21 Kasım 2011 Pazartesi

Cannes ve Zamanın Ruhu'na Dair Notlar


“Günahıyla Sevabıyla Terrence Malick” başlıklı yazının sonunda, dini vurguları ön plana çıkan filmlerin neden gün geçtikçe sinema dünyasında daha fazla yer kapladığını sorgulamak gerektiğini yazmıştım. Bu konu üzerine bazı görüşlerimi aktarmak ve daha önemlisi de konuya dair bulduğum kaynakları bir araya toplamak amacıyla yeni bir yazı hazırlamaya karar verdim.

Öncelikle, dini vurguları ön plana çıkan filmlerin yükselişine dair örnekler verelim. 2011 Cannes Film Festivali’ne Tree of Life ve Melancholia’nın dini temaları damga vururken, bir önceki yıl Altın Palmiye’yi kazanan Weerasethakul’un Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor filmi de, doğal dinlerin ve özellike Budizm’in etkilerini içermekteydi. Din ve sinema ilişkisi elbette son iki yılda ortaya çıkmadı. Özellikle korku türünde kendine güvenli bir sığınak bulan din, ana akım sinemanın içinde de zaman zaman mesihvari hikayelerle ortaya çıkmaktaydı. Ancak, belki de ilk defa, yeni bir dil arayan sinemanın din ile olan içli dışlılığı zamanın ruhuyla uyum gösteriyor.

Zamanın ruhunu açıklamak için Jürgen Habermas’tan bir alıntı yapacağım. Doğalcılık ve Din Arasında Felsefi Denemeler adlı kitabının giriş yazısında Habermas, çağımızın entelektüel durumunu iki karşıt eğilimin nitelediğinden bahseder. Bunların birincisi doğalcı dünya görüşünün yaygınlaşması, ikincisi de dini taassupların (bağnazlıkların) siyasi etkisinin artışıdır. Burada doğalcı dünya görüşünün metafizik açıklamaları kabul etmeyen, cevapları bilimde arayan anlayış olarak okumak faydalı olacaktır. Habermas; dinsel geleneklerin, bilimsel ve teknik gelişmelerin getirdiği kültürel ve toplumsal rasyonelleşmeyle kaydedilen ilerlemelerin içinde derin hasarlara yol açtığı, toplumsal ve bireysel birlikte yaşamamızın boyutlarını unutulmaya karşı korumakta olduğunu  iddia eder.

Rasyonelleşme ile gelen ilelerlemenin yarattığı derin hasarlarla Habermas’ın vurgulamak istedikleri nelerdir? Bu hasarların en önde gelenlerini, sisteme olan inançsızlık ve kayıtsızlık olarak görüyorum. Modernleşme sürecindeortaya çıkan ideolojiler zaman içerisinde felaketler yaratan uygulamalarla kitleleri umutsuzluğa ittiler. Yunanistan’da yaşanan ekonomik kriz, yakın dönemde demokrasiye olan inançsızlığın önemli bir örneğini gösterdiler. Merkel ve Sarkozy, dünyaya pazarlamaya çalıştıkları demokrasiye  ne kadar inançsız olduklarını, Papandreu’nun referandum kararına verdikleri tepkiyle belli ettiler. Onlara göre demokrasi, halk karar vermediği ve şirketlerin çıkarları korunduğu sürece doğru bir sistem. Sistemi kullanarak iktidara gelenlerin dahi inanmadığı bir sistemden kitleler nasıl umutlu olsun?

İnsanoğlu ne zaman yaşamım umutsuzluğuna kendisini kaptırsa, umudun kapsının aralanması için gözlerini sanata çevirir. Modernleşmenin geldiği son noktadan bunalan kitlelerin hisleri, bu yazıya konu ettiğimiz iki filmde de görülebilir. Malick sinemasında modernizm karşıtlığı her filmde kendini gösterir; ancak en belirgin metaforlar makinelerin çıkardığı gürültülerdir. Days of Heaven’da, sanayi kentinde yükselen sesler bizi cinayet işleyecek ruh haline büründürür. The Tree of Life filminde ise uçak gürültüleri, babanın oğlunun ölüm haberini duymasını engellemektedir. Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor filminde ise, zamanında ülkesindeki komünistleri öldüren bir adamın hayatının son günlerini görürüz. Sitemin üzerine yüklediği hırs ve tutkulardan kurtulmak, dinginlik ve huzura kavuşmak için doğaya dönmek teşvik edilir. İnsanın doğayla olan bütnüleşmesinin gerekliliği, insan doğa arasında cinsel ilişki kurulması üzerinden açıklanır.

Sistemin getirdiği çıkışsızlığın yönelttiği yeni arayışlar modernizmi tahrip ederken, modernizmde oluşan gediklerin içinden dinler de giriş yaptılar. Bu girişin arkasındaki nedenlerden birisi, modernleşmenin sınır tanımaksızın ilerlemesine karşı doğanın hala denetime alınamaması ve alınacak gibi de görünmemesi. Fukuşima nükleer santralinin deprem sonrası hasar görmesi ve sonrasında Almanya’da 2022 yılına kadar bütün nükleer santrallerin kapatılmasına dair karar alınması, bir noktada doğanın mutlak hakimiyetinin kabulü anlamına geliyordu. Zaten örnek aldığımız iki film de, dini referansları kadar belirgin şekilde doğaya olumluluk atfetmektedirler.  

Toplumsal sorunların her geçen gün daha çok ilgisizlikle karşılandığı kültür ve sanat dünyasında, önümüzdeki yıllarda dini referansları bolca bulacağımız kanaatindeyim. Peki dindarların ve sekülerlerin birbirlerini dinleyecekleri bir zemin sinema tarafından yaratılabilir mi? Modern toplumlarda çoğunlukla seküler eğilimleriyle bilinen sanat dalları olası bir uzlaşmanın öncülüğünü mü yapıyor? Belki de en önemlisi, böyle bir uzlaşma zemini mümkün mü ve buna gerçekten ihiyacımız var mı? Yazının başında elimizde cevapsız bir soru varken, sorular soruları doğurdu ve cevaplar yine eksik kaldı. Yine de bu durumdan pişman değilim; bazen zihnimizi açmak için sorulara yanıtlardan daha çok ihityacımız oluyor.

Dipnot - Yazıyı din ile zamanın ruhunun bağlantısına dair sorularla bitirmişken, geçtiğimiz hafta Gündüz Vassaf’ın Radikal’de çıkan yazısındaki bazı soruları da burada paylaşmak istiyorum:

"Zengin yoksul farkı açılırken, kapitalizmin işsiz bıraktığı, sokağa mahkum ettiği, aç koyduğu, intihara sürüklediği insanların ızdırabı karşısında neden din adamları sessiz? Düzene, sermayenin vurdum duymazlığını, sermayedara bekçilik eden siyasetçiyi tasvip mi ediyorlar? Her şeyin fiyatının bilinip değerinin bilinmediği günümüzde neden din adamları suskun? Doğal afet kurbanlarına tanrıdan rahmet dileyenler, neden söz etmezler düzenin mağdurlarından? Neden görmezden gelirler, neden sahiplenmezler, adalet adına, fırsat eşitliği adına, siyasetin sermayeden arınması adına, dünyaya yayılan “%99 biziz” Occupy Wall Street hareketinden?"


Kaynakça:


Jürgen Habermas - Doğalcılık ve Din Arasında, YKY Yayınları
Gündüz Vassaf - Dinlerde Ahlak Sorunu, radikal.com.tr
Bernd Ulrich, Wir haben die Wahl, Die Zeit - 10.11.2011

Hiç yorum yok: