2010 Dünya Kupası
vuvuzela ve ahtapot Paul ile olduğu kadar, 4-2-3-1 dizilişinin diğer dizilişlere
olan üstünlüğü ile de hatırlanacak. Bu kupayı ilk üç sırada tamamlayan İspanya,
Hollanda ve Almanya’nın, çeşitli farklılıklarla benimsediği bu diziliş,
santraforların ve onların arkalarındaki üçlülerinin etkinliğinin belirleyici
faktör olmasını sağlamıştı. Forvet arkalarında konumlanan bu üçlülerin ön plana
çıkmalarında; hücum oyuncularının defans dörtlülerinin pozisyonlarını kaybetmeleri
için maç boyunca sürdürdükleri topsuz hareketler; Xavi, Iniesta, Mesut Özil,
Müller, Sneijder ve Robben gibi oyuncuların bireysel yetenekleri kadar önemli
bir rol oynamıştı. Topsuz oyunun hala belirleyici olduğunu, Romanya’dan
yediğimiz golde Marica’nın orta sahaya doğru yaptığı koşu ile bir kez daha gördük.
Koşu sonrasında stoperin onu kovalaması defansta boşluk yaratı ve o boşluğa
doğru yapılan koşu, Volkan’ın hatasıyla birleşip maçın tek golünü meydana
getirdi.
4-2-3-1’in futbolda
egemen hale gelmesinin arkasında basit bir matematik yatıyor. Dört bant
üzerinde oynanan sistem orta saha oyuncularının hücum alanına yaklaşmasını ve santraforların
alan boşaltmak için yaptıkları koşulardan 4-4-2 sisteminde olduğu gibi bir
değil üç oyuncunun faydalanmasını sağlıyor. Oyunun gün geçtikçe artan hızına uyum
sağlayıp hareketin edenlerin ve iki hamle sonrasını önceden hesaplayabilenlerin
avantaj elde etmelerini sağlayan bu diziliş, bugün Real Madrid, Bayern Münih,
Dortmund, Chelsea, Manchester United, Arsenal gibi pek çok üst düzey takımın
tercihi haline geldi.
Santraforun
arkasındaki üç oyuncunun da tempolu oynaması gerektiği için, dizilişteki
değişim doğal olarak 10 numara olarak bilinen oyuncuların rollerinde de
değişimi beraberinde getirdi. Örneğin, Real Madrid’in eski 10 numarası Zidane ile
merkez kanat olarak da nitelenen yeni 10 numara Mesut Özil’in topla
buluştukları bölgeler arasında yapılacak bir karşılaştırma, oyundaki değişimin
daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır. Milli takımda Arda’nın rolü üzerine
konuşurken, bu detaya dikkat etmek gerektiği için bu değişimi ayrıca not etmek
istedim.
Milli takımın
sorunlarını tespit edebilmek için, 4-2-3-1 dizilişi üzerine bu uzunca girişe
ihtiyaç var. Girişte paylaştığım notlar, öncelikle Abdullah Avcı’nın neden bu
düzeni tercih ettiğini anlamamızı sağlayacaktır. 3-0 mağlup olarak Euro 2012’ye
gitme şansımızı kaybettiğimiz Hırvatistan maçında 4-3-3 dizilişiyle sahadaydık.
Hücum organizasyonlarımızı gerçekleştirmek için hücumda Arda – Burak – Hamit’in
etkinliğine, orta sahada da Selçuk İnan – Emre Belözoğlu’nun yaratıcılığına
güvenen düzen, oyun merkezinin rakip sahanın çok gerisinde kaldığı, hücumda
çoğalamayan bir milli takım yaratmıştı. Abdullah Avcı bunu aşabilmek için Arda’nın
merkez kanat rolüne soyunduğu ve üç skor katkısı verilen oyuncu tarafından
desteklenen bir yapıyı tercih etti. Almanya’nın 2010 Dünya Kupası’nda
kullandığı Mesut + Podolski – Klose - Müller
dörtlüsüne benzetilebilecek yeni yapı, hazırlık maçlarında Umut, Sercan ve
Burak’ın birlikte oynarlarken skora katkı vermeleriyle bizleri ümitlendirdi.
