29 Kasım 2010 Pazartesi

Galatasaray 1-2 Beşiktaş: Unutamadıklarım


Ali Sami Yen'de 6 yıldır puan dahi alamayan Beşiktaş'ın bu şanssızlığını "Ali Sami Yen'deki son derbi" başlığı altında incelenen maçta kırması, Beşiktaşlılarca hoş bir tebessümle, Galatasaraylılarca da bir parça buruklukla hatırlanacak kuşkusuz. Hatırlamak demişken, maçın sonunda Cenk Gönen'in "Nietzsche'nin bir sözü vardır" diye başlayan açıklaması sanıyorum bu maçtan en uzun süre hafızamda kalacak olan ayrıntıdır. Alıntı yaptığı cümlenin "Unutan iyileşir" olmasının bu duruma ironi kattığının farkındayım ve yazının geri kalanını da bu ironinin üzerine kurdum; ama önce bütün medya görevlilerini Cenk ile acilen bir söyleşi yapmaya davet ediyorum. Her oyuncu saha içinde yaptıklarıyla büyür; ama yalnızca bazıları kişiliği ile efsane olur. Cenk, efsaneliğe doğru giden uzun mu uzun yolda dün hem saha içinde hem de saha dışında ilk adımını attı, bunu görmeden geçmek olmazdı.

Yazımın geri kalanını derbinin bana hatırlattıkları üzerine kurduğumdan bahsetmiştim, şimdi bu anıları notlar halinde aktarıyorum.

- Öncelikle Cenk Gönen'in Pino'yla karşı karşıya kaldığı pozisyonda ayakta kalması bana, 2000'lerde Beşiktaş formasını giyen en iyi kaleci olan Oscar Cordoba'yı hatırlattı. Böyle bire bir pozisyonlarda hemen yatmaz ve rakibi hataya zorlardı Kolombiyalı eldivenimiz. 2005-06 sezonunda Hasan Kabze'nin inanılmaz golü nedeniyle suçlanıp gitmesini bir türlü unutamadım.

- Guti'nin golden sonraki gülüşü bana Sergen Yalçın'ın meşhur "Sergen attı şampiyonluk geldi" golünüden sonraki içten gülüşünü hatırlattı. Guti dün akşam, geçen yıl kaybettiğimiz Fenerbahçe maçından sonra yazdığım yazıda geçen büyük maçların sonuçlarını maçın ağırlığını kaldırabilen yıldızların belirleyeceği iddiamı destekleyen güzel bir örnek verdi. Guti'nin yaptığı asistin benzerlerini kepçe kulaklı efsane de az yapmamıştı. Sergen zaten büyük maçları alma becerisini bizlere yıllar yılı Fenerbahçe ve Galatasaray maçlarında göstermiştir. Onun da hayatımda ilk defa stadyumda izlediğim ve 1996-97 sezonunun son maçı olan Ankaragücü maçının ardından 5 yıl siyah-beyazlı formadan uzak kalmasını unutamam.


- 8 yıl sonra Ali Sami Yen'de alınan galibiyet ister istemez İbrahim Üzülmez'in sağ ayağıyla attığı golü hatırlattı. Efsanevi yüzüncü yıl kadrosundan bize miras kalan son isim Deli İbrahim. o gün Ali Sami Yen'de attığı gole karşın, onun 8 yıl sonra Sergen, İlhan Mansız, Zago, Cordoba, Giunti, Tayfur, Pancu, Nouma gibi bir Beşiktaş efsanesi olacağını söyleseler inanmazdım. 2008-09 şampiyonluğunda Üzülmez'in yerine kupayı Delgado'nun kaldırmasını da unutamam. Mustafa Denizli'nin son maçta kaptanlık bandını kendi elleriyle Üzülmez'in koluna takmasını ve Deli İbo'nun gözyaşlarını unutamayacağım gibi.

- Kewell'ın son dakikada attığı gol, 3 yıl önce bir başka Liverpool efsanesi olan Gerrard'ın İnönü'de son dakikada durumu 2-1'e getiren kafa golünü hatırlattı. Belli ki İngiltere'de top koşturanların bu tip gollere bir yatkınlığı var. Liverpool deyince de neyi hatırladığımı biliyorsunuz zaten. Ama benim o mağlubiyete herkesten bir parça daha fazla üzülmemin nedeni, 2007 yılının yaz aylarında İngiltere'ye gitme şansı bulduğumda Liverpool formasına Gerrard #8 yazdırdığım gün gözlerimde oluşan pırıltıdır. Yıllar yılı İngiltere'de desteklediğim (halen de desteklerim, ayrı mevzu) takımdan bu farkı yemeyi unutamam. 7 yiyin 9 yiyin; ama 8 yemeyin be arkadaş, büyük bir heyecanla aldığım formanın arkasında yazıyor o numara.


- Ali Sami Yen'de bir penaltı golüyle öne geçmemiz bana son yıllarda BJK - GS derbilerinde ne kadar çok penaltı düdüğü çalındığını hatırlattı. Holosko'nun iki yıl önce bu kez penaltıyı yapan isim olması da bu çağrışım da etkili oldu tabii ki. O gün Baros'un iki penaltı golü, önceki iki sezonda da Nonda ve Ümit Karan'ın penaltı golleriyle Galatasaray Ali Sami Yen'de galip gelen taraf olmuştu. Beşiktaş'ın 2003-04 sezonunda iki uyduruk penaltıyla 2-1 kazandığı maç da Ali Aydın'ın son maçı olmuştu.

- Nobre'nin kafayla attığı gol ise bana 2006'da Galatasaray'a karşı Süper Kupa'yı kazandıran golünü hatırlattı. Tigana'yla yola çıktığımız yeni dönemde dünkü İsmail, Ersan ve Cenk gibi yeni yeteneklere benzer şekilde Gökhan Güleç, İbrahim Akın, Burak Yılmaz, Serdar Kurtuluş forma giyiyordu. Şimdi neredeler diye sorası geliyor insanın; ama buraya yazdığıma göre onları da hala unutmamışım.

- Eski Açık'ta açılan pankartlar geçtiğimiz şubat ayı Moist ile birlikte Galatasaray - A. Madrid maçına gidişimizi hatırlattı. İpler üzerinde kaydırılarak açılan Aslan pankartının arkasında beklediğimiz günü hatırlayıp "benim de orada bir anım var" dedim. Forlan'ın "ben santraforum" dediği golü ve sonrasında Nevizade'de otobüs beklerken içilen 35'liği de unutacağımı sanmıyorum.

- Son olarak Cenk'in yaptığı açıklamayla birlikte herkesin hatırladığı bir başka Galatasaray maçı var ki, kalecimiz Fevzi Tuncay'ın o maçta yaptığı hatayı unutup iyileşmesi ne kadar mümkün olur bilmiyorum, zira Beşiktaşlıların ortak hafızasından asla çıkmayacak olan bir şampiyonluk maçıydı.


Anılar geride kalıyor ve hayat devam ediyor, yeni maçlar yeni kahramanlar ve hainler yaratıyor. Bu maç benim anılarımda yurt dışında izlediğim ilk derbi olarak kalacak. Almanya'da yaşayan Türklerin önemli çoğunluğunun Galatasaraylı olduğu gerçeğiyle birlikte dün maçı izlediğim yerde kendimi adeta yurt dışından bir takımı destekliyormuşum gibi hissettim. Bunun da altında 2000'lerin başında Galatasaray'ın başarı kelimesiyle özdeşleşebilen nadir Türk markalarından biri olması yatıyor. Bu örnekten hareketle maç sonu benim aklımdan geçeni Aceto yazmış ve büyük başarıların üzerine oluşan yeni Galatasaray profilinin bu bunalımın altından nasıl kalkacağını merak ettiğini söylemiş. Neyse bu konu için blogda başka bir uzman var, yorumları ona bırakıyorum (Bu arada kendisi hesabı Bank Asya'dan açmış ve oldukça karamsar görünüyor). Beşiktaşın yarışa dönmek için pazar günü oynanacak olan Bursaspor maçında bir şansı daha olacak. Umarım Bobo ve Q7'nin yokluğunda Hz. Guti bizi ilk yarının sonuna kadar yarışta tutmayı başarır.

