbirleriyle karşılaştırmak oldukça zor; ama bir benzetme yapmak illa ki gerekliyse, bu başarıyı erkeklerde Arkasspor’un 2008-09 sezonunda, kadınlarda da Vakıfbank Güneş Sigorta’nın 2007-08 sezonunda kazandıkları Challenge Kupası (ki isim de aynı) ile karşılaştırmak daha doğru olur.


“Eurochallenge Koraç Kupası’nın muadili midir?” yahut “Beşiktaş Türkiye’nin Avrupa’da kazandığı en büyük kupa başarısına ortak mı oldu?”

Bu soruya tam bir yanıt vermekte, hem yaşım hem de kupaların niteliğinin değişmesi nedeniyle zorlanıyorum. Kağıt üstünde iki kupa da Avrupa basketbolunun Kupa 3’ü olarak görünse de, katılımcı profilinin yıllar içinde değişiklik göstermesi durumu bulanıklaştırıyor. Koraç Kupası denince akıllara gelen Efes Pilsen – Olimpia Milano finalinde, rakibin Bodiroga ve Fucka gibi büyük efsaneleri de barındıran Euroleague kadrosu ile kıyaslama yapmak Koraç Kupası’nı değerinin biraz üstünde görmemize neden olabilir. Örneğin, 2000’lerin başında Kombassan Konya’nın katıldığı sezonlardaki Koraç Kupası, Eurochallenge seviyesini andıran cinsten.

Bu kupanın Beşiktaş açısından değeri nedir?

Eurochallenge kupası, tekerlekli sandalye basketbol takımımızın kazandığı 2 Avrupa Kupası’nı bir kenara bırakırsak (ki o bıraktığımız kenarın Beşiktaş müzesinin en nadide köşelerinden birisi olduğunu umuyorum), Beşiktaş’ın tarihinde kazandığı ilk Avrupa Kupası. Bu kupanın, kulübün sportif imajını güçlendirmek adına önemli başarı olduğu ve Beşiktaş’ın çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde kazanıldığı da kesin. İşe basketbol cephesinden baktığımızda ise, Deron Williams’ı getirerek gündem yaratan takımın, sezon sonunda başarıyı yakalamasının Katar kulübü imajını kırmak adına faydalı olduğunu söylemek gerekiyor. Evet, belki Deron Williams yalnızca ilk grup maçlarında forma giydi; ancak isminin yarattığı medya ilgisi Beşiktaş’ın kupa boyunca favori gösterilmesinde önemli bir rol oynadı.


Eurochallenge kazanmanın geleceğe dair katkısı nedir? 

Eski Eurochallenge şampiyonlarından Joventut Badalona ve UNICS Kazan’ın, ilerleyen yıllarda bu seviyedeki başarılarının üstüne koyarak Eurocup’ı kazandıklarını hatırlatmak gerekir. UNICS Kazan yıllara yayılan bu mücadelesinin sonunda, kendisini bir Euroleague takımı olarak da ispatlamayı başardı. Yani bu kupa, doğru çizilmiş bir gelecek planıyla Avrupa bazında büyümenin önünü açabilir.

22 Nisan 2012 Pazar

Yılın Enleri 2011: Yaşam Ödülleri

1. Yılın Adem'i: Mohammed Bouazizi 


Yılın Adem'i Mohammed Bouazizi, 2011 yılının yalnızca dört gününü görebildi. Bu dört günü de hastanede geçirmek zorunda kaldı.Peki, ölümünden bir ay öncesine kadar, Spiegel'den alıntılarsak "basit bir sebze satıcısı, öyküsü olmayan bir adam, bir hiç kimse" olan Bouazizi, nasıl bir devrim şehidi olarak tarihe geçti? 17 Aralık 2010 günü, bir kadın polis görevlisi tarafından aşağılanan ve copla dövülen Bouazizi, şikayet etmek için gittiği görevlilerin kendisini dinlememesi üzerine kendini yakarak hayatına son verdi. Adaletsizliğe karşı kendi canını feda etmekten çekinmeyen bir insan figürü, bütün bir Arap coğrafyasına baharın gelmesi için yeterli olur mu? Özellikle Libya'da Fransa-İngitere ortaklığında silahlandırılan muhalefet, Bahreyn'de demokrasi isteyen Şii çoğunluğun Suudi Arabistan tanklarıyla susturulması ve bu duruma kimsenin ses çıkarmaması, demokrasi kavgasının finans ve medya ayağını, demokrasinin esamesinin okunmadığı Suudi Arabistan ve Katar'ın oluşturması gibi pek çok gelişme, halk hareketlerine olan inancı fazlasıyla sarstı. Yine de, hikayeyi silahların konuşmadığı Yasemin Devrimi ile sınırlarsak, Bouazizi'nin Tunus'taki ulusal hareketin öncülüğünü yapan kıvılcımı yaktığı inkar edilemez.

