1. Yılın Adem'i: Mohammed Bouazizi
Yılın Adem'i Mohammed Bouazizi, 2011 yılının yalnızca dört gününü görebildi. Bu dört günü de hastanede geçirmek zorunda kaldı.Peki, ölümünden bir ay öncesine kadar, Spiegel'den alıntılarsak "basit bir sebze satıcısı, öyküsü olmayan bir adam, bir hiç kimse" olan Bouazizi, nasıl bir devrim şehidi olarak tarihe geçti? 17 Aralık 2010 günü, bir kadın polis görevlisi tarafından aşağılanan ve copla dövülen Bouazizi, şikayet etmek için gittiği görevlilerin kendisini dinlememesi üzerine kendini yakarak hayatına son verdi. Adaletsizliğe karşı kendi canını feda etmekten çekinmeyen bir insan figürü, bütün bir Arap coğrafyasına baharın gelmesi için yeterli olur mu? Özellikle Libya'da Fransa-İngitere ortaklığında silahlandırılan muhalefet, Bahreyn'de demokrasi isteyen Şii çoğunluğun Suudi Arabistan tanklarıyla susturulması ve bu duruma kimsenin ses çıkarmaması, demokrasi kavgasının finans ve medya ayağını, demokrasinin esamesinin okunmadığı Suudi Arabistan ve Katar'ın oluşturması gibi pek çok gelişme, halk hareketlerine olan inancı fazlasıyla sarstı. Yine de, hikayeyi silahların konuşmadığı Yasemin Devrimi ile sınırlarsak, Bouazizi'nin Tunus'taki ulusal hareketin öncülüğünü yapan kıvılcımı yaktığı inkar edilemez.
2. Yılın Havva'sı: Camila Vallejo
Bu yıl Time dergisi, yılın kişisi ödülünü genel bir tanımlama yaparak protestocuya (The Protester) verdi. Dünyaya yayılan protesto eylemlerinin ciddi bir ideolojik temellendirmeye ve güçlü bir lidere dayanmaması, bu kararın alınmasında muhakkak etkili olmuştur. Ancak, bu seçimde muhalif eylemleri bir potada eritip, savunduğu sisteme karşı olan hareketleri yok sayma amacını dikkate almadan, Camila Vallejo'nun hikayesini yazamayız. Hem gelecekte muhtemelen hedef tahtasına koyacağı yeni Arap liderleri ön plana çıkarmamak, hem de ülkesinin tam kalbinde gerçekleşen Occupy hareketinin üstünü kapamamak isteyen Time dergisinin bu konudaki tavrı anlaşılabilir. Ancak, Haçlı seferleri mantığıyla tek bir odaktan hareket eden bir Batı medyasından bahsetmek mümkün değil.
Düzenin içinde muhalif olmaya çalışan sol görüşlü gazeteler, özellikle Avrupa'da belirli bir ağırlığa sahipler. Camila Vallejo ismini de, düzen içi muhalif medyanın en bilinen örnekleri olan İngiliz The Guardian ve Alman Die Zeit gazeteleri dünyaya tanıttılar. Amaçları dünyadaki öğrenci hareketlerini gündeme taşımaktı; ancak düzen gazeteleri olarak düzenin kurallarına göre oynamaları gerektiğinin de farkındaydılar. Bouazizi örneğinde olduğu gibi onlar da, öğrenci hareketini gündeme taşımak için kişileştirme yöntemine gittiler. Öğrenci hareketinin başındaki hızmalı güzelin fotoğrafı, gündem yaratmak için onlara gerekli malzemeyi verdi. Die Zeit Camila'nın fotoğrafının altına "1968'den bu yana en büyük isyan hareketi" gibi iddialı bir yorum eklemiş. Belki bu hareketin etkileri 1968 kadar hissedilmedi; ama bu kızın fotoğrafı haklı isyanın unutulmasını engelleyecek. "Siz bir kurtarıcı mısınız?" sorusuna "Saçmalık. Ben bir öğrenciyim." cevabını vererek konumunu bildiğini gösteren bu kızın Yılın Havva'sı ödülünü takdim edip, FAZ röportajından bir kesim aktaralım:
"Komünist bir geleceğe inanıyor musunuz?
Ben, biz komünistlerin bugün dünya çapındaki değişimin önemli bir bölümüne katkıda bulunabileceğimize inanıyorum. Biz demokrasiye inanıyoruz. Biz burjuvazinin demokrasisine inanmıyoruz, biz sıradan insanların demokrasisine inanıyoruz."
Fotoğraf & Röportaj Kaynağı: faz.net - Die Gesicht des Kommunismus
3. Yılın Başarı Öyküsü: "Atomkraft? Nein, Danke" Eylemleri
Fukuşima'da yaşanan nükleer facia sonrasında, Almanya kendi konumundaki ülkeler arasında oldukça radikal sayılacak bir karara imza attı ve 10 yıl içinde bütün nükleer enerji santrallerini kapatacağını açıkladı. Nasıl oldu da Merkel başkanlığındaki hükümet, programında olmamasına ve koalisyon içindeki muhalefete karşın bu kararı alma cesaretini gösterdi? Bunu yalnızca bir facianın getirdiği farkındalık olarak okumak oldukça yanıltıcı olacaktır. Açıkça söylemek gerekir ki bu karar, ekolojiyi politkanın gündemine taşımayı başaran 20-25 yıllık Yeşiller hareketinin zaferidir. Onların nükleer enerji karşıtı hareketi gündemde tutmaları ve örgütlü güce sahip olamaları, yukarıda simgesini gördüğünüz "Atomkraft? Nein, Danke (Nükleer enerji mi? Hayır, teşekkürler)" eylemlerinin güçlü bir kitlesel destek görmesini sağladı ve Merkel de kamuoyu baskısına göre hareket ederek karar verdi.
Rosa Luxemburg'un meşhur bir sözü aklıma geliyor, "Özgürlük her zaman farklı düşünenlerin özgürlüğüdür." Farklı düşünen ve değişen dünyayı iyi okumayı başaran bir politik hareket olan Yeşiller, 2011 yılında gösterdi ki, tutarlı bir muhalefet iktidarın kararlarını tam tersine çevirebilecek güce sahiptir. Demokrasinin ciddi saldırı altında bulunduğu bugünlerde, umutlanmamızı sağlayan güzel bir başarı öyküsü. Daha detaylı bir okuma için Cogito'nun 67. sayısında Aykut Çelebi'nin yazısına bakmanızı tavsiye ederim.
4. Yılın Skandalı: Şike Skandalı
Olayların başlangıcından bu yana 9 ay geçti, ortada şike olup olmadığına dair kesin bir karar yok. Ama geçen dokuz ay içinde yaşanan pek çok skandal, belki de hayatımın en büyük mutluluklarından bir kısmını bana yaşatan bu oyuna olan sevgimi büyük oranda kaybetmeme neden oldu. Basiretsiz yöneticiler, mafya babaları ve çıkar peşinde koşan değer yoksunu medya kuruluşları (buna hem digiturk hem de özel hayatın gizliliğine saygı göstermeyen gazete ve televizyonlar dahil) arasına sıkışıp kalan oyuna yeni dahil olan özel yetkili savcı ve mahkemeler de diğer aktörler kadar güvenilmez olunca, futbol içinden çıkılmaz bir sorun yumağı halini aldı. Bir ülke düşünün ki, yargısı adalet sağlamak yerine güçlünün egemenliğini sürdürmeyi kendisine görev bilsin. Suç sabit olmadan ceza başlasın, kişileri itibarsızlaştırmak adına özel hayatın gizliliği kalmasın. Yöneticileri taşıdıkları sorumluluklardan ve temsil ettikleri kurumların değerlerinden bihaber şekilde ceplerine para doldurmak için yarışırken, kurumların saygınlıklarını ayaklar altına alsınlar. İnsanlar kendi suçlarıyla yüzleşmek ve adil bir düzen kurmak yerine, uluslararası kuruluşların vereceği cezalardan kaçmanın yollarını arasınlar. Hukukta yeri olmayan saçmalıklarla olayların üstünü örtmeye kalksınlar. Başkalarının davaları üzerinden kendi ahlaklılığına dair yorum yapan boş beleş insanlar makam sahibi olup itibar görsün. Bu durumda sonucu Cem Yılmaz repliğine bağlamak kaçınılmaz: "Kimse de demiyor ki aga bu nedir?"
Not: Aman bu logoyu ligtv.com.tr adresinden aldığımı yazayım da, şike skandalında kabak benim başıma patlamasın.
5. Yılın Unutulmayanı: Ömer Lütfi Akad
"Sanatçının gününe dair sorunları görünür kılmaya dair bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Bu inancım, yalnızca tarihe dair yeni bilgiler edinme veya mevcut bilgilerimi farklı bir bakış açısı üzerinden değerlendirme isteğimden kaynaklanmıyor. Bunun ötesinde yatan bir neden var ki, o da belirli bir zaman diliminde gerçekleşen olayların, günümüz dinamiklerinin de belirleyicisi haline gelebilmeleri. Çağına dair bu gözlemi yapabilen sanatçıların eserleri, bir fili tarif etmeye çalışan körler misali tartışan bizlerin, gözlerini açacak verileri sunuyorlar."
Ömer Lütfi Akad'ın Gelin filminden bahsetmeye bu sözlerle başlamıştım. Gelin'in yanına Diyet'i, Düğün'ü, Hudutların Kanunu'nu, Kızılırmak Karakoyun'u ve illa ki Vesikalı Yarim'i ekleyerek Lütfi Akad sinemasına bakalım. İşte o zaman, sadece filmlerinin tanıklık ettiği dönem üzerine değil, genel olarak Türk sineması üzerine, onun eserlerini dışarıda bırakan bir değerlendirme yapmanın ne kadar eksik kalacağını görebiliriz. Eserleriyle unutulmayacak bu dev çınarı esas ölümsüzleştirecek olan ise, onun açtığı yoldan mücadelesini sürdürecek yeni nesil sinemacılardır.
22 Nisan 2012 Pazar
14 Nisan 2012 Cumartesi
Çocuk neden sakat abi?
O gece oturup düşündüm. "Oğlum Bekir", dedim kendi kendime. "Yolu yok, çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli. Eğ başını usul usul yürü yürü şimdi." O gün bugün usul usul yürüyorum işte.
Masumiyet(1997) - Kader (2006)
6 Nisan 2012 Cuma
Aaahh Belinda: Göz Yakan Şampuan
Erkek bir
yönetmenin filmlerinden yola çıkarak kadınların hayatları üzerine
değerlendirmeler yapmak ne kadar doğrudur bilmiyorum. Bu yazıyı kaleme alan
kişi ve bir erkek olarak bu konuda yorum yapmam, “Adı Vasfiye” filminde bir
kadının öyküsünün, ona göz koyan erkekler tarafından yazılmasını aklınıza
getirip, keyfinizi kaçırabilir. Neyse ki bahsedeceğim filmin açılışında beliren
“Bir Atıf Yılmaz Filmi” ibaresi fazla yoruma gerek bırakmıyor.
1985-1987 arası
kısa bir döneme, Türk toplumunda kadının yerini sorgulayan tam dört film (Adı
Vasfiye, Aaahh Belinda, Asiye Nasıl Kurtulur, Kadının Adı Yok) sığdıran Atıf
Yılmaz, bu filmleriyle Türkiye’nin 80’lerdeki dönüşümüne tanıklık etmektedir. Ortak
bir temaya sahip olmaları nedeniyle, filmlerin içinde birbirlerine referanslar bulunmaktadır.
Örneğin, Kadının Adı Yok filminde, bir reklam firmasında çalışmakta olan ana
karakterin “bu ürünü pazarlarken, aynı zamanda bir yaşam biçimini sunmanın
gerekliliğine” dair yorumu, yüzündeki maskeye alışmaya çalışan bir oyuncunun
hikayesinin anlatıldığı Aahhh Belinda filminin senaryosuna yön vermektedir.
Reklam, yani
piyasada sahte talep yaratarak kar etme yöntemi, kapitalizmin vazgeçilmezlerinden. Muhtemelen
gazoz almaya ihtiyacınız yok; ama reklamda gazoz içmeden önce jimnastik yapan
kadının hayatını yaşamak rüyalarınıza giriyorsa, işler değişebilir. Hem belirli
bir yaşam biçiminin içinde kendini tanımlama, hem de ekranda beliren mükemmel
insan figürü ile kendini özdeşleştirme hazzını yaşayan tüketici, ürünü almaya
ikna olur. Bu anlayışla hareket eden pazarlamacıların, Belinda şampuanını akılda
kalacak bir kadın imajı üzerinden satma çabaları, güzelliğiyle ilgi uyandıran
tiyatro oyuncusu Serap’ın bir reklamda oynamak için teklif almasını da
beraberinde getirir. İzleyiciler olarak Serap ile bu teklifi kabul etmesinin
ardından rolüne hazırlanırken tanışırız.
Teklifi kabul
etmesine etmiştir; ancak Serap için reklamda imajını satmak meselesi, iki
açıdan sorun teşkil eder. Öncelikle, bir tiyatrocu olarak alıştığı ortamın epey
dışında, etrafında profesyonel oyuncular yokken oyunculuğunu göstermek zorundadır
ve bu onun konsantre olmasını güçleştirir. Öte yandan tiyatrocu arkadaşlarının
eleştirilerini, umursamaz bir tavır alarak hafifletmeyi seçmiştir ki, bu tavrı
da işi küçümsemesini gerektirir. Hal
böyle olunca, Serap reklam filminde rolüne pek giremeden oynamak zorunda kalır
ve gözüne kaçan şampuanın azizliği ile aynada suretini gösterip kaçacağı
dünyanın içine düşüverir.
Filmin geri
kalanı, gerçekler ve düşlerin oluşturduğu iki dünya ve bunların arasındaki
gerilim üzerinden ilerler. Bir tarafta özgür bir birey olarak yaşayan, erkek
arkadaşıyla olan ilişkisinde baskın olan ve cinsel hayatını kendi tercihiyle
yaşayan tiyatrocu Serap’ın dünyası, öteki tarafta ise orta sınıf ailenin
annesine düşen yükümlülükleri yerine getirmekle ömür tüketen Naciye’nin
gerçekleri bulunmaktadır. Bir kadının, bir erkeğin poposuna şaplak attığı “Vive
les femmes” yazılı tabloların yerini, yüzleri birbirine dönük şekilde şakıdıkları
varsayılan iki kuş biblosu ve düğün resimleri almıştır.
Serap’ın orta
sınıf ailenin dünyasına geçişi, bir oyuncunun rolüne bürünürken kendi
kimliğinden sıyrılmasının zorunluluğunu ortaya koyar. Serap’ın Naciye kimliğine
bürünmesi için, belirli toplumsal baskılar ve görevler altında uysallaşması ve
kendi tercihlerinden vazgeçmesi gerekir. Bu görevleri, tasarruf amacıyla çocukların
karınlarını makarna ve ekmekle doyurmak, kaynana iktidarına boyun eğmek, kocasının
cinsel ihtiyaçlarını gidermek olarak sıralayabiliriz. Serap film boyunca bu
görevlerden kurtulmaya ve esas kimliğine ulaşmaya çalışır; ancak kurulu düzenin
karşısında pes edip kocasını yatağa aldığı vakit gerçekliğine geri dönebilir.
“Aaahh Belinda”
filminde, bir oyuncunun rolüne bürünürken çektiği sancılar, kadına erkek egemen
toplum içinde biçilen “rolün” eleştirisiyle birlikte izleyiciye sunuluyor.
Toplumun kadınlara biçtiği rolün, Naciyeler için ömür boyu sürecek bir
yükümlülük olması ise, iki rol arasındaki temel farkı oluşturuyor. Naciye,
Serap gibi kendi tercihleriyle yaşayan bir kadını, ancak reklamlar üzerinden
pazarlanan hayat düzeni içinde görebilmektedir. Naciye’nin kendini Serap ilan
etmesi üzerine kocası ve çevresinden gördüğü tepkiler, bahsettiğimiz dünyalar
arasında, orta sınıf kadının özgürlük düşlerine dair bir tersten okumayı da
mümkün kılar. Biraz zorlama biçimde, Serap’ın oyuncu arkadaşlarının hayatlarına
dair detayları bilmesini de oyuncuların hayatını didik didik eden paparazzilere
bağlayabiliriz.
Bankacı Naciye’nin
hayatının gerçeklerini vurgulamak adına, komşu aile de hikayeye dahil olur.
Tarık Pabuççuoğlu ve Füsun Demirel’in canlandırdıkları bu ailede, filmin
açılışındaki tabloda görülen el şakasını koca karısına yapar. Kahve ikramı, çocuğun
dayakla eğitimi, piknik klişeleri gibi klasik Türk ailesinin bilindik
özelliklerini bu ikinci aile sayesinde gözlemleriz.
80’ler ile
televizyona bağımlı hale gelen aileler, Atıf Yılmaz’ın kamerasına takılan bir
başka detaydır. Kutunun içinden haberler, magazin ve futbol yansır; ama en çok
yeri şüphesiz REKLAMLAR kaplar. Geleneksel aile yapısı, erkek egemen toplum yapısının
baskı üreteci olarak işlevini devam ettirirken, kadınlar kendilerini ifade etmelerinin
önündeki engelleri fark etmemeleri için, onlara reklamlar üzerinden hayaller
satılır. Kadınlar, kusursuz güzelliğin objeleri olarak gördükleri "reklam kadınları" üzerinden egolarını tatmin edebilmek için saçlarını Belinda ile
yıkamaya başlarlar ve kocalarının emirlerine amade şekilde pasif yaşantılarını sürdürürler. 80’lerle birlikte Türkiye’nin dönüştürüldüğü tüketim toplumunun,
onlardan beklediği görev budur.
Atıf Yılmaz’ın, provalarını
filmin içinde kullanarak selam gönderdiği Asiye Nasıl Kurtulur oyununda, Asiye’nin
söylediği şarkının sözlerinin bir kısmı Türkiye’nin orta sınıf kadınları için
de geçerlidir. Yoksul olmasalar da, erkek egemen dünyanın “her taraftan
tıkadığı yollar”, onları da çıkışsızlığa itmektedir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)