Bank Asya 1. Lig! 1. Lig Bank Asya!


Olsun, o da güzide bir ligimiz. Belki "lig Galatasaray'la Fenerbahçe arasında" geçmez, ama başarılı oluruz.

Olur muyuz?

28 Kasım 2010 Pazar

Birikirse Biriksin...



Galatasaraylıyız, düzgün çıkan bir Brezilyalımız yok. Yabancıların hepsinin kontratını feshediyoruz. Bu da bize büyük bi' sıkıntı veriyor. Kurumuş futbolcu artıklarımız sanki bir kaya. Adeta fıttırasım geliyor. Kafamda derman kalmıyor. Donmuş şampiyonlar ligi, kurumuş "UEFA'da final oynayacağız" sallamaları, dibi tutmuş... Şu saatten sonra s***mde bile değil... İsterse tavana kadar biriksin...

Kendimi bir derbi öncesinde ilk kez bu kadar sıkılmış, heyecansız ve umursamaz hissediyorum. Kazansak ne olacak, kazanmasak ne olacak. Atı alan Üsküdar'ı geçmiş. Nereye gidersem gideyim yanımda taşıdığım 2-3 formam kalmış geride, onlar da bavulumun ücra köşelerinde öylece bekliyor. Bir de "başarılar gelir geçer, asaletin bize yeter" mırıldanmaları.

Meşhur "brozak reklamları" çok iyi anlatıyor bu takımın beni nasıl yorduğunu, bunalttığını ve sonunda "eee yeter ulan" deyişimi. Ben de bu sezonu kapattım gitti. Seneye "UEFA'da final oynayacağız" diye sallama şansımız bile olmayacak, yazıklar olsun...

Exit Through The Gift Shop: Kamera Spray ile Buluşunca


2010 yılı, zamanın ruhunu (zeitgeist) anlamaya çalışan filmler açısından oldukça verimli geçmişe benziyor. Bu yıl Sundance ve Berlin film festivallerinde gösterilen Exit Through the Gift Shop ise zamanın ruhunu sadece anlamaya çalışmakla kalmayıp, zekalarıyla ona yön de veren bir grubu anlatıyor. Exit Through the Gift Shop, graffiticiler veya sokak sanatçıları olarak tanımlayabileceğiniz yeni nesil yaratıcı zekalar üzerine bir belgesel, hem de bu yaratıcı zekaların en parlağı olarak bilinen Banksy'nin elinden çıkma. Filmin gerçek mi yoksa kurmaca mı olduğuna dair tartışmalar da var; ancak bu yazıda onlara değinme niyetinde olmadığımı baştan söyleyeyim.

Filmin Berlinale'deki tanıtım yazısından alıntılarsak, Banksy bu filmi "benim hakkımda film yapmaya çalışan bir adam hakkında bir film" olarak özetliyor. Thierry Guetta, nam-ı diğer Mr. Brainwash'ın bir sokak sanatçısına dönüşme serüvenini anlatan filmde, bazen amaçsızlığın da hayatta kendini ifade edebilecek bir noktaya varmak için önemli bir araç olarak kullanılabileceğini görüyoruz. Mr. Brainwash'ın oluşum sürecinin ardında, Thierry Guetta'nın hayatının hemen her anını filme alma saplantısı yatıyor. Bu saplantısı nedeniyle doldurduğu onca kaset sayesinde seyirciler olarak, Thierry'nin kuzeni "space invader" ile başlayarak önemli işlere imza atan pek çok sokak sanatçısını tanıma fırsatı buluyoruz.


Thierry'nin hayatının (ve de belgeselin) dönüm noktasını ise bu sokak sanatçılarının en kıdemlisi olan Banksy ile tanıştığı gün oluşturuyor. Yüzünü film boyunca göremediğimiz Banksy, bu şekilde bir modern zaman mitine dönüşmeyi başarıyor. Sokakların görüntüsündeki değişimi, bu üslup sahibi sanatçının kendi iradesinin ötesinde Zeitgeist ile açıklamamıza yardımcı olan bir mit. Thierry'den Banksy'i tarif etmesi istendiğinde "he's like, um like, eee like, like, I like him" dediği ve izleyenleri gülmekten yerlere yatıran sahne, Thierry a.k.a Mr. Brainwash'ın Los Angeles'da kendi galerisini açmayı ve kitleleri kendine çekmeyi başarmasına karşın hala Banksy'i ne kadar yukarıda gördüğünün güzel bir örneği.

Bu noktada Banksy efsanesini daha iyi anlamak için film incelemesine bir virgül koyup graffitiyi sanat kategorisine sokan arka plan üzerine kafa yoralım. Graffitiyi oluşturan sanatsal arka plan, Andy Warhol'un imgelerin sürekli tekrarlanarak iletişim ağlarını ele geçireceğini keşfetmesiyle doğan pop-art'dan beslenirken, graffitinin yasa dışı olması ona dinamizmin yanında belirli bir politik duruş katıyor. Banksy'nin popüler kılan ise onun, arka plandaki bu unsurları iyi kavraması ve bu arka planı eserlerine başarılı bir şekilde aktarması. Stilize çizimlerini, farelerine ve ilk bakışta fark edilen insan tiplemelerine aktaran Banksy, bu şekilde Andy Warhol'un imgeleri tekrarlama kuralını uyguluyor. Graffiti zaten sokak sanatı olduğu için, iletişim ağlarına yani temel olarak insanlara ulaşmak da oldukça kolaylaşıyor.


Yine de bu kadar açıklama Banksy'nin neden özel bir sanatçı olduğunu anlatmak için yeterli değil. Andy Warhol'un sanatta yarattığı bu değişim, kapitalist sistem içinde 50 yıldır büyük markalar tarafından şehvetle tüketilirken, pop kültürü kitleleri aptallaştırmak için paha biçilmez bir yöntem olarak kullanılmaya başlandı. Bunun nedeni ise yine Warhol'un belirttiği gibi, imgenin içeriğin dışına çıkarılıp sürekli olarak tekrarlanmasının bir süre sonra imgeyi anlamsız kılmaya başlamasıydı. Banksy'nin eserlerinde ise durum tersine dönmüş görünüyor. Banksy, haber kanalları üzerinden zihinlerimize kazınan Guantanamo'daki tutukluların fotoğrafını, içeriğin tamamen dışında olduğumuz sıradan bir sokakta yineleyerek insanlara politik gerçekleri yeniden hatırlatmayı başarıyor. Bizler için hatırlamayı kolaylaştıran ise şüphesiz graffiti çizerlerinin polisle çatışma halinde olması nedeniyle sergilemek zorunda oldukları karşı duruş.

Başta filmin Thierry hakkında olduğunu söylememe karşın Banksy üzerine bu kadar uzun bir açıklama yapmamın nedeni ise filmde Thierry'e Banksy'nin gözlüklerinden bakıyor olmamız. Filmin kahramanı Thierry'nin Los Angeles'taki galeriyle elde ettiği ticari başarı ve eser üretimindeki hızı görünen o ki diğer sokak sanatçılarını tatmin etmeye yetmemiş. Kamaerasıyla yaptığı çekimleri sempatik bularak (belki de işlerinin geleceğe kalmasını isteyen tüm sanatçılarda var olan kaygıdan dolayı) aralarına aldıkları Thierry'nin Mr. Brainshaw'a dönüşmesi onlara şaşkınlık veriyor.


Yazının sonunda ise, girişte kurduğum, filmin zamanın ruhunu yakaladığına dair cümlenin altını doldurmam gerekiyor. Graffitilerin oluşum süreçlerini ayrıntılı olarak görme şansı bulduğumuz bu film zamanın ruhunu iki açıdan yakalamayı başarıyor. Öncelikle, merceğe taşınan graffiticilerin kentleri nasıl dönüştürdüğünü ve hala dönüştürmekte olduğuna tanıklık ederek, sinemanın (ve sanatçının) çağına tanıklık etme sorumluluğunu harfiyen yerine getiriyor. Filmin zamanın ruhunu yakalamayı başardığı ikinci nokta ise sinema dünyasının özelinde. Exit Through the Gift Shop, son yıllarda sıkça gördüğümüz belgesel - kurmaca arasında gidip gelen filmlerin takipçisi konumunda. Sıradan bir video kamerayla yapılmış olan çekimleri; seyircilerde, graffiticilerle birlikte sokağa çıkmış hissini uyandırıyor. Sanki birazdan polis gelip bizim kameramıza el koyacakmış gibi tedirgin oluyoruz.

Yukarıda bir kısmına değindiğim, seyircilere üzerine düşünmek için pek çok konu bırakan ve bunun yanında hayli eğlenceli olan Exit Through the Gift Shop filmini bir yerlerden edinip izlemeniz tarafımdan şiddetle tavsiye olunur.

24 Kasım 2010 Çarşamba

A Milli Takım: Havuzdaki değişim


Havuz, A milli takımla ilgili son yazılarımda istisnasız olarak bahsettiğim bir kavram. milli takım havuzu genişliyor, x oyuncu artık milli takım havuzunda yer alıyor / almıyor diyerek sürekli bahsettiğim havuzu açıklamak için elimizdeki oyuncu kadrosunu bir köşeye not etmek gerektiğini düşündüm. Bu türlü notları tuttuğum blogdan başka bir yer olmadığı için haliyle milli takımımızın havuz problemini bu yazıda çözmeye çalışacağım.

Kadroyla ilgili ileride konuşurken de atıfta bulunacağım bu değerlendirmede, havuzu oluşturmak için başlangıç olarak ya aylarında Amerika'ya giderken açıklanan kadroyu kullandım. O tarihten bu yana özel ve resmi maçlardan önce açıklanan kadrolarda sahaya çıkma şansı bulan oyuncuları listeye ekledim. Son olarak Hollanda maçında çağırılan kadroyu bütünüyle listeye dahil ettim, zira bundan sonra yapılacak yenileme hamlelerinde bu kadro referans oluşturacak.

Havuz ile ilgili analizleri daha kolay yapabilmek için de oyuncu listesini As Oyuncular, Yükselişteki Oyuncular, Yeni Gelenler, Geniş Kadrodakiler, Yaş Haddi ve Gözden Çıkanlar isimli 6 başlık altında topladım. As kadrodakiler sağlam olduğu takdirde çağrılacağını bildiğimiz isimlerden oluşuyor. Yükselişteki isimler genç yaşta olup son dönemde sürekli kadroda şans bulanların oluşturduğu grup. Yeni gelenlerde ise kadroya yeni davet edilenler ve yakın sürede davet edilmiş olan genç isimler bir arada yer alıyor. Geniş kadrodakiler son dönemde düşünülmeyen; ancak zorunluluk halleri veya form yükseltmeleri halinde yeniden şans bulması muhtemel oyuncuları barındırıyor. Yaş haddi ve gözden çıkanlar gruplarını isimlerinin yeterince tarif ettiğine inanıyorum.

Şimdi üzerine bu kadar kelam ettiğim listeye bakalım:

As Oyuncular:


Kale: Volkan (FB)
Defans: Gökhan Gönül(FB), Sabri, Servet(GS)
Orta Saha: Arda(GS), Hamit(Bayern), Emre(FB)
Forvet: Tuncay(Stoke), Semih, Kazım(FB)

Yükselişteki Oyuncular:

Kale: Onur (TS)
Defans: İsmail (BJK)
Orta Saha: Nuri Şahin (B.Dortmund), Selçuk İnan (TS)
Forvet: -

Yeni Gelenler:


Kale: Ufuk (GS)
Defans: Serdar Kesimal (Kayseri), İbrahim Öztürk (Bursaspor), Ersan Adem Gülüm (BJK), Gökhan Süzen (İ.B.B), Eren Aydın (Manisaspor)
Orta Saha: Necip (BJK), Volkan Şen, Ozan İpek (Bursa), Özer (FB), Mehmet Ekici (Nürnberg), Yiğit İncedemir (Manisa), Engin Baytar (TS), Yekta (Kasımpaşa), Orhan Gülle (Gaziantep), İbrahim Akın (İ.B.B)
Forvet: Umut, Burak (TS), Turgay (Bursa), Nadir Çiftçi (Portsmouth), Batuhan Karadeniz (Eskişehir)

Geniş Kadrodakiler:

Kale: Sinan Bolat (S.Liege)
Defans: Hakan Balta (GS), İ.Toraman (BJK)
Orta Saha: Mehmet Topuz, Selçuk Şahin (FB), Ceyhun Gülselam (TS), Mehmet Topal (Valencia)
Forvet: Sercan (Bursa), Halil (E.Frankfurt), Mevlüt (PSG)

Yaş Haddi:


Kale: -
Defans: Ömer (Bursa)
Orta Saha: Aurelio (BJK)
Forvet: Nihat (BJK)

Gözden Çıkanlar:

Kale: Hakan (BJK)
Defans: Çağlar, Gökhan Zan(GS), Emre Güngör(G.Antep), Caner (FB)
Orta Saha: Sezer Öztürk (Eskişehir)
Forvet: -

Umarım yeni gelenlerdeki şişkinlik zamanla yerini yükselişteki oyuncular ile as oyunculardaki fazlalığa bırakır ve bu dğeişim milli takımı Euro 2012'ye taşır. Bu listeyi gerek Beşiktaş'taki yerli oyuncuların analizini gerekse transferleri konuşurken de kullanacağımı ekleyeyim.

23 Kasım 2010 Salı

St. Pauli 1-1 Wolfsburg: Forza St. Pauli, Saldır Beşiktaş


Gördüğünüz üzere daha önce mabedimiz İnönü Stadı'na defalarca götürüp hacı yaptığım 100. yıl Beşiktaş atkımı, bu kez dünyanın sayılı futbol mabetlerinden biri olan St. Pauli'nin Milerntor stadyumuna umreye götürdüm. Fotoğrafın yanına bilet kuyruğunda geçirdiğim donma tehlikesi ve Avrupa'da git gide azalan ayakta maç izleme zevkini(?) de katınca benim bu maça dair olan hikayem tamamlanmış oluyor. Yazının bundan sonrasında maça gelen diğer insanlar için de bu maçın hikayesine katılan unsurlara göz atalım.

Ev sahibi olan St. Pauli ile başlayalım. Che resimli bayrakların sallandığı, siyahların, Türklerin ve diğer göçmenlerin, eşcinsellerin rahatça girip beraberce tezahürat yaptıkları bu tribünlerde oluşturulan ufak yaşam alanı, çok kültürlü toplumların da var olabileceğine dair bir umudu içinizde yaşatmanızı sağlıyor. Buradan St. Pauli tribünlerinin ideal bir dünya olduğu sonucu da çıkmasın; ama çok kültürcülüğün ölümünü ilan eden Angela Merkel beş dakikalığına gelip bu tribünlerde otursa belki işler daha iyiye gider.(oturmayı lafın gelişi yazdım, yoksa kale arkasında herkes ayakta, zaten kale arkasında koltuk da yok)


Gelelim sahada Bundesliga'da kalma mücadelesi veren St. Pauli takımına. İki maçını izlediğim takım, kısıtlı potansiyeline karşın varını yoğunu ortaya koymaya çalışıyor. Skorda geriye düşmedikleri takdirde de gittikçe daha dirençli bir takım haline geliyorlar. Bu deplasmana gelen takımların sahaya ağırlıklarını ilk 30 dakikada koymaları gerekiyor. Aksi takdirde bu hafta sonu Wolfsburg'a yaşattıkları puan kaybını diğer takımlar da yaşayabilir. Pazar günü oynanan maç Wolfsburg'un isteksiz oyunu sayesinde St. Pauli'nin kazanabileceği az sayıdaki maçtan biri konumuna gelmişti; ama son dakikalardaki baskı golü getirmedi.

Açıkçası bu kadro kalitesiyle St. Pauli'nin ligde kalması çok zor. Oyun kurmak için bütün yük Gerald Asamoah'a biniyor; ancak o da bu yükü kaldıracak fizik kalitede değil. İşi Türkiye Ligi'ne bağlayıp St. Pauli'nin eksiğinin Ceyhun Eriş, Murat Erdoğan, Yusuf Şimşek gibi yıllarca küme düşmemeye oynayan takımları golleri ve asistleriyle ligde tutan, yüksek oyun zekası düşük fizik kalite denklemli oyuncular olduğunu söyleyeyim. Aslında bizim Kara Şimşek Yusuf'u devre arası St. Pauli'ye transfer etsek fena olmaz, belki 2008-09'daki yarım sezonluk mucizesi gibi bir mucize de burada yaratır.


Deplasmana gelen Wolfsburg ise motivasyonunu tamamen yitirmiş bir takım görüntüsü veriyor. Ligin 11. sırasındalar ve bu mental durumdan çıkamazlarsa sezonu buralarda tamamlama ihtimalleri yüksek. Diego'nun gelmesinin ardından Misimovic'li 4-1-2-1-2'yi bırakıp 4-2-3-1'e dönmüşler ve tek forvet olarak Dzeko'yu oynatıyorlar. Zaten Dzeko'yu sahada görür görmez "Bu adam santrafor olmak için doğmuş" diye düşünüyorsunuz. Kötü oynadığı bir maçta bile golü bulması da yalnızca iyi golcülerin sahip olabileceği bir özellik. Kafayla indirdiği toplar ve girdiği 2'ye 1 denemeleri ilk yarıda sonuç vermeyince ikinci yarı iyice oyundan düştüğünü de ekleyelim.

Diego ise pahalı transferinin baskısını atlamamış görünüyor. Maç boyunca oldukça agresifti, bir sarı kart gördü ikinciyi de her an görebilirdi. Dikkatimi çeken bir başka isim de özellikle havadan etkili olan Danimarkalı stoper Simon Kjaer(zaten geçtiğimiz yıl adı büyük kulüplerle anılmaya başlamıştı). Grafite'ye ise mevcut şablonda yer yok, devre arasında kendisini yeni bir takıma transfer olurken görürsek şaşırmam.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Beşiktaş'ın Alternatif Golcü Sorunu


Beşiktaş'ın 13. hafta Konyaspor ile oynadığı maçta kaybettiği iki puanın ardından zirve yarışında geride kalması, haftalık mazeretlerin ötesinde sorunların varlığını ispatlıyor. Bu akşam oynanan maç, geçtiğimiz sezondan kalan alternatif golcü yaratma sıkıntısının bu sezon da devam ettiğini gözler önüne serdi. Şimdi geçtiğimiz iki sezona dair istatistiklere göz atarak sorunun kaynağını bulmaya çalışalım.

Rakip kaleye en yakın konumdaki oyunculardan en çok golün talep edilmesi futbolun genel geçer kurallarından birisi. Bu forvetlerin dengeli bir şekilde katkı verdiği bir takım ise başarıya daha kolay ulaşıyor. 2008-09 Barcelona'sı ligde şampiyon olurken Eto'o 30, Messi 23 ve Henry 19 golle takıma katkı vererek dengeli dağılımın uç örneklerinden birini ortaya koymuşlardı. Beşiktaş'ın son şampiyonluğunu yaşadığı 2008-09 sezonunun golcüler istatistiğine baktığımızda ise, 11 gollü Bobo'yu 10'ar golle Nobre ve Holosko'nun izlediğini görüyoruz. Bu ana üçlünün ardından yardımcı golcü rolünü üstlenen ikili Tello ve Delgado da 6'şar golle takımın gol yükünün dengeli olarak dağılmasına katkıda bulunmuş. Bu istatistik bize gösteriyor ki, takımın gol yükünü çeken esas bir - iki golcü olmadığında bile, gol yükünün paylaşılması başarıyı getiriyor.


Bu dengeli dağılım ile şampiyon olunan sezonun sonunda alternatif kazanmak adına Nihat kadroya katılırken, Delgado'nun uzun süreli sakatlığı nedeniyle kadro transferin son günlerinde Gaziantepspor'dan Tabata ile takviye edilmişti. Gol sayısını artırmada katkısı olması beklenen bu iki isimden toplamda 5 gol bulan Beşiktaş, Delgado'nun yokluğundan doğan açığı bile karşılayamamışken, yukarıda bahsettiğim 2008-09 sezonunda Bobo, Holosko, Nobre üçlüsünden 31 gol bulan takım geçtiğimiz sezon aynı üçlüden 19 gollük katkı sağlayabiliyordu. Bobo'nun 1 gollük artışına (12 gol) karşın Holosko'nun 6 rakamına düşmesi, Nobre'nin ise düşmekten beter olup sezonu bir golle kapatması üzerine bu sezon kadroda bazı değişikliklere gidildi.

2009-10 sezonu sonunda Beşiktaş'ın pozisyon üretmekte sıkıntı çektiği görülüyordu, bu nedenle takıma Quaresma ve Guti gibi sonuca gidecek hamleleri yapmaları beklenen isimler katıldı. 2008-09 yılında Tello, Delgado ve Yusuf'un dönüşümlü olarak üstlendiği yaratıcı oyuncu rolünü bir sezon sonra gösterememeleri (Delgado sakat olduğu için buraya Tabata'yı eklemek gerekiyor), Beşiktaş'ın sezonu dördüncü bitirmesine sebep olmuştu. Guti ve Quaresma'nın gerekli katkıyı vermesi üzerine Bobo, Holosko ve Nobre'nin (hatta Nihat'ın) daha fazla gol üretmesi bekleniyordu. Bobo şimdiye kadar attığı 7 golle kendisine dair beklentilerin boşa olmadığını gösterse de, alternatif golcüler olan Holosko ve Nobre'nin toplamda 3 golde kalması, Nihat'ın henüz ligde gol bulamaması alternatif golcü sıkıntısının devam ettiğini açıkça gösteriyor. Orta sahadan gol desteği beklenen Guti, Quaresma, Tabata isimlerinin ligde toplam 4 golü var ki bu da beklenen katkının altında.


Beklenen katkıların gelmemesinde sakatlıkların etkisi olduğu da muhakkak; ama sakatlıklar olmadan sorunların devam edeceğine dair korkularım var. 3 sezon içinde yaşanan taktik değişikliklere de değinmek gerekir; ama hücumdaki temel anlayışımız 3 sezondur merkezdeki tek forvet üzerinden şekilleniyor. Buna karşın yardımcı forvet rolünü üstlenen oyuncular 2008-09'daki katkıyı veremiyorlar. Bugün itibariyle 3-4 isim gönderip yeni isimler almak mümkün olmadığı için de takım içinde nasıl bir çözüm üretilebileceğine bakmak gerekir.

Eldeki alternatifler içinde denenmeye değer gördüğüm ise Hilbert ve İsmail'in sağ - sol açık olarak Quaresma'nın ters kanadında oynaması. Hilbert'in Stuttgart'ın şampiyon olduğu sezon 7 gollük bir katkısı olduğunu hatırlatmak isterim. Kağıt üzerinde az gözükse de şu an böyle bir alternatif isme şiddetle ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. Bu ikilinin ileri uca yakın kullanılması hücumdaki bir diğer sorunumuz olan enlemesine genişlemeyi de çözebilir ve böylelikle merkez forvetin gol sayısını artırabiliriz. Eğer bir değişim yapılmaz ve formsuz alternatif golcülerimizden herhangi birisi eski günlerine görkemli bir dönüşe imza atmazsa bu sezon Beşiktaş'ı daha pek çok sıkıntılı maç yaparken izleyeceğiz gibi görünüyor.