29 Eylül 2013 Pazar

2011 Yılının Dinlemeye Değer Beş Albümü

1. The Black Keys  - El Camino



2. Erol Mutlu - Ateş Düşer Şarkılara


3. Feist - Metals


4. Kardeş Türküler - Çocuk Haklı


5. PJ Harvey - Let England Shake


3 Eylül 2013 Salı

19 Ağustos 2013 Pazartesi

16 Ağustos 2013 Cuma

Götür Beni Gittiğin Yere #2


Artık New York mu olur, Paris mi yoksa Sacramento mu bilemem Frances. Siyah-beyaz olsun bana yeter.

3 Haziran 2013 Pazartesi

Ceviz Ağacı


Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.


Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.


Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. 


Nazım Hikmet

Nazım Hikmet'in ölümünün 50. yılında, ceviz ağacının hayaletinin Gezi Parkı'nda dolaşmasının gururu yaşanıyor. Sesiyle bu güzel şiire hayat veren Cem Karaca'ya ve ilham için Açık Radyo'ya teşekkür ederim.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Unutmadan


Üstad Sergei Eisenstein'ın Grev filmini izlemek isteyenler, buradan buyursunlar.

Link: http://archive.org/details/Strike_323
Fotoğraf: mubi.com

21 Nisan 2013 Pazar

Müslüman Kardeşler Rüyamızı Asla Yok Edemezler



1949 Kahire doğumlu Salwa Bakr, ülkesinin en tanınan yazarlarından birisi. Amnesty International’ın Almanya’da yayınlanan dergisi Amnesty Journal için Claudia Mende’nin sorularını yanıtlayan Bakr, 2011 yılındaki devrimin ardından oluşan tabloyu ve kadın hakları için verilen mücadeleyi anlatıyor.

Mübarek’in 2011 yılı başında devrilmesi pek çok sanatçıda bir yaratıcılık patlaması ortaya çıkardı. Bunu açıklayabilir misiniz?

Arap dünyasında kadınlara toplum tarafından biçilen roller ile kadınların gerçek kabiliyetleri arasında korkunç bir çelişki var. Bu tehlikeli bir zıtlık; çünkü bizim kültürümüzde derin bir kadın düşmanlığı var. Pek çok kadın özellikle bugün bu zıtlığı tema haline getirmek istiyor. Pek çok edebi eser, bu çelişkinin hangi sonuçlara yol açtığıyla ve neden hala mevcut kaldığıyla ilgileniyor.

Bununla neyi kastediyorsunuz?

İyi eğitim almış, hatta seçkin kadınlar dahi kamusal alanda vatandaş değil de obje olarak görülüyorlar. Bir kadın doktor veya avukat dahi sokakta yalnız başına dolaşıyorsa bir erkek tarafından tacize uğrayabiliyor. Bilim insanı veya sanatçı olsun fark etmez, tanınmış kadınlarla yapılan bütün röportajlarda son olarak eşleri için yemek yapıp yapmadıkları soruluyor. Bu mantığa göre eğer bir kadın yemek yapamıyorsa bir değeri yoktur. Biz hep eşi veya ailesi için var olması gereken objeler olarak görülmekteyiz. Bu da tabii ki bir çelişki yaratıyor; çünkü kadınlar bundan çok daha fazlası, ama toplum bunu kabullenemiyor.

Bu basmakalıp yargılar Mısır’da toplumun bütün katmanlarına yayılmış durumda mı?

Evet. Bugün herkes Mısırlı kadınların sorunlarından Müslüman Kardeşler’in veya köktendincilerin sorumlu olduğunu söylüyor; ama ben bunu böyle görmüyorum. Bence entelektüeller de aynı derecede sorumlu; çünkü toplumun elitleri olmalarına karşın kadınlar konusunda aynı Müslüman Kardeşler gibi düşünüyorlar. Mısırlı entelektüeller siyaset ve kültür hakkında tartışırlarken, kadın hakları bu tartışmalarda yer almıyor.

Ancak Mısırlı feministler de kadınların taleplerine ulaştırmakta oldukça zorlanıyorlar. Bunun nedeni nedir?

Feministler Mısırlı kadınların çoğunluğunu temsil etmiyorlar; çünkü esas olarak toplumun üst sınıflarında yer alıyorlar. Peki, Mısırlı kadınların acil sorunları nelerdir? Kadınların büyük kesimi için meslek eğitimi be sağlık öncelikli. Onlar para kazanmak ve iyi yaşamak istiyorlar, ilk sırada cinsel sorunlar yok.  Tabii ki cinsel tacizle ilgili sorunlar da var, ama kadınların büyük çoğunluğu için ekonomik olarak ayakta kalmak her şeyden önce geliyor. Ekonomik anlamda çok daha ciddi bir ayrımcılık var. Ben dahi bir yazar olarak erkek meslektaşlarıma göre çok daha az kazanıyorum.

Eserlerinizde toplumun kıyılarında yaşayan Mısırlı kadınların kaderlerine yer verdiniz. Romanlarınızda geçmiş tecrübelerinize mi dayanıyorsunuz?

Benim kökenim de şehrin fakir ailelerinden birine dayanıyor; ama daha çok karakterlerimi konuşturmayı seviyorum. Ticaret Bakanlığı’ndaki görevim sırasında şehrin fakir bölgelerindeki kadınlarla temasım oldu. Bu sayede, örneğin 1977 yılındaki “ekmek ayaklanması” hakkında bir öykü yazabildim. Bizim açlık ayaklanması olarak adlandırdığımız bu devrim fakir kadınlar tarafından başlatıldı, erkekler tarafından değil. Bakanlıkta bana geldiler ve ekmek ile pirinç talep ettiler. Çok öfkeliydiler ve hiçbir şeyleri olmadığı için protestoya başladılar. Hiçbir erkek bundan bahsetmedi. Bu ayaklanma hakkındaki haberlerde hep erkeklerin görüntüleri yayınlandı, hâlbuki gösterilerin hayat bulmasını sağlayan kadınlardı.

Mısırlı kadınlar için bugün öncelikli olan nedir?

Ocak 2011’deki devrime toplumun bütün katmanlarından kadınlar katıldı. Benim için, kadınların toplumsal normlar ve yetenekleri arasındaki çelişkinin aşılmasını istemeleri hayret vericiydi. Tabandan kadınlar, genciyle yaşlısıyla bu protestolara katıldılar. Bu benim için kesinlikle devrimin en önemli noktasıydı. Bir kere olsun kadınlar yetenekleriyle önem kazandılar. Kendilerini değiştirmeye ve kendilerini yeni bir bakışla değerlendirmeye başladılar. İlk defa hem kendileri hem de bütün toplum için önemli bir şeye katkıda bulundular. Bu benim için devrimin en önemli mesajıydı.

Kadınların durumu Mübarek’in devrilmesinden bu yana daha mı kötüleşti?

İlk olarak öyle göründü; ama bu doğru değil. Bugün kadınlar hakları için daha fazla mücadele ediyorlar ve bu nedenle konumlarını iyileştirdiler. Devrimden önce kimse cinsel taciz veya kadına karşı şiddet üzerine konuşmuyordu; çünkü genç kadınlar korku ve utanç yüzünden sessizdiler. Ama bu durum değişti. Örneğin, askerler tarafından şiddet gören kadınlar, bu durumu mahkemeye taşıdılar. Bu daha önce olmamıştı. Kadınlar, suçluluk duygusunun ve utancın üstesinden gelmeyi başardılar ve öteki tarafı suçlamaya başladılar. Onlara şöyle seslendiler: Artık bizim gözümüzü korkutamazsınız; çünkü suçlu olan biz değiliz, sizsiniz. Bu muazzam bir değişim.

Kadın yazarların durumunda da iyileşme oldu mu?

Bizim eğitim sistemimizle ilgili büyük bir sorunumuz var. Mısırlıların büyük çoğunluğu hiç eğitim almamış durumda ve hiç kitap okumuyorlar. Buna rağmen Mısır’da da Arap dünyasında da iyi para kazanan yazarlar var; çünkü bunlar hükümetlere veya farklı güç odaklarına bağlı durumdalar. Pek çok farklı mecrada yöneticilerin fikirlerinin sözcülüğünü yapıyorlar. Benim 18 kitabım basıldı ve uluslararası bir üne sahibim. Eserlerim sayesinde uluslararası ödüller de kazandım; ama Mısır’da hiç ödül kazanmadım. Bu ödüller genellikle hükümetlerle iyi ilişkiler kuran erkek meslektaşlarıma veriliyor. Ben bunlara karşı bir kitap yayınladığımda, bununla daha az para kazanıyorum. Bana göre bu yaşananlar bir tür sanat yolsuzluğu.

İleride Müslüman Kardeşlerin yasaklamalar getirmelerinden korkuyor musunuz?

Müslüman Kardeşler ve Selefiler gibi siyasal İslam hareketleri, bizim geniş kapsamlı bir sivil toplum hayalimize bir tehdit oluşturuyorlar. Biz din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı bir sivil toplum istiyoruz. İktidardaki Müslüman Kardeşler bizim hayallerimizin pek çoğunun gerçekleşmesini geciktiriyorlar. Onların projesi Mısır için çok büyük bir sorun haline gelebilir. 2011 yılındaki devrim sonrasında daha adil ve erkek veya kadın, Hristiyan veya Müslüman fark etmeksizin bütün Mısırlıların haklarından yararlandığı bir toplum oluşturmak istedik. Bugün Müslüman Kardeşler kendi muhafazakar amaçlarının peşindeler ve asker ile olan çatışmaları da kimin Mısır’da söz sahibi olduğunu belirlemeye yönelik.

Geleceği nasıl görüyorsunuz?

2011 yılında ortaya çıkan geniş çaplı gösterilerin esas nedenleri yoksulluk, yolsuzluk ve Mısır’daki pek çok gencin bir gelecek perspektifinden yoksun bırakılmış olmalarıydı. Müslüman Kardeşler’in iktidarında bu sorunlar daha da ciddileşti. Bu Mısırlıları daha da yoğun protestolara yöneltecektir. Adil bir toplum oluşturma rüyamızı Müslüman Kardeşler asla yok edemezler.

Kaynak:

“Unseren Traum können die Muslimbruder niemals zerstören” - Amnesty Journal, Nisan/Mayıs 2013 sayısı, sayfa 66-67

Fotoğraf:

Salwa Bakr - en.qantara.de

25 Ocak 2013 Cuma

Die Innere Sicherheit


 

“Kimse RAF’tan hoşlanmıyordu.
Kimse bizim yapmak istediğimiz sinema türünden hoşlanmıyordu.
Biz de basitçe filmi çektik. Ya son ya da ilk filmimiz olacaktı.”[1]

Christian Petzold

Yukarıda, Christian Petzold’un geçtiğimiz yıl artechock.de sitesine verdiği bir röportajda, ilk filmi Die Innere Sicherheit hakkında yaptığı açıklamanın bir bölümünü görüyorsunuz. Geçtiğimiz yıl gösterime giren Barbara filmiyle birlikte adından daha çok söz ettirmeye başlayan Petzold, bir dönem Tom Tykwer’ın Lola Rennt (Koş Lola Koş) filminden hareketle, Alman sinemasının yeni karakteristik özellikleri olarak sunulan lineer olmayan anlatım biçimini ve tarzın içeriğin önüne geçtiği sinema anlayışını reddediyor. Öte yandan, neo-liberal dönem ile birlikte geçmişin hayaletlerine dair sorular sormamayı alışkanlık edinen Alman toplumunun, her ikisi de RAF üyesi olan evli bir çiftin kızı Jeanne’ın yaşadığı sorunlara odaklanan bir filme ilgi duymasını beklemek de hayalcilik gibi görünüyor. Bu iki olguyu yan yana getirdiğimizde, Petzold’un “ya ilk ya son” söyleminde abartılı da olsa bir haklılık payı olduğunu teslim etmemiz gerekir. Sinemaseverler olarak şanslıyız ki, Petzold’un film çekilmeden önce duyduğu kuşkular, Die Innere Sicherheit’ın içeriğinin zenginliği ve estetik niteliği sayesinde boşa çıktı.

Die Innere Sicherheit,  bir kızın ergenlik döneminde ebeveyn ile çocuk arasında ortaya çıkan gerilimden hareketle, eski kuşak ile yeni kuşak arasındaki gerilimi yaratan önemli bir sorunu hem bireysel hem de kolektif düzlemlerde ele alıyor. ‘Dünyaya bizden önce gelen (bizi dünyaya getiren) kuşağın eylemlerinin sonuçlarına katlanma zorunluluğu’ olarak tarif edebileceğimiz bu sorun, ailesi terör örgütü üyesi olduğu için yeraltında yaşamak zorunda bırakılan Jeanne’ın gözünden izleyiciye aktarılıyor. Ailesinin devlet tarafından suçlu addedilmesi nedeniyle Jeanne’ın ödediği kefaret, ister istemez Alman toplumunun Nazi geçmişi nedeniyle hissettiği suçluluk duygusunu da akıllara getiriyor. Yeni kuşak sinemacılardan Petzold, bu filmde kendinden bir önceki kuşağın 1970’lerde RAF ile olan hesaplaşmasını merkeze alsa da,  Nuit et Brouillard  (Sis ve Gece) filminin izlendiği sahne ile Nazi geçmişine değinmeyi de ihmal etmiyor.

Die Innere Sicherheit filmindeki ikili sorgulamayı daha iyi anlatabilmek için, öncelikle filmin isminin çift anlamlılığı üzerinde durmak gerekir. ‘İç Güvenlik’[2] ilk olarak; Alman devleti tarafından aranan ebeveynlerin mecburen gizlilik üzerine kurdukları aile düzeninin, ergenlik dönemiyle ihtiyaçları değişen kız tarafından tehdit edilmeye başlanmasına atıfta bulunuyor. Bununla birlikte bu ismin, devletin şiddet ile dünyayı değiştirmek çabasındakileri elimine etmek için terör kavramını iç güvenlik politikasının merkezine yerleştirmesini anlattığını da eklemek gerekir.


Die Innere Sicherheit’ın senaryosu, filmin adının taşıdığı ikili anlamın, yani iki iç güvenlik sorununun birbiriyle bağlantılı olduğunu ortaya koyuyor. Film, sörf yapılan sahili ve güneşiyle Alman şehirlerine pek de benzemeyen Lizbon’da açılıyor. Devletin, kendi varlığına yönelen tehdidi bastırmak için aileyi kendi kontrolündeki mekândan dışladığını görüyoruz. Jeanne, kendini ait hissettiği bir mekânda bulunamadığı için arkadaş çevresi edinemiyor. Bir okula devam etme olanağı olmayan Jeanne’ı, yabancı kelimeler öğrenip ödev olarak annesine çeviriler sunarken görüyoruz. Malum, ailenin iç güvenliğinin sağlanması için Jeanne her an yabancı bir devletin kimliğini edinmeye ihtiyaç duyabilir.

Murathan Mungan, Birikim dergisinde yayınlanan bir makalesinde “gündelik yaşamımızı yönlendiren sosyolojik dinamiklerin gücünü hiçbir zaman gerektiği ölçüde tanıyıp bilemeyeceğimizi” öne sürerken[3], bu “kendiliğindenlik” halini balığın içinde yaşadığı suyla olan ilişkisine benzetir. Bu benzetmeden yola çıkarak, ev olarak bellediği bir mekândan, okuldan ve ulus-devletin söylemini aktardığı diğer mecralardan uzakta kalan Jeanne’ı sudan çıkmış balık olarak adlandırabiliriz. Lizbon’da erkek arkadaşı ile tanışması ve iç güvenlik önlemlerini ihlal ettiğini bilmesinler diye bu durumu ailesinden saklamaya çalışması, Jeanne’ın rahatsızlığını artırıyor. Jeanne sahilde otururken, Almanca menüye isimlerin yanlış yazıldığı bahanesiyle ona yaklaşan bir adamın kaşla göz arasında ailenin kaldığı yeri öğrenip polise haber vermesi, ebeveynlerin koyduğu katı kurallarının boşa olmadığını gösteriyor.  Hem izini kaybettirmek zorunda olan, hem de para sıkıntısı çeken aile, Petzold filmlerinin vazgeçilmez araba içi diyalogları eşliğinde Almanya’ya geri dönmek zorunda kalıyor.

Jeanne’ın bu uzun yolculuk ve ertesinde giydiği üç kıyafet, Jeanne ile anne babası arasındaki kuşak farkının yarattığı gerilimi bize hatırlatan objeler olarak filmde önemli bir role sahipler. Jeanne’ın büyümesinin yarattığı gerilim, Jeanne’ın babasının kızının üşümemesi için aldığı ve üzerinde kocaman bir arı resmi bulunan sweatshirt’ü giymesiyle ortaya çıkıyor. Üzerinde bir çizgi film karakteriyle gezmek zorunda kalan Jeanne, artık büyüdüğü için bu tarz kıyafetler giymek istemesinin ailesi tarafından kulak ardı edilmesine öfkeleniyor. Ailesine büyüdüğünü kabul ettirememesi ve onlara kendini bir özne olarak tanıtamamasının yarattığı gerilim, ailenin eski bir RAF üyesi olan; ancak artık bu işlerden elini eteğini çekmiş bir arkadaşlarının evine gitmeleriyle daha da artıyor. Evdeki müzik sesini takip edince, zenginleşerek yeni bir hayata giren eski RAF üyesinin kızıyla karşılaşan Jeanne, nelere sahip olamadığının somut biçimde farkına varıyor. Giymek zorunda olduğu arılı kıyafetinden utanırken, kızın ‘Maradonna’ yazılı tişörtü onun için bir arzu nesnesi haline geliyor. Film ilerlediğinde, Jeanne’ın küçük hırsızlıklar yaptığı Hamburg günlerinde, iki ünlünün isminin birleşmesiyle oluşan ve anlamsız bir etikete sahip bu tişörtün aynısını çaldığına şahit oluyoruz.

Günün modası ile geçmişin modasının kuşaklar arasındaki gerilime nasıl malzeme olabileceğini gösteren son örnek de, Jeanne’ın 80’lere ait olduğu her halinden belli olan bir montu giymek zorunda kalması. Hem parasızlık hem de aranan kişiler olmaları nedeniyle ulus-devletin makul vatandaşları için sunduğu satın alma seçeneklerine erişim şansı olmayan ailenin, yıllar önce toprak altına gömdüğü torbalardan çıkan kıyafetler, Jeanne için fazlasıyla demode kalıyor. Hamburg’da, tesadüfen (aslında pek de tesadüf sayılmaz; çünkü aile Hamburg’da Jeanne’ın erkek arkadaşının bahsettiği boş bir eve yerleşiyor; ancak çocuğun bu durumdan haberi yok) Lizbon’da tanıştığı erkek arkadaşıyla karşılaştığında “kendi tarzını yaratmak” için bu kıyafetleri giydiğini ima eden Jeanne, montu ilk fırsatta çaldığı kıyafetlerle değiştirerek kendini yalanlıyor. Kıyafetlerin hikayenin merkezindeki gerilimi açık ve anlaşılır biçimde anlatması, Petzold’un sinemanın anlatım olanaklarının ne kadar iyi kullanabildiğinin bir göstergesi.


Jeanne’ın mağazalardan CD ve kıyafetler çaldığı sahnelerde bazı görüntüler mağazalardaki CCTV kameralarından alınmış. Bu sahneler hikayenin gerçeklikle bağlantısını sağlamlaştırırken, seyirciye de Büyük Birader’in (Big Brother) varlığını hissettiriyor. Filmin isminin ima ettiği devlet-birey gerilimi de böylelikle su yüzüne çıkıyor. Film boyunca devletin yarattığı baskının artmasını sağlayan, bizzat devletin yokluğu oluyor. Bir dört yol ağzında beklerken her yönden bir arabanın gelmesi sonrasında babanın teslim olmak için arabadan çıkıp ellerini havaya kaldırdığı sahne, yokluğun yarattığı gerilimin en güzel örneğini oluşturuyor. Işıklar yeşile dönünce arkadaki araba çekip giderken, baba devletin yokluğuyla yarattığı baskıya teslim oluyor. Bu sahnede babanın yüzünde, devletin yarattığı korku kadar, ebeveynlerin mensubu oldukları örgütün dağılması nedeniyle varlık nedenlerini kaybetmelerinin getirdiği çaresizlik de okunuyor.

Film içinde film izlenen sahnelerin, özellikle de Alain Resnais’nin toplama kamplarını anlatan Nuit et Brouillard (Sis ve Gece)[4] filminin Alman sinemasında önemli bir yeri var. Margarethe von Trotta’nın Die Bleierne Zeit adlı filminde, sonradan RAF üyesi olacak Marianne’ın Nuit et Brouillard filmini izlerken midesinin bulandığını ve salondan ayrıldığını görürüz. François Truffaut’nun tarihin en iyi filmi olarak gördüğü[5] Nuit et Brouillard, Petzold’un filminde de tarihi günümüze bağlayan bir işleve sahip. Nuit et Brouillard ‘ı izlemek Jeanne’ı, annesine yaşıt olan Marianne gibi fiziksel olarak etkilememişe benziyor. Ancak, filmi gösteren öğretmen Jeanne’a film hakkında ne düşündüğünü sorunca Jeanne’ın salondan kaçmasının tek nedeni, gösterime kaçak olarak girmesi olmasa gerekir.  

Hatırlatmakta fayda var, RAF’in Federal Almanya Cumhuriyeti’ne yönelttiği temel eleştiriler, Nazi döneminin ardından yeni bir ulus-devlet kimliği inşa edilirken, eski Nazilerin bir kısmının da yeni devletin kadrolarına katılması ve büyük sermayedarlar ile Nazi partisi arasındaki bağlantıların örtbas edilmesiydi. Bu nedenle, Alman toplumunun geçmişindeki hayaletlerden biri olan RAF-devlet çatışmasına değinen bir film, ister istemez Almanya’da bütün olan bitenin tepesinde dolanan Nazilerin hayaletini de çağırmakta. Petzold röportajında kimsenin RAF üzerine konuşmak istemediğini söylerken, konunun bu yönüne de değiniyor olmalı.     

Christian Petzold, Almanya tarihi üzerine politik bir tartışma yürütmek yerine, geçmiş kuşağın eylemlerinin sonuçlarına katlanmak zorunda kalan Jeanne’ın ergenlik dönemini, bir anlamda olaylar bittikten sonra dünyaya gelen kendi kuşağını anlatmayı öncelikli görüyor. (Burada kuşak ifadesini yaş olarak genişçe bir aralığı belirtmek için kullandım.) Jeanne’ın öyküsü, izleyicinin filmde politik tercihler ve estetik kaygıların ötesinde kişisel bir yön bulmasını sağlıyor. Bu konu tercihi filmin, didaktik bir yapıya bürünmeden dikkate değer bulduğu noktaları izleyiciyle paylaşması için yeterli olmuş. Die Innere Sicherheit, politikanın dost ile düşmanı ayırt etmenin ötesinde bir tanımı hak ettiğini düşünen, aynı zamanda içeriği ve estetik tercihleri filmin ana unsurları olarak gören bir yönetmenin sinemasını keşfetmek isteyenler için iyi bir tercih olacaktır.

Not: Fotoğraflar cinema.de adresinden alınmıştır.



[1] Niemand mag die RAF, niemand mag diese Art von Kino, das wir machen wollen. Dann drehen wir einfach. Entweder war es der letzte oder der erste Film.” - Der Sommer, als Frank Sinatra starb... , www.artechock.de - 08.03.2012
[2] Filmin özgün adı Türkçeye ‘İç Güvenlik’ olarak çevrilebilir. Öyle zannediyorum ki, film Türkiye’de gösterime girmediği için adı da Türkçeye çevrilmemiş. İngilizce’ye ise, anlam değişikliğine uğrayarak “The State I Am In” şeklinde çevrilmiş. Yine de bahsetmekte olduğum ikili anlamın bu çeviride de korunduğunu görüyoruz.
[3] Murathan Mungan, Red ve İnkar Kültürü, Birikim dergisi 278-279. sayı
[4] Nuit et Brouillard filminin İngilizce altyazılı versiyonunu Youtube’dan izleyebilirsiniz.
[5] Philip Lopate, Night and Fog, criterion.com. http://www.criterion.com/current/posts/288-night-and-fog