2. Yılın Havva'sı: Camila Vallejo


Bu yıl Time dergisi, yılın kişisi ödülünü genel bir tanımlama yaparak protestocuya (The Protester) verdi. Dünyaya yayılan protesto eylemlerinin ciddi bir ideolojik temellendirmeye ve güçlü bir lidere dayanmaması, bu kararın alınmasında muhakkak etkili olmuştur. Ancak, bu seçimde muhalif eylemleri bir potada eritip, savunduğu sisteme karşı olan hareketleri yok sayma amacını dikkate almadan, Camila Vallejo'nun hikayesini yazamayız. Hem gelecekte muhtemelen hedef tahtasına koyacağı yeni Arap liderleri ön plana çıkarmamak, hem de ülkesinin tam kalbinde gerçekleşen Occupy hareketinin üstünü kapamamak isteyen Time dergisinin bu konudaki tavrı anlaşılabilir. Ancak, Haçlı seferleri mantığıyla tek bir odaktan hareket eden bir Batı medyasından bahsetmek mümkün değil.

Düzenin içinde muhalif olmaya çalışan sol görüşlü gazeteler, özellikle Avrupa'da belirli bir ağırlığa sahipler. Camila Vallejo ismini de, düzen içi muhalif medyanın en bilinen örnekleri olan İngiliz The Guardian ve Alman Die Zeit gazeteleri dünyaya tanıttılar. Amaçları dünyadaki öğrenci hareketlerini gündeme taşımaktı; ancak düzen gazeteleri olarak düzenin kurallarına göre oynamaları gerektiğinin de farkındaydılar. Bouazizi örneğinde olduğu gibi onlar da, öğrenci hareketini gündeme taşımak için kişileştirme yöntemine gittiler. Öğrenci hareketinin başındaki hızmalı güzelin fotoğrafı, gündem yaratmak için onlara gerekli malzemeyi verdi. Die Zeit Camila'nın fotoğrafının altına "1968'den bu yana en büyük isyan hareketi" gibi iddialı bir yorum eklemiş. Belki bu hareketin etkileri 1968 kadar hissedilmedi; ama bu kızın fotoğrafı haklı isyanın unutulmasını engelleyecek. "Siz bir kurtarıcı mısınız?" sorusuna "Saçmalık. Ben bir öğrenciyim." cevabını vererek konumunu bildiğini gösteren bu kızın Yılın Havva'sı ödülünü takdim edip, FAZ röportajından bir kesim aktaralım:

"Komünist bir geleceğe inanıyor musunuz?
Ben, biz komünistlerin bugün dünya çapındaki değişimin önemli bir bölümüne katkıda bulunabileceğimize inanıyorum. Biz demokrasiye inanıyoruz. Biz burjuvazinin demokrasisine inanmıyoruz, biz sıradan insanların demokrasisine inanıyoruz."

Fotoğraf & Röportaj Kaynağı: faz.net - Die Gesicht des Kommunismus

3. Yılın Başarı Öyküsü: "Atomkraft? Nein, Danke" Eylemleri



Fukuşima'da yaşanan nükleer facia sonrasında, Almanya kendi konumundaki ülkeler arasında oldukça radikal sayılacak bir karara imza attı ve 10 yıl içinde bütün nükleer enerji santrallerini kapatacağını açıkladı. Nasıl oldu da Merkel başkanlığındaki hükümet, programında olmamasına ve koalisyon içindeki muhalefete karşın bu kararı alma cesaretini gösterdi? Bunu yalnızca bir facianın getirdiği farkındalık olarak okumak oldukça yanıltıcı olacaktır. Açıkça söylemek gerekir ki bu karar, ekolojiyi politkanın gündemine taşımayı başaran 20-25 yıllık Yeşiller hareketinin zaferidir. Onların nükleer enerji karşıtı hareketi gündemde tutmaları ve örgütlü güce sahip olamaları, yukarıda simgesini gördüğünüz "Atomkraft? Nein, Danke (Nükleer enerji mi? Hayır, teşekkürler)" eylemlerinin güçlü bir kitlesel destek görmesini sağladı ve Merkel de kamuoyu baskısına göre hareket ederek karar verdi.

Rosa Luxemburg'un meşhur bir sözü aklıma geliyor, "Özgürlük her zaman farklı düşünenlerin özgürlüğüdür." Farklı düşünen ve değişen dünyayı iyi okumayı başaran bir politik hareket olan Yeşiller, 2011 yılında gösterdi ki, tutarlı bir muhalefet iktidarın kararlarını tam tersine çevirebilecek güce sahiptir. Demokrasinin ciddi saldırı altında bulunduğu bugünlerde, umutlanmamızı sağlayan güzel bir başarı öyküsü. Daha detaylı bir okuma için Cogito'nun 67. sayısında Aykut Çelebi'nin yazısına bakmanızı tavsiye ederim.

4. Yılın Skandalı: Şike Skandalı



Olayların başlangıcından bu yana 9 ay geçti, ortada şike olup olmadığına dair kesin bir karar yok. Ama geçen dokuz ay içinde yaşanan pek çok skandal, belki de hayatımın en büyük mutluluklarından bir kısmını bana yaşatan bu oyuna olan sevgimi büyük oranda kaybetmeme neden oldu. Basiretsiz yöneticiler, mafya babaları ve çıkar peşinde koşan değer yoksunu medya kuruluşları (buna hem digiturk hem de özel hayatın gizliliğine saygı göstermeyen gazete ve televizyonlar dahil) arasına sıkışıp kalan oyuna yeni dahil olan özel yetkili savcı ve mahkemeler de diğer aktörler kadar güvenilmez olunca, futbol içinden çıkılmaz bir sorun yumağı halini aldı. Bir ülke düşünün ki, yargısı adalet sağlamak yerine güçlünün egemenliğini sürdürmeyi kendisine görev bilsin. Suç sabit olmadan ceza başlasın, kişileri itibarsızlaştırmak adına özel hayatın gizliliği kalmasın. Yöneticileri taşıdıkları sorumluluklardan ve temsil ettikleri kurumların değerlerinden bihaber şekilde ceplerine para doldurmak için yarışırken, kurumların saygınlıklarını ayaklar altına alsınlar. İnsanlar kendi suçlarıyla yüzleşmek ve adil bir düzen kurmak yerine, uluslararası kuruluşların vereceği cezalardan kaçmanın yollarını arasınlar. Hukukta yeri olmayan saçmalıklarla olayların üstünü örtmeye kalksınlar. Başkalarının davaları üzerinden kendi ahlaklılığına dair yorum yapan boş beleş insanlar makam sahibi olup itibar görsün. Bu durumda sonucu Cem Yılmaz repliğine bağlamak kaçınılmaz: "Kimse de demiyor ki aga bu nedir?"

Not: Aman bu logoyu ligtv.com.tr adresinden aldığımı yazayım da, şike skandalında kabak benim başıma patlamasın.

5. Yılın Unutulmayanı: Ömer Lütfi Akad




"Sanatçının gününe dair sorunları görünür kılmaya dair bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Bu inancım, yalnızca tarihe dair yeni bilgiler edinme veya mevcut bilgilerimi farklı bir bakış açısı üzerinden değerlendirme isteğimden kaynaklanmıyor. Bunun ötesinde yatan bir neden var ki, o da belirli bir zaman diliminde gerçekleşen olayların, günümüz dinamiklerinin de belirleyicisi haline gelebilmeleri. Çağına dair bu gözlemi yapabilen sanatçıların eserleri, bir fili tarif etmeye çalışan körler misali tartışan bizlerin, gözlerini açacak verileri sunuyorlar."

Ömer Lütfi Akad'ın Gelin filminden bahsetmeye bu sözlerle başlamıştım. Gelin'in yanına Diyet'i, Düğün'ü, Hudutların Kanunu'nu, Kızılırmak Karakoyun'u ve illa ki Vesikalı Yarim'i ekleyerek Lütfi Akad sinemasına bakalım. İşte o zaman, sadece filmlerinin tanıklık ettiği dönem üzerine değil, genel olarak Türk sineması üzerine, onun eserlerini dışarıda bırakan bir değerlendirme yapmanın ne kadar eksik kalacağını görebiliriz. Eserleriyle unutulmayacak bu dev çınarı esas ölümsüzleştirecek olan ise, onun açtığı yoldan mücadelesini sürdürecek yeni nesil sinemacılardır.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Çocuk neden sakat abi?


O gece oturup düşündüm. "Oğlum Bekir", dedim kendi kendime. "Yolu yok, çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli. Eğ başını usul usul yürü yürü şimdi." O gün bugün usul usul yürüyorum işte.

Masumiyet(1997) - Kader (2006)

6 Nisan 2012 Cuma

Aaahh Belinda: Göz Yakan Şampuan



Erkek bir yönetmenin filmlerinden yola çıkarak kadınların hayatları üzerine değerlendirmeler yapmak ne kadar doğrudur bilmiyorum. Bu yazıyı kaleme alan kişi ve bir erkek olarak bu konuda yorum yapmam, “Adı Vasfiye” filminde bir kadının öyküsünün, ona göz koyan erkekler tarafından yazılmasını aklınıza getirip, keyfinizi kaçırabilir. Neyse ki bahsedeceğim filmin açılışında beliren “Bir Atıf Yılmaz Filmi” ibaresi fazla yoruma gerek bırakmıyor.

1985-1987 arası kısa bir döneme, Türk toplumunda kadının yerini sorgulayan tam dört film (Adı Vasfiye, Aaahh Belinda, Asiye Nasıl Kurtulur, Kadının Adı Yok) sığdıran Atıf Yılmaz, bu filmleriyle Türkiye’nin 80’lerdeki dönüşümüne tanıklık etmektedir. Ortak bir temaya sahip olmaları nedeniyle, filmlerin içinde birbirlerine referanslar bulunmaktadır. Örneğin, Kadının Adı Yok filminde, bir reklam firmasında çalışmakta olan ana karakterin “bu ürünü pazarlarken, aynı zamanda bir yaşam biçimini sunmanın gerekliliğine” dair yorumu, yüzündeki maskeye alışmaya çalışan bir oyuncunun hikayesinin anlatıldığı Aahhh Belinda filminin senaryosuna yön vermektedir.

Reklam, yani piyasada sahte talep yaratarak kar etme yöntemi,  kapitalizmin vazgeçilmezlerinden. Muhtemelen gazoz almaya ihtiyacınız yok; ama reklamda gazoz içmeden önce jimnastik yapan kadının hayatını yaşamak rüyalarınıza giriyorsa, işler değişebilir. Hem belirli bir yaşam biçiminin içinde kendini tanımlama, hem de ekranda beliren mükemmel insan figürü ile kendini özdeşleştirme hazzını yaşayan tüketici, ürünü almaya ikna olur. Bu anlayışla hareket eden pazarlamacıların, Belinda şampuanını akılda kalacak bir kadın imajı üzerinden satma çabaları, güzelliğiyle ilgi uyandıran tiyatro oyuncusu Serap’ın bir reklamda oynamak için teklif almasını da beraberinde getirir. İzleyiciler olarak Serap ile bu teklifi kabul etmesinin ardından rolüne hazırlanırken tanışırız.

Teklifi kabul etmesine etmiştir; ancak Serap için reklamda imajını satmak meselesi, iki açıdan sorun teşkil eder. Öncelikle, bir tiyatrocu olarak alıştığı ortamın epey dışında, etrafında profesyonel oyuncular yokken oyunculuğunu göstermek zorundadır ve bu onun konsantre olmasını güçleştirir. Öte yandan tiyatrocu arkadaşlarının eleştirilerini, umursamaz bir tavır alarak hafifletmeyi seçmiştir ki, bu tavrı da işi küçümsemesini gerektirir.  Hal böyle olunca, Serap reklam filminde rolüne pek giremeden oynamak zorunda kalır ve gözüne kaçan şampuanın azizliği ile aynada suretini gösterip kaçacağı dünyanın içine düşüverir.


Filmin geri kalanı, gerçekler ve düşlerin oluşturduğu iki dünya ve bunların arasındaki gerilim üzerinden ilerler. Bir tarafta özgür bir birey olarak yaşayan, erkek arkadaşıyla olan ilişkisinde baskın olan ve cinsel hayatını kendi tercihiyle yaşayan tiyatrocu Serap’ın dünyası, öteki tarafta ise orta sınıf ailenin annesine düşen yükümlülükleri yerine getirmekle ömür tüketen Naciye’nin gerçekleri bulunmaktadır. Bir kadının, bir erkeğin poposuna şaplak attığı “Vive les femmes” yazılı tabloların yerini, yüzleri birbirine dönük şekilde şakıdıkları varsayılan iki kuş biblosu ve düğün resimleri almıştır.

Serap’ın orta sınıf ailenin dünyasına geçişi, bir oyuncunun rolüne bürünürken kendi kimliğinden sıyrılmasının zorunluluğunu ortaya koyar. Serap’ın Naciye kimliğine bürünmesi için, belirli toplumsal baskılar ve görevler altında uysallaşması ve kendi tercihlerinden vazgeçmesi gerekir. Bu görevleri, tasarruf amacıyla çocukların karınlarını makarna ve ekmekle doyurmak, kaynana iktidarına boyun eğmek, kocasının cinsel ihtiyaçlarını gidermek olarak sıralayabiliriz. Serap film boyunca bu görevlerden kurtulmaya ve esas kimliğine ulaşmaya çalışır; ancak kurulu düzenin karşısında pes edip kocasını yatağa aldığı vakit gerçekliğine geri dönebilir.

“Aaahh Belinda” filminde, bir oyuncunun rolüne bürünürken çektiği sancılar, kadına erkek egemen toplum içinde biçilen “rolün” eleştirisiyle birlikte izleyiciye sunuluyor. Toplumun kadınlara biçtiği rolün, Naciyeler için ömür boyu sürecek bir yükümlülük olması ise, iki rol arasındaki temel farkı oluşturuyor. Naciye, Serap gibi kendi tercihleriyle yaşayan bir kadını, ancak reklamlar üzerinden pazarlanan hayat düzeni içinde görebilmektedir. Naciye’nin kendini Serap ilan etmesi üzerine kocası ve çevresinden gördüğü tepkiler, bahsettiğimiz dünyalar arasında, orta sınıf kadının özgürlük düşlerine dair bir tersten okumayı da mümkün kılar. Biraz zorlama biçimde, Serap’ın oyuncu arkadaşlarının hayatlarına dair detayları bilmesini de oyuncuların hayatını didik didik eden paparazzilere bağlayabiliriz.

Bankacı Naciye’nin hayatının gerçeklerini vurgulamak adına, komşu aile de hikayeye dahil olur. Tarık Pabuççuoğlu ve Füsun Demirel’in canlandırdıkları bu ailede, filmin açılışındaki tabloda görülen el şakasını koca karısına yapar. Kahve ikramı, çocuğun dayakla eğitimi, piknik klişeleri gibi klasik Türk ailesinin bilindik özelliklerini bu ikinci aile sayesinde gözlemleriz.

80’ler ile televizyona bağımlı hale gelen aileler, Atıf Yılmaz’ın kamerasına takılan bir başka detaydır. Kutunun içinden haberler, magazin ve futbol yansır; ama en çok yeri şüphesiz REKLAMLAR kaplar. Geleneksel aile yapısı, erkek egemen toplum yapısının baskı üreteci olarak işlevini devam ettirirken, kadınlar kendilerini ifade etmelerinin önündeki engelleri fark etmemeleri için, onlara reklamlar üzerinden hayaller satılır. Kadınlar, kusursuz güzelliğin objeleri olarak gördükleri "reklam kadınları" üzerinden egolarını tatmin edebilmek için saçlarını Belinda ile yıkamaya başlarlar ve kocalarının emirlerine amade şekilde pasif yaşantılarını sürdürürler. 80’lerle birlikte Türkiye’nin dönüştürüldüğü tüketim toplumunun, onlardan beklediği görev budur.

Atıf Yılmaz’ın, provalarını filmin içinde kullanarak selam gönderdiği Asiye Nasıl Kurtulur oyununda, Asiye’nin söylediği şarkının sözlerinin bir kısmı Türkiye’nin orta sınıf kadınları için de geçerlidir. Yoksul olmasalar da, erkek egemen dünyanın “her taraftan tıkadığı yollar”, onları da çıkışsızlığa itmektedir.  

14 Mart 2012 Çarşamba

Yılın Enleri 2011: Spor Ödülleri

1. Yılın Sporcusu: Novak Djokovic & Leo Messi


Bu yıl ödülü iki muhteşem sporcu arasında paylaştırmak zorunda kaldım. Novak Djokovic'in 2011 yılının başında bulunduğu nokta ile sonunda bulunduğu noktayı karşılaştırmak, ödülün neden Djokovic'e gittiğini anlamak için yeterli. Djokovic, Federer - Nadal ikilisinin arkasında bekleyen adamdan, bu ikilinin yakalamaya çalıştığı tenisçiye, migren ağrılarından maçları bırakan güçsüz oyuncudan bir modern zaman gladyatörüne, "one slam wonder" etiketinden efsaneleşen bir şampiyona doğru evrim geçirirken, tenisseverler de onu izlemeye doyamamıştı. 2012'yi de, Nadal'a karşı unutulmaz bir Avustralya Açık finali oynayarak, yeni yılda da bizi bu keyiften mahrum bırakmayacağını gösterdi.


Leo Messi ve sahte 9 numara ise 2011 yılında futbol ile ilgilenenlerin dilinden düşmedi. Parçaların mükemmel uyumu sayesinde futbolun standartlarını yeniden belirleyen  Barcelona'nın düzensizlik üreteci Messi. Zekasıyla makine düzeninin sıkıcılığına doğanın çekiciliğini eklemeyi başarıyor. Şampiyonlar Ligi yarı finalinde, orta sahada durdurulan topu alıp kaleye kadar giderken Real Madrid defansına çektirdikleri, Zidane'ın 2002 Şampiyonlar Ligi finalinde attığı gol gibi bir imzaya dönüştü bile. 2010-11 sezonunu 5 kupanın yanında, 55 maçta 53 gol ve 24 asist istatistiklerini yakaldı. Büyüme hormonu eksikliği nedeniyle, ergenlik çağında her gün kendine iğne vurmak zorunda kalan bir çocuk için, hiç fena sayılmaz.
  
2. Yılın Spor Olayı: Oscar Pistorius'un 2011 Dünya Atletizm Şampiyonası'nda Yarı Final Koşması


Eğer hayatta önünüzdeki engellerin aşılamaz olduğuna inanıyorsanız, bu fotoğrafa iyi bakın: "Blade Runner" Oscar Pistorius, 45.07'lik derecesiyle katılmaya hak kazandığı 2011 Dünya Atletizm Şampiyonası Finali'nde koşuyor. Doğuştan önüne çıkan engellere aldırmadan, protez bacaklarıyla elit bir sporcu konumuna yükselmeyi başardı. Farklı olanlara her zaman fazla engel çıkarılan bu dünyada, IAAF heyetine protez bacaklarının kendisine avantaj sağlamadığını da ispat etmek zorunda kaldı. Spor, temelde insanın kendi bedeninin sınırlarını zorlama, hatta onu aşma çabası ise Pistoriusi belki de bu çabanın en akılda kalıcı örneği.

Ek: Pistorius'un hikayesini daha detaylı öğrnemek için, Dağhan Irak'ın "Oscar Bizim Hikayemizi Koşuyor" yazısını okumanızı öneririm.

3. Yılın Takımı: A Milli Kadın Basketbol & Voleybol Takımları





Burada uydurma şekilde ödül verme çabamın altında, geçtiğimiz yıldan aklımda kalan hikayeleri bir günlüğe kaydetme çabasından öte bir anlam yatmıyor. O nedenle yılın en başarılı takımını paylaştırdığım takımların kupayı kazanamamış olmaları, benim için ikinci planda kaldı. Odakta ise, iki takımımızın birlikte oluşturdukları hikayenin güzelliği yatıyor. Türkiye'nin kadınları; şiddet haricinde kendi ifade edemeyen erkeklerin dünyasında yaşamak zorunda kalmalarına karşın, buldukları fırsatlarda ülkemizi gururlandırmaya devam ediyorlar. Spor dünyamızın maddi manevi her türlü ihtiyacını karşılamış, üstüne de basın ve kamuoyu ilgisiyle şımartılmış erkekleri, bu yıl Euro 2012 elemeleri ve Eurobasket 2011'de sapır sapır dökülürken, bayrağımızı göndere çektirmek kadınlarımıza düştü. Avrupa Şampiyonalarından, gümüş madalyayla dönen basketbolcu ve bronz madalyayla dönen voleybolcu kadınlarımıza yürekten tebrikler. Bu yıl iki takımımız da, Türkiye'de yapılacak eleme oyunlarında Olimpiyat vizesi arayacak ve bizim de kalplerimiz onlarla birlikte atacak.

4. Yılın Maçı: Real Madrid - Barcelona: 0-2 (Şampiyonlar Ligi Yarı Final 1. Maçı)




Real Madrid - Barcelona çekişmesi, tarihin en iyi takımı olma unvanına göz diken Barcelona ve bunu yıkmak için, Perez'in Kastilya yöresindeki bağını bahçesini satıp dünyanın en iyilerini Real Madrid'e transfer etmesiyle başka bir boyut kazandı. İlk yıl C.Ronaldo ve Kaka hamleleri beklediği etkiyi yaratmasa da, Camp Nou'daki taraftarların "tercüman" diyerek dalga geçtiği kavruk Portekizli, kalenin önüne otobüs çekerek Katalanlara "ben buradayım" mesajı verip, Barça'yı kupa 1'in dışına iterken, bir başka "para var saadet yok" insanı Massimo Moratti'ye hayatının en güzel günlerini yaşatıyordu.

Hikayenin buradan sonrasında Perez'in Mourinho'yu Madrid'e getireceğinden kimsenin kuşkusu kalmamıştı. Tarihin en iyisi diyecek olanların aklına düşen şüpheyle fiyakası bozulan Barcelonalılar, intikam için bundan daha iyi bir fırsat bulamazlardı herhalde. Artık ezeli düşmanları ve yeryüzünde en çok nefret ettikleri teknik direktör tek vücut olmuştu. Camp Nou'da alınan 5-0'lık galibiyet dahi yüreklerini soğutmaya yetmedi. Ligi Barcelona'nın kazanmasını neredeyse garantileyen 1-1'lik beraberliğin ardından, Kral Kupası finalinde Mourinho, Barcelona halkı ve şehri için bir kulüpten fazlası olan bu futbol takımını bir kez daha bozguna uğratıyor, acaba ile başlayan sorular herkesin kafasına giriyordu.

2010-11 sezonu için nihai karar, şüphesiz ki en büyük arenada verilecekti, e hal böyle olunca Real Madrid - Barcelona yarı final eşleşmesi de bir maçtan çok daha fazlasıydı. Messi vs. Ronaldo, Mourinho vs. Guardiola, kolektif oyun vs. egonun dayanılmaz cazibesi karşı karşıya geldi, belirleyici maça imzasını, Maradona'dan sonra adına mezhep kurulması muhtemel ikinci futbolcu olan Messi, nam-ı diğer Mesih attı. 2-0'lık skor sonrasında Mourinho, daha da beyazlaşan saçları ve Barcelona kazansa aşağılamak için 50'den aşağı cümlede kullanacağı copa del rey ile kalakaldı. 2011'in bitmeyen şarkısı haline gelen El Clasico'ların en çok aklımızda kalacak olanı bu maçtı; ancak hikaye tüm yoğunluğuyla 2012'de de devam ediyor.

5. Yılın Bön Liberosu: Usain Bolt




Tarihin en hızlı adamının yarış öncesindeki hal ve tavırları, zibilyon adet insanın işlerini güçlerini bırakıp gözlerini onun üstüne çevirdiğinin farkında olduğunu gösteriyordu. İzleyenler onun bu tavırlarına alışık olduğu için, kimse bu hareketleri konsantrasyon eksikliğine bağlamadı. Durumun vahameti ise, tabanca patladığında, Bolt çoktan koşuya başlamış halde görülünce ortaya çıktı. Bolt diskalifiye olmuştu. Diskalifiye olduğu andan itibaren, komplo teorileri de ortaya atılmaya başladı. Hata mı, yoksa formda olmadığı için Olimpiyatlar öncesi bir kaçış mı? Onun yokluğunda 100 metre dünya şampiyonu olan Yohan Blake, sezonun ilerleyen döneminde bir de 200 metrede 19.26 ile tarihin en iyi ikinci derecesine imza atınca, şüpheler iyice çoğaldı. Hikayenin düğümü, bu yıl Londra'da çözülecek; ama 2011 yılında Bolt, 200 metre dünya şampiyonluğuna rağmen, 100 metre finalinde yaptığı aptalca çıkışla anılacak. Bu çıkışı kendisini, blogun en prestijli ödülünün 2011 yılındaki sahibi yaptı, kendisine hayırlı olsun.

3 Mart 2012 Cumartesi

Faust neden ruhunu Mephistopheles'e sattı?



"Ne cehennemden korkarım ne de şeytandan
Buna karşın yoksunum tüm sevinçlerden
Sanmam doğru bilgim olduğunu
İnsanları bayındır kılıp doğru yola getireceğimi
Onlara bilgi vereceğimi.
Ne param var, ne malım, ne soyluluğum,
Ne görkemim ünüm bu yeryüzünde.
Daha çok yaşamak istemez, böyle, bir köpek
de!"

Faust

Başlıktaki sorunun cevabı:

Ya Faust'un elde etmek uğruna ruhunu şeytana sattığı Margarete fotoğraftaki şahısa benziyor, ya da karşımızda duran Troyalı Helen'in ta kendisi.

Kaynak: http://lostinscarlett.tumblr.com/ - Naçizane tavsiyem, arşive göz atmanızdır. Sonra çıkabilirseniz çıkın. Hadi öptüm.


1 Mart 2012 Perşembe

A Milli Takım: Yeniler ve Eskiler


2012 hayallerine veda ettikten sonra Abdullah Avcı ile yeni bir dönemi başlatan milli takım, ilk hazırlık maçında Slovakya karşısındaydı. Hiddink'in kadroda bir yıldır değişim için çabalaması yeterli gelmemiş olacak ki, kasım ayında kurulan 21 yaş altı ve A2 milli takım kadrolarından yapılan takviye ile, bu maç için yeni bir kadro oluşturuldu. Henüz sürecin çok başında olduğumuz için bu maç için havuz güncellemesi yapmamaya karar verdim. Euro 2012 öncesi oynanan maçlarda havuzu baştan kurmak daha faydalı olacaktır, zira bu kadro resmi maçlar için çok da gerçekçi bir seçim gibi görünmüyor. Şimdilik havuza dair bir kaç not vermek yeterli olacaktır.

* Öncelikle, Slovakya maçı için açıklanan aday kadronun kasım ayında açıklanan aday kadrolara göre  dökümünü verelim. Kadrodaki 27 ismin 11'i Hırvatistan maçı için açıklanan kadrodaydı. Kasım ayında A2 kadrosuna alınan 4 ve ümit milli takımdaki 5 isim de üst seviyeye çıkmayı başardı. Son kadroda yer almayan; ancak milli takım havuzunda bulunan Nuri Şahin, Mehmet Ekici, Tunay Torun ve Serdar Kesimal'ın yeniden çağrılmaları da şaşırtıcı değildi.

* Yukarıdaki matematik hesap bize 24'ü veriyor. Geri kalan üç isim üzerine biraz konuşalım. Bu isimlerden ilki, Euro 2008'deki ilk maçımızda sahaya ilk 11'de başlayan ve bizi gelecek için umutlandıran Mevlüt Erdinç. Almanya ve Azerbaycan mağlubiyetlerinin ardından kurulan yeni ekipte şans bulamayan Mevlüt için, bu kısa dönem hızlı bir yükseliş ve düşüşü içinde barındırdı. PSG transferiyle bir anda forması Champs Elysee'de satılmaya başlanmışken, bir yıl içinde yaşanan değişimler onu başkentten uzaklaştırdı. Mevlüt'ün kendini yeniden kanıtlayabilmesi için milli takım yeni bir şans olabilir, zira güvenilir bir santrafor milli takımın yeni dönemdeki en büyük ihtiyacı.

*Kadroya dahil olan bir diğer isim, Almanya'dan yaptığımız son transfer olan Olcay Şahan. Olcay'ın özelinde söyleyebileceklerim yok; ancak Almanya kökenli oyuncularmız yeni dönemin başarı seviyesini belirleyen isimler olacaklar gibi görünüyor. Olcay bu sezonu Bundesliga'da geçiren oyuncularımız içinde en istikrarlı olan isimdi; ama Olcay da dahil olmak üzere Almanya'daki hiçbir oyuncumuz takımlarını değişmez isimleri haline gelemediler. Ömer Toprak, Gökhan Töre, Mehmet Ekici, Tunay Torun ve Real Madrid'e giden Nuri Şahin takımlarının ana parçaları haline gelebilirlerse, milli takım turnuvalara katılacak düzeye gelebilir.

* Kadroya çağrılan son yeni isim ise devre arasında Trabzonspor'a transfer olan Olcan Adın. 2005 yılı, genç takımlar düzeyinde Dünya Şampiyonalarına katılmayı başardığımız son yıldı. Hem U-19 hem de U-17 turnuvalarına katılan takımlarımız içinde, daha sönük bir turnuva oynayan 19 yaş altı takımının Sezer Öztürk ile birlikte dikkat çeken ismi olan Olcan Adın'ın, A milli takımlar düzeyinde potansiyelini göstermek için 7 yıl kadar beklemesi gerekti. Umarız onu beklediğimize değecek bir performansa imza atar.

* Genç turnuvalarından bahsetmişken, Abdullah Avcı'nın kadro seçimine ufak bir olmusuz eleştirim olacak. Necip ve Alper Potuk için A milli takıma çağrılmak büyük bir onur; ancak 3-5 dakika süre alacakları bir karşılaşmayla onurlandırılmaktan daha önemli görevleri ümit milli takımda yürütmekteler. Ümit milli ve genç milli takımların kadrolarını mümkün olduğunca bozmadan devam ettirmek, turnuvalara katılmak için önemli bir etken. Turnuvalarda kazanacakları deneyim ve özgüven de, genç oyuncuları A milli takıma hazırlanmaları için olmazsa olmazlardan birisi. Ümit Milli Takıma, olguınlaşınca a milli takıma alınacak oyunculardan oluşan bir paf takım muamelesi yapmamak gerekir. Bu yıl U-21 şampiyonu olan İspanya'nın yıldızı Juan Mata ve İsviçre'nin yıldızı Shaqiri de bir paf takım seviyesini çoktan aşmış oyuncular olmalarına karşın ümit milli takımlarında oynayarak önemli bir kariyer basamağı oluşturdular. İspanya'nın bu konuya nasıl özen gösterdiğini örnek olarak, 2010 dünya şampiyonu kadro ile ilgili blogda yaptığım bir incelemeye buradan ulaşabilirsiniz.

* İstanbul'da oynanan maçlardaki taraftar desteğinden yakınıp, Anadolu'yu işaret edenler, umarım dün akşam mili takımla alakası olmayan Bursaspor taraftarının performansından memnun kalmıştır. Ya da medya eliyle yarattıkları canavarın ne boyuta geldiğinin farkına varmışlardır.

* Son bir not: "Hazırlık maçı da olsa" anlayışıyla bu maçları ciddiye almayanlar, play-off'ta neden bizim Hırvatistan, İrlanda'nın da Estonya ile oynadığının hesabını bir daha yapsınlar.

Fotoğraf: NTV Spor