Elemelerde üç maç
sonunda 3 puanda kalmamız ise, yazın oluşan ümitlerimizi tükenme noktasına
getirdi. İç sahada Romanya’ya kaybedilen maçı, deplasmandaki Romanya veya
içerideki Hollanda maçlarında telafi edemediğimiz takdirde, üst üste üçüncü
Dünya Kupası’nı kaçıracağız. Turnuvaya bir buçuk yıldan fazla bir süre varken
içine düştüğümüz karamsar tablodan çıkabilmek için, öncelikle planların neden
tutmadığına göz atmak gerekiyor. 4-2-3-1’i mükemmelleştirme amacındaki
Nationalmannschaft’ın oyuncularının rolleri ile bizim oyuncuların rollerini
karşılaştırmak, bu konuda bize faydalı veriler sunabilir. Bu karşılaştırmayı
yaptığımda, stoperlerimizin hem oyunu yönlendirmede hem de rakibi karşılamada
güçsüz kalmalarının, Khedira – Mehmet Topal farkının ve hücum üçlümüzün top
kontrol etme, boş alan yaratma ve pas trafiğine katılmada etkisiz kalmalarının
temel farkları yarattığını düşünüyorum.
Almanya’nın
elindeki oyuncuların bireysel kaliteleri ile yapılacak bir kıyaslamadan ziyade,
elimden geldiğince oyuncularımızın biçilen rollere uygunluğunu sorgulamak
istiyorum. Bunun için de örneğin, Gökhan Gönül ile Philipp Lahm arasındaki devamlılık,
oyun temposu ve skora doğrudan etki gibi unsurlarda gözlemlenebilecek kalite
farkını, oyun içinde kendilerine biçilen benzer role uygunlukları nedeniyle göz
ardı etmek gerekiyor. Zaten bek oyuncularımız, 4-2-3-1’de kendilerine çizilen
role uygun şekilde hareket ederek bize pek problem çıkarmıyorlar. Romanya maçının
ikinci dakikasında Hasan Ali’nin Sercan – Arda ve Emre üçlüsüyle birlikte
geliştirdiği sol kanat akını, ortanın etkisizliğini bir kenara bırakırsak maç
içindeki olumlu hareketlerimizden biriydi. Arda’nın merkez kanat rolüne uygun
biçimde, özellikle sol kanadı etkili işletmesi de Hasan Ali’nin olumlu bir
görüntü vermesini sağladı.
Mehmet Topal –
Khedira karşılaştırmasında ise, özel bir rol üstlenen iki oyuncu arasındaki
kalite farkından bahsetmeden, oyunun gidişatına olan etkilerini
değerlendiremeyiz. Günümüz futbolunda kıymeti en az bilinen oyunculardan birisi
olduğunu düşündüğüm Khedira, sahadaki her çime ayak basmaya gayret eden oyun
yapısıyla Alman takımının makine düzeninde işlemesine en çok katkı yapan
oyuncuların başında geliyor. Defansta ve hücumda gerek kanat gerekse merkezden
gerçekleştirilen bütün organizasyonlarda takımının bir kişi fazla olmasını
sağlayan Khedira, defanstan orta sahaya taşıdığı topları kanatta bekleyen Mesut
ile buluşturunca görevini tamamladığına inanmayan, yeri geldiğinde stoperlerden
biriyle eşleşip rakip defans hattını ceza sahasına iterek Schweinsteiger’e,
yeri geldiğinde kanattaki oyuncu sayısını dörde çıkararak bir oyuncunun kale
çizgisine inmesini sağlayan, en az dört ciğer gerektiren bir oyun tarzına sahip.
Buna karşılık Mehmet Topal, toplu oyunda hiç görünmemesi, pas trafiğine
katılmaması, öte yandan da hücuma çıkan beklerin kademesine geçerek defansı
üçlememesi nedeniyle milli takıma katkısı oldukça sınırlı bir oyuncu
görünümünde. Topal eleme maçlarında, kendisine 4-2-3-1 düzeninde verilen role
hiç uygun olmadığının işaretlerini verdi. Hiddink’in Mehmet Topal’ı oynatmaması
ciddi bir eleştiri konusuydu; ancak onun bu performansı Hiddink’e biraz
haksızlık ettiğimizi düşünmeme yol açıyor.
Almanya’nın zaten
zirvedeki kadrosunu bir seviye daha yükselten hamle Hummels’in ilk 11’e dahil
olmasıydı. Almanya böylece fizik kalitesinden ödün vermeden defans ve orta saha
arasında bağlantıyı güçlendirmeyi başardı. Türkiye yıllarca stoperlerinin pas
yeteneğinin sınırlı olmaları nedeniyle oyun kurmakta zorlanan bir takım oldu.
Semih Kaya, bu anlamda bize nefes aldıracak bir oyun tarzına sahip. Ne var ki
Semih, Hummels gibi takımın hücumcularının topsuz koşularından fayda
sağlamasını sağlayacak oyun görüşüne sahip değil. Zaten pek çok ana sorunu olan
takımımızda Emre’nin defans orta saha bağlantısını sağlaması nedeniyle Semih’in
katkısı çok önemli görünmüyor. Buna karşılık, Semih’in stoper pozisyonu için
fizik yetersizliği, rakiplerin bire bir avantaj yakalamasına neden oluyor. Romanya
maçında Ömer Toprak da pek parlak bir performans gösteremedi; ancak Marica’nın
özellikle Semih ile eşleştiğinde takımın ileri çıkmasını çok kolaylaştırdığına,
nihayetinde skoru değiştiren hamleyi yaptığına şahit olduk.
Maçın
incelemesine dönelim. Ortalardaki isabetsizlik konusunu, Romanya’nın
stoperlerinin üstün performansını da takdir ederek inceleme altına almak
gerekir. Sorunun oyuncuların doğru alanlarda bulunmamalarından mı, ortaların
zamanlamalarının yanlış olmasından mı, yoksa topsuz koşularla rakibin dengesini
bozamamaktan mı kaynaklandığını görebilmek için, kornerle sonuçlanan bir sağ
kanat akınında oyuncuların rollerini inceleyelim. 6 kişinin aktif olarak katıldığı bu akının
hazırlayıcısı olan Emre, ara pasını Arda’nın sola koşarak orta sahayı boşaltmasına
borçluydu. Arda koşusunu ceza sahasında sağ bek ile eşleşerek tamamladı. Ortayı
yapan Gökhan Gönül de, aynı Arda’nın Emre’ye yaptığı gibi, Hamit’in sağ
kanattan sahanın ortasına yaptığı koşudan yararlandı. Umut’un ön direğe yaptığı
koşuyla birlikte Sercan da ceza sahasına girerek ikinci stoperle eşleşti. Maçın
içindeki az sayıdaki etkili hücumlarımızdan birini, hem yukarıda saydığım
etkenler, hem de oyuncularımızın hiçbirinin rakiplerine bire bir üstünlük
sağlayamamaları nedeniyle gole çeviremedik.
