18 Nisan 2010 Pazar

Fenerbahçe 1-0 Beşiktaş: Yolun Sonu


Üç haftadır golsüzlük nedeniyle geliyorum diyen son nokta bu hafta kondu ve Beşiktaş bu sezonun zirve yarışından koptu. Bobo'nun, Bilica tarafından eşelenen penaltı noktasından ağlara gönderemediği top, sezon başından beri çözemediğimiz gol ve pozisyon üretememe sorununu manidarca sembolize ederek hafızalarda kalacak. Hücum oyuncularının düşük performansı nedeniyle bütün sezon boyunca ayağına baktığımız Bobo'nun penaltı noktasındaki zorunlu yalnızlığı bütün maç boyu devam etmeseydi, ikinci yarıda orta saha üstünlüğünü ele geçiren Beşiktaş maçı kaçan penaltıya karşın kazanabilirdi.


Hakeme ve Fenerbahçeli futbolcuların(hepsini itham altında bırakmayalım, kastettiğim isimler Emre, Bilica, Lugano ve bu maç özelinde Mehmet Topuz) ahlak sınırlarının dışında gezinen tavırlarına karşın öncelikle iğneyi kendimize batırmak gerekiyor. Maça başlayan 11'e baktığımızda, Mustafa Denizli'nin bizim nasıl pozisyon üreteceğimizi düşünmekten ziyade rakibi nasıl durduracağını düşündüğünü gördük. Sol açıkta İsmail Köybaşı, Gökhan Gönül'ün çıkışlarında geri gelmekle, İbrahim Toraman da orta sahada Alex'i durdurmakla görevliydi; ancak Alex'in henüz kaleyi gördüğü ilk fırsatta topu ağlarla buluşturması hesapları boşa çıkardı. Bu özel görevler ve Tello'nun formsuzluğu yüzünden sınırlı oyun kurma kapasitesi iyice düşen Beşiktaş, ikinci yarı başlayana kadar geçen sürede oyun anlayışını değiştirmeyerek ilk yarıyı heba etti.


İkinci yarıda yapılan Uğur İnceman - İbrahim Kaş değişikliği ile Beşiktaş orta sahayı güçlendirdi ve zaten oynamaya pek de niyeti olmayan Fenerbahçe orta sahasına üstünlüğünü kabul ettirdi. Kalan dakikalar Fenerbahçe yarı sahasında geçti; ancak pozisyon fakiri Beşiktaş duran toplar dışında herhangi bir üretkenlikte bulunamadı. Beşiktaşlıların paslaşarak kendi sahasından hızla çıkıp Uğur İnceman'ı topla buluşturduğu, Bilica'nın kalçasının da Uğur İnceman'la buluştuğu penaltı pozisyonu maçın kırılma anını oluşturdu. Bu pozisyonda yaptığı hareket nedeniyle sarı kart gören Bilica, bir anda penaltı noktasını eşelemeye başladı. Herkesin gözü önünde bu hareketi yapan Bilica'ya ikinci sarı kartı göstermeye hakemin yüreği yetmedi. Hakem penaltıyı görür görmez bu ayrı bir konu, burada Lugano'nun elle oynadığı pozisyonu Bilica'nın kartıyla birleştirip, o öyle bu böyle olacaktı maçı da Beşiktaş 5-1 kazanırdı gibi mantık dışı yorumlarla kendimi tatmin edecek değilim. Açıkçası böyle pozisyonları, futbolu televizyon sporu haline getirmeye çalışanların gereksiz yere büyüttüğüne inanıyorum; ama Bilica'nın yaptığı bu hareket hakem kararlarından ziyade sporcu ahlakının, hem de bizzat Fenerbahçeliler tarafından tartışılmasını gerektiren bir pozisyon.


Burada maçın kahramanı Alex'e ayrı bir paragraf açalım. Fenerbahçe'nin son yıllarda derbilerde kurduğu ciddi üstünlüğün arkasında şüphesiz Alex'in imzası var. Tansiyonu yüksek maçlarda sorumluluk almaktan çekinmeyen yapısıyla sembol oyuncu sıfatını sonuna kadar hak ediyor. Maçın bütün tartışmalarının ardından kayıtlara geçecek olan da Alex'in golüyle Fenerbahçe'nin maçı 1-0 kazandığıdır. 5 yıl önce Beşiktaş'ın Fenerbahçe'ye ciddi üstünlük kurduğu dönemde biz Sergen'e, Tümer'e nasıl güveniyorsak, bugün Fenerbahçeliler'de Alex'e aynı şekilde güveniyorlar. Bobo bugün baskıyı kaldırmayarak penaltıyı kaçırdı, topun başına geçen isim Alex, Sergen, Tümer vb. olsaydı skor tabelası değişirdi. Maçın futbola dair olan hikayesi budur. Derbilerde üsütnlük kurmak için baskıyı kaldırabilen, hatta özelikle bu maçları bekleyen sembol oyunculara ihtiyacınız vardır, bugün sahada bu tanıma uyan tek bir oyuncu vardı ve maçın kaderini belirledi.

Maçı kazanan Fenerbahçe'ydi; ancak kazanan Fenerbahçeliler miydi o konuda pek emin değilim. Burada kasttetiğim Fenerbahçeliler, skorseverlerden ziyade takımının bir kimlik sahibi olmasını bekleyen gerçek taraftarlar. Açıkçası ben bir futbolsever ve de Beşiktaşlı olarak, bir derbi maçını 1-0 kaybetmeyi, Emre ve Bilica gibi futbola, rakibe ve kendine de saygı duymayan emek hırsızlarının takımımın formasını taşımasına tercih ederim. Rakibe ve oyuna saygı duyan, formasını terinin son damlasına kadar ıslatan Beşiktaşlı oyuncuların hepsine teşekkür ediyorum.


Özellikle de İbrahim Toraman'a. Maç içinde Emre'nin tekme attığı, Bilica'nın saçını çektiği, Güiza'nın formasına yapışıp tekme salladığı (ve ne hikmetse hakem bu hareketlerin hiç birini görmedi!)İbrahim Toraman, kolunda kaptanlık bandıyla kırmızı kart görerek oyundan çıkarken benim ve de pek çok Beşiktaşlının gözünde Carragher, Puyol gibi bir bandieraya dönüştü. Fenerbahçeliler de, takımlarının formasını ıslatan bazı ahlaksız adamların arasında bu delikanlıyı gördükçe hasetlerinden çatlayıp çareyi Toraman'ın annesine sövmekte buldular. Bir takımı büyük kılan, kazandığı kupalardan ziyade bünyesinde barındırdığı efsaneleridir. Bugün bir kupa kazanma şansını kaybettik belki; ama kendine yapılan haksızlıklara karşı sahada dimdik duran 20 numaralı yeni bir sembol kazandık. Fenerbahçe kulübünü yönetenler, bu gerçeği görmezden gelip, kazanmak için her yolu mübah gören bu anlayışı devam ettirir ve bu oyunculara prim tanırlarsa, kazanacakları kupalara karşın küçülmekten kurtulamazlar.

Hep Oyunlar, Senaryolar, Sustuysak Bir Yere Kadar...


Bu kadar düştünüz di mi?

17 Nisan 2010 Cumartesi

Manisaspor 1 - 2 Galatasaray: Luc...



Mehmet Topal'ın şık kafa vuruşuna kadar işler yolunda gitti. Uzun zamandır bu kadar rahat pas yapan, pres yapan, top kapan bir takım olmamıştık. Kasımpaşa maçındakine benzer, tatmin edici ve umut verici bir oyun oynandı sahada. Bundaki en büyük etkenlerden biri Valencia dedikodularıyla iyice gaza gelmiş bir Mehmet Topal'dı. Caner de sol bekteki en iyi performanslarından birini gösterdi defansif anlamda.

Maçın adamı derseniz, şüphesiz Luc derim. Sen nerelerdeymişsin Neill? Benim aklım nerelerdeymiş senin transferine burun kıvırırken? Adamı izlemek kadar büyük bir keyif yok. Yere düşüyor, saniyenin onda biri sürede tekrar ayağa kalkıp depar atıyor. Karşısındaki adamı terse yatırıp çalımlıyor. Her şeyi yapıyor aslan parçası. Hakan Balta da iki haftadır yanına çok yakıştı kendisinin. Neill'ın istikrarından şüphe etmiyorum, keşke Hakan da bu seviyede devam etse.

Neeskens kenarda Sabri'ye köpürürken ne kadar haklı olduğunu da gördük. İkinci yarıda Momha'nın oyuna girişi, Sabri'yi durmadan darmadağın edişi, Sabri'nin geri "dönmeyişleri" Topal'ın kafa golünden sonra kabus dakikalarına geri dönmemize sebep oldu. Ama çok anormal karşılamıyorum da bunu, çünkü takım her şeyiyle bir karmaşa içerisinde, böyle bir panik çok beklenmedik olmazdı sanırım kötü bir deplasman serisi içerisindeyken.

Açıkçası Trabzon maçında da olduğu gibi biraz şans yoksunu olduğumuza da inanıyorum. Öyle goller kaçırdık ki, "Ulan biraz şans be!" diye bağırmaktan alamıyorum kendimi. Hakikaten, biraz da bizim balımız tutsa ne olur sanki?


Keita için tek bir şey söyleyeyim; büyücü falan bu adam. Attığı golden yaptığı hareketlere kadar yine mest etti.

Takım hakkında geçen hafta çok geniş bir yazı yazmak gerekirdi, vakit bulamadık. Kısaca özetleyeyim, vakit bulduğumda iyi bir yazı gelecek.

Öncelikle Kewell'ın gideceği artık kesin gibi. Deplasmanlara bile tam kadro giden takımda Kewell İstanbul'da kalıyor. Arda'nın derbi haftasından beri iyice yoğunlaşan bir Liverpool dedikodusu var ki geçen haftadan sonra Arda da durmaz diye düşünüyorum. Bu durumda Gio'nun alınması çok iyi olur gibi görünüyor. Tottenham bırakırsa (ki bence bırakılacak oyuncu değil) kesin alınmalı. Acayip keyif alıyorum Gio'yu izlemekten. Sağdan içeri dönüp solla şut çeksin diye hop oturup hop kalkıyorum :)

Jô'nun gideceği artık kesin gibi. Buradan geçen haftaki protestolara kısaca değinecek olursak; Jô'ya yapılan protestonun bu derece sert oluşunun tek sebebi Jô'nun gelecek sene takımda kalmayacağının hemen hemen kesin bir şekilde bilinmesi. Ha yok, böyle bir adamın takımda geleceğinin olduğunu düşüne düşüne bu derece incitici bir protesto yapıyorsanız, ben bunu çok anlamsız buluyorum. Biraz dozu kaçtı bana kalırsa.

Arda için küçük bir kesmin yaptığı protestolara gelelim... Arda'yı en ateşli eleştirenlerden biriyim ben de kendimce. Hal ve tavırları, arkadaşları, açıklamaları, özel hayatıyla nasıl gündeme geldiği hep rahatsız etmiştir beni. Ama gelin görün ki Arda'ya kalkıp da "sinema kapattın ulan" diye bağıranların aklına şaşıyorum.

'Gençtir, yapacak tabii ki' dersiniz, 'Gereksiz şov yapıyor, çıksın top oynasın' dersiniz, ne derseniz deyin; ama siz Arda'nın yüzüne bunu çarparsanız bu 'delikanlı' arkadaşımız "Aaa pardon, ben iyi oynayayım o zaman" demez. Bugünkü gibi afra tafra yapar, kriz yaratır. Kriz bu takımın ihtiyacı olan son şey şu anda.

Takımın genel değerlendirmesiyle bitirelim. Bu takım için 2.lik mucize olur görüşündeydim geçen hafta. Zira oynanan oyun 4 gole rağmen çok keyifli değildi. O 4 gol, devşirme bir stopere ve sakat bir kaleciye atıldı, unutmamak lazım. Ama bu hafta iyi bir oyun oynadık, takımda bir kenetlenme göze çarpıyor. Kalan haftalarda -Bursa maçını almamız halinde- puan kaybı yaşanmayacağını düşünüyorum. Böyle bir durumda 2.lik mucize olmaktan çıkar "belki" olur. Şampiyonluk zaten Sivas'ta kaldı. Tabii yarınki derbi bir hafta ilerisini görmeyi bile çok zor hale getiriyor, orası da ayrı konu.


Yazıyı da kral Milan'a selam çakıp, Frank - Johan ikilisinin ellerinden öperek bitiriyorum her zamanki gibi :)

Dünya Kupası Finalistleri #11 - Nijerya


Dünya Kupası finalistlerinin değerlendirmelerinde ev sahibi kıta olan Afrika'nın temsilcilerine öncelik verdik. Şimdi sırada kıtanın geleneksel süper güçlerinden Nijerya var. Yıldızlarla dolu eski kadrolarına nazaran daha mütevazı bir kadroyla 2010'a geliyor Nijerya; ancak genç yıldızlarının bireysel performanslarını merak edenler için ilgi çekici bir takım olabilirler.

Beklentiler:

Kıtanın Kamerun ile birlikte en köklü futbol geleneklerinden birine sahip olan Nijerya'nın taraftarlarının Afrika'da düzenlenen ilk Dünya Kupası'nda takımlarından beklentileri yüksek. Kağıt üstünde pek çok yetenekli isme sahip bir takım gibi görünüyorlar; ancak özellikle orta sahada oyunu yönlendirecek bir oyuncunun bulunmaması hücumda üretken olmalarını engelliyor. Afrika Uluslar Kupası'nda bu takımı izleyip, sahada sanki ilk kez birlikte oynuyormuşçasına takım oyununda sıkıntı yaşayan Nijerya'yı görenler hayal kırıklığına uğramışlardır. Sahada yaşanan sorunların sorumlusu olarak gösterilen teknik direktör Shaibu Amodu'ya kapıyı gösteren Nijerya federasyonu, Dünya Kupası için Lars Lagerbäck ile anlaştı. Lagerbäck'in bu kısa sürede takıma ne kadar şey katabileceği de merak konusu. Nijeryalıların umutlu olmalarının yegane sebebi ise düştükleri kolay grup. Arjantin'i bir kenara koyduğumuzda, Nijeryalıların gruptan çıkmak için kadro kaliteleri kendilerinden daha yüksek olmayan Güney Kore ve Yunanistan'ı saf dışı bırakması gerekecek. Yine de sahada gösterdikleri disiplinsiz futbol anlayışı devam ederse, ortak noktaları disiplin olan bu iki takımı devre dışı bırakmaları da mümkün olmaz.

İyimser Senaryo:

Forvetlerinden birinin (Yakubu, Martins, Obasi, Obinna, Odemwingie) istisnai bir performans göstererek golleri sıralaması halinde G.Kore ve Yunanistan'ı geride bırakıp gruptan çıkmayı başarabilirler.

Kötümser Senaryo:

Sahada üretkenlikten uzak futbolun devam etmesi halinde bu nispeten kolay grubun dibine demir atmaları da yüksek bir ihtimal.

Muhtemel Kadro:

Diziliş: 4-3-3

Kaleci: Enyeama

Defans: Odiah-Shittu-Yobo-Echiejile(Taiwo)

Orta Saha: Yussuf-Mikel-Etuhu

Forvet:Obasi-Yakubu(Martins)-Odemwingie

Yakın dönemde oynanan Afrika Kupası'nda izlememize karşın Nijerya'nın ilk 11'ini tahmin etmek neredeyse imkansız. Hem Lagerbäck'in göreve yeni gelmesi, hem de Nijerya kadrosunun birbirine yakın düzeyde pek çok oyuncu barındırması bilinmezliği artırıyor. Yukarıda yazılan isimlerin yanında Apam, Martins, Obinna gibi tanınan isimler de forma şansı bekleyecek.

Yıldız Oyuncu: John Obi Mikel (Chelsea)


2005 yılında düzenlenen 2005 20 yaş altı Dünya Kupası'nda Messi'nin ardından en iyi ikinci oyuncu seçilen John Obi Mikel'in Norveç kulübü Lyn'den Chelsea'ye transferi, Man. United ve Chelsea arasında Mehmet Topuz transferi benzeri bir kriz yaratmıştı. Chelsea'ye gelmeden önce ofansif yetenekleri ile dikkat çeken Mikel, Chelsea'nin disiplinli sistemi içinde bir görev oyuncusuna dönüştü. Orta sahada yaratıcılık sıkıntısı çeken Nijerya'nın ona ofansif olarak daha fazla ihtiyacı var; ancak şu ana kadar milli takımda beklentileri karşılayabilmiş değil. Londra'daki takımdaşı Essien'in aksine, milli takımda yeterince istekli gözükmediği için de eleştirilerin hedefi olmuş durumda. Bu turnuvada göstereceği iyi bir performans ile bütün bu eleştirilerin üstesinden gelebilir.

Patlama Yapması Muhtemel Oyuncu: Elderson Echiejile(Rennes)


Echiejile de pek çok Nijeryalı oyuncu gibi 20 yaş altı turnuvasında parlayan isimlerden; ancak o finale kalan 2005 jenerasyonun değil, 2007 yılında çeyrek final oynayan ekibin bir üyesi. Fransız yetenek avcıları da pek çok Afrikalı gibi Echiejile'yi de Ligue 1'a getirdiler. Rennes'de forma giymeye başlamak için bir yıl beklemesi gerekti; ancak 2008 yılında sol bekine geçtiği Rennes'de kısa sürede değişilmez oyunculardan biri haline geldi. Milli takmda sol bek oynamak için Taye Taiwo ile çekişen Echiejile, Amodu döneminde formayı Taiwo'nun elinden kapmıştı. Dünya Kupası'nda da formunu sürdürürse, 22 yaşındaki oyuncu bir anda fiyatını katlayacaktır.

Bir Portre: Chinedu Obasi (Hoffenheim)


2005 gençler turnuvasında Mikel'in ardından en iyi üçüncü oyuncu seçilen Obasi'nin profesyonel kariyeri de Mikel ile aynı klüpte, Lyn'de başladı. Sonrasında Hoffenheim'a geçen Obasi'nin Afrika Uluslar Kupası'nda gösterdiği performans, Nijeryalılara umut veren ender sayıdaki olaylardan birisiydi. Henüz 23 yaşında olan 1.88'lik forvet, gücü ve sert şutlarıyla tanınıyor. Driblingleriyle de defansı yıpratmayı başaran bu oyuncu, özellikle 4-3-3 sisteminin ideal hücumcu kanat oyuncularından birisi olabilir. Eğer Nijerya iyi bir turnuva geçirirse, Obasi'nin turnuvanın en çok dikkat çeken isimlerinden biri olacağını düşünüyorum.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Bal - Yusuf Hayatı Öğrenirken




"Bir vakit Yusuf, babasına 'Babacığım!' Dedi; 'ben rüyamda onbir yıldızla, güneşi ve kamer'i(ay) gördüm; gördüm ki onlar bana secde ediyorlar."


Yusuf Suresi - Kuran





Karanlık bir mahzen. Mahzenin kapısı aydınlık bir odaya açılıyor. Odanın içinde bir masa ve bir sandalye görmekteyiz. Sandalyede Yusuf ve babası Yakup oturmakta. Yusuf, kucağında oturduğu babasına gördüğü bir rüyayı anlatmaya koyuluyor. Babası, Yusuf'un rüyasını fısıldayarak anlatmasını istiyor ve ekliyor: "Rüyalarını kimseye anlatma". Bu sahneyi karanlık mahzenin içinden izleyen biz seyirciler, kapının sınırladığı aydınlık alanda kucaklaşan baba-oğulu gördüğümüzde, Meryem Ana'nın Hz. İsa'yı kucakladığı rönesans dönemi tablolarını anımsıyoruz ister istemez. Resimlerin yasaklandığı İslam kültüründe yaklaşık 1400 yıl aradan sonra, ışık ve gölgenin ustaca kullanıldığı bir başka sanat dalı olan sinemada Hz. Yusuf ile Hz. Yakup'un hikayesi yeniden hayat buluyor bu sahnede.


"Oku" repliğiyle (veya ayetiyle) başlayan filmin devamında Yusuf suresine yapılan bu atıfla birlikte baba-oğul arasındaki sevginin, çocuğun rüyayla gerçeğin iç içe geçtiği hayatında ne kadar değerli olduğunu görüyoruz. Soyut düşünme yeteneğini henüz kazanmamış olan Yusuf'un, Miraç kandilinde anlatılan miraç (göğe yükselme) hikayesini, ayın sudaki aksini yakalamaya çalışarak somutlaştırması da bu iç içe geçmişliğin güzel örneklerinden birini oluşturuyor. Babasının rüyasını kardeşlerine anlatmamasını tembihlemesinin ardından, rüyaları yorumlayarak geleceği görebildiğini keşfeden Hz. Yusuf'un yolundan giden küçük Yusuf da, annesinin herkesin mutlu olduğu çiçeklerle dolu rüyasını dinlerken babasının başına gelecekleri hissetmiş olacak ki, rüyanın sonunun gelmesini beklemeden evden kaçıyor.


Henüz soyut ve somut kavramları ayırt edemese de, film boyunca Yusuf'un ilk defa tecrübe ettiği ve böylece öğrendiği pek çok duygu var. Bunların içinde yönetmenin ön plana aldığı duygu, okul ile birlikte toplumsal hayata adım atan Yusuf'un çektiği yalnızlık. Öğrencilerin okumayı öğrendiklerini belgeleyen kırmızı kurdeleyi bir türlü alamayan, bu nedenle sınıf arkadaşlarının alaylarına maruz kalan Yusuf, kabuğuna çekilmeyi tercih ediyor. Evinde olduğu zaman okumakta sıkıntı çekmeyen Yusuf için bu kurdele her geçen gün üzerine binen bir yük haline geliyor. Yusuf kurdele dolu kavanoza baktıkça kekeliyor, kekeledikçe utanıyor ve sınıf arkadaşlarıyla ilişkisi kesiliyor. Film böylelikle, eğitim sistemini ödül-ceza mantığına dayandırmanın çocukların psikolojisi üzerinde bıraktığı negatif etkilere bir örnek gösteriyor.

Filmde öne çıkan bir başka konu da çocuğun kalemtraş, yüzük, oyuncak gemi gibi objelerle kurduğu ilişkiler üzerinden sahiplenmeyi, kıskançlığı ve suçluluk duygusunu öğrenmesi. Babasının tahtadan oyduğu oyuncak gemiyi bir başka çocuğa armağan ettiğini zanneden Yusuf'un, çocuğun ödevini çalarken yaşadığı kıskançlığı dışavurması; çocuğun hastalanması üzerine de, babasının yaptığı gemiyi ona kendi elleriyle armağan etmesini görürken, aslında Yusuf'un hayatında hiç unutamayacağı anlara şahitlik ediyoruz. Bu duyguların ilk yaşandığı anların belleklerden çıkmadığını hesaba katarak, pek çok izleyicinin hatrına okulda yaşadığı benzer olaylar gelmiştir diye düşünüyorum. Objelerin ön plana çıkışında, yönetmenin ekranın odağında bu sahneleri uzun süre tutmasının da önemli etkisi var.


Bir kişinin çocukluk, ergenlik ve orta yaş dönemlerini anlatan büyüme hikayesini klasik bir üslupla aynı yer ve farklı zamanlar üzerinden anlatmak yerine Semih Kaplanoğlu, ezberbozan bir anlayışla üçlemeyi aynı zaman diliminde üç ayrı mekanda geçen bir hikaye olarak kurgulamış. Gerçeklik algımızı biraz zorlayan bu yapıyı tercih ettiğine göre yönetmen, makyaj ve dekorla anlatılan bir hikayenin, eşzamanlı anlatılan bir büyüme hikayesine göre daha yapay kalacağına inanıyor. Ayrıca yönetmenin bu projeye başlarken Anadolu'nun farklı taşra bölgelerini göstermeyi amaçladığını da biliyoruz. Geniş planda Karadeniz'in doğasının büyüleyciliğini sergilediği görüntülerde de, objelere yaptığı yakın çekimlerdeki kadar usta olduğunu görünce, üç hikayede farklı mekanları göstermesinden seyirci olarak ayrıca memnun olduğumu ekleyeyim.

Üçlemenin finalini çocukluk dönemiyle yapan Bal filmi, yaşamımız boyunca kendimize sorduğumuz soruların pek çoğunun cevaplarını çocukluğumuza dönerek bulacağımız mesajıyla sonlanıyor. İkinci filmde evin yegane geçim kaynağı haline gelen Süt'ün, çocuğun annesiyle kurduğu ilişkide ne kadar belirleyici olduğunu, ilk filmde sara krizine giren Yusuf'un esasında erken yaşta yitrdiği babasını hatırladığını üçlemenin son filmde öğreniyoruz. Babasını kaybettiğini öğrendiği andan sonra ormanın karanlığında göreceği rüyalara sığınmaya çalışan çocuğun, üçleme boyunca (yani hayatı boyunca) babasının eksikliğini gideremeyeceğini, dolayısıyla o karanlıktan kurtulamayacağını bilmenin hüznü ise seyirciye bu filmden arta kalan duygu oluyor.

13 Nisan 2010 Salı

Dünya Kupası Finalistleri #10 - Portekiz


Dünya Kupası değerlendirmelerimizde sırayı İber yarımadasından Atlas Okyanusu'na açılan kaşiflerin ülkesi Portekiz var. Figo'lu, Rui Costa'lı, Vitor Baia'lı altın jenerasyonun kupasız veda etmesinin ardından C.Ronaldo önderliğindeki yeni jenerasyonla beklentileri biraz düşürmüş durumda. Şimdi Portekiz'in Dünya Kupası'ndaki şansını değerlendirelim.

Beklentiler:

Scolari döneminde hedef turnuva olan Euro 2004'ün finalde kaybedilmesi bütün ülkeyi yasa boğmuştu, zaten pek çok futbolsever bu turnuvayı Eusebio'nun kupayı Yunanistan'a verdikten sonra döktüğü gözyaşlarıyla hatırlar. 90'ların genç turnuvalarında fırtına gibi esen altın jenerasyona C.Ronaldo, Deco gibi takviyelerin de yapılmasına karşın alınamayan bu kupanın ardından iki turnuva daha geçti ve bu turnuvlarda da başarılı başlangıçların sonrasında Fransa ve Almanya gibi güçlü takımlara karşı elendiler. Bütün bu turnuvalarda Portekiz'in temel sorunu takımı taşıyacak bir seviyede bir santraforun bulunamayışıydı. 2010 Dünya Kupası'na gidilirken ise Portekiz'de ciddi bir kadro değişimi gözlemekteyiz. Takımın ilk 11'indeki 8 isim dört yıl öncesinin kadrosunda bulunmuyordu. Bunca değişikliğe rağmen takımın hala üst seviye bir santrafor bulamadığını görüyoruz. Bütün bu değişiklikler, Deco ve Quaresma gibi yıldızların formsuzluğu, Ronaldo'nun değişik pozisyonlarda oynadığı için istenen verimi vermemesi gibi sorunlar Portekiz'in kupaya ancak play-off'lara kalarak gelebilmesine neden oldu. Alex Ferguson'un müthiş yardımcısı Querioz'un teknik direktörlük kariyerinin beklendiği gibi olmaması ve bulundukları zorlu grup da beklentilerin düşmesinin bir başka nedeni.

İyimser Senaryo:

Portekiz turnuvadaki kilit maçı Brezilya karşılaşması olacak. Bu maçı kazanmayı başarabilirlerse önleri yarı finalde İngiltere'nin karşısına çıkana kadar açık olacaktır. Bu yola girdikleri takdirde sürekli penaltılarla eledikleri İngiltere ile yeniden karşılaşmaları ve klasikleşen Hollanda maçlarına bir yenisini daha eklemeleri oldukça heyecanlı olacaktır.

Kötümser Senaryo:

Brezilya ve Filidşi Sahilleri gibi iki güçlü takımın olduğu bu grupta sorunlu görüntünün devam etmesi ilk gruptan elenmeye sebebiyet verebilir.

Muhtemel Kadro:

Diziliş 4-2-3-1

Kaleci: Eduardo

Defans: Bosingwa-Alves-Carvalho-Duda

Orta Saha: Pepe-Meireles

Hücum Arkası: C.Ronaldo-Deco-Simao

Forvet: Hugo Almeida (Liedson)

Forvet sorununa çözüm getirebilmek adına Liedson'u portekiz vatandaşlığına geçiren Portekiz'de Quaresma'nın kadroya çağırılıp çağırılmayacağı merak konusu. Takımın 11'deki önemli sorunlarından biri de kaptanlık sorunu olacak. Takımın doğal lideri Ronaldo'nun yüksek egosyu nedeniyle kaptanlık için gereken vasıflardan uzak olması, kaptanlık için en uygun isim olan Porto'nun kaptanı Bruno Alves'in kaptanlık yapacak kadar milli takıma seçilmemiş olması turnuva öncesi kriz yaratabilir.

Yıldız Oyuncu: Cristiano Ronaldo (Real Madrid)


Son günlerde Messi'nin inanılmaz formu nedeniyle hasetinden çatlayan bir isim varsa o da Cristiano Ronaldo'dur. Çok değil, geçtiğimiz sezonun Şampiyonlar Ligi Finali'ne kadar dünyanın en iyi futbolcusu ünvanını taşıyan Ronaldo için bu sezon Barcelona nedeniyle bir kabusa dönüştü; ancak işleri tersine çevirmek için Dünya Kupası'ndan daha iyi bir platform bulamazdı. Hem fiziksel hem de mental güce sahip olan Ronaldo'nun müthiş tekniği ve karar verme becerisi onu rakiplerin korkulu rüyası haline getirdi. Portekiz'de onun adına, futbol topuyla doğaüstü yaratıkları yok ettiği bir futbol oyunu geliştirildi. Sahada yaptıklarını görünce, insana pek de hayal gibi görünmüyor.

Patlama Yapması Muhtemel İsim: Bruno Alves (Porto)


Kaybetmeyi sevmeyen yapısı, motivasyonu ve dizginlenemez hırsıyla Bruno Alves'i Portekiz'in Puyol'u olarak görenler çoğunlukta. Hava hakimiyeti ve tek hamlede geçilmesi zor bir oyuncu olması onu aranan bir defans oyuncusu haline getirdi. Bütün bu özelliklerinin yanında, özellikle duran toplarda etkili bir gol silahı olması onu daha da değerli kılıyor. 2010 Dünya Kupası'nda göstereceği iyi peformans onun Real Madrid'e, Madrid'in Vidic'i alabilmesi halinde Manchester United'a, veya Mourinho'nun seneye başında olacağı takıma transferini mümkün kılar.

Bir Portre: Simao Sabrosa (Atletico Madrid)


Müthiş top süren ve topa çok hakim bir oyuncu olan Simao'da bir kanatta arayacağınız bütün özellikler mevcut. Frikik ve penaltı uzmanı olması da bir diğer artısı. 19 yaşında geldiği Barcelona'da iki yıl boyunca kupa kazanamadı; ama Barça'lılar onu, Figo'nun Real Madrid formasıyla Nou Camp'a çıktığı ilk maçta Barça'nın galibiyet golünü atan adam olarak hatırlıyor. İyi geçmeyen bu iki yılın ardından Benfica'da yeniden doğan Simao, Atletico Madrid'de kariyerini sürdürüyor. Şubat sonunda Galatasaray maçı için ülkemize gelen Simao'nun ısınma sırasında yeteneklerinin bir kısmını sergilemek adına, De Gea kaledeyken 90'a taktığı şut da hala aklımdan çıkmadı.

11 Nisan 2010 Pazar

Beşiktaş 0-0 Trabzonspor: Tek Eksiğimiz Gol


Başlığa bakıp da Beşiktaş'ın oyununu öveceğimi düşünenler varsa yanılıyorlar; çünkü bu başlığı atmamın esas nedeni cümlenin mantığını eleştirmek. Gol atarak kazanılan bir oyunda, oyunun hedefine(ing. goal= hedef) ulaşacak organizasyona sahip değilseniz, temel bir yanlışlık içindesiniz demektir. Beşiktaş'ın bu sezon ligde 8. defa gol atamadan tamamladığı bir maç izledik. 9 maçı da yalnızca bir gol atarak tamamladığını hesaba katarsak, takımın gol atamama sorununun bütün sezona yayıldığını görürüz. Orta Saha oyuncularının hücuma hemen hiç katkı vermediği, gerçek bir sağ bek ve sağ kanat oyuncusu olmadığı için sağ kanadın felç olduğu bu takımın hemen hemen bütün atakları 36'lık İbrahim Üzülmez tarafından gerçekleştiriliyorsa, şampiyonluk yarışında geride kalmaktan daha doğal bir şey olamaz. İsimini anmışken kaptanın hakkını da verelim, takımın kalan isimleri bu maçı onun kadar isteseydi Beşiktaş dün akşam üç puanı alan taraf olurdu.


Organizasyonsuzluğun hüküm sürdüğü bir takımda Tello'nun yokluğu, Ernst'in sakatlıktan yeni çıkması gibi faktörler takımın 8 günde 4 puanı bırakmasına neden oldu. Yetenek seviyesi oldukça düşük olan bu takımda, bir hücum gerçekleştirmek için topu soldan sağa çeviren; ama bir türlü kanatlarda sıfıra inemeyen Beşiktaş'ı izlemek taraftarları da oldukça yoruyor. Dün akşam Trabzoun'un defansif orta saha kullanmayıp defans hattını ileriye çekmeyi tercih eden taktik dizilişi sayesinde orta sahaya 55. dakikaya kadar hakim olduk; ancak Teofilo - Ceyhun değişikliğinin ardından, Umut'un santrafora geçmesi ve Trabzon'un sağlam bir 4-3-3 dizilişine dönmesi sayesinde orta sahada alan bulamadık, böylelikle oyunu Trabzon'a teslim ettik. Bunda Ernst'in tam hazır olmamasının da önemli bir rol oynadığını söylemeliyiz. Tarafsız izleyenlere karşılıklı pozisyonlarla keyif veren bir maç izletti iki takım; ama sezonun 29. haftasında bir Beşiktaş taraftarı olarak bunu övecek durumda değilim. Açıkçası berbat bir oyunla 1-0 kazanmayı tercih ederdim. Taraftarın genel psikolojisi de benimle benzer olduğu için, iki gün sonrasında 90 dakikanın unutulacağından ve son dakikadaki penaltı pozisyonunun gündemde kalacağından da eminim.


Mustafa Denizli'nin bu pozuna bakarak onun da gelecek haftalar için endişe duyduğunu kestirmek zor değil. Ankaragücü maçı sonrası umutları 32. haftaya kadar erteleyen hoca için artık hesapları erteleyecek hafta da kalmadı maalesef. Sezon başı takımı kurarken, yaratcı bir orta saha bulamamanın yarattığı sıkıntıyı, bütün sezn boyunca çözemedi Beşiktaş. Bu durumda pozisyon üretmesi için ayağına bakılan pek çok isim ise, sezonu ya sakatlıklarla boğuşarak ya da istikrarsız bir form grafiğiyle geçirdi. Önümüzdeki sezon bu sıkıntıları aşmak adına nasıl çözümler üreteceğini ise, sezonun geri kalanından daha fazla merak etmeye başaldık. Yine de sezon bitmeden umut bitmez, Fenerbahçe derbisi bu açıdan hala büyük önem taşıyor.