30 Haziran 2012 Cumartesi

Bunlar Adam Olmaz #2


Olimpiyat oyunlarının en unutulmaz anları, açılış seremonisinde ülke bayrağının taşındığı ve bayrağın arkasında yürüyen sporcuların stadyumu selamladığı ilk günde yaşanır. Ülkelerin spordaki görece büyüklüklerinin kabaca anlaşıldığı bu anlarda, bazı ülkelere gıpta ile bakar, bazılarının da haritadaki yerlerini tahmin etmeye çalışırız. Takım sporlarında başarılı olan ülkeler, bu gövde gösterisinde kuşkusuz bir adım öne geçerler. Tek başına ülkenin bayrağını taşıyanların ise omuzlarındaki yükü hissetmeye çalışır, içten içe onların bir madalya kazanmalarını isteriz.

Tüm ülkeler için bir gurur anı olan olimpiyat oyunlarının açılış seremonisinde, an itibariyle 46 erkek ve 59 kadın sporcu bayrağımızın arkasında yürüyecekler. Voleybol kadın takımımızın ardından basketbol kadın takımımızın da olimpiyatlara katılım hakkı elde etmesiyle, sporcu kadınlarımız erkeklerin sayısını hayli aştı. Kadın sporcuların bu açılışta göğsümüzü kabartacak olması bana ve Türkiye'deki spor dünyasını az çok bilen herkese ayrı bir gurur yaşatıyor. "Adam olmaya", normalleşmeye, düzene isyan ederek, "kadının yeri..." diye başlayan saçma cümlelere aldırmayarak, "kadın" demeye utanıp "bayan" diye kıvıran kravatlı dangalakların arkasında dişlerini sıkarak, tüm ömrünü kadınların bedenlerini tahakküm altına almaya adamış kudretli şahsiyetlerin gölgelerinden kaçarak, boğazına kadar pisliğe batmış futbol düzeninin üstünde puro tüttüren para babalarının her gün boy boy fotoğraflarının yer aldığı, "spor demeye bin şahit" sayfalarında kendilerine yer ayırmayanlara inat, zirveye çıktılar. Sporun, verilen emeklerin karşılığının alındığı adaletli oyunlar olduğu gerçeğini bizlere yeniden hatırlattılar. Sağ olsunlar, var olsunlar, mümkünse adamlara hiç bakmayıp, kendi yollarında devam etsinler.


Son bir rica: Eğer toplumun başlarına açtığı bunca zorluğa karşın, Türkiyeyi temsil eden kadın sayısı erkek sayısından fazlaysa, açılış seremonisinde bayrağımızı taşıma onuru da kanımca bir kadına verilmelidir. Umarım bayrak taşıyanı seçecek olan kişiler bu gerçeği dikkate alırlar.

Not: Fotoğraflar ntvspor.net adresinden alınmıştır

23 Haziran 2012 Cumartesi

Raoui: Kalbimizdeki hikayeler


Camus'den ve hikayelerden bahseden bir yazı yazınca, bir Cezayir havası almak için Souad Massi'den Raoui dinlemek de farz oldu. Kendisini Ramallah -Filistin'de verdiği konserden bir videoyla blogda, başımızın üstünde ağarlayalım.

Moonrise Kingdom: Sığınılacak bir Wes Anderson Koyu



Wes Anderson’ın filmlerine aşina olanlar, onun filmlerinin “Bir Wes Anderson filmi” ibaresine ihtiyaç duymayacak biçimde bariz karakteristik özelliklere sahip olduğunun farkındadırlar. Hatta, bir Wes Anderson filmini sevmek için öncelikle bu şablonu kabullenmenin gerekli olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle, Moonrise Kingdom filmine dair izlenimler paylaşmak için, öncelikle Wes Anderson şablonuna göz atmakta fayda var.

Filmlerinde, gerçeğin bir kopyasını yaratmaya çalışmak yerine, kendi arızalı dünyasını kurmayı tercih eden bir yönetmen Wes Anderson. Sabit hızla sağdan sola, yukarıdan aşağıya kayan kamerası ile odağı çerçevenin tam merkezinde tutan (ve bazen Anderson’ın simetri hastalığı olduğunu düşündüren) çekimleri, seyircilere ilk anlardan itibaren gerçeklikle olan bağın kesilmesi gerektiğini anlatmaktadır. Anderson, hem çekim hem de hikaye kurallarını kendi icat ettiği bir oyunu oynamaktan sıkılmayan bir çocuk gibidir ve kendi masum dünyasını kurarak, bir anlamda eksik bulduğu mevcut dünyaya olan itirazını sunmaktadır.

Mizah anlayışı ve diyalog yazma gücü, Wes Anderson’ın ayrıt edilir özellikleri olarak ilk akla gelenler. Bütün bu özelliklerini fark edilir kılansa, zorunlulukların getirdiği çatışmadan beslenerek yarattığı hikayeler. Bu zorunlulukları, hayatta karşılaştığımız can sıkıcı durumlar ve bir hikaye / film yaratmanın tanımından doğan zorunluluklar olarak ikiye ayırmak mümkün.

Çocukluk döneminde okulda veya bir araya gelinen mekanlarda dışlanmış, depresyona girmiş, arızalı; ancak bir o kadar da ilgi çekici karakterler, Anderson’ın filmlerinin değişmez kahramanlarıdırlar. Wes Anderson, hikayelerinde bu karakterlere sahip çıkarken, oklarını düzenin mevcut çarpıklıklarına çevirir; ancak, bolca mizah içeren diyaloglar ve enstantaneler sayesinde oklarının sivri uçlarını köreltmiştir. (Bu örneği verirken köpeğin öldüğü sahneden yola çıktığımı hatırlatmama gerek var mı bilmiyorum.) Düzene dair çarpıklıklar, politik veya sosyolojik çıkarımlara varabilecek çok katmanlı bir eleştiri almaz. Filmin sonunda akılda kalanlar daha yüzeyseldirler, hatta yalnızca dikkat çekici unsurları olan görüntülerden ibarettirler. Zaten karakterler de, genele dair sonuçlar çıkarılacak bir dönüşümden uzak duran arızalı bireyler olarak bulunmaktadırlar.


Moonrise Kingdom filminde, tufan vaktinde sosyal hizmetler, hukukçu aile ve polis arasındaki diyaloğun, durumun ciddiyetine olan kayıtsızlığı, günlük hayatımızda bürokrasi ile olan çatışmaları temsil eder. Zaten Tilda Swinton’ın oynadığı “Sosyal Hizmetler” karakteri, bürokrasinin hayatımızdaki can sıkıcı varlığının gülünç bir tiplemesi olarak karşımıza çıkar;  ama gerek kostümün gerekse diyaloglarının oluşturduğu gülünç parodi, arka plandaki eleştirinin sertliğini götürür. Sonunda aklımızda yalnızca karikatür bir tipleme kalır. Wes Anderson filmleri bu bürokrasi örneği gibi; ailede iletişimin kopması, dışlanmak, yetim kalmak gibi insan hayatına dair pek çok çatışmayı barındırır. Ancak, yönetmenin üslubu, filmin sonunda bu çatışmalardan pek azının aklımızda kalmasına izin verir. Onun hikayeleri için bu çatışmadan doğan mizah önceliklidir ve bu nedenle mevcut düzene olan itiraz daha yüksek sesle dillendirilmez. 1968’in gençlik hareketinin hemen öncesinde geçen ve çiçeklerin takılı olduğu saçlar gibi hippileri hatırlatan referanslar da içeren Moonrise Kingdom filmi, ABD tarihinin kırılma anlarından birine ve onun getirdiği özgürlük talebine dair daha fazla sorgulamaya gerek duymaz.

Bir hikaye yaratmanın doğası gereği belirli şartlar içermesi de Wes Anderson’ın mizahına konu olmaktadır. Bir hikayeyi, “zaman ve mekan içinde gerçekleşen ve neden – sonuç ilişkisi içeren olaylar zinciri” (Bordwell and Thompson, Film Art) olarak tanımladığımızda, tanım gereği hikayeyi parçalara böleriz. Bu parçalar arasında bulunan kırılma anları, Wes Anderson’a mizah yeteneğini gösterecek alanlar açar. Moonrise Kingdom’da, çocukların tanışmasını gösteren flashback sahnesi, olay örgüsünün kurulması sırasında ortaya çıkan mizaha güzel bir örnektir. Karakterlerin nasıl bir araya geldiğini bilinmemesi ve bu eksik bırakılan bilginin uyandırdığı merak, Nuh’un Gemisi piyesinde kullanılan mizahi üslubun daha akılda kalıcı olmasını beraberinde getirir.


Zaman ve mekanın tanıtılmasının zorunluluğu ise Moonrise Kingdom’a ayrıca bir karakter katmıştır. Normal şartlarda hikayenin ana karakterlerinden biri olmadığı takdirde ekran önünde pek görmediğimiz anlatıcı; bu filmde kostüm, objeler ve diyalog yoluyla, zorunlulukların meydana getirdiği çatışmayı mizaha dönüştüren bir karakter olarak karşımıza çıkar. Moonrise Kingdom’da, bir filme oyuncu seçmenin zorunlu olmasından da bir çatışma doğurmayı başarmıştır Wes Anderson. Bruce Willis’in seyircinin algısında yer eden yıldız kimliği ve oynadığı karakterin kaybeden kimliği arasındaki gerilimle, oyuncu seçimi de mizahi üslubu destekleyen unsurlardan biri haline gelir.

Yukarıda ana hatlarını belirtmeye çalıştığım bu alışılageldik şablon (aslında gönül bağı kurulan objeler, Bill Murray ve Jason Schwartzman’ı da bu şablona bir yerinden mutlaka eklemek gerekir) sayesinde, Wes Anderson filmlerini izlediğimizde eski bir tanıdıkla karşılaşmış gibi hissediyoruz. Nasıl eski tanıdığımızın tavrından onun duygu ve düşüncelerini çıkarmak daha kolaysa, Wes Anderson karakterlerini anlamak da aynı nedenle daha kolay. Peki, bu olağandışı karakterleri kendi tecrübelerimize bağlayan nedir? Bu soruya, “bir film yalnızca üslubu için sevilir mi” sorusunu da ekleyerek,  filmi anlamlandırma çabamızı biraz daha genişletelim.

Yalnızlık, kişinin kitapların, filmlerin, şarkıların içinde kendine alternatif bir dünya yaratma çabasını da beraberinde getirir çoğu zaman. Filmin ana karakterlerinden olan kızın (Suzy) kitaplarla olan ilişkisinin seyircilerde sempati uyandırmasını, filme giden insanların da benzer bir motivasyona sahip olmalarında aramak mümkün. Ancak, Camus’den alıntılarsak, mutlu insanlar da roman okurlar ve tam da bu nedenle roman okumak eylemi salt kaçışla açıklanamaz. Mutlu insanlar haliyle, roman okudukları gibi filmlere de giderler, o vakit bu sözü filmlere uyarlamakta bir sakınca görünmüyor.

Camus’nün belirttiği gibi, romanda (ve filmde) gerçeğin yadsınması vardır; ancak insanlar özünde dünyaya bağlıdırlar. Biz okuyucuları (ve izleyicileri) hayattaki gerçeklere dair rahatsız eden, tamamlanmamış gerçeklere sahip olmamızdır. Sanat eserleri bize, bu tamamlanmamış parçaları bir araya getirme, onları anlamlı bir bütüne ulaştırma şansı verirler. Romanlar gibi sinema da ciddiyetini bu bir araya getirme tutkumuzdan alır. Camus, insanın yaşamda eksik olan bu birliği sağlamak için kendini yiyip bitirmesini şu cümleyle özetler: “Yaşamak yetmez, bir yazgı gerekir.”


Camus’nün bu sözlerinden yola çıkarak, Wes Anderson’ın filmlerinin hakim duygusu olan çocukluğa özlem ile, seyircinin bir filme gitme motivasyonu arasında paralellik olduğu sonuca varılabilir. Çocukluğa duyulan özlemin içinde, kavramların daha basit algılanabilir oluşuna duyulan bir özlem de yatmaktadır. Moonrise Kingdom filminde, anlamlandırmaya en fazla yeltendiğimiz kavram olan aşk, 12 yaşında çocukların dünyasına taşınarak daha basit algılanabilir hale gelir. Yaşı küçülünce masumiyeti büyüyen aşkın, gerçekliği de daha az sorgulanır. Masumiyet, aşk kavramını tamamlarken; hikayenin bir başı ve bir sonu olmasının, yani hikayenin çerçevelenebilir olmasının getirdiği bütünlük duygusu aşkı kavramamızı kolaylaştırır.

Wes Anderson, Sight&Sound dergisine verdiği röportajda, o yaşlardaki çocukların fantezilerinin gerçeğe dönüşmesini sıklıkla dilemelerinden bahsediyor.  Dünyadan izole edilmiş bir adada çevrelerinden izole edilmiş şekilde yaşayan iki çocuğun birbirlerini bulmaları, gözünü yaşadığı evden dışarıya çeviren kızın okuduğu kitaplardaki gerçek olmasını çok istediği öykülerden birinin Wes Anderson yardımıyla sinemanın sahte gerçekliğinde hayat bulduğu hissiyatını veriyor. Böylelikle Moonrise Kingdom, gerçeklerden daha “derli toplu” olduğu için, gerçeklikten daha çok sevdiğimiz diğer filmlerin yanında yer almaya hak kazanıyor.

Moonrise Kingdom filmi ismini, 12 yaşındaki aşıkların kaçıp bir gece geçirdikleri koya verdikleri isimden alıyor. Çocuklar aşklarını, yaklaşmakta olan tufandan korumak için tıpkı balıkçı kayıkları gibi koya getiriyorlar. Filmi izlerken, koyda geçirilen gecenin ardından filmin temposunun düştüğü fikrine kapıldım. Belki de, hikaye o noktada sona erseydi daha güzel bir sona sahip olacağımızı düşündüm. Ama, Wes Anderson’ın dünyasında kuralları sorgulamaya başlarsam, beni düş dünyasına davet etmemesinden korktuğum için bu düşünceleri kafamdan atmaya karar verdim. Sahte bir papazın kıydığı nikahın, resmi evliliklerden daha güçlü bir bağ kurabildiğine inanmak için, sahte papazın Jason Schwartzman ve resmi evlilerden birinin de Bill Muray olmasının zorunlu olduğu bu dünyayı fazla kurcalamadan, kendimiz için gerçeklikten sığınacak bir koy haline getirmek ve Wes Anderson’ın hikayesiyle bizi sarıp sarmalamasına izin vermek en iyisi. Salt gerçeklikten kaçış için değil, zira bazen mutlu insanların da sığınacak bir koya ihtiyaçları vardır.    

12 Haziran 2012 Salı

A Milli Takım: Şimdiden Hazır



Hamburg’da Euro2012 için vitrinler formalardan çikolatalara kadar Almanların renkleriyle süslenmiş, arabalara bayraklar takılmışken, turnuvanın dışında kalmış olmak bana her zamankinden daha fazla acı veriyor.  Bu heyecanın dışında kalmış olmak üzücü; ancak bu turnuva öncesi milli takımımızın oynadığı maçlar, en azından geleceğe dair bir umut yarattı. Alınan başarılı sonuçlar kadar, takımın sorunlarını iyi analiz eden bir teknik direktörü başımızda görmek de umudu yaratan faktörlerden birisiydi. Rakiplerimizin bu maçları ne kadar ciddiye aldıkları tartışma konusu olsa da, hücumda çoğalabilen ve merkez forvetin yanına alternatif golcüler çıkaran takımımız, turnuvada izlediğimiz rakiplerimizin uzağında görünmedi.

Hal böyle olunca, havuz listelerini bir kez daha ertelemeyi ve Abdullah Avcı’nın farklı mevkilerdeki tercihlerini değerlendirmeyi tercih ettim. Böylelikle bu yazının önümüzdeki maçları değerlendirirken iyi bir referans işlevi görmesini amaçladım.

Kaleci

Dünya Kupası elemeleri öncesi hazırlık döneminde iki yeni kaleci ilk kez A milli takım forması giyme şansı buldular. 25 yaş altındaki iki kalecimizden Cenk Gönen, Beşiktaş’ın bir numaralı kalecisi olmayı başardığı takdirde Volkan sonrası dönemde kaleyi devralabilir. Mert Günok ise A2 milli takımında başarılı bir performans gösteren Ertuğrul Taşkıran ile birlikte Fenerbahçe’nin ikinci kaleci için vereceği kararı bekleyecek. Aslında Volkan’ın arkasında beklemek veya ilk 11’de başlamak için takım değiştirmek Mert Günok’un elinde; zira kendisi bu yaz kontratı biten isimlerden. Cenk ve Mert, Volkan’dan önce kendileriyle e aynı yaşlarda olan ve Liege’de düzenli oynama şansı bulan Sinan Bolat’ı geçmek zorunda olduklarının da farkına varmalılar. Volkan sonrası dönemin ilk 11 adaylarından Onur Kıvrak ise Trabzon ile olan sözleşmesini uzatarak öncelikle Tolga Zengin ile rekabete girmeye karar verdi. Volkan, Tolga ve Sinan gibi düzenli oynama şansı bulan 3 ismin yanına eklenen bu alternatifler eleme sürecinde kalede sorun yaşamayacağımızı gösteriyor. Yeni A milli olan yeni isimlerin düzenli forma giymeleri de alternatiflerin üzerindeki tereddütleri ortadan kaldıracaktır.

Sol Bek


Bu bölgenin birinci alternatifi olan Hakan Balta’nın kadroda olmadığı dönemde İsmail Köybaşı ve Hasan Ali Kaldırım formayı paylaşan isimler oldular. İsmail ilk maçtaki oyunuyla birinci alternatif olma şansı olduğunu da gösteriyordu ki, çok talihsiz bir sakatlık yüzünden 6 aylığına devre dışı kaldı. Bu sakatlık sonrası formayı devralan Hasan Ali ise belki dikkat çekici bir performans ortaya koymadı; ama mevcut futbol düzeninde hem defansif hem de ofansif olarak pek çok farklı görevin yerine getirilmesi gereken bu mevkide sırıtmaması da ilk sınavlarını veren bir isim için yeterlidir. Resmi maçlar başladığında Hasan Ali’nin Kayseri’den farklı bir kulübü temsil etme ihtimali de var. A2’nin sol beki olan İshak Doğan’ın Kayseri ile anlaşması da bu ihtimali kuvvetlendiriyor. (Not: Bu yazıyı yazdıktan bir gün sonra İshak Doğan'ın Karabük ile anlaştığını gördüm. Bu da transfer döneminde teoriler üretmemek için bana ders olsun.)

Stoper

Euro2012 elemeleri süresince formda stoperler bulamamamız, takımımızın toplam kalitesinin altında kalmasının nedenlerinden birisiydi. Servet – Gökhan Zan ikilisinin düzenli forma giyecek formdan fersah fersah uzak olmaları üzerine yeni arayışlara yönelen Hiddink, önce Serdar Kesimal’ı ilk 11 ‘İn parçası haline getirmiş, onun sakatlığının ardından Trabzon’dan Egemen ile Giray ve son olarak da Leverkusen’li Ömer Toprak kadroya dahil olmuşlardı. Bundesliga’da 2011-12 sezonunda istikrarlı şekilde forma giyen Ömer yeni kadronun değişilmez isimlerinden olacak gibi görünüyor. Onun yanındaki stoper olmak için de bir Fenerbahçeli (Bekir), bir Galatasaraylı (Semih Kaya) ve bir Beşiktaşlı (Egemen) rekabete girecek. 5 maçlık hazırlık döneminde Bekir 3, Semih ve Egemen de 2 maç ilk 11’de başladılar. Serdar Aziz, Giray Kaçar, Serdar Kesimal ve Eren Güngör havuzdaki diğer alternatifler olarak görev bekliyorlar.

Sağ Bek

Birinci tercih olan Gökhan Gönül’ün sağlıklı olduğu dönemlerde üzerine pek de düşünmediğimiz sağ bek pozisyonu, derinlik açısından istenen seviyede görünmüyor. Sıkıntıyı kronik olarak ters kanatta yaşıyoruz belki; ama belirleyici olan Hırvatistan maçında Gökhan Gönül’ün kayıp olmasında bu alternatifsizliğin de payı olduğunu göz önüne almamız gerekir. Hazırlık maçlarında Gaziantepspor’un beki Serdar Kurtuluş yeni bir isim kazanmak adına, ilk kez milli formayı girmesinden yaklaşık 5 yıl sonra yeniden milli takıma çağrıldı. Hamit Altıntop bu pozisyonda denenen ikinci isimdi; ama orta sahadaki varlığı daha önemli olduğu için, camı kırıp düğmeye basmayı gerektiren zorunlu haller dışında onu burada görmemiz zor. Serkan Balcı ve Sabri Sarıoğlu geçmiş yıllarda bu mevkide görev almış; ama Gökhan Gönül’e ciddi bir alternatif olmaktan uzak isimler.

Defansif Orta Saha

Mehmet Topal, Arda ve Hamit ile birlikte 5 maçın 4’ünde ilk 11 başlayan 3 isimden birisiydi. Pozisyonu hiçbir maçta değişmediği ve takımda başka alternatifi olmadığı için eleme maçlarında ilk 11’deki yerinin hazır olduğunu söylemek iddialı olmaz. Onun bu mevkide alternatifsiz oluşu ise ceza ve sakatlık halinde başımızı ağrıtabilir. Topal’ın havuzdaki gerçekçi alternatifi Selçuk Şahin olarak görünse de, yokluğunda Selçuk İnan veya Emre’nin bu mevkie kaydırılacağını düşünüyorum. A2 milli takımında oynayan Salih Dursun (genç takımlardan Kayseri’ye transfer olan bir başka isim) ve Abdülkadir Kayalı da, bu sezon büyük bir sıçrama yapmaları halinde havuza eklenebilirler.   

Orta Saha


Orta saha oyuncularını Mehmet Topal’dan ayrı, öndeki ikili olarak değerlendirdiğimizde, milli takımın üst düzey oyuncu bolluğuna sahip olduğu yegâne bölgenin orta saha olduğunu görüyoruz. Real Madrid etiketli iki oyuncumuzun ve Emre’nin varlığında; Türkiye liginin en değerli oyuncusu Selçuk İnan’ın dahi forma bulmakta zorlandığı bir yapıdan bahsediyoruz. Hem pas yüzdesi ve oyun bilgisi üst derece olan, hem de savunmada direnç gösterebilen bu kadro çeşitliliğinde, Abdullah Avcı’nın Arda’yı orta sahaya çekme hamlesi sorgulanabilir. Ancak, 2012 yılının futbolunda başarıya giden yol, aynı anda oyunun her bölgesinde rakipten fazla oyuncu bulundurabilmekten geçiyor. Bu nedenle, Arda’nın orta sahaya çekilme hamlesini, 4-3-3’ün ileri üçlüsünde forvet nitelikli oyuncular bulundurma tercihiyle bir arada değerlendirmek gerekir. Arda + 3 forvet ile skoru değiştirebilecek 4 isme sahip olan takım, iki bekin veya orta sahada Arda’nın partneri olacak ismin hücuma katkı vermesiyle, Hiddink döneminde takımın temel problemi olan hücumda çoğalamama sıkıntısını aşmak için önemli bir fırsata sahip oluyor.

Orta sahada Topal ve Arda’nın yanındaki üçüncü kontenjan için Abdullah Avcı hazırlık kampında 3 ismin üzerinde durdu: Nuri, Hamit ve Emre. Selçuk İnan’ın sezon sonu yorgunluğu, onu bu dönemde ikinci plana itmiş olabilir, o nedenle onu da bu alternatiflere katmakta fayda var. Hamit’in sağ bek sorununu çözmek için son maçlarda o mevkie kaydırılması Emre’nin adını ön plana çıkarıyor. İlk Hollanda maçının provası olarak görülen Portekiz maçında da sahada o vardı. Nuri ve Hamit’in önümüzdeki sezon forma şansı bulacakları takımlarda olmaları Abdullah Avcı’nın elini güçlendirecektir. Özellikle Nuri’nin Dortmund formuna dönüp üçlüyü tamamlaması, Avrupa’nın elit orta sahalarından birisine sahip olmamızı sağlayacaktır.

Bu kadar önemli isimlerin yanına eklenen genç alternatifler de bizleri heyecanlandıracak kapasitedeler. Sakatlık sonrası Werder Bremen’de düzenli forma giyemeyen Mehmet Ekici, bu sezon kendisine gelen şansları daha iyi değerlendirip Nürnberg’de yakaladığı seviyenin üstüne çıkabilir. Takımı hücuma taşıma konusunda hünerli bir isim olan Alper Potuk ve oyun görüşüyle dikkat çeken Soner Aydoğdu kadroda yer alan diğer alternatifler. Son kadronun dışında kalan Mehmet Topuz ve Yekta Kurtuluş’u da geniş bir havuzun içine dâhil etmekte fayda var.

Açık

Bu hazırlık döneminde milli takım içindeki en büyük değişim açık oyuncularında yaşandı. Hiddink’in Arda ve Kazım-Hamit ikilisinden birisine şans verdiği açık pozisyonlarından, milli takım gereken pozisyon zenginliği ve gol katkısını elde edememişti. Özellikle 4-3-3 sisteminde hücumun taşıyıcılığını yapan bu mevkilerde yaşanan kafa karışıklığını Abdullah Avcı oldukça başarılı şekilde çözmeyi başardı. İki yıllık süreçte farklı isimlerin denendiği bölgeler için kafasındaki rotasyonu kamp öncesinde şekillendiren Avcı, solda Sercan-Caner, sağda da Gökhan Töre-Umut Bulut ikilisine şans verdi. Kamp öncesi tanınmayan Sercan Sararer’in ilk milli takım performanslarında kendine güvenli bir oyun ortaya koyması bize çok önemli bir alternatif kazandırdı. Benzer şekilde, daha önce milli takımda kendisi için yazılmış herhangi bir role sahip olmayan Umut Bulut’un, kenar forvet olarak skor katkısı vermesi ve merkez forvette oynayan Trabzon’daki partneri Burak ile oluşturduğu ikilinin verimli gözükmesi bizim için ayrı bir kazanç oldu. Bu ikilinin oyuna verdikleri katkının geçici bir form yakalamaktan mı ileri geldiğini bilmiyoruz, bunu da not düşmekte fayda var.

Abdullah Avcı’nın rotasyona dahil ettiği Gökhan Töre ve Caner Erkin ise, oyuna kenar forvetten ziyade 4-4-2 kanatlarına benzer şekilde enine alan genişliği kazandıracak tarzda oyuncular. Bu sayede Abdullah Avcı, sadece oyuncu bazında değil, oyun olarak da alternatifler üretebileceği bir rotasyon yaratmış oldu. Gökhan Töre oyun görüşü ve takım sorumlulukları konusunda Hamburg’da da sıkıntılar yaşayan, hala ham bir yetenek olarak gözüken bir isim. Hamburg’un kabus gibi geçen sezonundan sonra girilecek olan yeniden yapılanmada Gökhan’ın nasıl bir role sahip olacağı önemli bir soru işareti. Eğer Bundesliga’da düzenli forma giyerek verimli bir sezon geçirir ve oyun görüşünü geliştirirse, Abdullah Avcı’nın ondan vazgeçmesi zor olacaktır. Caner ise Galatasaray’da geçen kötü bir sezonun ardından gözden düşmüştü; ancak Aykut Kocaman ona güvenerek Caner’in milli takım seviyesine yeniden gelmesini sağladı. Kişisel görüşüm, Caner’in, skor katkısı veren ancak oyuna katkısı sınırlı olan Stoch’dan çok daha fazla verim verecek bir oyuncuya dönüşebileceği yönünde. Ancak, kendisinin de bunun farkına varması ve oyun devamlılığına sahip olması gerekiyor. Mental olarak üst seviyeleri kaldıracak olgunluğa erişmesi de şart, bu konuda ligde kötü sinyaller verdiğini düşünüyorum.

Açık oyuncuları olarak diğer alternatiflerimiz Stuttgart’a transfer olan Tunay Torun, Trabzonlu Olcan Adın ve Galatasaraylı Engin Baytar. Hamit ve Arda’da bu pozisyonlara maç içinde geçebilirler.   Milli takımda 35 maça ulaşan Kazım Kazım bu seviyeye dönemeyecekmiş gibi görünüyor. Daha önce kadroya çağrılan Olcay Şahan ve Ozan İpek iyi bir form yakaladıkları takdirde alternatif olabilirler. A2’de kenar forvet özellikleriyle dikkat çeken Eren Tozlu, Ferhat Kiraz ve oyuna genişlik katabilecek İsmail Haktan Odabaşı’nı da listeye dahil edelim.

Santrfor


İspanya’nın Fabregas’lı 4-6-0’ının başarılı olması, Euro 2012 sonrasında santrforun varlığını dahi tartışmaya açabilir; ama şimdilik orta karar bir takım olan milli takımımızın bu bölgeden istikrarlı skor katkısı almasının turnuvalara katılım için bir ön şart olduğu aşikar. Kadronuzda bir sezonda 30 golü aşan bir gol kralına sahip olmanın iyi bir başlangıç noktası olduğu da. Mevcut şartlarda bu formanın tartışmasız sahibi Burak Yılmaz olacaktır. Peki, son iki yılda iyi bir gol vuruşunu ve kendine güvenen bir santrfor kimliği portföyüne katan Burak için hala neden kafalarda soru işaretleri var? Bunun Beşiktaş ve Fenerbahçe’deki başarısız serüvenleri ile ilişkilendirenlerin şüphelerini gerçekçi bulmamakla birlikte, Burak’ın oyun karakterinin oynadığı pozisyona olan uyumsuzluğundan kaynaklanan bazı soru işaretlerini tartışmak faydalı olacaktır.  Top sürme ve defans arkasına sarkma kabiliyetini gol vuruşuyla birleştiren Burak, bir kenar forvet veya ikinci forvet rolünde oldukça başarılı olacak niteliklere sahip. Örneğin, Rooney’nin merkez santrfor rolünü üstlendiği 4-4-1-1’in en ucunda oynamak Welbeck ve Chicharito’nun görevini layıkıyla yerine getirebilir. Ancak, burada merkez santrfor olarak topu tutması ve gerektiğinde ultra fizikli stoperler ile boğuşması gerekiyor. Brüksel’de oynanan ve 1-1’lik eşitlikle sonuçlanan maçta Burak, bir gol bulmasına rağmen, Verthongen-Kompany ikilisinin arasında kabus gibi bir maç oynamış ve en sonunda Kazım ile pozisyon değiştirmek zorunda kalmıştı. Onun, Kazım ile birlikte bu fizik mücadeleden mağlup ayrılması, Belçika’nın ikinci yarıda oyunu tek kaleye çevirmesinin başlıca nedenlerindendi. Fiziğinin hakkını verecek şekilde oyuna direnç katamayan bir isim Burak. Bu konuda gelişim gösterebilirse, Avrupa’nın golcüleri listesine Türkiye gibi alt sıra bir lig yerine 5 büyük ligden de giriş yapabilir. İşin olumlu yanı ise, yıllardır kendisinden bahsettiğimiz şaşırtıcı olsa da, Burak’ın henüz 26 yaşında ve gelişime açık bir oyuncu olması.

Burak’ın bu gelişimi gösterebilmesi için belirleyici bir faktör de rekabet olacaktır. Bu konuda gözlerin çevrildiği isim ise Abdullah Avcı’nın kişisel olarak da çok beğendiğini ifade ettiği Mustafa Pektemek. Top kontrolü, top sürme becerisi ve oyun görüşüyle gerçek bir merkez santrforda aranan pek çok yeteneğe sahip olması, neden Abdullah Avcı’nın onun üzerinde durduğunu açıklıyor. Yine de, Semih Kaya gibi onun da fizik yetersizliği, topsuz ikili mücadelelerin en çok yaşandığı pozisyonda oynayan Mustafa’nın önünde büyük bir engel oluşturuyor. Eğer yukarıdaki ManU örenğinden devam edersek, Rooney’i dünyanın bir numaralı merkez santrforu yapan ilk unsurun gol vuruşu, ikinci unsurun da fizik üstünlüğü olduğunu görürüz. 
Mustafa’nın var olan becerilerinden tam olarak faydalanabilmemiz için Mustafa’nın bu yönde evrilmesi gerekiyor. 2012-13 sezonu onun için önemli bir fırsat olacak; zira Beşiktaş’ın onu kesecek bir yabancı isim transfer etmesi mümkün görünmüyor. (Zaten Almeida bir sezon bu çocuğun forma giymesini engelleyip kanımca bir futbol cinayeti işlemişti.) Burak Yılmaz mevkisinde kazandığı tecrübeleri oyununa ekleyip milli takımımızı turnuva takımı seviyesine taşıyabilir; ancak Mustafa Pektemek potansiyelini sahaya koymayı başarırsa, milli takımın üst limiti gerçekten çok yukarılara çıkacaktır.

Bu mevkinin üçüncü alternatifi, yeni dönemde kenar forvet rolünü üstlenecek olan Umut Bulut. Merkez forvet olarak oynatılırsa milli takıma özellikle gol yükünü çekmek açısından ne kadar katkı sağlayabilir bilemiyorum. Halil Altıntop ve Mevlüt Erdinç kriz anlarında kadroya dahil edebilecek diğer isimler. Cenk Tosun ve Muhammet Demir şu an alt yaş kategorilerinde işlenen genç alternatiflerimiz.

Kaynak: Fotoğraflar ntvspor.net adresinden alınmıştır.