Almanya’nın benzer
bir aksiyonu golle sonuçlandıracağını söylemek gerçekçi olur. Bunu söylerken,
Alman oyuncuların rakiplerine kaşı bire bir üstünlüklerinden ziyade oyun
temposunu öncelikli görüyorum. Maalesef oyun ve pas tempomuzun yerlerde
sürünmesi, doğru hamlelerin hücumda beklenen sonuçları vermesinin önüne
geçiyor. Kanat akınlarında kale çizgisi hizasına bir türlü gelemememizin ve ceza
sahası dışından şut imkanları yaratmakta çok yetersiz kalmamızın ardında da bu
yavaşlık yatıyor. Pozisyon kıtlığı
yaşamamızda ise bu hantallık kadar; Sercan, Umut ve Mehmet Topal’ın pas
trafiğine hemen hemen hiç katılmamalarının da payı var. Abdullah Avcı 3 hücumcu
tercih ettiği sistemdeki sorunu görerek yeni bir pas seçeneği yaratmak için Hamit’i
ilk 11’e yerleştirmişti; ancak bu da çözüm getirmedi. Ayrıca, Hamit ile Umut’un
kanat akınlarında stoperleri paylaşamamaları, dörtlü defansı bozamamaları hücum
etkinliğimizi iyice kısıtladı.
Biz hücumda bu
kadar etkisizken, Romanya oyunun merkezindeki stoperleri ve orta saha
oyuncularının oluşturdukları hatlar orta alanı kontrol altına almayı başardı. Maçın
kilit oyuncusu ise yukarıda belirttiğim gibi Marica’ydı. Stoper ikilisini bütün
maç boyunca meşgul eden Marica, kontrol ettiği toplarla takım arkadaşlarının
defans arkası koşular yapmasını sağladı. Romanya’yı hiçbir alanda rakipten
fazla oyuncuyla karşılayamayan ve pas kanallarını kapatamayan Türkiye,
savunmada rakibine göre pozisyon alıp onların hamlelerini bekledi.
Macaristan maçı
öncesinde, zaten az sayıda alternatifimizin olduğu kadroda iyice daralma
yaşadık. Arda’nın merkez kanat rolünün alternatifi olacak bir oyuncunun
olmaması maç öncesi en ciddi sıkıntımız. Boş alan yaratmaya dayalı 4-2-3-1
düzenine tempomuz yetmediği için zaten ayak uyduramamışken, işleyen az sayıdaki
parçalardan birisinin de dışarıda kalması umutları iyice azaltıyor. Yine de, bu
maçtan çıkacak bir galibiyetin bir anda tabloyu değiştirme ihtimalinin olduğunu
aklımızda tutmamız gerekiyor. Bu eksiklikler belki, alanı genişleten kanat oyuncularına
dönmemizi ve Hamit-Emre- Nuri gibi pas alışkanlığı olan bir üçlü ile 4-2-3-1
ile 4-3-3 kırması bir düzende daha fazla şans yaratabiliriz.
Son paragrafta
başlığı neden tırnak işareti içine aldığımı açıklamak isterim. Bu yazının
başlığını 1949 yılında basılmış Türkspor dergisinden aldım. O dönem Suriye’yi
7-0 yenerek 1950 Dünya Kupası’na katılma hakkı elde eden takımımızın, Türkiye
Futbol Federasyonu Brezilya’ya seyahatin getirdiği maddi külfeti taşıyamayacağı
için turnuvaya katılamayacağı konuşuluyordu. Türkspor dergisindeki yazı, bu
sorunun çözüleceğine dair iyi niyetini belirterek sonlanıyor. Geçmiş
katılımlarımıza bakanlar, bu iyi niyetin karşılıksız kaldığını bilecektir. 63
yıl sonra bugün, Türkiye’nin en büyük ‘sektör’lerdinden biri haline gelen
futbolun federasyonunu bir para babası yönetiyor ve Suriye ile bir futbol maçı
yapma ihtimalimiz Kaf Dağı’nın ardında. Soru ise her nasılsa aynı kalmış. Ben
de o gün yazılan yazının iyi niyetine sadık kalarak “Hayır, gidiyor” demek
istiyorum. Umarım milli takımımız da böyle düşünüyordur.
Not: Fotoğraflar ntvspor.net internet adresinden alınmıştır. 4-2-3-1 ve futbol hakkındaki pek çok bilgi için zonalmarking.net adresi referans olarak kullanılmış ve kullanılacaktır.