7 Eylül 2010 Salı

Amerika Açık: Çeyrek Finaller


Bu akşam maçları öncesinde kadınlarda çeyrek final eşleşmeleri tümüyle, erkeklerde de toplam 2 eşleşme belli oldu. 4. turun en çok merak edilen maçı olan Wozniacki-Şarapova eşleşmesinin galibi Danimarkalı Wozniacki oldu. Caro eğer Cibulkova'yı geçmeyi başarırsa büyük ihtimalle Wimbledon finalisti Zvonareva ile final için mücadele edecek. Finale uznanan diğer yolda ise iki eski Amerika Açık şampiyonunun karşısında bu yılın Roland Garros finalistleri olacak. Fransa'nın final yorgunluğu nedeniyle Wimbledon'a henüz ilk turda veda eden bu Schiavone ve Stosur ikilisinin başka bir final oynayacak kalibrede olup olmadıklarını görmek adına önemli bir test onları bekliyor. Ben özellikle bu akşam oynanacak Stosur-Clijsters maçının şampiyonluk yolunda belirleyici maçlardan biri olacağı inancındayım.


Erkekler tarafında bu akşam oynanacak çok önemli bir maç yok. Amerikalılar son umutları Sam Querrey'nin, Andy Murray'nin elenerek çekildiği yoldan yarı finale kalmasını bekliyorlar. O yoldan kim gelirde gelsin Nadal'ı zorlayabileceğine inanmadığım için çok önemli görmediğim bu maçlarda, kariyerlerinin en yüksek noktasına çıkmak için Wawrinka, Querrey, Youzhny ve Robredo kıyasıya mücadele verecekler. 4 İspanyol'un grand slam yarı finali için bir nevi İspanya Kupası düzenleyecekleri bölümde ise açık favori tabii ki Nadal. Onu zorlama ihtimali olan tek ismin ise Verdasco olduğunu düşünüyorum.


Erkekler eşleşmelerinde 2 numaralı seri başı Federer'in yolu ise Nadal'a kıyasla bir hayli zorlu. Öncelikle çeyrek final eşleşmelerinin en önemli maçında Söderling ile karşılaşacak majestelerini, yarı finalde Monfils'i geçmesi halinde Djokovic bekliyor olacak. Federer - Söderling eşleşmesinde form durumları kadar mental faktörler de etkili olacak. Fransa Açık'ta Federer'in 23 grand slam üst üste yarı final oynama rekorunu sonlandıran Söderling'in kendine güveni ve Federer'in bu duruma nasıl cevap vereceği merak konusu.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Caro vs. Sharapova



Dünya Basketbol Şampiyonası, Euro 2012 elemeleri derken yılın son grand slam turnuvası olan Amerika Açık arada kaynadı. Şu ana kadar erkeklerde Murray, Roddick ve Davydenko gibi iddialı isimler turnuvaya veda etti. Kadınlarda ise alışılageldik Jankovic ve Dementieva hayal kırıklıklarının dışında turnuvanın iddialı isimleri yollarına devam ediyorlar. Anlaşılan Serena Williams'ın turnuvaya gelememesi üzerine herkes bir bu grand slam'i kazanabileceğine inanıyor.

İlk haftanın kısa özetinin ardından ikinci hafta başlayacak maçlara göz atınca, bu akşam kadınlarda bizi bekleyen müthiş bir karşılaşma dikkat çekiyor. Kortun bir tarafında, henüz 17 yaşında Wimbledon kazanarak kadınlar tenisinin son "wonderkid"i olan, sonrasında 2 grand slam daha kazanmayı başarıp tenis kortlarından moda dergilerine geçiş yapan Şarapova var. Bugün kortlarda, sallanan zarif küpeleri ve bir moda defilesinde sergilenecek şıklıktaki kıyafetleriyle arz-ı endam etse de, eski başarılı günlerinden oldukça uzakta. Bu yıl performansında yeniden bir toparlanma görülse de, yeniden zirveye tırmanabilmek için yeterli güce sahip olup olmadığını bu turnuvada görmek gerekiyor.

Karşısında ise turnuvanın bir numaralı seri başı 20 yaşındaki genç yetenek Caroline Wozniacki var. Kadınlar tenisinin son wonderkid'i olan Wozniacki, Kadınların istikrarsız sonuçlarla karıştırdığı WTA sıralamasında sürekli yükselerek Serena'nın ardından ikinci sıraya yerleşti. Genç Danimarkalı, son yıllarda bu sıraları görüp hayal kırıklığı yaratan Jankovic, Safina, Ivanovic gibi isimlerden farklı olarak bu seviyede tutunmak için var gücüyle çalışıyor. Yine de kendini ispat etmek için bir grand slam turnuvası kazanması gerekiyor ki, eğer bir iki yıl içinde bunu başaramazsa performansında bir düşüş görebiliriz. Geçen yıl final oynadığı Amerika Açık grand slam kazanmak için en yüksek şansa sahip olduğu turnuva.


İki oyuncu için de oldukça önemli olan bu maç ile ilgili görüşlerime geçeceğim; ama bu teknik bir yorumdan ziyade maçla ilgili duygularıma dair olacak. Bu maçta, bütün turnuvada olduğu gibi Wozniacki'yi destekliyorum. Wozniacki ile ilgili bloga geçen yıl koyduğum yazıda (ki bu tenisle ilgili olarak bloga koyduğum ilk yazıdır) belirttiğim gibi Woznaicki ile 2008 Fransa Açık'ın 3. turunda karşılaştım. Grand Slam turnuvalarında ilk turların en heyecan verici olayı genç bir yeteneği keşfetmektir. Wozniacki de benim kişisel keşfim olduğu için şu anda geldiği seviye beni heyecanlandırıyor.

Onu desteklememin bir diğer nedeni de kadınlar tenisinin yeni bir şampiyona fazlasıyla ihtiyaç duyması ve gelişimine baktığımızda Caro'nun bu yeni şampiyon olmak için en potansiyelli isim olması. Her ne kadar teniste Şarapova'nın geri dönüşü kadar ilgi çekecek ikinci bir haber olmasa da, Wozniacki'nin de iki-üç yıllık bir süreçte yeni bir süper yıldız olma ihtimali var ve ben geleceğe yatırım yapmak amacıyla "Yürü be Caroline" diyorum.

3 Eylül 2010 Cuma

Türkiye 2010: Rakibimiz Fransa


2010 Dünya Şampiyonası'nın grup aşaması geride kaldı. Grup aşamasının ilk iki gününü İzmir'de, son üç gününü de Ankara'da geçirerek toplam 10 maçı izleme şansı buldum. Aslında Rusya - Yunanistan maçını bunların içinde saymamın tek nedeni Rusların verdiği emeğe duyduğum saygıdır. Yoksa Yunanlılar tarihten gelen geleneklerini devam ettirerek unutulmaz bir komedyaya imza attılar. Onları izlemek için salona gelen basketbol severlere karşı yaptıkları bu terbiyesizlik umarım cezasız kalmaz ve mucizevi basketler sonunda İspanya'yı onların karşısına çıkartan basketbol tanrıları İspanya'nın turu geçmesi için de yardım elini uzatır.

Konuyu fazla dağıtmadan sözü ikinci turdaki Türkiye - Fransa eşleşmesine getirelim. Basketbol tanrıları adalet terazisini dengelemeye çalışırken bize de ufak bir kazık atmış oldular ne yazık ki. Çeyrek finale kalmak için yumuşak pota altıyla dişimize göre bir rakip olan Yeni Zelanda yerine, atletik oyuncularıyla sert savunma yapan Fransa'yı geçmemiz gerekiyor. Fransa'nın iki, Türkiye'nin de üç maçını salonda izleme şansı bulan ender kişilerden (tek kişi de olabilirim) biri olarak bu eşleşmede neler yaşanabileceğine dair bir yazı yazmaya karar verdim. Fransa'yı grubun ilk iki maçı olan İspanya ve Lübnan maçlarında izlediğimi, yani kaybettikleri maçları görmediğimi ekleyeyim. Ancak Fransa'nın kazandığı iki maçta dahi oyun kurma gibi temel sıkıntıları göz önündeydi.


Yazıya başlamadan önce Pollyannacılık yapıp, çabuk hücum ederek oynayan takımlara karşı zorlandığımızı göz önüne alarak, hücum süresinin 10 saniyesini kullanmayı tercih edip her maç 80'i aşan Yeni Zelanda'yla eşleşmiyor olmamızın o kadar da kötü bir durum olmadığını söylemek istiyorum. Böyle takımlara karşı nasıl savunma yaptığınızdan ziyade, nasıl hücum ettiğiniz önemli oluyor ve milli takımımızın sıkıntılarından birisi istikrarlı bir şekilde skor üreten oyunculardan yoksun olmamız. (Bu durum muhtemel bir Slovenya eşleşmesinde de başımızı ağrıtabilir.)

Fransa ise aynı milli takımımız gibi kendisini savunma üzerinden tanımlayan bir ekip. Özellikle uzunların post-up oyunlarında 2 ve 3 numara oyuncuları da oldukça uzun isimler oldukları için etkili ikili sıkıştırmalar yapabiliyorlar ve rakibi fazlaca top kaybına zorluyorlar. Burada bir parantez açıp İspanya'da, dünyanın en iyi pasör uzunlarından olan Pau Gasol'ün eksikliğinin Fransa maçında fazlaca hissedildiğini söylemeliyim. Bizim uzunlarımız da pasör nitelikli olmadıkları için pota altında sıkışan bir oyunda top kayıpları yapabiliriz.


Yukarıda değindiğimiz Fransa'nın fizikleriyle ön plana çıkan iki ve üç numaralarına yakından bakalım; çünkü bu isimler aynı zamanda Fransa'nın hücumdaki skor yükünü çekiyorlar. Bu isimlerden en dikkat çekeni şüphesiz Nicolas Batum. Alex Mumbru'yu poster yaptığı İspanya maçındaki smacının ardından Lübnan maçında da yaptığı smaçta potayı kırmasıyla atletizmi konusunda hiç bir şüpheye yer bırakmadı. 2.03'lük boyuyla şutör guard pozisyonuna kaydığı zaman ciddi eşleşme problemlerine yol açıyor ve penetre etmeyi seven bir oyuncu olduğu için takım bu eşleşme problemlerinden rahatlıkla skor üretebiliyor. Turnuvada ön plana çıkan diğer forvetleri ise Mickael Gelabale. Bu yılı Cholet takımında Erman Kunter'in öğrencisi olarak geçiren Gelabale, turnuvadaki 12.8 sayı ortalamasından daha etkileyici olan ise bu ortalamayı çok iyi bir yüzdeyle şut sokarak tutturmuş olması. Aynı pozisyonlarda oynayan bir diğer isim olan Florent Pietrus ise hücumdan çok savunmadaki katkısıyla başımızı ağrıtabilir.

Fransa'nın pota altında rotasyon için yeterli sayıda oyuncusu var. İlk beş başlayan Ali Traore ve Boris Diaw'la birlikte bench'ten gelen Koffi ile skor buluyorlar. Bu ismlerden en tanınanı olan Diaw'ın ise göbek salarak eski atletizminden uzaklaştığını not düşeyim. Yine de pota altında iyi pas dağıtan Diaw'a dikkat etmek lazım. Ian Mahinmi ile tamamlanan pota altı rotasyonunun en büyük sorunu ise erken faul problemine girmeye meyilli oyunculardan oluşması. Ömer Aşık ve Semih Erden'i hücumda iyi besleyebilirsek Fransa uzunlarını faul problemine sokarak henüz maçın başında ciddi bir avantaj elde edebiliriz.


Son olarak Fransa'ın en zayıf bölgesi olan oyun kurucularını inceleyelim. Nando de Colo ve Yannick Bokolo skor üretmekte başarılı olsalar da, esas görevleri olan oyun kurmakta bir hayli yetersizler. Takımın asist liderinin Boris Diaw olması da bu durumun bir kanıtı. Bu ikilinin penetre üzerinden attıkları şutlarda iyi savunma yaparsak bizim için ciddi bir tehdit oluşturamazlar. Üzerine daha önceki maçlarda yaptığımız gibi ön alanda pres uygularsak Fransa'yı oldukça fazla top kaybına zorlayabiliriz.

Kendini savunma üzerinden tanımlayan Fransa'nın bizim için çok da korkutucu olduğunu söyleyemeyiz; çünkü artık İbo, Harun ve Ufuk Sarıca'lı skorer kimliğiyle ön plana çıkan 90'lar Türkiye'sinden oldukça farklı bir milli takıma sahibiz ve sert savunma takımlarına aynı sertlikle yanıt verebiliyoruz. (Saydığım adamlardan birisi şu milli takımda oynuyor olsaydı değil Fransa, bence İspanya veya Sırbistan'dan bile korkmamıza gerek olmazdı) Eğer maçın başından itibaren konsantre olup pota altında üstünlük kurup, zaten üstün olduğumuz oyun kurucu pozisyonunda onları sıkıntıya düşürürsek, Fransa'nın atletik forvetlerinin sazı ele almasına fırsat vermeden bu maçı alırız.

2 Eylül 2010 Perşembe

How I Ended This Summer (Kak ya provyol etim letom)


Saraybosna Film Festivali'ne dair notlarımın sonuncusu festivalde izlediğim ilk film olan How I Ended This Summer'a ait. Kuzey Buz Denizi'ne yakın bir meteoroloji üssünde çalışan ve diğer insanlardan izole şekilde yaşamak zorunda olan iki adamın ilişkilerine odaklanan bu Rus filminde, ikili arasındaki iktidar mücadelesini çok iyi yansıtan iki oyuncu da Berlin Film Festivali'ne en iyi oyuncuya verilen Gümüş Ayı ödülüne layık görülmüş. Bu yazıda da filme dair aldığım notları paylaşmak istiyorum.

Filmin dinamikleri, birbirine zıt yapıdaki biri genç biri yaşlı iki adamın zıtlaşması üzerinden ilerliyor. Bunlardan yaşlı olanı Sergei, bir aile babası olmasına karşın, karısı ve çocuğundan ayrı yaşamaya ve doğaya adapte olmayı başarmış. Yıllar geçtikçe doğayla baş etmek için gerekli kanunlara aşırı bağlılığıyla statik bir karaktere bürünen Sergei'yi değişime ait her şey ürkütüyor.


Genç isim Pavel'in çevresi hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Kuzey Kutbu'na, üsse kurulan bilgisayar sisteminin doğru çalışıp çalışmadığını test etmek için gelmiş. Henüz ilk sahneden itibaren yeni yaşam alanıyla olan uyumsuzluğunu gözlemlemeye başlıyoruz. Film de daha ziyade onun doğa ile mücadele sayesinde olgunlaşma sürecini ele alıyor. Sergei'nin balık avlanmak için istasyondan ayrılmasının ardından bilgisayara güvenen Pavel, elle yapılan ölçümleri kaydetmiyor ve ikili arasında bir kriz baş gösteriyor. Bu noktada Sergei'in filme adını veren cümlesini söylüyor: "Burası 'yaz tatilimi nasıl geçirdim(how i ended this summer)' başlıklı bir yaz ödevi yazılacak bir yer değil, bir hata pek çok şeye mal olabilir.

Kuzey Buz Denizi yakınında geçen bu filmde, iki adam arasındaki ilişkileri incelemek için doğa ideal konumda; çünkü bu ilişkinin arasına girebilecek başka hiçbir şey yok. Bu nedenle şehirde bin bir türlü mazeret ile geçiştirilebilecek olan bir yalan, kutuplarda bir krize yol açıyor. Karakterlerin yaşantıları çetin doğa şartlarına göre şekilleniyor ve hikaye ilerledikçe doğa iktidar sınırlarını çizen bir oyun alanı haline geliyor. Pavel'in bilgisayar oyunlarından aşina olduğu şartlara pek benzemediğini de eklemek gerekiyor.


Doğa, iki karakter üzerinden anlatılan bu hikayede adeta sacayağı gören 3. karakter rolünü oynuyor. Bu 3. karakter olma durumunu, Sergei'in ailesinin öldüğü gerçeğinin açıklandığı ve silahların patladığı sahnenin ardından ön plana çıkıyor. İkili arasındaki iletişim kopunca temponun biraz düşmesinin ardından hikayeyi devam ettirme görevi, çetin şartlarını sunan doğaya düşüyor. Doğaya dair mizansenler, özellikle helikopter inidirilme sahnesindeki sisler ve kayaların içinde kaybolan Pavel'in görüntüsü oldukça etkileyiciydi. Yapılan uzak çekimlerde karakterlerin doğa içindeki güçsüzlüğü ortaya çıkıyor ve bu görüntüler hikayeye de ciddi bir katkı veriyor.

Filmin sonunda Saraybosna'daki salona gelen yönetmen, filmin belgesel ile kurmaca arasında bir yerde durduğundan bahsetti. Artık pek çok filmde görmeye başladığımız bir durum. Sinema kendi dilini yarattıkça tiyatronun, edebiyatın yapay atmosferini bir kenara bırakıp gerçeği aramaya koyuluyor. Bunu bir kenara koyup filmin çekimlerine dair ilginç bir özelliğinden bahsedelim. How I Ended This Summer, pek çok filmden farklı olarak sahnelerin senaryodaki sırasıyla çekilmiş. Yönetmenin gerçeklik arayışına dair bir başka veri olan bu durumu daha da ilginç kılan ise başrol oyuncularıdan Grigriy Dobyrgin'in (Pavel) bir sonraki gün gerçekleşecek çekimlerden haberi olmaması. Yönetmen çekimlerden önce her sabah Dobyrgin'e yeni günde olacak gelişmeleri anlatmış ve hikayenin devamı hakkında başka bilgi vermemiş. Filmi belgesele yaklaştırmak için başka ne yapılabilir bilmiyorum; ama yönetmen filmde amacına ulaşmayı kesinlikle başarmış.

Türkiye 79 - 77 Porto Riko: Lider Buraya


Maç öncesinde yazmıştım, sonuç olarak çok önemli olmasa da momentumu kaybetmemek adına kritik bir maçtı millilerimiz için. Yunanistan gibi bir kader maçından alınlarının akıyla çıkan 12 Dev Adam, Porto Riko karşılaşmasına dün akşam oynanan bu maçın yorgunluğuyla çıktı. Kafalarda da grup liderliğinin büyük ihtimalle garantilendiği algısı olduğu için ilk yarıda Yunanistan maçındaki savunma konsantrasyonunun epey gerisinde kaldık. Bütün bu faktörlere son saniyelerdeki laubaliliğin (Ersan!) de eklenmesine karşın maçtan 79-77 galip ayrılıp grup liderliğini garantiledik. Turnuvanın Ankara ayağını yarın formalite için oynanacak olan Çin maçıyla bitirip her şeyin belirleneceği İstanbul hesaplarını yapmaya başlayabiliriz artık.

Porto Riko gibi tempolu hücumlarla skoru yüksek tutmaya meyyal takımlara karşı savunmada mesajı başlangıçta vermediğiniz takdirde zorlanmanız normaldir. Zayıf savunma karşısında güveni yerine gelen Porto Rikolular içeriden 2.20'lik Ramos, dışarıdan da Sanchez, Vassallo ve Carmelo Lee ile cezayı kestiler ve ilk yarıda 37 sayıya ulaştılar. (Vassallo demişken bir parantez açıp iki gündür izlediğim hem iki hem üç numara oynayabilen oyuncuyu oldukça beğendiğimi ekleyeyim. Dün fizik gücü sayesinde Çinlilerin başına bela olup maçı getiren isim olmuştu, bugün de Türkiye karşısında sağlam bir performans ortaya koydu.) Bu dönemde özellikle Ömer Onan'ın sayılarıyla farkın çok açılmasını önledik. Ömer Aşık'a yapılan faullerden sayı çıkaramayınca pota altı üretimimiz ilk yarıda neredeyse sıfırlandı.


İkinci yarıya savunmanın dozajını biraz artırarak başlasak da Porto Riko üçlüklerle skorda önde kalmayı başardı. Bu sürede Hidayet, kendisinden turnuvanın başından beri beklediğimiz gibi oyuna ağırlığını koydu ve farkın 5-6 sayıda kalmasını sağladı. Çeyrek sonuna doğru Porto Riko'nun direncini kıran isim ise Kerem Gönlüm oldu. Bu kısa süreye sığdırdığı 9 sayı çeyrek sonunda skora ortak olmamızı sağladı: 56-57

4. çeyreğin başlamasıyla birlikte salon Yunanistan maçındaki atmosferine büründü ve millilerimiz kendilerinden beklenen savunma direncini artırdı çeyrek ortalarına kadar 15-4'lük bir seriyle gelerek öne geçmeyi ve farkı da maçı almak için yeterli seviyeye çıkardık. Maçın sonları yaklaşırken ise bilindik maç sonu hastalığımız yeniden nüksetti ve Porto Riko üst üste bulduğu iki üçlükle son dakika içinde maçı 78-72'ye getirdi. Bu saniyede Ersan'a atılan uzun pasla yarı sahayı rahat geçmeyi başararak maçı bitirdik diyorduk ki, Ersan'ın anlamsız üçlük denemesi geldi. Kaçan şutun ardından 6 saniyede bir üçlük daha bulan Porto Rikolular farkı tek hücumluk seviyeye indirdi. 78-77'den sonra Kerem Tunçeri faul atışlarında 2'de 1 yapınca işler Porto Riko'nun son hücumuna kaldı; ancak Porto Riko bu şansı kullanamayınca 79-77'yle grup liderliğini garantilemeyi başardık.

Turnuvanın ilk etabını hatasız bir şekilde ilerideki turlar için önümüzü açan grup liderliğini elde ederek tamamlamayı başardık. Şimdi final etabı başlamadan önce durup takımdaki olumlu ve olumsuz noktalara bir göz atmakta fayda var. Birinci sıraya koymamız gereken özelliğimiz tabii ki takım savunmamız. Bugün istenen seviyede olmasa da son çeyrekte seyircinin de gereken desteği verdiği kısa sürede takım savunmamızın ne kadar etkili olduğunu bir kez daha gördük. Bunun yanına koymamız gereken bir diğer önemli özelliğimiz ise hücumda pek çok skor opsiyonu yaratabilmemiz. Bugün Ömer Onan ve Hidayet dış şutları ve penetreleriyle rakibi aşmayı başardı. Kerem Gönlüm kısa forvetle olan eşleşmesinden skor üretmeyi başardı. Yarın pota altı zayıf bir ekibe karşı Ömer Aşık ve Semih 20'li sayılara rahatlıkla çıkabilirler. (Yeni Zelanda neden olmasın) Buradaki en önemli faktör de tabii ki başta Kerem Tunçeri olmak üzere Ender ve Hidayet'in iyi oyun görüşüne sahip isimler olmaları. Turnuvada pek çok takım bir oyun kurucu bulmakta dahi zorlanırken (bkz. Litvanya, Fransa), milli takımımızın sahaya aynı anda üç oyun kurucuyla çıkma lüksü var.


Madalyonun diğer yüzünü çevirdiğimizde ise en büyük sıkıntıyı maç sonlarında yaşadığımızı görüyoruz. Ömer Aşık'ın faul sokma sıkıntısı son anlarda onun sahada olmasını engelliyor ve kolay sayılara gitmekte zorlanıyoruz. Son iki günde oynanan maçlarda son dakikalara 10+ farklarla girdiğimiz için sorun yaratmadı belki; ama ilerleyen turlarda son topların daha kıymetli olacağı aşikar ve bu soruna bir çözüm üretmemiz şart. Skor opsiyonlarımız çok olsa dahi oyuncularımızın hepsi kendi oyunuyla skor üretmekte zorlanıyor, bu nedenle de her maç 80-90 atarak oynamayı seven Porto Riko tarzı takımları yakalarken oldukça zorlanıyoruz. Önümüzdeki maçlara baktığımızda eşleşmemiz muhtemel olan Yeni Zelanda ve Slovenya da bu tarz takımlar ve kötü bir sürprizle karşılaşmak istemiyorsak bu maçlarda savunma konsantrasyonumuzu ilk andan itibaren yüksek tutmalıyız.

Final eşleşmelerinden oluşan tabloya baktığımızda büyük ihtimalle Yeni Zelanda ve Slovenya yarı finale kalmak için önümüzde duran iki engel olacak. Turnuvadaki pek çok ekibin altındaki bir seviyede olan bu takımları yenebilecek potansiyele kesinlikle sahibiz. İki gündür Ankara Spor Salonu'nu inleten Gençlik Marşı'ndan alıntı yaparak Güneşin ufuktan doğduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Haydi 12 Dev Adam, şimdi o yoldan emin adımlarla yürüme zamanı. Sesimizi yerin göğün dinlemesine çok az kaldı.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Türkiye 2010: 4. Gün Maçları


2010 Dünya Şampiyonası'nın finale giden yol haritası şekillenmeye başladı. B grubunda ABD, C grubunda Türkiye'nin grup liderlikleri hemen hemen kesinleşirken, İspanya'nın Fransa ve Litvanya'dan aldığı mağlubiyetler turnuva öncesi beklenen son 16 eşleşmelerini bir hayli değiştirdi. Büyük sürprizler olmadığı takdirde 5 takımın son 16 eşleşmelerindeki yeri belli oldu, bu akşam ikisinin yeri daha kesin belli olacak. Şimdi turnuvada bugün oynanacak kader maçlarına bir göz atalım.

A Grubu: Avustralya - Sırbistan / 16:30


2009'daki finalin ardından bu turnuvanın da favorileri arasına giren Sırbistan, Almanya'dan aldığı mağlubiyetin ardından kafada soru işaretleri bırakmıştı. Sırbistan'ın şansı ise bu mağlubiyetin telafisinin olması. Grupların son iki gününde oynayacakları Avustralya ve Sırbistan maçlarını kazanırlarsa grup birincisi olarak son 16'ya kalacaklar. Bu maçı kaybettikleri takdirde ise grup 4. olup son 16'da ABD ile eşleşecekler. Bizim için en kötü senaryo ise bu maçı 18 sayıdan az farkla kazanıp Arjantin'e kaybetmeleri olacaktır. Bu durumda grup 3. olacaklar ve çeyrek finalde milli takımımızla eşleşme ihtimalleri var ki, benim şu an olası çeyrek final eşleşmeleri için en çok çekindiğim takım Sırbistan. Aleks Mariç'in milli takım seçerken Sırbistan ve Avustralya arasında gidip gelmiş olması da maçı ayrıca ilginç kılacak.

B Grubu: Brezilya - Slovenya / 21:30


B grubunda ABD kayda değer rakiplerinin hepsini yenerek grup liderliğini garantiledi. Artık bu grupta 2, 3 ve 4. sıranın kime gideceği merak konusu ve sıralamayı da Slovenya, Hırvatistan ve Brezilya arasında oynanan maçlar belirleyecek. Bu üçlü arasında oynanan ilk maçta Slovenya Hırvatistan'ı yenerek önemli bir avantaj sağladı. Eğer bugün de Brezilya'yı yenerlerse grup ikincisi olmayı garantileyecekler. Brezilya kazanırsa maçın sonundaki fark da oldukça önemli olacak; çünkü son gün oynanacak Hırvatistan - Brezilya maçının sonucuna göre üçlü averaj hesapları devreye girebilir. B grubunun ikincisi milli takımızın çeyrek finaldeki muhtemel rakibi olduğu için bu maç bizi de yakından ilgilendiriyor.

C Grubu: Türkiye - Porto Riko / 21:00


Diğer maçlar kıyasla çok da kritik bir maç değil belki; ancak Türkiye'nin yakaladığı momentumu kaybetmemesi için bugünü de kayıpsız atlatması gerekiyor. Bu maçı kazandığımız takdirde 12 Dev Adam'ın grup birinciliği, Porto Riko'nun da grup dördüncülüğü kesinleşecek. Maçı kaybetsek dahi yarın Çin'i yenerek grup birincisi olacağız, ki bu durum takımların kaderinin tek maçla çizildiği turnuvalar için büyük bir lüks. Yine de dediğim gibi momentumu kaybetmemek ve İstanbul'a namağlup gitmek açısından önümüzdeki tek engel Porto Riko maçı ve bu engeli aşarken milli takımı desteklemek adına bu akşam da Ankara Spor Salonu'nda olacağız.

D Grubu: Fransa - Litvanya / 21:00


Bizi olası bir yarı final eşleşmesine kadar ilgilendirmeyen bir maç; ama turnuvanın gidişatını ciddi biçimde şekillendirecek. İspanya'yı geçmeyi başaran iki takımın mücadelesi grup lideri ve ikincisini tayin etmiş olacak. Turnuvanın ilk iki gününü İzmir'de geçirdiğim için iki takımı da izleme fırsatım oldu ve buradan hareketle maç üzerine bir ön değerlendirme yapmak istiyorum. İki takımın da en önemli eksikliği oyun kurucu. Fransa atletik ve sert oyuncuları sayesinde savunmada her takımın başına bela açacak bir kadroya sahip. Litvanya'nın oyun kurmada ve Kleiza dışındaki isimlerle pota altından skor üretmekte ciddi problemleri var. Ayrıca dış oyuncuların savunmasında da iyi sinyaller vermiyorlar. Özellikle Batum ve Gelabale'in fizik üstünlükleriyle Litvanyalılara problem çıkartması muhtemel. Litvanya'nın bu maçtaki kozları ise ateşli seyircisi ve hem iç hem dış tehdidi olan Kleiza olacaktır. Maciulis, Pocius ve Delininkaitis'in skor katkılarının ne düzeyde olacağı ise maçın sonucunu belirler. Benim tahminim Fransa'nın bu maçı kazanacağı yönünde.

Türkiye 76 - 65 Yunanistan: Türkler Savunuyor


Türkiye için turnuvanın ilk kader maçı geride kaldı. C grubunun liderini belirleyecek olan maçta millilerimiz Yunanistan'ı 11 sayı farkla yenerek bizleri madalya için umutlandırdı. Ersan'ın kahramanlaştığı maçta Kerem Tunçeri'nin organizatörlüğü, Ömer Onan'ın savunması ve uzunlarımız Semih ve Ömer Aşık'ın ikili oyunların sonunda vurduğu smaçlar Ankara Spor Salonu'nu dolduran bizlerin alkıştan avuçlarının ağrımasına, sevinçten sesimizin kısılmasına neden oldu. Helal olsun çocuklar! Bu savunma gayreti devam ederse (ki edecektir) 12 Eylül akşamı Türkiye basketbolda tarihi bir sonuca imza atabilir.

Bu takıma övgüler düzmekten kendimi alamıyorum; ama bir nebze kendimi tutarak maç yorumuna geçmek istiyorum. Normal bir gün olmadığı için normal bir yorum sırası izlemeyelim ve yoruma 3. çeyrekten başlayalım. Pivotu ortada tutarak yaptığımız 2-1-2 alan savunması o kadar etkili oldu ki, Yunanlılar üçlük denemelerinden başka bir çözüm üretemediler. Şutlar da girmeyince Türkiye yavaş yavaş farkı açmaya başladı. Alan savunmasını çözmek için 4 faullü Big Sofo'yu oyuna süren koç Kazlauskas'ı ise Kerem Tunçeri, Ömer Aşık ve Semih Erden ile oynadığı ikili oyunlarla pişman etti. Yunan potasına basılan smaçların üstüne Sofo'nun beşinci faulü ve Ersan'ın skor katkısı eklenince skor bir anda 65-51'e geldi. Çeyrek sonunda tribünlerin "Ersan, Ersan" diye bağırarak MVP performansı sergileyen İlyasova'ya hakkını vermesi gerçekten muhteşemdi.


Turnuvadaki ilk iki maçta 23.5 sayı ortalaması tutturan "Kill Bill" Spanoulis'in yalnızca 5 sayıda kalması, maçın kahramanları arasına Ömer Onan'ı yazmamızı gerektiren bir istatistik. Savunmanın bireysel olarak nasıl yapılacağının dersini Ömer, takım savunmasının dersini de 3. çeyrekte oyuna giren bütün oyuncular verdiler. Bugün gördük ki 12 Dev Adam sonunda bir takım olmayı başarmış. Bu harika savunmadan çıkarılacak anlam budur ve bu noktada "hücum maç savunma şampiyonluk kazandırır" kuralını hatırlamakta fayda var.

Tek maçla final hayalleri kurmak gerçekten uzak gelebilir; ama bu galibiyetin getirdiği moralden fazlası var ve bunlar da turnuvanın ilerideki eşleşmeleri ile ilgili. Bu galibiyet sayesinde ABD, İspanya (aman dörde düşmek gibi bir numara çekmesinler), Yunanistan (yendik ama yine de mümkünse bir daha karşılaşmayalım) gibi önemli ekiplerle finale kadar karşılaşmayacağımız bir yola girdik. Fransa grup lideri, Sırbistan da grup ikincisi olursa bu iki takımla da karşılaşmayacağız ve finale giden yolda karşımıza Brezilya ve Arjantin gelecek. Güney Amerikalı ikilinin her ikisi de güçlü; ama özellikle yukarıda saydığım takımlarla karşılaştırırsak bizim geçebileceğimiz ekipler.


Bugün salonda olan Ankaralılar olarak, Kerem Tunçeri "Dağ başını duman almış" marşını söylemeye başladığı andan beri turnuvayla ilgili büyük hayaller kurmaya başladık bile. Bizlere bu tarihi zaferi yaşatan bütün milli takım oyuncularına ve görevlilerine teşekkür ederim, özellikle milli formayla canlı izlediğim en iyi performansa imza atan Ersan İlyasova'nın önünde saygıyla eğiliyorum. 6'da 6 üçlükle 26 sayı ve 5 ribaundunun yanında 0 top kaybı gibi bir başka güzellik daha eklemiş maskeli süvarimiz Ersan. Bir kez daha ellerine sağlık.

Bugün için aldığım bilet, koleksiyonumda 3-3'lük Liverpool - Milan finalinin hemen arkasındaki en değerli bilet olarak yerini ayırdı; ancak milliler bu performansı sürdürürse, 2005 Ş.L. finalini dahi geçebilecek güzellikte bir bilet elimde duruyor: 12 Eylül 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası Final Bileti.