“Kimse
RAF’tan hoşlanmıyordu.
Kimse
bizim yapmak istediğimiz sinema türünden hoşlanmıyordu.
Biz
de basitçe filmi çektik. Ya son ya da ilk filmimiz olacaktı.”[1]
Christian Petzold
Yukarıda, Christian
Petzold’un geçtiğimiz yıl artechock.de
sitesine verdiği bir röportajda, ilk filmi Die
Innere Sicherheit hakkında yaptığı açıklamanın bir bölümünü görüyorsunuz. Geçtiğimiz yıl gösterime giren Barbara
filmiyle birlikte adından daha çok söz ettirmeye başlayan Petzold, bir dönem
Tom Tykwer’ın Lola Rennt (Koş Lola
Koş) filminden hareketle, Alman sinemasının yeni karakteristik özellikleri
olarak sunulan lineer olmayan anlatım biçimini ve tarzın içeriğin önüne geçtiği
sinema anlayışını reddediyor. Öte yandan, neo-liberal dönem ile birlikte geçmişin
hayaletlerine dair sorular sormamayı alışkanlık edinen Alman toplumunun, her
ikisi de RAF üyesi olan evli bir çiftin kızı Jeanne’ın yaşadığı sorunlara
odaklanan bir filme ilgi duymasını beklemek de hayalcilik gibi görünüyor. Bu
iki olguyu yan yana getirdiğimizde, Petzold’un “ya ilk ya son” söyleminde
abartılı da olsa bir haklılık payı olduğunu teslim etmemiz gerekir. Sinemaseverler olarak şanslıyız ki, Petzold’un film çekilmeden önce duyduğu
kuşkular, Die Innere Sicherheit’ın içeriğinin
zenginliği ve estetik niteliği sayesinde boşa çıktı.
Die Innere Sicherheit, bir kızın
ergenlik döneminde ebeveyn ile çocuk arasında ortaya çıkan gerilimden
hareketle, eski kuşak ile yeni kuşak arasındaki gerilimi yaratan önemli bir
sorunu hem bireysel hem de kolektif düzlemlerde ele alıyor. ‘Dünyaya bizden
önce gelen (bizi dünyaya getiren) kuşağın eylemlerinin sonuçlarına katlanma
zorunluluğu’ olarak tarif edebileceğimiz bu sorun, ailesi terör örgütü üyesi
olduğu için yeraltında yaşamak zorunda bırakılan Jeanne’ın gözünden izleyiciye
aktarılıyor. Ailesinin devlet tarafından suçlu addedilmesi nedeniyle Jeanne’ın ödediği
kefaret, ister istemez Alman
toplumunun Nazi geçmişi nedeniyle hissettiği suçluluk duygusunu da akıllara
getiriyor. Yeni kuşak sinemacılardan Petzold, bu filmde kendinden bir önceki kuşağın 1970’lerde
RAF ile olan hesaplaşmasını merkeze alsa da,
Nuit et Brouillard (Sis ve Gece) filminin izlendiği sahne ile
Nazi geçmişine değinmeyi de ihmal etmiyor.
Die Innere
Sicherheit filmindeki ikili sorgulamayı daha iyi anlatabilmek için, öncelikle
filmin isminin çift anlamlılığı üzerinde durmak gerekir. ‘İç Güvenlik’[2]
ilk olarak; Alman devleti tarafından aranan ebeveynlerin mecburen gizlilik
üzerine kurdukları aile düzeninin, ergenlik dönemiyle ihtiyaçları değişen kız tarafından
tehdit edilmeye başlanmasına atıfta bulunuyor. Bununla birlikte bu ismin,
devletin şiddet ile dünyayı değiştirmek çabasındakileri elimine etmek için
terör kavramını iç güvenlik politikasının merkezine yerleştirmesini anlattığını
da eklemek gerekir.
Die Innere Sicherheit’ın senaryosu, filmin adının taşıdığı ikili anlamın,
yani iki iç güvenlik sorununun birbiriyle bağlantılı olduğunu ortaya koyuyor. Film,
sörf yapılan sahili ve güneşiyle Alman şehirlerine pek de benzemeyen Lizbon’da
açılıyor. Devletin, kendi varlığına yönelen tehdidi bastırmak için aileyi kendi
kontrolündeki mekândan dışladığını görüyoruz. Jeanne, kendini ait hissettiği
bir mekânda bulunamadığı için arkadaş çevresi edinemiyor. Bir okula devam etme
olanağı olmayan Jeanne’ı, yabancı kelimeler öğrenip ödev olarak annesine
çeviriler sunarken görüyoruz. Malum, ailenin iç güvenliğinin sağlanması için
Jeanne her an yabancı bir devletin kimliğini edinmeye ihtiyaç duyabilir.
Murathan Mungan,
Birikim dergisinde yayınlanan bir makalesinde “gündelik yaşamımızı yönlendiren
sosyolojik dinamiklerin gücünü hiçbir zaman gerektiği ölçüde tanıyıp
bilemeyeceğimizi” öne sürerken[3],
bu “kendiliğindenlik” halini balığın içinde yaşadığı suyla olan ilişkisine
benzetir. Bu benzetmeden yola çıkarak, ev olarak bellediği bir mekândan,
okuldan ve ulus-devletin söylemini aktardığı diğer mecralardan uzakta kalan Jeanne’ı
sudan çıkmış balık olarak adlandırabiliriz. Lizbon’da erkek arkadaşı ile
tanışması ve iç güvenlik önlemlerini ihlal ettiğini bilmesinler diye bu durumu
ailesinden saklamaya çalışması, Jeanne’ın rahatsızlığını artırıyor. Jeanne sahilde
otururken, Almanca menüye isimlerin yanlış yazıldığı bahanesiyle ona yaklaşan
bir adamın kaşla göz arasında ailenin kaldığı yeri öğrenip polise haber
vermesi, ebeveynlerin koyduğu katı kurallarının boşa olmadığını
gösteriyor. Hem izini kaybettirmek
zorunda olan, hem de para sıkıntısı çeken aile, Petzold filmlerinin vazgeçilmez
araba içi diyalogları eşliğinde Almanya’ya geri dönmek zorunda kalıyor.
Jeanne’ın bu uzun
yolculuk ve ertesinde giydiği üç kıyafet, Jeanne ile anne babası arasındaki
kuşak farkının yarattığı gerilimi bize hatırlatan objeler olarak filmde önemli bir
role sahipler. Jeanne’ın büyümesinin yarattığı gerilim, Jeanne’ın babasının
kızının üşümemesi için aldığı ve üzerinde kocaman bir arı resmi bulunan
sweatshirt’ü giymesiyle ortaya çıkıyor. Üzerinde bir çizgi film karakteriyle
gezmek zorunda kalan Jeanne, artık büyüdüğü için bu tarz kıyafetler giymek
istemesinin ailesi tarafından kulak ardı edilmesine öfkeleniyor. Ailesine
büyüdüğünü kabul ettirememesi ve onlara kendini bir özne olarak tanıtamamasının
yarattığı gerilim, ailenin eski bir RAF üyesi olan; ancak artık bu işlerden
elini eteğini çekmiş bir arkadaşlarının evine gitmeleriyle daha da artıyor.
Evdeki müzik sesini takip edince, zenginleşerek yeni bir hayata giren eski RAF
üyesinin kızıyla karşılaşan Jeanne, nelere sahip olamadığının somut biçimde
farkına varıyor. Giymek zorunda olduğu arılı kıyafetinden utanırken, kızın
‘Maradonna’ yazılı tişörtü onun için bir arzu nesnesi haline geliyor. Film
ilerlediğinde, Jeanne’ın küçük hırsızlıklar yaptığı Hamburg günlerinde, iki
ünlünün isminin birleşmesiyle oluşan ve anlamsız bir etikete sahip bu tişörtün aynısını çaldığına şahit
oluyoruz.
Günün modası ile
geçmişin modasının kuşaklar arasındaki gerilime nasıl malzeme olabileceğini
gösteren son örnek de, Jeanne’ın 80’lere ait olduğu her halinden belli olan bir
montu giymek zorunda kalması. Hem parasızlık hem de aranan kişiler olmaları
nedeniyle ulus-devletin makul vatandaşları için sunduğu satın alma
seçeneklerine erişim şansı olmayan ailenin, yıllar önce toprak altına gömdüğü torbalardan
çıkan kıyafetler, Jeanne için fazlasıyla demode kalıyor. Hamburg’da, tesadüfen
(aslında pek de tesadüf sayılmaz; çünkü aile Hamburg’da Jeanne’ın erkek
arkadaşının bahsettiği boş bir eve yerleşiyor; ancak çocuğun bu durumdan haberi
yok) Lizbon’da tanıştığı erkek arkadaşıyla karşılaştığında “kendi tarzını
yaratmak” için bu kıyafetleri giydiğini ima eden Jeanne, montu ilk fırsatta
çaldığı kıyafetlerle değiştirerek kendini yalanlıyor. Kıyafetlerin hikayenin
merkezindeki gerilimi açık ve anlaşılır biçimde anlatması, Petzold’un sinemanın
anlatım olanaklarının ne kadar iyi kullanabildiğinin bir göstergesi.
Jeanne’ın
mağazalardan CD ve kıyafetler çaldığı sahnelerde bazı görüntüler mağazalardaki
CCTV kameralarından alınmış. Bu sahneler hikayenin gerçeklikle bağlantısını
sağlamlaştırırken, seyirciye de Büyük Birader’in (Big Brother) varlığını
hissettiriyor. Filmin isminin ima ettiği devlet-birey gerilimi de böylelikle su
yüzüne çıkıyor. Film boyunca devletin yarattığı baskının artmasını sağlayan,
bizzat devletin yokluğu oluyor. Bir dört yol ağzında beklerken her yönden bir
arabanın gelmesi sonrasında babanın teslim olmak için arabadan çıkıp ellerini
havaya kaldırdığı sahne, yokluğun yarattığı gerilimin en güzel örneğini
oluşturuyor. Işıklar yeşile dönünce arkadaki araba çekip giderken, baba
devletin yokluğuyla yarattığı baskıya teslim oluyor. Bu sahnede babanın
yüzünde, devletin yarattığı korku kadar, ebeveynlerin mensubu oldukları örgütün
dağılması nedeniyle varlık nedenlerini kaybetmelerinin getirdiği çaresizlik de
okunuyor.
Film içinde film
izlenen sahnelerin, özellikle de Alain Resnais’nin toplama kamplarını anlatan Nuit et Brouillard (Sis ve Gece)[4]
filminin Alman sinemasında önemli bir yeri var. Margarethe von Trotta’nın Die
Bleierne Zeit adlı
filminde, sonradan RAF üyesi olacak Marianne’ın Nuit et Brouillard filmini izlerken midesinin bulandığını ve
salondan ayrıldığını görürüz. François Truffaut’nun tarihin en iyi filmi olarak
gördüğü[5]
Nuit et Brouillard, Petzold’un
filminde de tarihi günümüze bağlayan bir işleve sahip. Nuit et Brouillard ‘ı izlemek Jeanne’ı, annesine yaşıt olan
Marianne gibi fiziksel olarak etkilememişe benziyor. Ancak, filmi gösteren
öğretmen Jeanne’a film hakkında ne düşündüğünü sorunca Jeanne’ın salondan kaçmasının
tek nedeni, gösterime kaçak olarak girmesi olmasa gerekir.
Hatırlatmakta
fayda var, RAF’in Federal Almanya Cumhuriyeti’ne yönelttiği temel eleştiriler,
Nazi döneminin ardından yeni bir ulus-devlet kimliği inşa edilirken, eski
Nazilerin bir kısmının da yeni devletin kadrolarına katılması ve büyük sermayedarlar
ile Nazi partisi arasındaki bağlantıların örtbas edilmesiydi. Bu nedenle, Alman
toplumunun geçmişindeki hayaletlerden biri olan RAF-devlet çatışmasına değinen
bir film, ister istemez Almanya’da bütün olan bitenin tepesinde dolanan Nazilerin
hayaletini de çağırmakta. Petzold röportajında kimsenin RAF üzerine konuşmak
istemediğini söylerken, konunun bu yönüne de değiniyor olmalı.
Christian Petzold,
Almanya tarihi üzerine politik bir tartışma yürütmek yerine, geçmiş kuşağın
eylemlerinin sonuçlarına katlanmak zorunda kalan Jeanne’ın ergenlik dönemini,
bir anlamda olaylar bittikten sonra dünyaya gelen kendi kuşağını anlatmayı
öncelikli görüyor. (Burada kuşak ifadesini yaş olarak genişçe bir aralığı
belirtmek için kullandım.) Jeanne’ın öyküsü, izleyicinin filmde politik
tercihler ve estetik kaygıların ötesinde kişisel bir yön bulmasını sağlıyor. Bu
konu tercihi filmin, didaktik bir yapıya bürünmeden dikkate değer bulduğu
noktaları izleyiciyle paylaşması için yeterli olmuş. Die
Innere Sicherheit, politikanın
dost ile düşmanı ayırt etmenin ötesinde bir tanımı hak ettiğini düşünen, aynı
zamanda içeriği ve estetik tercihleri filmin ana unsurları olarak gören bir
yönetmenin sinemasını keşfetmek isteyenler için iyi bir tercih olacaktır.
Not: Fotoğraflar
cinema.de adresinden alınmıştır.
[1]
“Niemand mag die RAF, niemand mag
diese Art von Kino, das wir machen wollen. Dann drehen wir einfach. Entweder
war es der letzte oder der erste Film.” - Der Sommer, als Frank
Sinatra starb... , www.artechock.de - 08.03.2012
[2] Filmin özgün adı Türkçeye ‘İç Güvenlik’
olarak çevrilebilir. Öyle zannediyorum ki, film Türkiye’de gösterime girmediği
için adı da Türkçeye çevrilmemiş. İngilizce’ye ise, anlam değişikliğine
uğrayarak “The State I Am In” şeklinde çevrilmiş. Yine de bahsetmekte olduğum
ikili anlamın bu çeviride de korunduğunu görüyoruz.
[3] Murathan Mungan, Red ve İnkar Kültürü, Birikim dergisi 278-279. sayı
[4] Nuit et Brouillard filminin İngilizce altyazılı versiyonunu Youtube’dan
izleyebilirsiniz.
[5] Philip
Lopate, Night and Fog, criterion.com. http://www.criterion.com/current/posts/288-night-and-fog
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder