7 Kasım 2009 Cumartesi

EŞKİNGİDİŞLİ


Hiçbir zaman bulamadım, eskilerde bulduğumu yenilerde. Hep eski kitapları tercih ettim ben. Zaten eskilerden yeni kitaplara sıra gelmedi daha. Bu durumumun nedeni soğuk savaşın sona ermesiyle gelen düşünce kıtlığından mıdır, yoksa gençliğin sebep olduğu kendi dönemini hor görmeden mı kaynaklanıyor bilmiyorum, açıkçası. Biraz geç kalmış olsam da okumak için ,vakit kaybetmeden Cengiz Aytmatov'un Elveda Gülsarı kitabından bahsetmek istiyorum.

Kitaba geçmeden önce çok kısa bir alıntıyla da olsa Aytmatov'un edebiyat hakkındaki görüşlerini belirtmek gerekiyor. "Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatma, eserlerini, kendi milli gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatıyorum fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın, milli hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu milli olanın ötesine doğru genişletmek ve evrensel olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar tipik insanı ortaya koyma ustalığına erişen yazardır." diyor yazarımız. Bu alıntıya yer yer değinerek romanla ilgili bir kaç şeyden bahsedeceğim

Hikaye hayatlarının son zamanlarını yaşayan köylü bir adamla onun atının yolcuğuyla başlıyor. Atın yani Gülsarı'nın rahatsızlanmasıyla hatırlıyor karakterimiz gençlik günlerini. Daha hikayenin başında Aytmatov ayrıntılı ve gerçekçi betimlemeleriyle okuyucunun hikayenin akışına kapılmasını sağlıyor. Yolculuk sırasında Gülsarı'nın fenalaşmasını anlatırken: "...Atın uzun süredir zorlanan kalbi soğuk ve aralıklı vuruşlarla çarpıyor, boyunduruk altında soluk alması gittikçe güçleşiyordu. Koşum takımının yan ve arka kayışları iki yanına çarpıyor, yan böğürlerini sıyırıp kesiyor, hamutun altında, sol yanında da sivri bir şey durmadan batıp duruyordu. Bunun bir çengel ucu ya da hamutun keçe sargısını delip çıkmış bir çivinin ucu olması pek mümkündü..." Yazarın betimlemelerdeki başarısında kendisinin uzun yıllar köy yaşamı sürmesinin payı hemen göze çarpmaktadır. Ana karakter çobanlık yaptığı sırada okuyucu sıradan bir çobanın yaşadıklarını, endişelerini rahatlıkla gözlemleyebilmektedir. "Şimdilik her şey yolunda gidiyordu. Tanabay'a düşen sürü hiç de kötü değildi: iki ya da üç kere kuzulamış anaç koyunlar. Sürü beş yüz baştı ve bu da o kadar kere dert ve tasa anlamına geliyordu. Kuzulamadan sonra da bu dertler iki mislini aşkın olacaktı." Hikayenin teknik kısmıyla ilgili son olarak (ve zaten az olan okuyucu arkadaşlarımı sıkmadan) Aytmatov hikayeyi zamanlarken kitabı bölümlere ayırmayı tercih etmiş. Böylelikle ana karakterin geçmiş zamanına geçerken okuyucu zorlanmamakta ve hikayeden kopmamaktadır.

Bir kaç teknik ayrıntıdan sonra asıl anlatmak istediğim noktalara değinmek istiyorum. Kırgızistan'da geçen hikayede kırsal yaşamın tüm ayrıntılarına demin verdiğim örneklerle belirtmiştim. Ama bence yazarın asıl başarısı bu yaşamı anlatırken o zamanki toplum düzenini yalın bir şekilde aktarabilmesidir. Başka bir deyişle hikayede komunizmin egemen olduğu bir toplumdan bahsedilmektedir. Köylerin düzeni kolhozlar, kollektif tarım çiftlikleri tarafından sağlanmaktadır. Sözü çok uzatmadan hikayenin iki temel ve evrensel sorunu işlediğini belirtmem gerek: Yaşlılık ve Komunizm'in pratikteki problemleri. Yazar bu iki konuyu ana karakterin yaşamında birleştirmiştir. Karakterimiz gençken ateşle savunduğu düşüncelerin, pratikte pek çok hatalar barındırdığını anlar ve geçmişte sahip olduğu ama şimdi değerini anladığı eski değerlere özlem duyar.

Sonuç olarak yazarımız kırgız bir köylünün hayatından çıkarak evrensel bir tip yaratmıştır. Böylece Elveda Gülsarı Aymatov'un iyi yazarlığa ulaşmasını sağlayan ilk yapıtı olmuştur.

6 Kasım 2009 Cuma

Oi Va Voi - Travelling the Face of the Globe


2000'lerin müzik dünyası açısından nispeten verimsiz geçtiğine inananlardanım. Bu inancımın bir dayanağı daha çok Rock müzik takipçisi olmamdan kaynaklanıyor olabilir; çünkü 2000'li yıllarda devamlı olarak kaliteli şarkılar üreten rock gruplarına rastlayamaz olduk. Belki Editors bunun bir istisnası olabilir ama onlar da belirli bir kaliteyi korumalarına karşın çok çarpıcı işlere de imza atamadılar. Bu savımda ikinci bir dayanağı da üretilen müziklerin dönemin dünyayı etkileyen sorunlarına müzik dünyasının duyarsız kalmış olması; çünkü bu durum ister istemez dönemi ele almak isteyen sanatçıları gereken ilhamdan yoksun bırakıyor. Dünya popüler kültürüne egemen olan hip-hop ve elektronik müzik türlerinin de dönemin üretim yerine tüketimi öncelik edinen (veya ettirilen) pasif gençlik kitlelerinin müziği olduğuna inanıyorum. Moist bana kızmasın, bu blogun kapıları onun ele alacağı müzik yazılarına her zaman açık zaten, elektronik müzik dünyasını benden çok daha iyi tanır ve bu dönemde neden ön plana çıktığını da daha iyi tahlil eder muhakkak:) (Moist'in Notu: Moist sana kızmaz. Pasif gençlik sallamaz böyle şeyleri, keyfine bakar :) ) Neyse, konuyu çok dağıtmadan girizgahın başlıkla oluşturduğu kesişim noktasına, yani Oi Va Voi grubuna geçelim.

Londra'da kurulan İngiliz alternatif müzik topluluğu Oi Va Voi (İsim İbranice'de Aman Tanrım anlamına geliyor) kanımca bu verimsiz dönemde "çölde bir vaha" misali bir işlev görüyor. Son yılların egemen politikası olan Küreselleşme'nin getirdiği kültürel çeşitliliği iyi anliz eden grup İbrani ve Doğu Avrupa ağırlıklı olmak üzere dünyanın geleneksel müziklerini hafif bir elektronik(veya drum and bass) sosuyla soframıza getiriyor. Bu arada çağımızın sorunlarına kayıtsız da kalmadan göçmenlik sorununa değiniyor veya Batı'da hor görülen diğer dünya kültürlerine kucak açıyor. Diğer yandan da hayata karşı optimist bir duruşu da sergilemekten geri kalmıyorlar. Son olarak bu yıl çıkardıkları "travelling the face of the globe" isimli albümlerini yeni dinlemeye başladım; ama şimdiden 2009'un en iyi işlerinden birini (belki de en iyisi) çıkardıklarını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.

Son olarak bu grubu dinlemek isteyenlere aşağıdaki beş şarkıyı öneriyorum. Dinledikten sonra (ya da önceden dinlediyseniz) yazının altını yorumlarınızı bırakabilirsiniz.

1- Refugee, Albüm: Laughter through Tears
2-Ladino Song, Albüm: Laughter through Tears
3- Yesterday's Mistakes, Albüm: Laughter through Tears
4-Black Sheep, Albüm: Oi Va Voi
5- Long way from home, Albüm: Travelling the Face of the Globe

Hagi bize "Sarı" desene!


Maçtan çok keyifli bir görüntü. 200 Galatasaraylı maç koptuktan sonra Hagi'ye sarı dedirtmeye çalışıyor. Sahadaki seni hatırlayınca içimiz hala kıpır kıpır oluyor. Bu kalp seni unutur mu Gica?

D. Bükreş 0 - 3 Galatasaray: Aynen devam



Malum, maç şifreli kanaldaydı. Bu sebeple dışarıda izlemek durumunda kaldık maçı. Dışarıda izlediğim maçlarda maça konsantre olamamak gibi bir problemim var malesef. Evde maç izlediğimde maçtan yarım saat önce televizyon başına otururum, kanal kanal dolanıp maç yorumları izlerim. Maça konsantre olmak adına çok önemli o yarım saat benim için. Dışarıda bir mekanda maç izlediğimde ise maç başlamadan susmayan müzik, benim kadar arıza olmayan, normal insanların muhabbetlerine karışan televizyon sesi, yemek, bira derken bir bakmışsınız maçın yarısı oynanmış. Çok detaylı bir maç yazısı yazamayacağım bu sebeple.


Sadece goller hakkında konuşayım. Kewell'a bir kez daha aşık olduk. O nasıl bir top alıştır! Liverpool taraftarı sadece kaşına gözüne "cool" dememiş adamın. Hoş, kaşı gözü de yeter "cool" olarak anılmaya, senin gibi karizmayı az gördü bu takım :) .


İkinci golde harika bir Sabri ortası izledik. Sabri bizi sevindirmeye devam ediyor. Aynen devam Sabri. (Yazar burada kulağını çekiştirip tahtaya vuruyor)


Üçüncü gol nadiren gördüğümüz ama denk geldi mi de görülmeye değer olan bir Topal golü. Gerçekten tekrar tekrar izlenesi bir gol. Sol ayağıyla öyle bir şut belki kırk yılda bir denk gelirdi, o da geldi.


Frank ve Johan abilerimiz Sivasspor'a karşı oynayan takımı bozmamakla doğru bir karar vermiş gibi görünüyorlar. Dinamo Bükreş'in Sivas'tan daha etkili olduğu kesin, zira Sivas'ın bir taneden fazla pozisyonu yoktu pazar günkü maçta. Dinamo ise ilk yarıda tehlikeli iki üç pozisyona girdi. Topal-Sarp-Barış üçlüsü iyi bir uyum yakaladı gibi gözüküyor. Dinamo Bükreş karşılaşabileceğimiz en zorlu takım değil ama pazar günkü ve bugünkü performansı tamamiyle rakibin zayıflığına bağlamak yanlış olurmuş. Bunu söylerken sözkonusu takımların zayıf olmalarının etkisini de inkar etmiyorum.


Sonuç olarak karizmatik figürlerle dolu takımımın bana armağan ettiği küçük ve güzel bir gece oldu. Gruplardan sonra bizi iyice zorlayacak takımlarla karşılaşacağız. O zamana kadar çalışılması gereken çok şey var. Ama ne olursa olsun, takımın başındakilere güvenim sonsuz.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Beşiktaş 0-3 Wolfsburg: Kursağımızda kalıyor


Kasım gelir gelmez hüzün bulutlarını da beraber getirip sağanak şeklinde Beşiktaşlıların üzerine yağdırdı dün gece. Sezon başından beri gözlemlenen gol atamama problemi artık kanser haline gelmeye başladı, tribünlerde de pek kimsenin sabrı kalmadı. Her maçta değişen ilk on birler ve on bir içinde değişen mevkilerle bütün oyuncuların kafası allak bullak oldu, özellikle hücum hattında oynayanlarların birbirlerini tanımamaları büyük sorun teşkil ediyor, birbirini tanıyanlar da alıştıkları mevkilerde oynamadıkları için sorun yaşıyor. Futbolda rakibinizin açıklarından yararlanmak istiyorsanız hızlı düşünerek ve doğru noktalara koşular yaparak adeta ezbere oynamanız gerekiyor, Wolfsburg'un kontra ataktan attığı ikinci golde Misimovic'in Dzeko'ya verdiği pas bunu ispatlar nitelikteydi. Beşiktaşlı oyuncular ise geliştirdikleri atakları takım arkadaşlarını görmeden oynadıkları için ciddi fırsatlara dönüştüremediler. İkinci yarıda bir ara Wolfsburg skoru korumaya yeltendiğinden kendi yarı alanına çekildi, bu dönemde dahi Beşiktaş Fink ve Tabata'nın etkisiz şutları dışında pozisyon geliştiremedi. Wolfsburg'da İnönü'den hak ettiği bir galibiyet çıkararak ilk katılımında Şampiyonlar Ligi'nde ikinci tura çok yaklaştı.

Fotoğrafta görülen Boşnak ikili milli takımımızdan sonra kulüpler düzeyinde de ipimizi çeken isimler oldular; ilk maçta özellikle Dzeko'dan bahsetmiştim, dün Ernst'in yokluğunda boşalan orta sahanın hakimi olan Misimovic de oyun görüşü sayesinde arkadaşlarını çok çabuk ataklara kaldırdı, uzaktan bir vuruşla attığı şık golle de maçın kilidini açan isim oldu. Misimovic ve diğer oyuncuların kalitesinin bizim seviyemizin üzerinde olduğu açık; ancak bir de bu oyunculardan maksimum verim almayı hedefleyen Wolfsburg sistemini incelemek lazım. 4-3-1-2 düzeniyle sahaya çıkan Wolfsburg, hücum organizasyonlarında baklava dizilimine geçerek kanatları da etkin hale getiriyor. Josue'nin paslarıyla veya Dzeko'ya gönderilen uzun toplarla başlayan hızlı akınlarda topla buluşan Misimovic atağın yönünü tayin ediyor ve ataklar kanattan içeri kesilen ortalarla son buluyor. Eğer Misimovic ortayı boş görürse ara pasları (bkz. 2. ve 3. goller) veya şutlarıyla (bkz. 1. gol) tehlike yaratıyor. Defansa geçtiklerinde ise defansın önüne çektikleri 3'lü set sayesinde rakiplere pek alan bırakmıyorlar. Eğer Beşiktaş kanatları iyi kullanan bir takım olsaydı bu takımı açabilirdi, ancak Ekrem ve Serdar Özkan bu konuda yetersiz kaldılar. Bizim maçta yediğimiz gollere baktığımızda orta sahada Ernst'in yokluğunun sıkıntısını çok çektiğimizi söyleyebilirim.

Bu dakikadan sonra mucizeye eşdeğer olaylar yaşanmadığı takdirde bu sezonun Beşiktaş'ın Avrupa maçlarında kıramadığı makus talihine son bir halka olarak eklendiğini söyleyebiliriz. Şampiyonlar Ligi maçları bir takımın adını duyurabilmesi için en önemli fırsattır, Beşiktaş bu fırsattan ne yazık ki beşinci defa da yararlanamadı. Bundan önceki katılımlarında en az 4 puan toplayıp her seferinde en azından önemli bir galibiyete (PSG, Barcelona, Chelsea, Liverpool) imza atan Beşiktaş'ın en etkisiz kaldığı Şampiyonlar Ligi macerası bu olacak gibi görünüyor, taraftarın da hevesi kursağında kalmaya devam ediyor.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Aman abla yavaş vur: 2009 Kadınlar Tenisi #1


Başlığa bakıp konuyu farklı yerlere çekmek isteyen arkadaşlara Serena Williams'ın pozuna bakıp tekrar düşünmelerini tavsiye ederim. İki gün önceki Wozniacki yazımda müjdelediğim sezon sonu değerlendirmesi bugüne kısmetmiş. Öncelikle o yazıda değindiğimiz WTA sezon sonu turnuvasını özetleyip sonrasında sezonun ilgi çekici olaylarını yazalım.

Önceki yazıda değindiğim gibi sezonu özetleyen bir turnuva yaşandı. WTA sıralamasında ilk 8 sırayı elde eden tenisçilerin katılım hakkı kazandığı bu turnuvada son yıllarda hep başarılı tenisçiler yetiştiren doğu bloku ülkeleri 3 Rus, 1 Beyaz Rus ve 1 de Sırp tenisçi ile temsil edilmekteydi. Turnuvanın gediklisi 2 Williams kardeşin yanına gelen 19'luk Danimarkalı Woziacki listeyi tamamlamaktaydı. Ayrıca turnuva sezon sonu dnya bir numarasının da belirleneceği turnuva olduğu için heyecanlı geçmesi beklenmekteydi. Ama beklenen olmadı, sakatlıkların sıkça yaşandığı turnuvada Williams kardeşler bir kez daha finale kaldı ve sezonun en formda oyuncusu olan Serena ablasına hürmet etmeyerek WTA final turnuvasını ve sezon sonu dünya birinciliği unvanını da eline geçirdi. Bu turnuva 2000'lerin son turnuvası olduğu için 2000'ler tenisini de biraz özeti gibi oldu, Williams kardeşlerin dominasyonu, Ruslar'ın ve genel olarak eski doğu bloğundan gelen oyuncuların istikrarsızlığı, tekniğin arka planda kaldığı güce dayalı (power-play) tenis maçları, genç ve güzel başarılı genç tenisçiler(!), vs. (Bir Henin eksikti maalesef, o üst düzey oyun görüşü ve estetik tenis oyunuyla kendini özlettirdi, seneye umarım formda döner)

Sezonun değerlendirmesine gelirsek ilk olarak söyleyebileceğimiz Justine Henin'ın tenisi bırakmasından sonra istikrarsız sonuçların alındığı ve hiç grand slam kazanamamış bir sezon sonu birincisi (Jelena Jankovic) ile biten 2008 yılından sonra tenisin hala bir kriz içinde olduğu. Zaten turnuva öncesi Dinara Safina sakatlanmasaydı belki bu sezon da grand slam kazanamış bir dünya bir numarası ile sezonu kapatacaktık. WTA'in bu puanlama konusunda bir değişiklik yapması gerek; çünkü tenisin zirvesi Grand Slam turnuvalaradır ve eğer Grand Slam kazanamamışsanız bu pek de bir şey kazanamadığınız anlamına gelir. Teşbihte hata olmaz derler, teniste yaşanan bu durum futbolda altın top ödülünü takımını Türkiye ligi şampiyonu yaptığı için Bobo'ya vermeye benziyor biraz, tabii verseler benim itirazım olmaz o ayrı.

İkinci bir hayalkırıklığını da kadınlar tenisinin gittiği yöne bakarak yaşamaktayım. Williams kardeşlerin ortaya çıkışından sonra onlara karşı koyabilmek adına daha güçlü tenisçilerin yetiştirilmesini anlayışla karşılıyorum, ama kadınlar tenisinde yalnızca toplara sert vuran, bunun dışında bir oyun görüşü olmayan tek yönlü oyuncuları izlemeye başladık. Erkekler tenisinde dayanıklılıkla birlikte teknik beceri ve estetik gün geçtikçe ortaya çıkan yeni yeteneklerle artarken, kadınlar tenisi servis voleler dışında esprisi olmayan bir oyuna dönüştü. Bu duruma acilen bir çözüm getirilmesi lazım, umutlarımız yine seneye geri dönüşünü açıklayan Henin ve Clijsters gibi isimlerde olacak (Clijsters şimdiden bir grand slam kazandı bile). Oyuncuların ve dikkat çekici performansları da ikinci bir yazıda ele alacağımız bu serinin ilk yazısına burada son verelim.

1 Kasım 2009 Pazar

Galatasaray 2 - 0 Sivasspor: Depresyon tedavisi.


Tribünlerin boşluğu gösterdi ki taraftarımız da derbideki provokasyon ve ardından gelen facianın etkisinden kurtulamamış. Ama takım Sivasspor'un bitmişliğinden de yararlanarak, harika bir oyun oynadı diye düşünüyorum.


Sabri resmen bambaşka bir adam oldu bu sezon. Barış sağ kanatta, Keita'dan farklı olarak, ortaya yakın oynadı ve çok faydalı işler yaptı. Tabii Barış'ın iyi performansında Arda'nın yavaş yavaş kıpırdanmasının etkisi çok büyük. Kewell maçın başında yokları oynasada çıkıp golünü attı. Topal ve Sarp çok güzel toplar kesip bunları hücuma çevirdiler. Gökhan Zan ise en çok sırıtan isimdi. Gereksiz top şişirmeleriyle eminim çoğu Galatasaraylı'yı kızdırmıştır.


Nonda için ayrıca birkaç şey söylemek isterim. Nonda, Baros'tan çok farklı bir oyuncu olduğunu gösterdi. Bunu iyi veya kötü anlamda söylemiyorum, sadece farklı. Baros hep en ileride durup her zaman kaleye yakın olmayı düşünüyor. Nonda, Baros'a göre çok daha geride oynuyor, neredeyse orta sahaya kadar geliyor. Ayağı o gün iyi top yapıyorsa takımın hemen hücuma çıkmasında çok faydalı oluyor Nonda.


Goller Petkoviç'in ikramları olarak geldi ama durum böyle olmasa da skorda çok fazla değişiklik görmeyecektik. Sivasspor'un gol atması çok zor görünüyordu.


Takım son 15 dakikada, Neeskens'in tüm çırpınışlarına rağmen, geriye yaslanarak oynadı. Ama bence olması gereken de buydu. Bizim ileri çıkışlarımız pek hoş anılar bırakmadı maçların ikinci yarılarında. Ayrıca garantide olan bir maçı rölantiye alıp oyuncuları dinlendirmek de mantıklı bir hareket olurdu.


Hakem için de söyleyebileceğim tek şey, kartlar konusunda ne yaptığını bilmediği. Sabri'nin topuğu parçalanmak istenirken bunun mağduru yine Sabri oldu. Bülent Yıldırım uçan kuşa sarı kart çıkardı resmen.


Gelelim maçın bana göre en çok öne çıkan yanına. Derbi yankıları sürerken Galatasaray taraftarını öfkeden çılgına çeviren bir olay vardı: Ercan Saatçi ve Metin Özülkü videosu. Tribünlerimiz küfürlü ve küfürsüz tezahuratlarıyla en güzel şekilde tepkisini koydu bu olaya. Bu konuda o kadar doluyum ki, bloga yazı bile yazamıyorum. Korkum Fenerli arkadaşlarımı kırmak falan da değil. Zaten Fenerbahçe'ye olan antipatim asla kişisel bazda dostlarıma duyduğum bir antipati değil. Çekindiğim şey, idealimizdeki blog seviyesine ihanet etmek sadece (ki bunun da sınırlarında dolaşıyorum çoğu zaman :) ). Ercan Saatçi ve Metin Özülkü denilen adamlar için hislerimi dile getirmenin bir yolu yok bu blogda.


Derbi sonrası bir şey yazamamam da bu sebeptendir. Yapılan o kadar bariz haksızlıklar var ki (özellikle cezalar konusunda), çoğu Galatasaraylı gibi beni de çıldırtıyor. Bunu da makul bir yazıyla anlatmanın hiçbir yolu yok. Maç öncesi ve süresince Arda'ya oynayan taraftar ve futbolcular, çalım yediğinde Keita'nın beline dolanan Carlos, ayak kırmak için oynayan bir rakip takım...


Dünyanın pet şişesi atıldı, hakemin kafası yarıldı, ceza 2 maç. Sami Yen'de bunun karşılığı 5 maç oluyor nedense. Nerede bu işin standartı? Dağın başında mı yaşıyoruz? Ama artık o kadar umutsuzum ki bu olaylar karşısında, böyle gelmiş böyle gider diyorum. Binbir zorlukla mücadele ettikten sonra yine mayıslar bizim olur diye umuyorum.


Kolay değil, 4 gün içerisinde bu takım Baros, Keita ve Elano'yu kaybetti. Derbideki beklenti o kadar yüksekti ki, kaybedilmesi travmayı aynı derecede arttırdı. Bu nedenle Fenerbahçe'nin puan kaybı belki de Sivasspor maçının kazanılmasından bile önemliydi Galatasaray için.


Sonuç olarak depresyon tedavimize başladık. Kalan haftalardaki maçlar çok zor gibi gözükmüyor Bursa maçı haricinde. Rijkaard'ın takımı adam etmesi için güzel bir fırsat var önünde. Eminim değerlendirilebilecek en iyi şekilde değerlendirecektir bunu. Zira kendisine sonuna kadar güveniyorum. Adamsın Frank! :)