Wes Anderson’ın filmlerine aşina olanlar, onun filmlerinin “Bir Wes
Anderson filmi” ibaresine ihtiyaç duymayacak biçimde bariz karakteristik
özelliklere sahip olduğunun farkındadırlar. Hatta, bir Wes Anderson filmini
sevmek için öncelikle bu şablonu kabullenmenin gerekli olduğunu söyleyebiliriz.
Bu nedenle, Moonrise Kingdom filmine dair izlenimler paylaşmak için, öncelikle Wes
Anderson şablonuna göz atmakta fayda var.
Filmlerinde, gerçeğin bir kopyasını yaratmaya çalışmak yerine, kendi
arızalı dünyasını kurmayı tercih eden bir yönetmen Wes Anderson. Sabit hızla
sağdan sola, yukarıdan aşağıya kayan kamerası ile odağı çerçevenin tam
merkezinde tutan (ve bazen Anderson’ın simetri hastalığı olduğunu düşündüren)
çekimleri, seyircilere ilk anlardan itibaren gerçeklikle olan bağın kesilmesi
gerektiğini anlatmaktadır. Anderson, hem çekim hem de hikaye kurallarını kendi
icat ettiği bir oyunu oynamaktan sıkılmayan bir çocuk gibidir ve kendi masum
dünyasını kurarak, bir anlamda eksik bulduğu mevcut dünyaya olan itirazını
sunmaktadır.
Mizah anlayışı ve diyalog yazma gücü, Wes Anderson’ın ayrıt edilir
özellikleri olarak ilk akla gelenler. Bütün bu özelliklerini fark edilir kılansa,
zorunlulukların getirdiği çatışmadan beslenerek yarattığı hikayeler. Bu
zorunlulukları, hayatta karşılaştığımız can sıkıcı durumlar ve bir hikaye /
film yaratmanın tanımından doğan zorunluluklar olarak ikiye ayırmak mümkün.
Çocukluk döneminde okulda veya bir araya gelinen mekanlarda dışlanmış,
depresyona girmiş, arızalı; ancak bir o kadar da ilgi çekici karakterler,
Anderson’ın filmlerinin değişmez kahramanlarıdırlar. Wes Anderson,
hikayelerinde bu karakterlere sahip çıkarken, oklarını düzenin mevcut
çarpıklıklarına çevirir; ancak, bolca mizah içeren diyaloglar ve enstantaneler
sayesinde oklarının sivri uçlarını köreltmiştir. (Bu örneği verirken köpeğin
öldüğü sahneden yola çıktığımı hatırlatmama gerek var mı bilmiyorum.) Düzene
dair çarpıklıklar, politik veya sosyolojik çıkarımlara varabilecek çok katmanlı
bir eleştiri almaz. Filmin sonunda akılda kalanlar daha yüzeyseldirler, hatta
yalnızca dikkat çekici unsurları olan görüntülerden ibarettirler. Zaten
karakterler de, genele dair sonuçlar çıkarılacak bir dönüşümden uzak duran arızalı
bireyler olarak bulunmaktadırlar.
Moonrise Kingdom filminde, tufan vaktinde sosyal hizmetler, hukukçu aile ve
polis arasındaki diyaloğun, durumun ciddiyetine olan kayıtsızlığı, günlük
hayatımızda bürokrasi ile olan çatışmaları temsil eder. Zaten Tilda Swinton’ın
oynadığı “Sosyal Hizmetler” karakteri, bürokrasinin hayatımızdaki can sıkıcı varlığının
gülünç bir tiplemesi olarak karşımıza çıkar; ama gerek kostümün gerekse diyaloglarının
oluşturduğu gülünç parodi, arka plandaki eleştirinin sertliğini götürür.
Sonunda aklımızda yalnızca karikatür bir tipleme kalır. Wes Anderson filmleri
bu bürokrasi örneği gibi; ailede iletişimin kopması, dışlanmak, yetim kalmak
gibi insan hayatına dair pek çok çatışmayı barındırır. Ancak, yönetmenin
üslubu, filmin sonunda bu çatışmalardan pek azının aklımızda kalmasına izin
verir. Onun hikayeleri için bu çatışmadan doğan mizah önceliklidir ve bu
nedenle mevcut düzene olan itiraz daha yüksek sesle dillendirilmez. 1968’in
gençlik hareketinin hemen öncesinde geçen ve çiçeklerin takılı olduğu saçlar
gibi hippileri hatırlatan referanslar da içeren Moonrise Kingdom filmi, ABD
tarihinin kırılma anlarından birine ve onun getirdiği özgürlük talebine dair
daha fazla sorgulamaya gerek duymaz.
Bir hikaye yaratmanın doğası gereği belirli şartlar içermesi de Wes
Anderson’ın mizahına konu olmaktadır. Bir hikayeyi, “zaman ve mekan içinde
gerçekleşen ve neden – sonuç ilişkisi içeren olaylar zinciri” (Bordwell and
Thompson, Film Art) olarak tanımladığımızda, tanım gereği hikayeyi parçalara
böleriz. Bu parçalar arasında bulunan kırılma anları, Wes Anderson’a mizah
yeteneğini gösterecek alanlar açar. Moonrise Kingdom’da, çocukların tanışmasını
gösteren flashback sahnesi, olay örgüsünün kurulması sırasında ortaya çıkan
mizaha güzel bir örnektir. Karakterlerin nasıl bir araya geldiğini bilinmemesi
ve bu eksik bırakılan bilginin uyandırdığı merak, Nuh’un Gemisi piyesinde
kullanılan mizahi üslubun daha akılda kalıcı olmasını beraberinde getirir.
Zaman ve mekanın tanıtılmasının zorunluluğu ise Moonrise Kingdom’a ayrıca bir
karakter katmıştır. Normal şartlarda hikayenin ana karakterlerinden biri
olmadığı takdirde ekran önünde pek görmediğimiz anlatıcı; bu filmde kostüm,
objeler ve diyalog yoluyla, zorunlulukların meydana getirdiği çatışmayı mizaha
dönüştüren bir karakter olarak karşımıza çıkar. Moonrise Kingdom’da, bir filme
oyuncu seçmenin zorunlu olmasından da bir çatışma doğurmayı başarmıştır Wes
Anderson. Bruce Willis’in seyircinin algısında yer eden yıldız kimliği ve
oynadığı karakterin kaybeden kimliği arasındaki gerilimle, oyuncu seçimi de
mizahi üslubu destekleyen unsurlardan biri haline gelir.
Yukarıda ana hatlarını belirtmeye çalıştığım bu alışılageldik şablon
(aslında gönül bağı kurulan objeler, Bill Murray ve Jason Schwartzman’ı da bu
şablona bir yerinden mutlaka eklemek gerekir) sayesinde, Wes Anderson
filmlerini izlediğimizde eski bir tanıdıkla karşılaşmış gibi hissediyoruz. Nasıl
eski tanıdığımızın tavrından onun duygu ve düşüncelerini çıkarmak daha kolaysa,
Wes Anderson karakterlerini anlamak da aynı nedenle daha kolay. Peki, bu
olağandışı karakterleri kendi tecrübelerimize bağlayan nedir? Bu soruya, “bir
film yalnızca üslubu için sevilir mi” sorusunu da ekleyerek, filmi anlamlandırma çabamızı biraz daha
genişletelim.
Yalnızlık, kişinin kitapların, filmlerin, şarkıların içinde kendine
alternatif bir dünya yaratma çabasını da beraberinde getirir çoğu zaman. Filmin
ana karakterlerinden olan kızın (Suzy) kitaplarla olan ilişkisinin seyircilerde
sempati uyandırmasını, filme giden insanların da benzer bir motivasyona sahip
olmalarında aramak mümkün. Ancak, Camus’den alıntılarsak, mutlu insanlar da
roman okurlar ve tam da bu nedenle roman okumak eylemi salt kaçışla
açıklanamaz. Mutlu insanlar haliyle, roman okudukları gibi filmlere de giderler,
o vakit bu sözü filmlere uyarlamakta bir sakınca görünmüyor.
Camus’nün belirttiği gibi, romanda (ve filmde) gerçeğin yadsınması vardır;
ancak insanlar özünde dünyaya bağlıdırlar. Biz okuyucuları (ve izleyicileri)
hayattaki gerçeklere dair rahatsız eden, tamamlanmamış gerçeklere sahip
olmamızdır. Sanat eserleri bize, bu tamamlanmamış parçaları bir araya getirme,
onları anlamlı bir bütüne ulaştırma şansı verirler. Romanlar gibi sinema da
ciddiyetini bu bir araya getirme tutkumuzdan alır. Camus, insanın yaşamda eksik
olan bu birliği sağlamak için kendini yiyip bitirmesini şu cümleyle özetler:
“Yaşamak yetmez, bir yazgı gerekir.”
Camus’nün bu sözlerinden yola çıkarak, Wes Anderson’ın filmlerinin hakim
duygusu olan çocukluğa özlem ile, seyircinin bir filme gitme motivasyonu
arasında paralellik olduğu sonuca varılabilir. Çocukluğa duyulan özlemin
içinde, kavramların daha basit algılanabilir oluşuna duyulan bir özlem de
yatmaktadır. Moonrise Kingdom filminde, anlamlandırmaya en fazla yeltendiğimiz
kavram olan aşk, 12 yaşında çocukların dünyasına taşınarak daha basit algılanabilir
hale gelir. Yaşı küçülünce masumiyeti büyüyen aşkın, gerçekliği de daha az
sorgulanır. Masumiyet, aşk kavramını tamamlarken; hikayenin bir başı ve bir
sonu olmasının, yani hikayenin çerçevelenebilir olmasının getirdiği bütünlük
duygusu aşkı kavramamızı kolaylaştırır.
Wes Anderson, Sight&Sound dergisine verdiği röportajda, o yaşlardaki
çocukların fantezilerinin gerçeğe dönüşmesini sıklıkla dilemelerinden
bahsediyor. Dünyadan izole edilmiş bir
adada çevrelerinden izole edilmiş şekilde yaşayan iki çocuğun birbirlerini
bulmaları, gözünü yaşadığı evden dışarıya çeviren kızın okuduğu kitaplardaki
gerçek olmasını çok istediği öykülerden birinin Wes Anderson yardımıyla
sinemanın sahte gerçekliğinde hayat bulduğu hissiyatını veriyor. Böylelikle
Moonrise Kingdom, gerçeklerden daha “derli toplu” olduğu için, gerçeklikten
daha çok sevdiğimiz diğer filmlerin yanında yer almaya hak kazanıyor.
Moonrise Kingdom filmi ismini, 12 yaşındaki aşıkların kaçıp bir gece
geçirdikleri koya verdikleri isimden alıyor. Çocuklar aşklarını, yaklaşmakta
olan tufandan korumak için tıpkı balıkçı kayıkları gibi koya getiriyorlar. Filmi
izlerken, koyda geçirilen gecenin ardından filmin temposunun düştüğü fikrine
kapıldım. Belki de, hikaye o noktada sona erseydi daha güzel bir sona sahip
olacağımızı düşündüm. Ama, Wes Anderson’ın dünyasında kuralları sorgulamaya
başlarsam, beni düş dünyasına davet etmemesinden korktuğum için bu düşünceleri
kafamdan atmaya karar verdim. Sahte bir papazın kıydığı nikahın, resmi
evliliklerden daha güçlü bir bağ kurabildiğine inanmak için, sahte papazın
Jason Schwartzman ve resmi evlilerden birinin de Bill Muray olmasının zorunlu
olduğu bu dünyayı fazla kurcalamadan, kendimiz için gerçeklikten sığınacak bir
koy haline getirmek ve Wes Anderson’ın hikayesiyle bizi sarıp sarmalamasına
izin vermek en iyisi. Salt gerçeklikten kaçış için değil, zira bazen mutlu
insanların da sığınacak bir koya ihtiyaçları vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder